31 Mart Yerel Seçimleri’nin ardından Türkiye’de rüzgar siyaseten nereye doğru esti? CHP mi kazandı, AKP mi kaybetti? Seçime katılımın düşük olması sonucu etkiledi mi? CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın görüşmesi, siyasi açıdan nasıl bir mesaj verir? Bu görüşme, CHP’ye ve Özgür Özel’e sempatiyi artırır mı? İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ABB Başkanı Mansur Yavaş 2028’de birbirlerine rakip olur mu? Seçimden sonra muhalefet partileri nasıl değişti?
Ruşen Çakır, konuğu Murat Somer ile değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Merhaba, iyi günler. Özyeğin Üniversitesi’nden siyâsetbilimci Prof. Murat Somer stüdyoda konuğumuz. Kendisiyle 31 Mart’ı, 1 Nisan’ı ve sonrasını konuşacağız. Murat, hoş geldin.
Somer: Hoş bulduk.
Yayının başlığıyla başlayalım: CHP mi kazandı, AKP mi kaybetti?
Somer: Bir sıralama yaparsak, öncelikle Türkiye halkı, Türk Milleti, seçmenler kazandı. Sonra Cumhuriyet Halk Partisi kazandı, sonra da Adalet ve Kalkınma Partisi kaybetti derim. Bence en önemlisi bu seçim ve Türkiye’nin demokrasi tarihi açısından, hatta dünyadaki demokrasi sorunları açısından da bakarsak, bence aslında ön plana çıkan bu.
Bu, özellikle otoriter rejimlerde seçimin rolü tartışmalarında bayağı ilginç bir deneyim oldu, değil mi?
Somer: Çok ilginç bir deneyim oldu, öğrenecek çok şey var. Buradan özgün bir deneyim ortaya çıktı. Neden Türkiye halkı kazandı? Aslında geçmişteki son 10-15 seneye de bakarak, seçim öncesinde şu çok tartışılıyordu: “İktidar seçmenleri de muhâlefet seçmenleri de aslında partilerinden çok memnun değiller. Seçimden seçime oy veriyorlar; fakat partilerine yön veremiyorlar, etkileyemiyorlar, değiştiremiyorlar” tartışması vardı. Burada tam da aslında tabandan böyle bir değişim ivmesinin geldiğini ve siyâsetin yönünü değiştirdiğini gördük. Onun ötesinde, aslında çok önemli bir şey oldu: Bence, biz bir halk olarak, vatandaşlar topluluğu olarak, cumhur olarak, demokratik haysiyetimizi yeniden kazanmaya başladık. Neden? Çünkü Türkiye’de son 22 senedir bir iktidar var. Adalet ve Kalkınma Partisi ve Erdoğan liderliğinde hükûmetler Türkiye’yi yönetiyor. Buraya kadar bir sorun yok. Demokraside halk karar verir, “Neden beğendin, neden beğenmiyorsun?” diye soramazsın. Demokrasilerde de baskın partiler olabilir. Geçmişte İsveç’te, Japonya’da aynı parti sürekli kazanırdı; ama âdil ve özgür seçimlerde kazanıyordu. Ama Türkiye’de ne oldu? Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi, uzun zamandır, Anayasa’nın ve demokrasinin dışına çıkarak, gayri nizâmî sâha şartları oluşturarak kazanıyor, iktidarda kalıyor ve bu şekilde yönetiyor.
Demokrasilerde istediğimizi seçme hakkımız vardır; ama “Ben istediğimi seçerim, sâdece kendi çıkarımı düşünürüm ama ondan sonra nasıl yönettiği beni ilgilendirmez” deme hakkımız yok. Demokrasi teorisinde işin bu tarafı biraz karışık, ama özellikle de bir Cumhuriyetsek, bir yurttaşlar topluluğu isek, o zaman “Ben oyumu veriyorum, sâdece beni nasıl etkilediğini düşünürüm. Ama bunun sonucunun ülkenin geleceğini nasıl etkileyeceği, başka insanları, demokrasiyi nasıl etkilediği beni ilgilendirmez” deme hakkına sâhip değiliz. Bir cumhuriyette, yurttaşların o cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak gibi de bir sorumlulukları var. Eğer seçtiğimiz hükûmet, anayasanın ve hukukun dışına çıkıyorsa, son dönemlerde olduğu gibi alenen bilime ve akla aykırı şekilde ekonomiyi yönetiyorsa, ekonomiyi liyâkatsiz kişilere teslim ediyorsa, o zaman, bir cumhuriyette halkın seçtiklerini uyarması, gerektiğinde cezâlandırması, olmuyorsa da iktidârı değiştirme sorumluluğu var. Türkiye’de bu uzun zamandır olmuyordu. Tabiî ilk dönemlerde, “Olan birçok şey daha zımnî bir şekilde yapılıyor, çok göz önünde değil, insanların işi gücü var, bilmiyorlar” denebilir. Ama son 10-15 senedir gidişâta baktığımız zaman, yolsuzluklar, anayasa ihlâlleri alenen yapıldı; fakat buna rağmen seçim sonuçları değişmiyordu. Bu anlamda, bu seçim çok önemli.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Yalnız şöyle bir husus var: Bu, genel seçim değil, zâten Erdoğan da hep bunu söylüyor. Tamam, bu bir genel seçim değil; ama özellikle 11 ay önce yapılmış olan genel seçimin ardından böyle bir sonuç alınması, sanki bir genel seçim efekti yarattı gibi.
