Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (106): 14 Mayıs’ta kim, nasıl ve neden kazanır?

Seçime üç gün kala kim, nasıl ve neden kazanacak?

-İktidar ve muhalefetin kampanyaları olası sonuçlar hakkında ne fikir veriyor?

-Cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turda biter mi? Bitmezse ikinci turda ne olabilir?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Edgar Şar tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: İyi akşamlar. “Adını Koyalım”dan herkese merhaba. Bu program seçimden önceki son yayınımız. Yayının başlığını “14 Mayıs’ta kim nasıl ve neden kazanır?” diye belirledik. Biliyorsunuz, Ruşen Çakır dün yaptığı değerlendirmede cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarıyla ilgili fikrini açıkladığına göre, sorularımı daha çok diğer arkadaşlara soracağım. Hoş geldiniz.  

Ruşen Abi, önce seninle başlayalım. Şaka bir yana, sen dün izleyicilere, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turda Kemal Kılıçdaroğlu lehine biteceğini söyledin. Bununla ilgili düşünceni söyle, bakalım Ayşe ve Kemal Abi değerlendirmene katılacaklar mı?

Ruşen Çakır: Bunun birçok yönü var aslında. Dün yaptığım değerlendirmemin sonunda söylediklerimle ilgili kısa bir video yaptık ve çok büyük ilgi gördü. Dünkü yayında bunun gerekçelerini kendimce uzun uzun anlattım. Bir kere en önemli mesele, iktidar, muhâlefeti, Kılıçdaroğlu’nu kötüleme üzerine kurulu, tamâmen negatif bir kampanya yürütüyor. Diğer tarafta ise, her ne kadar Millet İttifâkı’ndan bazı liderler iktidâra cevap yetiştirmeye çalışsalar da, esas aktör Kılıçdaroğlu, polemiğe girmeden doğrudan topluma; işçilere, çiftçilere, özellikle gençlerle kadınlara hitap ediyor ve bence başarılı bir kampanya sürdürüyor. Sürekli bir şeyler söylüyor; bâzıları çok ilgi görüyor, bâzıları az ilgi görüyor. Ama bunun zirvesi “Alevî” videosu oldu.  “Alevî” videosu, aynı zamanda, iktidârın kullanmak istediği, büyük bir hevesle kullanmanın hesâbını yaptığı bir silâhı da ellerinden almış oldu. Taraflardan birisi iniyor birisi çıkıyor; orası bâriz.

Bunları söylerken de, özellikle yerinde izlediğim birtakım faaliyetlerdeki gözlemlerimden yola çıkıyorum. Meral Akşener’in, Kılıçdaroğlu’nun ve en son İstanbul’da Erdoğan’ın faaliyetlerini izledim; mitingler, esnaf ziyâretleri, şunlar bunlar. Oralarda gördüğüm, ikisi arasında çok belirgin bir fark olduğu. Bir tarafta devlet, bir tarafta halk var: Erdoğan sırtını devlete dayayan, oradan güç alan ve orayı korumaya çalışan birisi. Kılıçdaroğlu ve destekçileri ise başka bir şekilde iktidâra gelmek istiyor. Bu, aşağıdan yukarıya giden bir şey. En son, İstanbul mitinglerinde de bunu gördüm. Erdoğan’ın mitinginde Erdoğan’dan başka bir şey yok. Orada insanlar Erdoğan’ı görmeye geliyorlar. Ama diğerinde –meselâ Maltepe mitingini Kemal’le birlikte izledik–, Kılıçdaroğlu yerine Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş veya Meral Akşener ya da hiç adını bilmediğimiz birisi olsaydı da o Maltepe mitingi olacaktı. Adayın tabiî ki önemi var, ama bir yerden sonra adayın kim olduğu çok önemli değil, çünkü aşağıda bir hareket var. Diğer tarafta, Cumhur İttifâkı’nın adayı Erdoğan değil de başka bir isim olsaydı o kalabalık gelmezdi. Orada insanlar, Erdoğan’ın yardım çağrısına –hani “Arabanın lastiği patladı, bir el atın, şunu değiştirelim” vardır ya?–, insanlar o yardım çağrısına gelmiş gibiler. Yani bir tür kader birliği etmek üzere gelmiş oraya insanlar. Birisi kaybediyor, birisi kazanıyor.  Kamuoyu araştırmalarının hepsinde de Kılıçdaroğlu’nun önde gittiği gözüküyor. 

Seçimi ikinci tura bırakabilecek adaylar, Sinan Oğan ve Muharrem İnce. Eskiden Muharrem İnce ve Sinan Oğan derdik. Hattâ Sinan Oğan’ın ismini telaffuz etmezdik. Şimdi daha çok, Sinan Oğan’ın ismi telaffuz ediliyor. Kamuoyu araştırmalarında %13-14’lerde görünen Muharrem İnce’nin oy oranı bayağı dibe inmiş durumda. Seçimi ikinci tura bırakabilecek isimlere baktığımız zaman, bu isimler daha çok kimden oy alıyor? Muharrem İnce, “Ben Cumhur İttifâkı’ndan oy alıyorum” dese de, ben buna çok îtibar etmiyorum. Bu doğru değil. Sinan Oğan, belki bir ölçüde MHP’li milliyetçilerden oy alıyor olabilir. Ama bu iki aday da, esas olarak, bu adaylara oy vermese muhtemelen Erdoğan’ın karşısında kim varsa ona oy verecek bir seçmen ya da sandığa gitmeyecek seçmenden oluşuyor. Hatem Ete bunu “Sandık başı seçimi” diye açıklamıştı. Yani birtakım seçmen, son anda, sandık başında oyuna karar verecek ve oyunu öyle kullanacak. Genellikle de –ki o tahminler doğru çıktı biliyorsunuz– büyük partiler, önde gelen adaylar yarışacak, diğerleri gölgede kalacak. İnsanlar sandığa gittiklerinde, o üçüncü ya da dördüncü adaylara oy vermek yerine, muhtemelen, “Bu iş kafa kafaya gidiyor” diye düşünerek, şimdiden kendilerine kimi yakın görüyorlarsa ona oy verecekler. 

Edgar Şar: Yani bir kısım seçmen, ikinci turu birinci tura çekebilir. 

Ruşen Çakır: Evet. Her halükârda, seçim ikinci tura kalsa da önde giden kişi Kılıçdaroğlu olduğu için, diyelim ki %44 veya %45 oy aldılar, diğerini de iki aday aldı. Sonuçta o iki adaya oy verecek ya da vermiş olan seçmenin ikinci turda yönelebileceği isim, büyük ölçüde Kılıçdaroğlu. Bunu bir anket üzerinden söylemiyorum; kendi gördüklerimden, izlenimlerimden yola çıkarak söylüyorum. Kılıçdaroğlu’nu birbirinden farklı yerlerde, meselâ Kayseri’de, Trabzon’da, Konya’da izledim. Bu şehirler, Kılıçdaroğlu’nun çok zayıf olduğu yerler. Ama buralardaki ilgi biraz da diğer partilerin de katkısıyla artıyor. Meselâ Kayseri’de Saadet Partisi çok önemli bir rol oynuyor. Saadet Partisi’nin oradaki oyu ne kadardır bilmiyorum, ama Kayseri’de ikinci sıradaki isim, oradaki muhâfazakâr çevrelerin bildiği, tanıdığı, takdir ettiği bir isim. “CHP’ye, Kılıçdaroğlu’na mı oy vereceğiz yani?” düşüncesini kırıyor. Meselâ dün Kılıçdaroğlu ve Karamollaoğlu Sakarya’daydılar. Sakarya’da, Saadet Partili, eskiden beri tanıdığım bir isimle konuştum. Kime oy vereceğini sorduğumda, “Temel Karamollaoğlu” diye cevap verdi. “Ama aday değil o” diyorum; “Evet, ama cumhurbaşkanı yardımcısı adayı” diyor. Yani “Kılıçdaroğlu’na oy vereceğim” demese bile, Temel Karamollaoğlu’nun seçilmesi için Kılıçdaroğlu’na oy vereceğini söylüyor. O eşiğin, yani, “CHP’ye, CHP’li bir isme veya Alevî bir isme oy verirken tereddüt ederler” eşiğinin büyük ölçüde aşıldığını düşünüyorum