Somer: Kesinlikle yarattı. Tabiî ki Sayın Erdoğan buradaki yenilginin mâliyetini ve sonuçlarını azaltmak için böyle bir savunuda bulunuyor; ama aslında bu durumu kendisi de yarattı. Çünkü seçim öncesinde, bu seçimleri bir yerel seçim gibi değerlendirmedi ve âdeta çok kritik bir seçim olarak değerlendirdi. Bunun ötesinde, son derece otoriter bir şekilde, bütün geçmiş seçimlerde de gördüğümüz gayrinizâmî yöntemleri kullanarak kazanmaya çalıştı. Kabinenin 17 bakanını, devletin bütün imkânlarını, siyâsal sermâyesini sâhaya sürdü ve bu şekilde seçimi kazanmaya çalıştı. Buna rağmen kazanamayınca, tabiî bunun toplum üzerinde çok daha farklı etkisi oldu. Toplum açısından da, böyle bir tepkinin altında az çok bunun yattığı düşünülebilir, böyle bir tez ileri sürülebilir. Türkiye’de halkın bu tür haksızlığa karşı mağdurun yanında olduğunu ve tepki gösterebildiğini görüyoruz.
Burada aslında birkaç seçmen kesiminin özgür irâdesini ortaya koyduğunu, partilerinden özgürleştiklerini görüyoruz. Bence bu çok önemli bir bulgu. Bunlardan biri muhâfazakâr seçmen. Dediğim gibi, muhâfazakâr seçmen, çok uzun süredir, seçtiği hükûmetler doğru yoldan sapmalarına rağmen, belki rahatsız olsa bile, kendi sorumluluğu olan bu uyarıyı yapmıyordu. Yapmamasının birçok nedeni var; ama burada herhalde bir şemsiye kavram olarak kutuplaştırma siyâseti çok önemli. Kutuplaştırma siyâsetine yenik düştü. Kutuplaştırma siyâsetine yenik düşmesi de aslında hepimizin ve demokrasimizin yenilgisi anlamına geliyordu ve olması gereken olmuyordu. Kutuplaştırma siyâseti ne diyor? “Bizim taraf kötü yönetiyor olsa bile, muhâlefet mutlaka daha kötüdür. Hattâ ona destek vermek, iktidârı ona vermek bir tür hıyânettir, hâinliktir.” Buna yenik düşmüştü. Muhâfazakâr seçmenin kendi irâdesiyle bunu yenmesi söz konusu. Ama burada Cumhuriyet Halk Partisi’nin de doğru bir siyâset uyguladığını görüyoruz. Yani, kutuplaştırıcı siyâsete karşı bunun nasıl bir bariyer olduğunu gördü. Uzun zamandır görüyordu, ama gereğini yapamıyordu; tutarlı bir siyâset geliştirememişti. Bilinçli olarak gerek Cumhurbaşkanı’ndan gerekse İYİ Parti’den atılan taşlara –kutuplaştırıcı siyâseti bir tür taş gibi değerlendirebiliriz– aynı sertlikte bir taş atarak karşılık vermedi. Tam tersine, bunu daha yumuşattı. Yolundan ayrılmadı, provokasyona gelmedi, kutuplaştırıcı siyâseti etkisizleştirmek amaçlı çok bilinçli bir söylem ve siyâset güttü. Yapacaklarını anlattı.
Zannediyorum şu da çok etkili oldu — burada da “Cumhuriyet Halk Partisi niye kazandı?” noktasına geliyoruz: 28 Mayıs hezîmetinden sonra –ki hakîkaten çok büyük bir yenilgi ve hayal kırıklığıydı o– eğer Cumhuriyet Halk Partisi değişim yapmasaydı, hiçbir şeyi değiştirmeseydi, o zaman, Adalet ve Kalkınma Partisi kaybettiğini söyleyebilirdik. Ama şunun hakkını vermek gerekiyor: 28 Mayıs öncesi, özellikle de Altılı Masa olmak üzere, muhâlefeti oluşturan partiler içerisinde anlamlı bir değişim gerçekleştiren tek parti Cumhuriyet Halk Partisi oldu. Yetersizdir, değildir, bu ayrıca tartışılır. Ama daha ilk günden Sayın Ekrem İmamoğlu’nun konuşmasını gerçekten takdir etmek gerekiyor, bir değişim gereğini saptamıştı. Ama ondan sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nde demokratik bir kurultay gerçekleştirilerek Sayın Özgür Özel’in seçilmesi çok önemli bir olay, demokrasi adına çok büyük bir kazanım. Bir defa, Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanını değiştirdi. Bunun sonucunda, söylemde de siyâset yapma biçiminde de anlamlı bir değişim çabası olduğunu gördük. Bu seçimde oldukça yeni yüzler katıldı, aday olarak gösterildi. Cumhuriyet Halk Partisi deyince insanların kafasında, hatırlanan isimlerin ve yüzlerin yerine yenileri geldi. Burada kesinlikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin de kazandığını söylemek mümkün.