Sonuçta benim gözümde, bu seçim Erdoğan’ın artık… Aslında hep ne olursa olsun Erdoğan seçimlerden birinci çıkıyordu. Meselâ 2015 Haziran’ında birinci partiydi, ama tek başına iktidar olamadı. Sonrasında tek başına iktidarlığı tekrar yakaladı; o ayrı konu. Ama hep birinci parti, hep birinci isimdi. Hattâ “Kendisi partisinden daha fazla oy alıyor” deniliyordu ve Kılıçdaroğlu’nun onu asla yakalayamayacağı söyleniyordu. Ama şimdi iş değişti. Bence İstanbul başta olmak üzere büyükşehirler, bu bağlamda da 2019 yerel seçimleri, bu seçimin ana zeminini oluşturuyor.  2019’dan bu yana, özellikle ekonomi başta olmak üzere birçok şey daha iyiye gitmedi. Arada pandemi oldu, şu oldu bu oldu. 2019’a ve oradaki trendlere bakarak, benim gözümde ibre Kılıçdaroğlu’ndan yana. İlk turda bile kazanma ihtimâlinin yüksek olduğunu, ama ikinci tura kalırsa da kesin kazanacağını düşünüyorum.

Edgar Şar: Kemal Abi, seninle devam edelim. İkinci turda biraz daha kampanyalara dönük birkaç sorum olacak. Ama şimdi bu soru üzerinden gidelim. Şimdi epeyce not aldın, seni çok fazla kısıtlamak istemiyorum o konuda. Senin yorumların nedir?

Kemal Can: Ruşen’in çizdiği çerçeveyle benzer düşünüyorum. Hattâ daha fazlası, üç dört hafta önceki kayıtlara baksınlar, ikinci tur konuşulurken, birinci turda bitme olasılığının yüksek olduğunu ilk ben söyledim. Hâlâ da bu kanaati devam ettiriyorum. Ama süre içerisinde Ruşen’in anlattığı noktalarda daha belirginleşen bir şey oldu. Çünkü onu konuştuğumuz zaman, Ruşen’in dikkat çektiği noktaların çoğu henüz belirginleşmemişti. Meselâ Alevî videosu henüz yoktu. Meselâ, kutuplaştırma siyâsetinin oldukça seviye düşürerek bir kara kampanyaya dönmesi… 

Edgar Şar: Bu kadar düşmemişti.

Kemal Can: Beklenen bir şeydi, ama henüz o hâle gelmemişti. Hattâ “Erdoğan niye sessiz? Nedir bu rahatlığı?” gibi şeylerin konuşulduğu zamanlarda yapmıştık bunu. Ama üç aşağı beş yukarı, bunların olabileceği ve bugün, şu anda, bu geçen sürede ve özellikle son birkaç haftada yaşadığımız bütün şeyler, son 10 yılın –hadi birileri için son 5 yıl diyelim– çok kristalize olmuş bir özeti aslında. Yani bütün ölçekler, üç beş hafta sıkışmış dalgalanmayı 5 yıla yay, neredeyse aynı dalgalanmayla, baskısından, devlet imkânlarının kullanılmasına, keyfîlikten fütursuzluğa, kutuplaştırmadan yalan siyâsetine kadar bütün parçaları bulabiliriz. Dolayısıyla aslında ne yapıyorsa onu yapmaya ve doz olarak, ton olarak daha da fazlasını daha koyulaştırarak ve daha artırarak yaptığı bir tablo var. Dolayısıyla başlığımızdaki “Kazanacaklar niye kazanacak, kaybedecekler niye kaybedecek?” sorusunun cevâbı, zâten kendilerine kazandıracağına inandıkları şeyi yaptıkları ve bunun artık sonuçsuz olduğunu görmeye direndikleri için kaybedecekler. Aynı zamanda, bunu böyle okumaya devam eden herkes de kaybedecek. Bunu ister mecbûriyetten, ister fıtratı böyle olduğu için yaptığını düşünelim, ama senelerdir devam eden şey, Türkiye’de bu iktidârın ve Erdoğan’ın kimlik siyâseti alanındaki sertleşmeyi –kimileri buna konsolidasyon teorileri, kimileri başka şeylerle açıklama getiriyor–  yaptığı takdirde dâimî bir kazanç olacağını ve Türkiye’deki siyâsî karar verme süreçlerinin, seçmenin eğilimlerinin, ağırlıklı olarak burada oluştuğunu ve buna göre siyâset yaptığında kazanacağını düşündü. Bunu muhâlefet tarafında da böyle düşünüp, muhâlefetin stratejilerini de böyle kurma iddiaları ortaya atıldı. Bunu böyle değerlendiren yorumcular, araştırmacılar oldu. Bence hepsinin yanıldığı şey, aslında sistemli biçimde epeyce uzun bir süredir işleyen, ama yavaş işleyen bir dinamiği gözden kaçırmış olmalarıdır. Bu da sâdece bir eskime, bir metal yorgunluğu, bir iktidar yorgunluğu meselesi değil. Çok daha yapısal bir problemi vardı bu iktidârın ve o yapısal problemi ne kendisi gördü ne karşısındakiler gördü. 

İlk kez 2019’da, aslında daha önce referandumda kendini göstermiş olan bu dinamik, şimdi bence daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla iktidâra kaybettirecek şey bu. Muhâlefete kazandıracak şey ise… Ruşen bir biraz önce “Alevî” videosundan bahsetti ve orada iktidârın elinden alınan koza işâret etti. Bir de bunun tersi var: Bence Alevî videosunun Kılıçdaroğlu açısından asıl önemli tarafı, iktidârın elinden bir şey almak değil. Sanki üstünde bir günah etiketi gibi bir tanımı taşımaktan vazgeçip, özgüven gösterisi yapmak. Yani onun elinden bir silâhı almak değil, tam tersine, o silâhın kendi üzerinde etkili olacağı varsayımını açık ya da örtülü biçimde kabul etmekten vazgeçmek. Benim için o videonun asıl önemli tarafı buydu ve genel olarak bütün muhâlefet kampanyasının da bu yeni mantığa göre kurgulanmış olması. Muhâlefet masasının, hâlâ eski parametrelerle akıl yürüten ortakları olduğu için, böyle tazyikler olduğu için, uzunca süre bocaladıklarını söyleyebiliriz, biraz geciktiklerini söyleyebiliriz. Hâlâ defoları var. Hattâ bunun için neredeyse birkaç kriz de atlattılar. Ama sonuçta toplamına baktığımızda, kendi yanlışlarını, kendi eski ezberlerini zorladıkları anda da, kazanma ihtimâlini büyüten bir hatta girdiler. Şimdi pek kullanılmıyor ama eskiden çok kullanılan moda bir târif vardı: Statüko. Siyâsî statükoyu mevcut durumuyla okuyanlar kaybediyor; onun, dozu değişmiş biçimde de olsa değişebilir olduğuna inananlar ve buna göre siyâset yapmaya çalışanlar kazanıyor — genel resim bu.  Dolayısıyla bugün, “Kim kazanıyor kim kaybediyor?” sorusunun cevâbı da bu temel sorudan oluşuyor. Ben burada bu dinamiğin –Ruşen örneklerini de saydı– bir sürü başka faktörde işlediğini ve karşılık bulduğunu görüyorum. 

Şimdi bu “heyecan” meselesi çok konuşuluyor, ama bunun yarattığı bir şey var. Yani olabilirliğini daha yakın hissetmeye başladığınız şeyin korkusu bâzen büyür. Bence, muhâlefet seçmeninde böyle içe patlayan, dışarı çıkmayan bir heyecan var. Bu, kimi muhâlefet siyâsetçilerinin ve bâzı araştırmacıların iddia ettiği gibi görünemeyen bir dip dalga ya da araştırmalarını ölçemediği bir sonuç çıkabilir ihtimallerini düşündüren şey de bu. Bunlar bence önemli şeyler.

İkinci bir faktör –yine Ruşen işâret etti, ona katılıyorum– tek enstrümanı ya da tek silâhı Erdoğan olan bir iktidar bloku var. Hattâ bütün ortakları da, asıl oy toplama görevinin onda olduğunu gösteriyorlar.

Edgar Şar: Yani seçimi kazanma işi de onun işi. 

Kemal Can: Evet, o görev de onun üstünde. Yumurtaları aynı sepete koymak gibi bir şey. Çünkü başka bir sepet yok ortada. Bunun için de çok sorunlu bir koalisyon da kurdular üstelik. Ama sepette de bir çürük var. Bu sâdece 20 yıllık iktidar yorgunluğuyla ilgili bir şey değil. Erdoğan’ın, biraz önce söylediğim o bildiği, en kolay uygulayabildiği ezber konusunda, ister birileri bunu, “Başka çâresi yok, başka bildiği yok” diye de yorumlayabilir, ister bunun dışındaki bütün seçenekler kendisine daha net kaybettireceği için, en az zarârı alacağı seçenek olarak bunu kullandığı şeklinde de yorumlayabilir.

Edgar Şar: Aslında bu iki şey birbirine bağlantılı. Bunu ikinci turda konuşacağız. 

Kemal Can: Pek çok yorum yapılabilir, ama asıl olarak mesele bu. Hatırlarsan, “Yumuşayacak, herkesi kucaklayacak” filan gibi şeyler söylendi.  

Edgar Şar: İkinci turda kampanyayı konuşalım istiyorum. Hem muhâlefet kanadında hem de iktidar kanadında. Hele ki Ekim 2022’de, ilk kez bağımsız gazetecilerin çağrıldığı o “Türkiye Yüzyılı” lansmanında, “Kucaklayacak” filan dediler, olmadı. Neden olmadığının sebebini ikinci turda konuşacağız.

Kemal Can: Tamam. Ruşen, Altılı Masa’nın diğer aktörlerinin “CHP’liye oy verilmez” fikrini nasıl kırdığını anlattı az önce. Mesela Rawest’in bir araştırması var. Aynı şey Kürt seçmende de söz konusu. Kılıçdaroğlu’nun Kürt büyükşehirlerinde aldığı destek, neredeyse %70’ler seviyesinin üzerinde. Dolayısıyla, “HDP seçmeninin ne kadarı Kılıçdaroğlu’na oy verir? Özellikle bölgedeki Kürt seçmenin CHP alerjisi ne kadar etkili olur?” meselesinin nasıl kırıldığını gösteriyor bir araştırma verisi olarak. 

Bir de son noktayı söyleyeyim: Artık seviyeyi iyice aşağı düşüren Erzurum’daki olay gibi ya da montaj videolar hikâyesi, en çok iktidârın kendi seçmenini rahatsız ediyor, utandırıyor. Böyle bir tarafı var. Birtakım insanlar, bunu tekrar eden birtakım sokak röportajlarını, bütün iktidarın tabanı diye tanımlamazsak, o zaman gerçekten İstanbul seçimlerine de etkisi olan, kendi seçmenini zorlayan, onu kendisiyle birlikte davranmaktan iten bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Bu ikinci tur iddialarında, seçimi ikinci tura bıraktırabileceklerin inatçı bir seçmeni olduğu iddiası ve hattâ onun oyunu bile artırabileceği iddiaları geçerli olmadı; büyük bir erime yaşadılar. Artı, o inadın çok kuvvetli olmadığı, en fazla kuvvetinin de, bence hem birinci turda hem ikinci turda sandığa gitmemek şeklinde reaksiyon verme ihtimâlinin… Çünkü Erdoğan’ın kazanmasını isteyen bir Muharrem İnce taraftarı varsa, o da, Ruşen’in dediği gibi sandık başında ilk turda Erdoğan’a oynuyor. Çünkü artık “Biz sayımızı bir gösterelim” fikrinin bir özelliği kalmadı. Galiba geçen hafta söylemiştim: Yüzde 10 olsan, “O yüzde 10’nun içinde ben varım” demenin bir siyâsî gurûru olabilir, ama “%2,5’un içinde ben varım”ı saydırmanın çok bir anlamı yok. Ben öyle bir etki yaratacağını düşünüyorum. 

Edgar Şar: Teşekkürler Kemal Abi. Ayşe sen nasıl görüyorsun? Kim, nasıl ve neden kazanır? İlk turda ne olur? 

Ayşe Çavdar: “Muhâlif seçmen kazanıyor ve ilk turda biter” deyip susayım. Yeter mi? Zâten programı kısa yapacaktık. Muhâlefet kazanıyor. Çünkü masayı krizlerden o kurtardı; sâhip çıktığını gösterdi. Sâdece bununla kalmadı, gitti mitinglerde hem birbirine hem kimisi de hiç hoşlaşmadığı birtakım siyâsî aktörlere alkış tuttu, seslerine ses verdi, sorularına cevap verdi. Dolayısıyla muhâlif seçmen bu seçimi kazanabilmek için her şeyi yaptı. Çünkü CHP dâhil olmak üzere o siyâsî partilerin hiçbirinin tek başına böyle bir yükü taşımaya güçleri yetmeyecekti. Dolayısıyla seçmen, “Tamam, bu benim seçimim. Sizinle çok da alâkası yok. Siz benim oylarımın taşıyıcısınız sâdece” dedi. 

Ben bunda, Kemal Kılıçdaroğlu’nun en popüler, en heyecan yaratan aday olmamasının büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Burada da söylemiştim; Kreuzberg’de duyduğum bir şey bunu bana düşündürüyor. Çünkü “Aralarında seçilme ihtimâli en az olanı belirlediler. Demek ki kazanacaklarına dâir özgüvenleri yüksek” demişlerdi. Bu, şu anlama da geliyor: Seçmenin, “Demek bana güveniyorlar ki bu insanı karşıma çıkardılar” diyebileceği anlamına da geliyor. Şunu demeye çalışıyorum: Kılıçdaroğlu’nun “karizması”nda yaratabileceği heyecanla doğabilecek bütün boşlukları, seçmen kendi enerjisiyle doldurdu. Birazdan kampanyayı konuşacağız, ama bunu konuşmayacağız. Seçmen kendi şarkılarını yaptı, kendi videolarını yaptı, kendi sloganlarını buldu. Daha ne yapsın? Dolayısıyla, muhâlefet tarafında siyâsî partilerden neredeyse daha aktif bir muhâlif seçmen kitlesi görüyoruz bu seçim sürecinde. Bu da galiba en büyük enerjisi. Dediğim gibi Türkiye’de, AKP dâhil olmak üzere herhangi bir döneminde, böyle bir enerjiyi, kavga bile etse bir arada kalma enerjisini seçmen arasında yaratabilecek bir siyâsî parti henüz olmadı. Dolayısıyla bu seçimin kazananı ve kazandıranı toplumsal muhâlefet diyebiliriz. O nedenle, bence birinci turda bitme ihtimâli çok yüksek.