Seçmenlerden ve muhâfazakâr seçmenden bahsettin. 2023 Mayıs seçiminden sonra, Türkiye 31 Mart yerel seçimlerine hazırlanıyordu. Muhâlefet büyük bir hezîmet yaşamıştı. Çoğunlukla da, “Herhalde seçime katılım oranı çok düşer ve muhâlif seçmen sandığa gitmez. Muhâlefet partilerinin temel önceliği, başka partilerden oy almaktan ziyâde, küskün seçmeni sandığa götürmek olacaktır” yorumları yapılıyordu. Herhalde aklın yolu da buydu. Sonra bir baktık: Yerel seçim yenilgisinden sonra en çok şikâyetçi olanlar, iktidar ve AKP cenâhında. Erdoğan’ın son grup konuşmasında da bu var: “Bizim seçmenimiz başkasına oy vermedi, ama sandığa gitmedi” diyor. Bunu bir yönüyle yenilgiye bir mâzeret aramak gibi görebiliriz. Peki bu nasıl oldu? Tabiî ki seçime katılım oranı düştü. Kimden ne kadar düştüğünü siyâsetbilimciler, istatistikçiler çalışıyordur, o konuda henüz elimizde net bir veri yok. Ama “Daha çok, iktidar seçmeni sandığa gitmedi” diye bir algı var. Muhâlefetin sandığa gitmemesi beklenirken bu nasıl oldu?
Somer: Burada birkaç faktör var, hepsi de bence çok değerli. Öncelikle, muhâfazakâr seçmenin buradaki stratejik oyunu ve özgür irâdesini takdir etmek lâzım. Bunu ayrıca araştırmak gerekir. Ama burada bir özgür irâde var. Seçmen bir uyarı vermek istedi. Belki genel seçimlerde yine de kendi liderini ve hükûmetini değiştirmek istemedi. Ama bu sonuç olarak bir yerel seçim. Yani merkezî iktidârın değişmeyeceğini biliyor. Sandığa gitmeyerek ve kısmen de belki Yeniden Refah Partisi ve birçok yerde Cumhuriyet Halk Partisi’ne de oy vererek, burada özgür irâdeyle çok önemli bir uyarı yaptı.
İkinci faktör yine kutuplaşma ve kutuplaştırıcı siyâset. Seçmeni sandığa götüren en önemli unsurlardan bir tânesinin ‘”kutuplaştırıcı siyâset” olduğunu biliyoruz. İktidar burada kutuplaştırıcı siyâset uyguladı. Yani kutuplaştırıcı dili mutlaka kullandı. Dolayısıyla bu, Cumhuriyet Halk Partisi seçmeninin sandığa gitmesinde etkili olmuştur diye düşünüyorum. Buna karşılık, Cumhuriyet Halk Partisi’nin akıllıca bir şekilde ve bence sorumlu bir tavırla, kutuplaştırıcı siyâset uygulamaması, aynı şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi seçmeninin sandığa gitmemesinde etkili oldu. Eğer Cumhuriyet Halk Partisi taşa taşla karşılık verseydi, belki daha çok muhâfazakâr seçmen sandığa gidecekti diye düşünüyorum.
Burada Cumhuriyet Halk Partisi seçmenini takdir etmemiz lâzım. Bütün bu 22 yıl boyunca, onların da sandığa gittiğini ve görevlerini yaptıklarını görüyoruz, biliyoruz; bunu takdir etmek lâzım. Tabiî burada 28 Mayıs sonrası ortaya çıkan büyük bir rahatsızlık ve hoşnutsuzluk olduğunu da biliyoruz. Eğer hiç değişmeyen, bir değişme çabası içerisinde olmayan, seçimin muhâsebesini yapma gayretinde olmayan bir CHP’ye, insanlar yine de gidip tıpış tıpış oy verselerdi, belki bundan mutlu olmak için daha az sebebimiz olacaktı. Sonuç olarak, Cumhuriyet Halk Partisi seçmenleri de hakîkaten 28 Mayıs’ın muhâsebesini yapmaya çalışan, sorumluluğunu almaya çalışan ve genel başkanını değiştirip, bir kadro değişimine giderek bunu yapmaya çalışan bir partiyi ödüllendirmiş oldular. Bu açıdan da demokrasi için büyük bir kazanım oldu.