İkinci tur neden olmayacak ya da neden kalmayacak hikâyesinin bir nedeni de, şu son bir haftada AKP tarafından gelen mevzûlar. Yani taşlamalar, birtakım kara propaganda araçlarının kullanılması, huzursuzluğun artması, tehditkâr hava. Türkiye’de seçmen pek hoşlanmaz böyle şeylerden. Mitinglerde galeyâna getirebilirsiniz; çünkü mitinglere gelenler zâten sizin için her şeyi yapabilecek olanlardır ya da sizin için her şeyi yapması için gereken araçları sağladıklarınızdır. Ama mesele huzursuzluk yaratma, hem de yerel ve kontrolden çıkabilecek huzursuzluk yaratma aşamasına geldiğinde, seçmen bir geri çekilir. Dolayısıyla, AKP’nin son bir haftada gördüğümüz performansı, bunun yanı sıra Erzurum’da, Adana’da bile çıkan, hattâ Konya’da olma ihtimâli olan ve gönderilen, Sakarya’da olma ihtimâli olan ve bertaraf edilen birtakım atraksiyonlar, taşlamalar, saldırılar ve bunun sosyal medyadaki “şeytan taşlama” şeklinde formüle edilmiş hâlinden bahsediyorum. Bu pervâsızlık, o kadar da fanatik olmayan AKP seçmeninde, muhâfazakâr seçmende de gidip AKP’ye oy verme iştahını bir hayli azaltmıştır. Çünkü eğer ikinci tur yapılırsa, iki tur arasında çıkacak olan gerginlik herhalde vazgeçirici, caydırıcı bir şeydir. Bunun muhtemelen şu anlama gelmesini istediler ki ben bunu defaatle söylemiştim: Şimdi çıkacak bir gerginlik, 2015’te gördüğü işleri görmeyecektir. Muhtemelen AKP içerisindeki kimi çevreler, AKP’nin birinci turda kazanması için, topluma ve muhâlif topluma bu gözdağının ve “Biz ne yaparsak yapalım bir şekilde kazanmanın bir yolunu buluruz” mesajının verilmesinin, ikinci turun önüne geçeceğini düşündüler. Yani birinci turda almanın yolu olarak bunu gördüler. Ama işte bir şekilde aleyhlerine işledi.  Çünkü bunun karşısında muhâlif seçmen geri durmadı; yine de mitinglere gitti. Öfkesinden de vazgeçmedi. Dolayısıyla o ayak da boşta kalmış oldu. 

Biz esâsında aşağı yukarı 2-3 aydır, AKP’nin seçim sistemini kendine göre, kendi koşullarına ve muhâlefet hakkındaki öngörülerine, varsayımlarına göre değiştirerek başlattığı seçim kampanyasında ne zamandır kullandığı bütün argümanların teker teker boşa düştüğü, kullanılamaz hâle geldiği, hattâ bizâtihi dönüp kendisini vurduğu birtakım değişimlere işâret ettiğini gördük. Dolayısıyla seçim birinci turda biter diyorum. Üstelik küçük bir farkla değil, büyük bir farkla da bitebilir. Çünkü pozitif kampanya, negatif kampanya mevzûunun ötesinde, muhâlefet tarafının moral üstünlüğü ve ruh hâliyle, diğer tarafın kendisini moral olarak gayet geride tutan birtakım atraksiyonlara tutunmuş olması, ana fikri öfke olan birtakım sahneler yaratması ve bunun yarattığı huzursuzluk, zâten sonucu ortaya koyuyor. Dolayısıyla, seçim birinci turda bitmezse hakîkaten çok şaşırırım. Eğer biterse ve fark beklenenden yüksek olursa –insanlar en fazla %3 gibi bir fark bekliyor– hiç şaşırmam. 

Edgar Şar: Birinci ve ikinci tur meselesi, işin aritmetiği gibi gözüküyor. İnsanlar büyük oranda kararlarını verdiler. Kararsız kalan bir kitlenin nasıl davranacağı, belki ufak oranlarla bu durumu belirleyecek, ama belli ki aritmetik olarak seçmen tercihlerinde, ilk bölümdeki konuşmamızda çizdiğiniz çerçeveyi değiştirecek bir durum yok. Bir de anketlerin ölçemediği, göremediği birtakım davranışları da görebiliriz seçmende pazar günü. Bu ihtimal de var. 

Şimdi biraz her iki tarafın kampanyalarını konuşalım. Çünkü bu iktidârın neden bunu tercih ettiği, neden başka bir çâresinin olmadığı meselesi de, kimin neden, nasıl kazandığını ve kaybettiğini gösteren bir husus diye düşünüyorum. Ruşen Abi, Kasım 2022’de İstanbul’da Galatasaray Nef Stadyumu’nda “Büyük İstanbul Buluşması” düzenlenmişti. Prof. Ertan Aydın AK Parti seçim kampanyasının başına getirilmişti. Hatırlıyorum, sen o zaman da bunun çok önemli bir değişiklik yaratmayacağını söylemiştin; ama onların iddiası, çok büyük bir değişiklik yaratacağıydı.

Ruşen Çakır: “Türkiye Yüzyılı” çıkışını önce Ankara’da yaptılar, sonra İstanbul’da stadyumda.

Edgar Şar: Kapsayıcı ve iddialı, geleceğe bakan bir kampanya. O zamanlar şöyle yorum yapmıştık: Erdoğan kendi bildiğini okumaya başladığı anda, hani prompter’dan çıkıp bâzen böyle kendi irticâlen konuşunca, birden çok tezat bir durum ortaya çıkıyor ya? O toplantıda da öyle olmuştu. Sonra kampanyada da gördük bunu. Şimdi tamâmen artık kontrolü kendi eline aldı bence; o ekibin herhalde önemi yok gibi anlıyorum. Sen İstanbul mitingine de gittin. Kampanya başladığı günden bugüne kadar, Erdoğan’ın bu tercihinin –ya da tercih değil de belki tek çâresi– şu andaki kaybetme durumuna bir etkisi oldu mu?

Ruşen Çakır: Şöyle bir olay var: İlk başta birtakım profesyoneller, normal bir ortamda Erdoğan’a “Türkiye Yüzyılı” konseptiyle pozitif bir kampanya hazırladılar. Aslında bu seçim kampanyası da onun bir devâmı: “Türkiye Yüzyılı için doğru zaman, doğru adam, doğru adımlar” sloganı da sâkin sâkin bir şeyler söylüyor. Ama Ankara’daki Türkiye Yüzyılı lansmanına gittiğimde ve sonra İstanbul’da Galatasaray Stadyumu’nda yaptıkları toplantıda da, Erdoğan’ın yine bir yerinde kendi bildiğini okuduğunu gördüm. Onu alıyor, ama onunla yetinmiyor. Bununla yetinmemesinin en önemli nedeni, bence kaybetme endîşesi. Yani pozitif bir şeyin tek başına kazandırmayacağını düşünüyor ve karşı tarafın kazanmakta olduğunu görüyor. Buna karşılık yapacağı şey de, karşı tarafı kriminalize ederek, ona saldırarak, onu kavgaya çekerek yok etmek ve bu şekilde kendi bildiği şeyi hayâta geçirmek istiyor. Ama o eski sistem artık yürümüyor. 

2019 yerel seçimlerinde bunu gördük: Çok kolay bir algoritma vardı. Erdoğan karşısındakilere sataşıyor ya da ortaya onların çok elverişli olduğunu sandığı bir şey, bir cümle, bir proje atıyor. Muhâlefet karşılık olarak, “Vay! Sen böyle dedin. Onu yapamazsın, yaptırmayız! Şudur budur” diyor. Sonuçta Erdoğan onlarla bir kavgaya, lâf oyununa giriyor ve olay tamâmen bir kişisel sürtüşmeye dönüşüyor.2018’de Muharrem İnce’nin düştüğü tuzak buydu; göstere göstere oldu. Şimdi bu oyuna düşmüyorlar ve Erdoğan hâlâ, “Ya tutarsa” diye bunu deniyor.

Sonuçta ikili bir kampanya var. İkili kampanyada negatif olan baskın çıkıyor. Meselâ İstanbul mitinginde Erdoğan, İstanbul’la ilgili projelerini, yaptıklarını konuştu. İkincisi, Türkiye’ye yaptıklarını, mega projeler, köprüler, yollar, şunları bunları anlattı. Üçüncüsü, yapmayı vaat ettiklerini anlattı. Dördüncüsü, hem muhâlefete hem Kılıçdaroğlu’na, “Bay Bay Kemal” diye yüklendi. Bu “Bay Bay Kemal” söylemi, FETÖ olayı, PKK, montaj videolarla o kadar rol çalıyor ki diğerlerinin hepsi gürültüye gidiyor. 