Şimdi 1 Nisan sonrasına ya da 31 Mart gecesine bakalım. Meselâ CHP çok büyük bir zafer elde etmiş olmasına rağmen, büyük kutlamalar yapılmadığını, taşkınlık olmadığını gördük. Gerek Erdoğan’ın gerek Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in verdikleri mesajlar çok sâkindi. Şimdi de bir randevu isteme meselesi var. Çok sayıda muhâlif, bundan rahatsız olduklarını beyan ediyorlar. Akıllarına 2015’te, Haziran seçiminden sonra Deniz Baykal’ın Erdoğan’a gitmesi geliyor. Özgür Özel’in Erdoğan ile görüşme talebini, Erdoğan’a bir tür cankurtaran simidi olarak görenler de var. Sen ne dersin?
Somer: Açıkçası ben öyle yorumlamıyorum. Bir defa, seçim sonrasının çok aşırı bir taşkınlık ve coşkuyla, “Bu sefer biz kazandık, artık gelecek bizim” tavrıyla karşılanmamasını ben de çok değerli buluyorum. Bu, Cumhuriyet Halk Partisi açısından önemli bir öğrenme ve olgunlaşma olduğunu da gösteriyor. Çünkü biz bir 2015 deneyimi de yaşadık. Biliyorsunuz, Haziran seçimlerinden sonra, “Tamam artık, değişti bu. Biz geldik” gibi çok büyük bir heyecan olmuştu. Bunun ötesinde de şu bilinci görüyorum ve zâten böyle olmalı: Burada, Cumhuriyet Halk Partisi’ne seçmen tarafından verilen önemli bir kredi var. Bu verilen oy sâdece Cumhuriyet Halk Partisi’nin garanti görmesi gereken bir oy ve destek değil. Bu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin tabanının mutlaka genişlemesi anlamına geliyor. Ama bunun sürekli olup olmayacağı, önümüzdeki dönemde Cumhuriyet Halk Partisi’nin bunun hakkını verip vermeyeceğine bağlı. Seçilmiş belediye başkanlarının, Sayın Özgür Özel’in, Sayın Ekrem İmamoğlu’nun ve parti temsilcilerinin konuşmalarında, bunun bilincinde oldukları görülüyor. Tabiî bunun gerek seçmen içerisinde gerekse örgüt içinde istisnâları olabilir. Bunun kontrol edilmesi de aslında tam bir yönetim meselesi. Etkin bir siyâset ve parti yönetimi, bu tepkileri, bütün tabanı ve partiyi de bu bahsettiğim anlayışta birleştirmeyi gerektiriyor. Bu bir aşama. Yeni bir taban, kimlik kazanma, yeni bir siyâset oluşturma sürecinde çok önemli bir aşama.
Ben Sayın Özel’in, Sayın Erdoğan’la görüşmesini de bu anlamda gayet olumlu ve doğru bir adım olarak görüyorum. Burada önemli olan, bu görüşmenin motivasyonunun topluma nasıl yansıtılacağı ve orada ne konuşulacağı. Konu bu. Eğer böyle bir görüşme reddedilseydi… ki bunu dünyada da birçok örnekte görüyoruz; meselâ Venezuela’da bu konuda çok deneyim var; muhâlefetin çok büyük hatâları var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin topluma şunu göstermesi gerekiyor: “Ben ülkeyi daha iyi yönetecek olgunluğa sâhibim ve bu sorumluluğu da hissediyorum, buna göre davranıyorum”. Eğer bu görüşmeye gitmeyip bunu reddetseydi, bu, kutuplaştırıcı siyâsetin bir örneği olacaktı: “Ben meşrû bir muhâtap olarak tanımıyorum.” Cumhuriyet Halk Partisi’nin Cumhurbaşkanı’ndan şikâyet edebileceği çok şey olabilir. Ama devleti yönetirken önemli olan, sizin temsil ettiğiniz halkın çıkarlarıdır, kendi egonuz ya da hisleriniz değildir. Devleti yönetme, halkın çıkarlarıdır. Ben buna “kuşatma siyâseti” diyorum. Burada bu seçimlerde değerli olan ne oldu? Değişim tabandan, Türkiye İttifâkı’ndan geldi. Birçok seçmen, aslında kendi partisine rağmen oy verdi. Bu çok önemli bir şey. Bu arada burada DEM Parti’den de bahsetmedik — ki bu da çok önemli. DEM Parti seçmenleri, özellikle kentlerde, kendi özgür irâdeleriyle, partilerine rağmen oy verdiler. Bu da çok önemli. Çünkü “Siyâsetin belirleyicisi, egemen olan benim” mesajını veriyor.
Toplumda farklı kesimler, farklı sektörler var. Aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidârı da bu değişik kesimlerle kurduğu ilişkiye dayanıyordu. Şimdi bu ilişki zayıfladı. Zâten bu seçim sonuçları da bu ilişkinin zayıfladığını gösteriyor. Bu ilişkide muhâfazakâr seçmenler var, kentliler var, kırsal kesimden halk var, Kürtler var. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu zayıflamış olan ilişkiyi bu kesimlerle yeniden kurmaya çalışacak. Ekonomik iktidar var, kültürel iktidar var, toplumsal iktidar var. Sayın Erdoğan bunları yeniden kurmaya çalışacak. Cumhuriyet Halk Partisi’nin ise burada yapması gereken, kendisine açılan kapının yeniden kapanmasını engellemek ve bu yeni kesimlerle oluşmuş olan ilişkinin, bir gönül bağına ve güven ilişkisine dayalı sürekli bir ilişki hâline gelmesini sağlamak. Eğer bunu bir siyâset oyunu, bir stratejik oyun gibi görmeye çalışırsak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi sâhasında kalmasını sağlamak. Çünkü o da kutuplaştırıcı siyâset uygulayarak, kendisine saldırtmak, ama bunun karşılığında da yeniden bir atak yaparak, kendi lehine çevirmek isteyecektir oyunu.
O anlamda Sayın Özel’in görüşmesi, daha sürekli bir ilişki kurmak istediği kesimlerle bir güven ilişkisi kurabilmek açısından doğru bir hareket. Önemli olan, o görüşmede ne söyleyeceği. Kesinlikle Türkiye İttifâkı’nı oluşturan kesimlerin sorunlarına, beklentilerine yönelik şeyler söylemeli Sayın Özel. Örneğin kayyum meselesinden bahsetmeli diye düşünüyorum. Çünkü bu görüşmede eğer Türkiye bir geçiş sürecine giriyorsa, bu sürecin sonucunda biz daha güçlü bir demokrasi, daha güçlü bir Cumhuriyet olarak çıkmak istiyorsak, bu sürecin müzâkere edilmesi lâzım. Önümüzdeki dönemde de, yargı bağımsızlığı, seçim güvenliği konusunda, kayyum gibi konularda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da belli siyâsal seçeneklere yönelmemesiyle ilgili müzâkere edilmesi gereken çok şey var. Örneğin Sayın Baykal ne konuştu bilmiyoruz değil mi? Bu, kafamızdaki kötü bir örnek.
Meclis başkanlığını istemişti.
Somer: İşte o zaman gönül ilişkisi kuramazsınız. Kendiniz için değil, temsil ettiğiniz halk için konuşuyorsanız, bu ayrı bir şey.
Peki biraz da Erdoğan’dan konuşalım. Erdoğan sertleşecek mi yumuşayacak mı? Sen ne düşünüyorsun?
Somer: Türkiye olduğunu unutarak baksaydık olaya, sadece siyâsetin doğası, dünyadaki örnekler, târihsel birikim üzerinden baksaydık, bu tür durumlarda, Sayın Cumhurbaşkanı’nın da temsil ettiği otoriter liderlerin önünde iki tâne seçenek oluyor: Altlarındaki tabanın kaymaya başladığını ve bir değişim olacağını gördüklerinde, ya bir sertleşme politikası uygulama yönüne gidebiliyorlar ya da bir yumuşama politikasıyla, hem rakipleriyle daha iyi bir ilişki kurmak hem de belki kaybettiklerini kazanmak istiyorlar. Sertleşme politikası dediğimiz zaman, tabiî bunun birçok dereceleri var. Meselâ Venezuela’da, Chavez’in ölümünden sonra, 2013’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde Maduro seçimleri zor kazandı. 2015 yılında muhâlefet Venezuela’da Meclis’i büyük bir çoğunlukla kazandı. Maduro önce Meclis’in yetkilerini kıstı. Sonra anayasal bir manevra yaparak, sun’î bir ikinci meclis yarattı. Ona da kendi istediklerini seçtirip, yasama yetkisini de ona devretti. Zannediyorum Temmuz ayında yeniden seçimleri olacak. Seçim kurulları üzerinde %70 desteği olan muhâlefet adaylarını da diskalifiye etti.
Bundan daha kötü örnekler de var. Rusya’ya bakıyorsunuz: Rus muhâlif lideri Navalni rakipleri tarafından öldürüldü. Allah’tan böyle şeyleri Türkiye’de görmüyoruz; inşallah da görmeyiz. Benzerleri olmuyor mu? Oluyor. Bizde rakip siyâsetçiler Allah’tan öldürülmüyor; ama bakıyorsunuz: Bugün Selahattin Demirtaş cezâevinde; Osman Kavala 7 senedir cezâevinde, değil mi? Böyle şeyler oluyor. Meclis’i kapatmak gibi bir şeyi Türkiye’de tahayyül edemezsiniz. Ama Erdoğan ne yapıyor? Meclis’in çalışmasını engelliyor. Meclis’te bugün muhâlefetin hiçbir söylediği gündeme bile alınmıyorsa, hiçbir tartışma olmasına izin verilmiyorsa… Meclis’i kaldırmıyorsunuz ama Meclis’in çalışmasına da izin vermiyorsunuz. Peki, Rusya’da, Venezuela’da gördüğümüz türden şeyler Türkiye’de niye olmuyor? Keşke burada, “Cumhurbaşkanı Erdoğan görece daha demokrat zihniyette bir siyâsetçi” diyebilsek…
“Demokrat bir otoriter.”