Edgar Şar: Eskiden muhâlefette olurdu bu. 

Ruşen Çakır: Evet. Roller değişiyor. 

Edgar Şar: Ben 2011-2015 CHP kampanyalarını çok yakından inceledim. Kılıçdaroğlu’nun bir sürü projesi, Kürtlere ve değişik toplumsal kesimlere açılma hamleleri vardı. Ama Erdoğan’la yaptığı bir lâf kavgasında bunların hepsi görünmez oluyordu. 

Ruşen Çakır: Evet. Bunu da Deniz Baykal’dan aldı. Devlet Bahçeli de muhâlefetteyken böyle yapardı. Meselâ 17-25 Aralık’ta Devlet Bahçeli de, Kılıçdaroğlu da onun üzerinden yürüyeceklerini sandılar ve duvara tosladılar. Ama şimdi işin rengi değişti, roller de değişti. Şimdi, Erdoğan muhâlefete seslenirken, Kılıçdaroğlu topluma sesleniyor. Bu bence, büyük ölçüde kaybetmekte olmanın verdiği endîşeden, kaygıdan kaynaklanan bir şey. Bu negatif kampanya, pozitif kampanyanın bütün emeklerini, yatırımlarını öldürüyor. 

Edgar Şar: Bir de, bir sürü iddialar ortaya atılıyor. AKP’ye yakınlığıyla bilinen Ali Yeşildağ birtakım yolsuzluk iddiaları anlatıyor. Yani ortaya bir sürü şey döküldü, muhâlefet bunu kampanyasının merkezine koymuyor. Hiçbir şey söylemiyorlar. Meselâ Kemal Abi, “Cumhurbaşkanı yardımcılarına bırakıyor” diyor. Sen “Aralarında bir koordinasyon yok” dedin; ama Kemal Kılıçdaroğlu bunlardan hiç bahsetmiyor.

Ruşen Çakır: Ya da çok az bahsediyor.

Edgar Şar: Ben şunu fark ettim: Bazen İmamoğlu da lâf yetiştiriyor. Ama meselâ bence Davutoğlu ve Akşener’in İstanbul mitinginde ondan bahsetmesi… Çünkü sağdan biriyle, CHP’den birinin bundan bahsetmesi aynı şey olmayabilir seçmen nezdinde. Ne düşünüyorsun?

Ruşen Çakır: Bence bunlara gerek yok. LGBTİ meselesi de öyle. Niye o konuda lâf yetiştiriyorsunuz? Öyle bir lâf yetiştiriyor ki aslında LGBTİ üzerinden propaganda yapmanın normal olduğunu ama orada ikiyüzlülük olduğunu söylüyor. 

Edgar Şar: Evet, Mansur Yavaş’ın lâfı üzerine.  

Ruşen Çakır: Evet, halbuki gayet sâkin, “Bu seçimle bunun ne alâkası var?” deyip hiç muhâtap almaması gerekiyor bence. Meselâ Meral Akşener’in Yeşildağ’dan bahsetmesi bence çok gereksizdi. Şaşırdım. O konulara girmeye hiç ihtiyaç yoktu. Şu anda olay gayet açık. Ekonomi meselesi var, şu var, bu var.  Sizin muhâlefet olarak halka söyleyeceğiniz şey çok basit: “Kutuplaşmış bir ülke var. Biz kutuplaşmayı ortadan kaldıracağız” diyorsunuz. Zâten Millet İttifâkı kutuplaşmanın kalktığının göstergesi. İslâmcı var, milliyetçi var, solcu var bir şekilde, doğrudan olmasa bile Kürt de var. Meselâ bu başlı başına bir proje. Artık bunun üzerine daha fazla Erdoğan’a lâf yetiştirmenin bir anlamı yok. Bence çok da akıllıca yapmıyorlar bunları. Ama Kılıçdaroğlu’na baktığımız zaman, daha somut, doğrudan halka konuşan bir şeyler söylüyor. Erdoğan halka konuşmuyor. Erdoğan taraftarlarına konuşuyor. Arada çok büyük fark var. Kılıçdaroğlu yeni kesimlerden oy almak için herkese sesleniyor. Erdoğan kendi taraftarlarına, “Bir yere gitmeyin, beni terk etmeyin. Birlikte yapacak, birlikte paylaşacak çok şeyimiz var” diyor. Çünkü son seçimde aldığı oyu bugün alsa, yine seçiliyor.

Edgar Şar: Ama şu anda Erdoğan’ın bütün oyu, yükselmeden, 44’e sıkışmış durumda. Bunu herhalde onlar da görüyordur değil mi? Bunun farkındalar mı? 

Ruşen Çakır: Şu anda Türkiye’de herhalde anket işini en ciddî yaptıran Erdoğan’dır. Ama gördüğü şeylerle ne derece rasyonel davranıyor bilemem. Meselâ birinci turda Kılıçdaroğlu’na kaybetme ihtimâli varsa; Erdoğan bunu kesin biliyordur; kabullenir, kabullenmez, ama biliyordur. Çünkü Refah Partisi il başkanlığından beri bu konuları çok önemser; birbirinden farklı yerlere anketler yaptırır. Benim gördüğüm, Erdoğan rasyonel bir kampanya yapabilmenin fırsatını kaçırmış durumda. 

Geçenlerde Erdoğan’ın attığı uzun bir tweet vardı. Tweet’te Kılıçdaroğlu’nun PKK’ya ne sözler verdiği, Kandil’dekilerin kendisini niçin desteklediklerini, Pensilvanya’da kimlerle pazarlık yaptığını, LGBT’ye niçin arka çıktığını soran uzun bir tweet. O tweet’in hemen ertesi günü, “Siyâsetin özünde var olan tatlı rekabetin siyâsî husûmete dönüştürülmesine fırsat vermeyelim. Muhabbetimizi güçlendirelim, kırgınlıkları giderelim” diye uzun bir tweet atmış yine. Belli ki o ilk yazdığı tweet’e birileri, “Efendim bu kadarı da fazla oldu, seçimi böyle kazanamayız” deyince, “O zaman siz de başka bir şey hazırlayın” dedi herhalde. Ama sonra yine…

Edgar Şar: “Mezara gömeceğiz” dedi bu sefer.

Ruşen Çakır: Evet. En son “Anadolu irfânına güveniyorum” diye açıkladı. Durumu şöyle özetleyebiliriz: Bir taraf yeni kesimlere uzanmak için kampanya yaparken, Erdoğan yakın zamâna kadar elinin altında olanlara, “Bir yere gitmeyin, beni yalnız bırakmayın” şeklinde bir kampanya yapıyor. Onlara “Bir yere gitmeyin” demek için karşı tarafı kötüleme ihtiyâcı hissediyor. AKP’li seçmene propaganda yaparken, “Şunu yapacağız, bunu yapacağız” değil, “Onlar şöyle kötü, bunlar böyle kötü, bunlar terörist” diye propaganda yapıyor. Dolayısıyla çok dengesiz bir kampanya var. Bunun kazananın da Kılıçdaroğlu olma ihtimâli bence çok daha yüksek.

Edgar Şar: Kemal Abi, seninle devam edelim. Muhâlefetin ve iktidârın kampanyasındaki tercihler, ağır basan üslûp ve yaklaşımıyla ilgili konuştuk; ama toparlamak açısından, bu iktidârın en başta, “Kapsayıcı olacağız” diye başlaması ve biraz önce konuştuğumuz günden güne değişen iniş-çıkışlar, karar verememe hâli ne anlama geliyor? 

Kemal Can: Tabipler, psikiyatristler birtakım benzetmeleri sevmez, ama bir öyle bir böyle, tuhaf ve karşısındakini de seçmenini de sersem eden şizofrenik bir durum vardır. Ruşen biraz önce örneğini de verdi işte. Bir gün önce bir şey diyor, ertesi gün başka bir şey söylüyor. Mezara gömmekle başlayıp, “tatlı rekabet”e 24 saat içinde nasıl geçiş yapıyorsun? Bunu dinleyen ne anlamalı? Bu konudaki tuhaf tutarsızlık çok yeni bir şey değil. Bu iş, son 5 yıla bindiriliyor; ama 10 yıl öncesine, 2013’e gidelim. Üstelik o zaman başka bir ekiple çalışan Erdoğan, Gezi olayları öncesinde, “Çatlasanız da patlasanız da…” diye başladığı ve aslında süreci acayip tırmandıran, Alevî meselesini, üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adını vererek başlattığı başka bir zorlamayı yapıyordu — üstelik bir yandan Çözüm Süreci yürürken. Yine, Çözüm Süreci’nin aylar içerisinde nasıl oradan oraya geçtiğini gördük. Dolayısıyla Erdoğan’ın, sâdece çâresizlik ve çalıştığı ekiplerden kaynaklanan meselelerden bir grafik izlediğini değil, zâten sistemli bir tarz olarak, bir öyle bir böyle demenin sersemletici etkisinden faydalanmayı istediğini, ama artık bu etkinin, sonuç alma açısından zorladığını görüyoruz.

Edgar Şar: Kendini de sersemletti yani.

Kemal Can: Şu andaki kampanya biraz “Altı kaval üstü Şişhane” bir kampanya. Çünkü Ruşen’in dediği gibi, bir yerde kurulmuş olan o pozitif kampanya, “yeni vizyon” hikâyesinin sloganlarına negatif sloganlar bindirmek, “O ne perhiz, o ne lahana turşusu?” dedirten bir durum. Gayet soğukkanlı, “Türkiye’nin yeni vizyonu” sloganıyla bir kampanya başlatıyorsun, sonra video montajlayarak mitingde trollük yapıyorsun. Bence bu, artık çok sorunlu bir sonuç doğuruyor. Hatırlarsan daha önce de, “Son düzlükte yeni numaralar yapar mı?” diye konuşmuştuk. En yeni numara Erzurum. Bir de mitingdeki video. Şurada seçime kalmış 3-4 gün. Artık kampanya argümanlarıyla sonuç değiştirmek ya da genel kanaatleri değiştirmek için bence çok geç bir aşama. Tam tersine, bu türbülansı, bu sersemliği devam ettirmeye dönük bir şey olacak.

Edgar Şar: Ama iyi bir planı olsaydı, son 1,5 ayda belki oynatabilirdi değil mi? Hele ki muhâlefet de hatâ yapsa.

Kemal Can: Ama sorun orada ne yapmak istediğini bilmesiyle ilgili değil. Sorun, yaptığı şeyden bildiği sonucu almamasıyla ilgili.

Edgar Şar: Yani onun kontrolü dışında değişen bir şeyler var.

Kemal Can: Bence kendisi de şaşıra şaşıra gidiyor. Meselâ bu sertleşme, bir toparlama hamlesi olarak yapılmış bir şey; ama o sonucu almıyor. Çünkü karşı tarafta da değişen bir şey var. Ruşen “Karşı tarafa konuşmuyor, kendi tarafına konuşuyor” diyor; ama konuştuğu kendi tarafı da artık tanıdığı taraf değil, aynı reaksiyonu vermiyor. Üstelik karşı taraf da vermiyor; seçmeni de vermiyor, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere bâzı aktörleri de vermiyor. 

Diğer liderlerin, biraz daha eski usûl iktidarla itişmeleri, Erdoğan’la polemiğe girmeleri konusunda bir işbölümü yapılarak yürütülmediği meselesine ben de katılıyorum. Ama kendiliğinden gelişen şöyle bir işbölümü var: Çünkü onlar, o eski tarz pozisyonlara göre kendilerini biraz buna mecbur etmiş durumdalar. Çünkü iktidarın kullandığı bu tür kutuplaştırma argümanlarının doğrudan kendilerini zora sokmaya dâir olduğunu düşünüp, ona cevap vermek ihtiyâcını duyuyorlar. 

Edgar Şar: İYİ Parti’nin bu PKK olayında yaptığı gibi. 

Kemal Can: Evet. Meselâ orada da Ruşen’in söylediği gibi normalde HDP bayrağını bir kriminal mesele olarak ifâde etmek saçma sapan bir şey. Ya da bir başka cinsel yönelimin suç gibi ifâde edildiğini iddia etmek ve buna cevap yetiştirmek lüzumsuz. Ama öyle bir pozisyon kurdukları için, buna mecbur hissedip cevap vermeye çalışmaları… Bu böyle bir işbölümü. Kılıçdaroğlu, “Siz bunlara cevap verin, ben de başka bir şey anlatayım” dediği için değil. Ama zâten onlar bir tür paratoner gibi. Gelen saldırıları onlar emeceği için Kılıçdaroğlu kendiliğinden rahatlamış durumda. Ama bu, böyle bir pazarlık sonucu değil bence. 

Meselâ benzer bir şeyi ekonomide gördük. Ekonomide uzunca bir süre bu fâiz kararları ortaya atıldığında, ekonomi başka konular araya girdiği için konuşulmuyor olmadı. Tam tersi, muhâlefet uzunca bir süre nass’a takıldı, ekonominin gereklerine aykırı davranmaya takıldı. “Nass yüzünden ya da ideolojik takıntıları yüzünden bunu yapıyor” dedi. Ama ona karşılık, işleyen sistemde, bu fâiz kararıyla birlikte büyük bir servet transferi, büyük bir yağma ekonomisi kuruldu. Kur Korumalı Mevduat’tan tut da, borsa spekülasyonlarına kadar dehşet verici bir para akışı oldu. Merkez Bankası’ndan dolar çıkışıyla, çok özel transferler gerçekleşti. Dolayısıyla bunları görmeyip, “İşte bu İslâm, bu ideolojik takıntı, nass” diyerek aylarca nass’la ilgilendiler; akıl dışı olduğunu söylediler. Oysa bunun devâmında gelen bütün ekonomik tercihlerin sorun olduğu meselesi çok daha önemliydi. 

Şimdi bugün gelinen noktada, artık kalan 3 günde, kampanyayı bir çizgiye oturtmak… Sonuçta eksiğiyle, gediğiyle, gecikmesiyle, muhâlefetin kendi içinde tutarlılığı olan bir kampanyası var. Anlatacağı bir öznesi, kime hitap ettiği ve o anlatacağı şeye ilişkin temel iddiaları ve sloganları var. Ama iktidârın, bu saatten sonra bu tutarlılığı yeniden toparlaması, 3 gün içerisinde çok özel, kampanyaya ekleyebileceği, bir vaat olabilecek her şey, yani doğalgaz faturalarını altına “Cumhurbaşkanımız size hediye etti” yazarak göndermekten tut da, 20 senedir kaldırılmamış mülâkatı seçimden sonra kaldırma iddiasına kadar bütün hepsi yapıldı. TOGG’du, uçak gemisiydi, kalkmayan uçaktı, iddialarının hepsi ortaya çıktı. Bunların videoları ve reklamları kampanyalarda kullanıldı. Bir de o videolar da kalite olarak acayip kötü.

Edgar Şar: Hani Deep fake denemiyor bile, çok basit montajlar. 

Kemal Can: Kılıçdaroğlu’nun anlattığı gibi, birileriyle anlaştıkları, çok uluslararası birtakım şirketlerin devreye girdiği filan gibi bir şey değil. Bu, bildiğin TikTok videosu gibi. Bunlarla kanaat değiştirmek mümkün değil. Tam tersi olabilir; o demin söylediğim, utandırmanın zirvesine çıkabilir. Birilerinin sokaklarda böyle söylüyor olması, bunun kabul gördüğü anlamına gelmiyor. Onlar doğru olduğuna inandığı için söylemiyorlar; o yalanı söylemeye memur olduklarını düşündükleri için söylüyorlar. Ruşen’in söylediği gibi, kendi seçmenini, “Benim kaybetmemem için ne gerekiyorsa yapın. Bakın ben yapıyorum, gerekirse böyle şeyler söylüyorum. Siz de her yerde bunları söyleyin” diyor. Onlar da bunları söylüyor. Böyle bir ilişki var. Yoksa o videoya bakıp, “Aa! Meğer Karayılan Kılıçdaroğlu’nun videosunda oynamış” diye düşünen bir insan evlâdı yok. Öyle birinin var olacağı varsayımı da yok. 