Somer: Bence bu anlamda büyük bir fark yok. Daha demokrat bir lider olduğunu söyleyemiyoruz maalesef. Ama burada değişik olan şey, Türkiye daha farklı bir ülke. İşte bu rejim tartışmaları da çok önemli. Rejim denen şey, çok daha boyutlu olan bir şey. Sâdece, hükûmetin bâzı işleyiş biçimleri ya da görünen davranış biçimleri ve basit göstergelerle saptanabilir şey değil. Türkiye, bağımsızlık savaşıyla kurulmuş olan bir ülke. Rejim farklı, devlet farklı. Senin de bâzı programlarda tezlerin olmuştu; bir yönden haklısın tabiî. Artık “Devlet” dediğimiz şey, “Erdoğan Devleti” gibi. Ben bunlara katılmıyorum. Elbette bu eleştiriler haklı eleştiriler, ama Türkiye’deki devletin geçmişi ve niteliği çok farklı; çok daha karmaşık, çok boyutlu bir aygıt Türkiye’de devlet. Devlet dediğimiz şey aslında bir fikirdir. Her şeyden önce zihnimizdedir. Devlet dediğimiz şey, Türkiye’de öyle güçlü bir fikir ki, devleti ele geçirmeye çalışan grupları bile kendi içerisinde öğütebiliyor, dönüştürebiliyor. Eğer Türkiye’de, başka ülkelerde görülen türde sertleşme politikaları görmemişsek ve inşallah hiç görmeyeceksek, önümüzdeki dönemde de bu, çok nesnel bir seçenek olarak durmuyorsa, bunun nedeni, Türkiye’nin ekonomisinin, toplumunun, rejiminin farklı olmasıdır.
Burada sertleşme-yumuşamanın ötesinde, büyük bir ihtimalle, Sayın Cumhurbaşkanı’nın biraz zamâna oynayacağı kanaatindeyim ben. Öncelikle, bu yenilginin biraz unutulmasını, belki muhâlefetin atâlete uğramasını bekleyecektir. Bunun yanında, kutuplaştırıcı siyâsete kayması, kendi tabanını konsolide eden kutuplaşmanın geri dönmesi için belki yer yer sertlik örnekleri gösterecektir. Tutuklamalar, gözaltılar, şunlar bunlar olacaktır diye düşünüyorum. Bunlar hep oluyor zâten. Ama sonuç îtibâriyle, burada Cumhurbaşkanı Erdoğan için şu mesele var: Aslında iktidar çok halkalı bir koalisyon. Zâten Türkiye’de böyle olmak zorunda. Çok basit, patrimonyal bir şeyden bahsedemeyiz Türkiye’de. Bu çok halkalı koalisyonu tutması lâzım.
Bu seçim sonuçlarının ardından hemen konuşulmaya başlanan –ki ben de o konuşanlardan birisiyim–, bundan böyle Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş’ın ilişkisinin nasıl olacağı. Normal şartlarda, 2028 seçimine birlikte hazırlanmaları beklenir. Ama birçok açıdan bir rekabet ihtimâli de var. İktidar cenâhı bile herhalde bunu arzu ediyordur. Hattâ şimdiden onlar da bunu dillendirmeye başladılar. Henüz erken olmakla birlikte, ne düşünüyorsun? 2028 Cumhurbaşkanı adaylığı perspektifinde, Ekrem İmamoğlu’nun Mansur Yavaş’la birlikte hareket etmesi ya da rekabet etmesi veya Mansur Yavaş’ın CHP’den kopması… Bunlar sana gerçekçi geliyor mu?
Somer: Siyâsette rekabet mutlaka olur. İstemesek de olur. Sonuç olarak burada bir insan unsuru söz konusu. Önemli olan, her türlü rekabette olduğu gibi, rekabetin kurallarının baştan, açık ya da zımnî bir şekilde anlaşılıyor olması. 2023 Mayıs seçimlerindeki sorun da bu olmamış mıydı? Zâten yapılan bu kadar Altılı Masa toplantılarında ne konuşulmuş, neyin müzâkeresi yapılmış? Gerçekten merak ediyoruz. Orada bunun olması çok daha fazla beklenirdi, çünkü çok aktörlü bir yapı söz konusuydu. Mutlaka hepsinin kendine göre ayrı ayrı hedefleri, amaçları vardı. Belki en başta konuşulması gereken meselenin konuşulmadığını görüyoruz maalesef. Bu da nedir? Örneğin: Adayın kim olacağı değil –tabiî o konuda da gecikmemek gerekiyor–, ama adayın nasıl belirleneceği meselesi. Bunun belirlenmemesi ve konuşulmamış olmasını çok önemli bir yönetim ve siyâsetçi zaafı olarak görüyorum.