Dolayısıyla ben, bu saatten sonra ne olağanüstü bir video iddiasının ne çok özel bulunmuş bir kampanya sloganının kanaat değiştirmeye yarayacağı fikrinde değilim. Ama kampanyanın bütününe bakıldığında, şimdiye kadar hep iktiârın ve Erdoğan’ın işine yarayan dalgalanmanın, iki tarafta da tersine çalıştığını, yani basılan dalgalanma düğmesinin de doğru sonuç vermediğini düşünüyorum.

Edgar Şar: Teşekkürler. Ayşe, iki tarafın kampanyasını sen nasıl gözlemledin?  Bunlar tercih miydi, zorunluluk muydu? Sonuçlara giderken nasıl bir etkisi oldu? Son konuşmacımız sensin. 

Ayşe Çavdar: Herkes cicilerini ortaya koydu, biz de baktık ve ellerindeki ciciler de ortada. Sonuçta ülkeyi, 20 yılın 10 yılında demir yumrukla yöneten bir iktidar var. Onun elinde hangi ciciler birikmiş olabilirdi ki zâten önümüze koysun. Öbür tarafta da yeni, tâze bir şey var. İki avantajı var öbür tarafın. Zorunlu olarak, yalnızca bir birliktelik mesajı. Sonuçta organik bir mesaj o gerçekten. Mevcut hükûmeti, mevcut iktidârı devirmek ve yerini almak üzere kurulmuş bir ittifak var orada. Elbette Ömer Çelik’in söylediği bu şeyde doğruluk payı var. Elbette bunun için yaptılar. Bunun gereği de ortada. Eğer birlikte bir iş yapacaklarsa, birbirleriyle anlaşmanın yolunu bulmak ve bir şekilde, kendilerini izlediğini düşündükleri toplum parçalarıyla da yan yana getirmek zorundalar. Dolayısıyla bu neyi gerektiriyorsa onu yapacaklar. Çünkü proje bu. 

Öbür taraf da iktidârını sürdürmek istiyor. Öbür tarafın, yani iktidar tarafının ciddî bir sorunu var. Çünkü bu iktidar 20 yıldır sürüyor zâten. Bunun son 3 yılında, yaşanmakta olan bir ekonomik kriz var ve bu ekonomik krizin sebepleri her ne olursa olsun, sonuçlarıyla, iktidârı doğrudan doğruya paylaşanların yüzleşmedikleri, aksine onların bu krizden, buhrandan gayet kazançlı çıktıklarına dâir haberler de ortalıkta uçuşuyor. Çünkü bir taraftan, hızla birtakım ihâleler veriliyor; ortalıkta birtakım zengin insanlar dolaşıyor. O zengin insanların kiminle, nerede, nasıl ilişki kurdukları ortada. Bu video işlerinden bahsetmiyorum; onların herhangi bir etkisinin olduğunu zannetmiyorum çünkü. Onların yapabileceği etkiyi insanlar gündelik hayatta gördükleriyle yapıyorlar. 

Bir de AKP bir tür fason üretim îmâlathânesi gibi çalışıyor. Çünkü sürekli birtakım projeler var, ama o projelerin altından bir şey çıkmıyor. Çünkü ideolojinin ötesinde, zihniyet olarak, “Biz bu halkı istediğimiz her şeye inandırırız, bu güce sâhibiz. Çünkü elimizde, bir, Erdoğan var, iki, devlet var. Bütün propaganda araçlarını bunun için kullanırsak, istediğimiz her şeye inandırabiliriz” diye düşünüyor. Özellikle kendi seçmenine bu kadar yukarıdan ve kibirle bakan bir siyâsî ekibin çıkarabileceği kampanya önümüzde. Yani onların cicileri de bu zihniyetin üretebildiği, dediğim gibi bir fason îmâlathânesinde îmal edebildiği plastik birtakım görüntülerden ibâret. İlle de montaj olacak, ille de yalan olacak, ille de gösterişten ibâret olacak; mesela doğalgaz faturasında olduğu gibi bir kereye mahsus olacak. İlle de göz boyayacak. Bunu gözü boyanan da bilecek, ama bunu böylece kabul edecek. Çünkü daha öncekileri kabul etmiş olacak. Bu varsayım dizisi üzerine kurulmuş bir kampanya var. 

Öte yandan, bundan bir sene önce, “Kampanyanın başına Ertan Aydın gelecek, pozitif kampanya yapacaklar” dendiğinde çok gülmüştüm. Yirmi yıldır ülkeyi yöneten, bu kadar gücü elinde biriktirmiş birinin, yumuşak mesajlar verebildiği pozitif bir kampanya üretebilmesi mümkün değil. Bir kere kendi seçmeni ondan bunu istemiyor. Erdoğan’ın şöyle bir dilemması var: Muhâlif seçmene dönüp, “Kurban olayım size” dese, muhâlif seçmen “Acaba şimdi benden canımı mı istiyor?” diye düşünüyor. 

Edgar Şar: Ayşe, sözünü kesiyorum ama, pozitif mesajdan ziyâde, güç gösterisi konusunda bir beklenti vardı. Ama sanki bu son yaptıklarıyla, güç gösterisi için yaptıkları da o sonucu vermedi gibi bir durum mu oldu? Onu nasıl görüyorsun?

Ayşe Çavdar: O sonucu vermedi. Çünkü, tamam, 3 yıllık kriz var; ama pozitif bir kampanya olacağı, daha kapsayıcı olacağı söyleniyordu. Özellikle Ertan Aydın meselesi ilk başlangıçta telaffuz edildiğinde, “Evet, o başka biridir, başka bir perspektif getirecektir” deniyordu. Ama Erdoğan 20 yıl önceki Erdoğan değil, kendisini mükemmelen gerçekleştirmiş bir Erdoğan var sonuçta. Yirmi yıl önce Erdoğan bir siyâsî projeydi, bir projeksiyondu. Şimdi o projeksiyonun sonucuna geldi. Yani kendini tamâmen ortaya koymuş bir Erdoğan. Bu Erdoğan da bu kadar güçlüyken, herhangi birinin, “Şunu da şöyle yap, bunu da böyle yap” diyebilme ihtimâli yok; onun da bunu görebilme ihtimâli yok. O bahsettikleri güç, Erdoğan’ın en büyük tuzaklarından bir tânesi. Çünkü o güç, bilincinin ötesine geçip hakîkatle yüzleşmek, hakîkatle bir şekilde iletişim kurabilmek, müdâhale edebilmek gibi bir ihtimâli yok adamın; oraları çoktan geçmiş vaziyette. Bu sebeple, muhâlif seçmen Erdoğan’dan, “Sana kurban olayım” diye bir söz duysa, bunu, “Herhalde canıma kastedecek” diye anlıyor. Kendi taraftarı da o güce baktığı için, yani ona değil, ne söylediğine değil, ama sâdece onun gücüne baktığı ve onun gücüne imanla baktığı için, sürekli olarak, “Reis bizi uçur” vaziyetinde. Erdoğan’ın bu ikisi arasında bir denge kurabilmesi, tam da memleketi idâre etme ve bütün bu güçleri elinde biriktirme, AKP’yi idâre etme, her neyse, kendini bir proje olarak gerçekleştirmesi dolayısıyla mümkün değil. 