Benzer bir şey önümüzdeki dönem için de geçerlidir. O dönemde de Türkiye’de demokrasinin gereği, Türkiye’nin hak ettiği geçiş sürecini tamamlayabilmesi için doğru olan neyse, hangi aday çıkacaksa, hangisi olacaksa olur. Burada bunun anlaşılması önemli diye düşünüyorum. Bunun ötesinde, her ne kadar doğal bir rekabet olsa bile, bu Türkiye İttifâkı’nın oluşturduğu, yani tabandan gelerek oluşan bu yeni konsolidasyonun, yeni siyâsetin kesinlikle bölünmemesi gerekir. Aslında içinde bulunduğumuz süreçte, yeni bir siyâsetin doğabilmesi için bir fırsat penceresi açıldı Türkiye’de. Yeni siyâset eğer kendi içerisinde bir iktidar mücâdelesine girişirse, yani enerjisini buna akıtmaya başlarsa, eminim ki Cumhurbaşkanı ve hükûmet de bunu kaşımaya çalışacaktır. Bunun olması için birtakım teklifler gelecektir. Ben Sayın Mansur Yavaş’ı çok tanımıyorum; ama bu konuda yeterli bilgeliğe sâhip olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de mutlaka bir demokrasi-otokrasi fay hattı var. Sizin, bu demokrasi-otokrasi fay hattının öbür tarafıyla anlaşmaya gitmeniz hâlinde, bunun da seçmen üzerinde bir karşılığı olacaktır herhalde.
Bunu söylediğinde aklıma İYİ Parti geldi. İYİ Parti seçime, “hür ve müstakil” diye girdi. İktidardan çok muhâlefeti, hattâ yakın zamâna kadar “Cumhurbaşkanı olsun” dediği iki ismi eleştirdi ve seçimde çok kötü bir ders aldı.
Somer: Müthiş bir tutarsızlık sergiledi. Burada aslında İYİ Parti’den de bahsetmedik. İYİ Parti seçmeninin de, partisine rağmen önemli bir demokratik tercihte bulunduğu kanaatindeyim. Bu tutarsızlığı cezâlandırdı. Böyle bir tutarsızlığın yeni siyâsette yeri olmaması gerektiğini düşünüyorum. Demokraside böyle bir tutarsızlık olmaz. Siz bu kişileri Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak önermişsiniz, onlarla kol kola girmişsiniz; ama sonra, sürekli zikzaklarla, onlara son derece sert eleştiriler getiriyorsunuz. Bu, kabul edilemez bir tutarsızlık ve İYİ Parti seçmeni bunu cezâlandırdı. Bu da çok önemli. Bunun dışında, eskiden “muhâlefet” dediğimiz yapıyı, şimdi belki “yeni siyâset”, “alternatif siyâset” olarak tanımlamamız lâzım.
Tam onu soracaktım. Eskiden muhâlefetin tanımında akla ilk olarak Altılı Masa, oradaki partiler ve bir anlamda da DEM Parti geliyordu. Şimdi muhâlefet dendiği zaman, CHP, DEM Parti ve Yeniden Refah Partisi akla geliyor. Halbuki Yeniden Refah Partisi bir önceki seçimde iktidârın bir parçasıydı. Onun dışında, düne kadar “muhâlefet” diye andığımız partiler artık yoklar.
Somer: Evet, bir konsolidasyon oldu. Bu konsolidasyon tabandan oldu. Bu çok değerli diye düşünüyorum. Umarım halk da, seçmenler de ellerindeki gücün farkına varırlar ve bu gücü bir daha ellerinden bırakmazlar. Tabanın, partilerine yaptığı tercihlerle bir konsolidasyon oldu ve burada artık yeni bir siyâset oluşma şansı elde etti. Burada ilginç olan, bâzı partilerin siyâset sahnesinden kaybolması, silinmesi. Onların seçmene yeterince güven vermediklerini görüyoruz. Neden veremedikleri, bu yeni siyâsetin kodları ile ilgili bize çok işâret sunuyor bence. Yani nasıl olmaması gerektiğini bize gösteriyor.
Yeniden Refah Partisi ve birkaç partinin çok şey düşünmesi lâzım. Birincisi, DEM Parti açısından da çok önemli. DEM Parti’nin mutlaka önümüzdeki dönemde, kimliğinin, siyâset çizgisinin ne olacağı konusunda bir karar vermesi lâzım. Bu kararı verirken de, tabanını oluşturan Kürt seçmenlerin yekpâre bir grup olmadığını, Kürt meselesiyle ilgili farklı tercihleri, öncelikleri olabileceğini ve Kürt meselesi dışında da hayatlarında birçok öncelik olduğunu göze alan, daha sivil bir kimlik, burada “hür ve müstakil” bir çizgi çizmesi gerektiğini tartışacaklardır zannediyorum. Bu, Türkiye demokrasisinin ihtiyâcı olan bir şey. Burada DEM Partisi’ne de çok önem mesajlar gitti. Umarım onlar da bunu tartışıyorlardır ve bunun sonucunda olumlu bir yol çizeceklerdir.
Yeniden Refah Partisi’nin geleceğini nasıl görüyorsun? AKP’nin eriyip, Yeniden Refah’ın güçleneceği ihtimâli üzerine epeyce yorum yapılıyor.
Somer: Yeniden Refah ile ilgili elimde olan veri, daha çok teşkîlâtla ve kadroyla ilgili. Yeniden Refah’ın uyguladığı strateji akıllıca ve başarı şansı olan bir strateji gibi gözüküyor. Çünkü Yeniden Refah Partisi, Türkiye’de oluşmuş fay hatları içerisinde, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir karşıtlık üzerinden yürümedi. Belki bunun başarılı olma şansının olmadığını gördü; ama ona alternatif olmaya çalıştı. Kendisini o tabanın bir doğal üyesi gören seçmenlere, “Ben sizdenim. Ama bak senin güvendiğin AK Parti artık dâvâsını kaybetti. Gerçek Refah Partisi’nden gelen, sonra kendisine ‘muhâfazakâr demokrat’ diyen AK Parti artık yok. Dâvâsını ve idealini kaybetti. Ben senin geçmişte o güvendiğin, inandığın parti olabilirim” mesajını verdi diye düşünüyorum. Bunun da bir inandırıcılığı var, çünkü gerçekten böyle oldu. AK Parti büyük bir çıkar grubu hâline geldi. Zaten o yüzden kaybetti.
Yeniden Refah Partisi akıllıca bir strateji uyguladı gibi geliyor, çünkü böyle bir boşluk olacak Türkiye’de. Şöyle bir gelecek tahayyülünde bulunursak, önümüzdeki yılları iyi değerlendirirsek, Türkiye bir geçiş süreci sonucunda geçmişte olandan daha güçlü bir demokrasiye geçebilirse –şu anda bir demokrasiden bahsedemiyoruz maalesef; ama hiçbir zaman da ortadan tam kaybolmamış bir şey–, orada, geçmişte AK Parti’nin temsil ettiği siyâsal çizginin de bir tabanı olmaya devam edecek.
Türkiye hiçbir zaman şöyle bir yöne gitmedi: Elbette geçmişle hesaplaşılacak, ama “Ben toplumun %10-15’ini oluşturan şu kesimi tanımıyorum. Ben meşrûiyeti tanımıyorum” dediğinizde, böyle bir şeyden demokrasi çıkması mümkün değil. Elbette ki siyâsetçiler hesap verir, hesap sorulacaktır. Ama vatandaşlar bu ülkede yaşamaya devam edecekler. Dolayısıyla, demokrasinin unsuru olarak onları temsil eden bir siyâsal örgütlenmeye de ihtiyaç olacak. Yeniden Refah Partisi, kendisine böyle bir rol tahayyül ediyorsa bu, başarı şans olan akıllıca bir strateji gibi gözüküyor. Bunun uygulanıp uygulanamayacağı, örgütle ve kadro ile ilgili bir şey. Şu an bunu öngöremiyorum, çünkü elimde yeterince veri yok.
Örgüt konusunda AKP’den daha dinamik bir örgütleri olduğunu söylemek mümkün. Aslında sayıca daha az, ama son dönemde en çok üye kaydı yapan parti olduklarını söylüyorlar. “Yıldız parti” diyorlar.
Somer: Küçük örgütlerin organik ve küçük yapılar oldukları için daha iyi çalışabildiklerini biliyoruz. Bütün mesele, bu organik yapının genişlediği zaman aynı etkinlikle çalışabilmesi için, onun sizin kültürünüzü…
Yine bir AK Parti deneyimine de dönüşebilir.
Somer: Dönüşebilir. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve o dönemdeki ekibinin başarıları –tabiî başka siyâsetçilerin de– aslında o geçişi, organizasyon, örgüt anlamında oldukça başarılı yönettiklerini görüyoruz. Millî Görüş’ten gelen kadrolara yenilerini katarken, daha bir kitle partisine, merkez partiye dönüşürken, çok daha yüksek sayıda insanın bir arada çalışabileceği bir makine aslında. Bunu oluşturmak kolay bir şey değil. Bunu yapabildiklerini görüyoruz. O dönem, bunun kurallarını, mekanizmalarını oluşturabildiklerini görüyoruz. Yeniden Refah böyle bir şey yapabilecek mi onu şu anda söylemek mümkün değil.
Çok sağ ol Murat. Keyifli bir söyleşi oldu. Özyeğin Üniversitesi’nden siyâsetbilimci Prof. Murat Somer’le 31 Mart’ı ve sonrasını konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.