Aslında biz yaşam döngüsünü tamamlamış bir siyâsî süreçten bahsediyoruz. Bu aşamadan sonra, kuş kondursalar gene olmayacaktı ve dediğim gibi, bunun sebebi, AKP’nin ve Erdoğan’ın dışındaki sebepler, onun kontrolü altında tutamadığı sebepler değil. Bizâtihi kendisinin, kendisiyle ilgili işleri kontrol altında tutma biçimi dolayısıyla geldi buraya sıkıştı. Onu bu düştüğü yerden kurtarabilecek tek bir şey vardı, o da muhâlefetin bir şekilde dağılması. O dağılma gerçekleşmediği için de bitti. Erdoğan’ı ve gücünü iktidarda tutacak, güç üzerinden onu iktidarda tutacak tek bir şey olabilirdi. Onlar da bunu bildikleri için “Acaba muhâlefeti parçalayabilir miyiz?” diye bunun üzerinden gittiler. Ama parçalayamadılar ve proje başladığı yerde çöktü neredeyse.

Diğer taraf için de söyleyecek fazla bir şey yok aslında. İlk bölümde söyledim o yüzden uzatmayacağım. Muhâlefet tarafının söyleyecek yine fazla bir şeyi yoktu. Çünkü bir sebeple bir araya geldiler. Bu bir aradalığı ya herkes için çekilir ve anlaşılır bir hâle getireceklerdi ya da zorâki bir şekilde yürüteceklerdi. 3 Mart-6 Mart arasındaki krizden sonra bu işi çeke sürükleye götürmenin bir yolu kalmamıştı artık. Ya elimizde olan şeyin olduğu kadarıyla kıymetini bilip, onunla bir kampanya süreci, bir siyâsî dayanışma süreci yürütecektik ya da yenilecektik. Yani fazla bir seçenek yoktu açık söylemek gerekirse. Sonra şöyle bir şey oldu ki o da güzel oldu. Herkes şunu fark etti: Özellikle o 3 Mart-6 Mart arasındaki krizden sonra Kılıçdaroğlu’nun ve toplam ittifâkın kazanmasına herkes ne kadar katkıda bulunursa, ondan sonraki siyâsî ikballeri o kadar yüksek olacaktı. O yüzden herkes canhıraş çalışıyor şu anda. Bu da, az önce söylediğim muhâlif seçmenin büyük oranda kendi başına götürdüğü kampanyaya bir katkıda bulunmuş oluyor. İki kampanyadan bahsediyorum: Muhâlif seçmenin kendi örgütlediği kampanyadan, bir de muhâlif ittifakların örgütledikleri kampanyadan bahsediyorum. Onlar bir şekilde birbirlerini tamamladılar. 

Öbür tarafın böyle bir şansı yok, çünkü çok fazla güçlü. Yani bir siyâsî kampanya yapabilmek için fazla aşırı güçlü bir şey var orada. O gücün kendisi eziyor. Bunu bir kez AKP’li bir tanıdığıma söylemiştim: “Siz elinizde olan gücün ve onun ezme eğiliminin farkında değilsiniz” diye. Yani sâdece bu kadar güçlü olmak değil mesele. O gücü kullandığın, uyguladığın her yerde ne kadar büyük bir ezici etki yarattığının farkında değilsin. O yüzden, güçle uğraşırken görkemli göründüğünü zannediyorsun. Hayır, sadece eziyorsun ve yok ediyorsun. Bastığın yerde ot bitmiyor. Tam olarak mevzû bu. AKP’nin, “Şurada kendimi göstereyim, burada mesajımı vereyim” diye adımını attığı hiçbir yerde ot bitmiyor. Bütün düğmelere basma hikâyesinden belki başka bir metafor çıkarabiliriz. Neye elini atsa kuruyor. Çünkü zâten neye elini atsa, kuruta kuruta geldi. 

Biz aylarca burada, AKP’nin hangi muhâfazakâr değeri ön plana çıkarsa o muhâfazakâr değerin içini boşalttığından bahsettik. Şimdi bunun bir versiyonundan bahsediyoruz. “Beni ben eden, beni var eden ne var şu anda?” diye baktığı şeyde, nereye baksa ve oradan bir söz geliştirmeye kalksa, bizâtihi Reis’in elinde tuttuğu güç nedeniyle elinde kalıyor. Ve artık bu gücü idâre edemez durumda. Çünkü dediğim gibi, ona meftun olan seçmeni de ondan kapsayıcı mesajlar beklemiyor. PR’cıların ya da konuşmayı yazanların yazdıkları kadarıyla bile kapsayıcı mesajlar verdiğinde, kendi seçmeni alkışlamıyor; bu ona heyecan vermiyor. Bu dinamiği o yarattı. 

Son haftalarda bunu çok tekrar ettim, ama bir kez daha söyleyeceğim: Hem AKP’ye hem Erdoğan’a, “Bunlar da ne büyük siyâsî dehâydı. Onu da son günlerde kaybettiler” diye bakmak bana biraz tuhaf geliyor. Çünkü bütün bunlar, bir zamanlar “dâhice” buldukları birtakım güç kazanma çârelerinin doğal sonuçları. Bunu göremeyen insanlarda nasıl bir dehâ olur, onu da bilmiyorum. Ya da bu bir dehâ mıdır, nasıl bir dehâdır, neyin dehâsıdır bilmiyorum.

Dolayısıyla, AKP’nin, Erdoğan’ın kendisi kampanya üretebilecek, söz söyleyebilecek, yeni bir şey deneyebilecek, dese de inandırabilecek –asıl önemlisi de bu–, yeni bir şey söylese bile o şeyin yeniliğine inandırabilecek durumda değil. Bütün bunlar gitti oradan. Yalnızca hikâye yazamamaktan bahsetmiyorum. Aslında ağzını açacak durumda değil. Çünkü kendi adına söyleyebileceği her şeyi söyledi ve kalıplaştı, döküldü, artık plastiğe dönüştü. Onun yeniden dönüşme, değişme şansı yok; herhangi bir geleceği yok. Kendisini yenileyemeyen ölür. Evrimin öyle bir kanunu var.

Öbür tarafta ise yeni başlayan bir şey var. Zoraki de olsa, mücâdeleyle de olsa, biraz hırgürle, başlangıçta gözümüze hiç de hoş görünmeyen müzâkerelerle, pazarlıkla başlamış da olsa, yeni bir şey var. Bu yetiyor zâten. Çok da bir şey söylemeye gerek kalmıyor. Bir tarafta, pörsümüş, eskimiş, köhnemiş, kendini gerçekleştirmiş ve yaşam döngüsünü tüketmiş bir şey var, öbür tarafta ise yeni başlamış bir şey var. Krizlerle sancılarla bile başlamış olsa, başlamış. Dolayısıyla enerji de öbür tarafa doğru gidiyor. Erdoğan’ın “Muhâlefete öfke kusturayım” derken söylediği her şey, sonuçta huzur bozucu. Zâten bozuk olan huzuru iyice bozucu bir şey olarak algılandığı için, bence yine negatif hânesine yazıyor. Elimizde böyle bir şey var.

Bundan alınacak çok dersler var. Bundan sonra insanlar, “Halkımız şöyledir, halkımız böyledir, halkımız çok muhâfazakârdır, halkımız şu sembolü gördüğünde dayanamaz” dediklerinde, bir daha düşünsünler. Çünkü o kartların hepsinin kullanıldığı bir güç devşirme sürecinin sonunda, gerçekten kendisinin en kötü hâliyle iflâs etmekte olan bir siyâsî proje kaldı elimizde. “Demek ki halkımız pek de öyle düşünüldüğü gibi değilmiş; kendisinin daha iyi versiyonlarını keşfetmek konusunda azimli ve hevesliymiş meğerse halkımız” diye de akıldan geçirmek lâzım. Bu ironiyi de buraya koymadan edemedim. Teşekkür ederim.

Edgar Şar: Biz teşekkür ederiz. Bakalım gelecek hafta seçimden, en azından ilk turdan sonraki ilk “Adını Koyalım”da neleri konuşacağız, merak etmemek elde değil. Çok teşekkürler Ruşen Çakır, Kemal Can, Ayşe Çavdar. İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz. Hepinize iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.