Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (109): Üçüncü Erdoğan dönemi

Mevcut Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 28 Mayıs’taki seçimleri kazanarak üçüncü dönemine başladı.

Muhalefet bu yeni dönemde ne yapacak? CHP Kurultay düzenleyecek mi? Millet İttifakı yerel seçimlere kadar varlığını sürdürebilecek mi? Erdoğan’ı muhalefeti dizayn etme çabası başarılı olur mu? Yerel seçimlerde nasıl bir strateji izlenecek? İktidar sertlik politikalarını sürdürür mü? Yeni kabine nasıl şekillenecek?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’la yeni Erdoğan dönemini konuşacağız. Erdoğan üçüncü kez cumhurbaşkanı seçildi. İktidârın ve muhâlefetin neler yapabileceğini konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Çavdar-Can-Özpek: Merhaba.

Ruşen Çakır: Önce muhâlefetle başlayalım. Muhâlefet konusunda, “Millet İttifâkı varlığını sürdürecek mı?” meselesi bir soru olarak ortada. İkincisi, “CHP, kongresini ne zaman yapacak ve Kılıçdaroğlu aday olacak mı?” meselesi var. İYİ Parti’nin kongresi önümüzdeki ay yapılıyor. “Bir değişiklik olabilir mi?” meselesi var. HDP’nin zâten bir kapatma dâvâsı var ve parti içinde tartışmalar sürüyor. Bugün Selahattin Demirtaş’ın Artı Gerçek’te kaleme aldığı, HDP’ye yönelik çok ciddî eleştiriler içeren bir yazısı var. İnsanlar Millet İttifâkı’nın diğer partilerini çok konuşmuyor. Bu partiler Meclis’te birleşerek bir grup kuracaklar mı? Çünkü 40’a yakın milletvekilleri var ve hiçbirisi tek başına grup kuramıyor. Belki bir çatı partisiyle grup kurabilirler. Bu arada, Yeniden Refah Partisi 5 milletvekiliyle Meclis’e girdi. HÜDA PAR’ın 4 milletvekili AKP içerisine girdi; muhtemelen ayrılıp kendi partilerine geçecekler. Bu partilerin özellikle kadın ve kadın hakları konusunda Meclis’te bir şeyler yapmak isteyip istemeyecekleri meselesi de var. Bu konuyu iktidârı konuşurken değerlendiririz. 

Muhâlefetle ilgili cevaplanması gereken bir yığın soru var: Kılıçdaroğlu ne yapacak, kalacak mı? Ekrem İmamoğlu CHP’nin başına mı geçmek istiyor? Yerel seçime 10 ay kadar bir süre kaldı, CHP ne yapacak? Millet İttifâkı olarak mı seçime girecekler? Çünkü geçen seçimi de HDP’nin desteğiyle aldıklarını biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Millet İttifâkı, HDP’nin oy katkısıyla İstanbul, Ankara, Adana, Antalya gibi yerlerde birinci oldu. Bu sürecek mi sürmeyecek mi? Bir şeyleri net konuşmak için belki çok erken; ama çok karışık bir tablo var. Kemal, sen ne dersin? 

Kemal Can: Senin sorduğun sorular üzerinden gidersek, yani “Muhâlefet ittifâkı ya da muhâlefet birlikteliği nasıl devam edecek?” meselesi, muhâlefeti konuşmanın en önemli ayaklarından biri. İkincisi, muhâlefeti oluşturan bütün partilerin kendi içlerindeki problemler. Birincisi üzerinden gidersek, bu birlikteliğin hem bileşenleri açısından hem izleyenleri açısından birkaç gerekçesi vardı. Birinci gerekçesi, bu seçimi kazanmak, Erdoğan’ı yenmek için kurulmuş bir imkânın ittifâkıydı. İkincisi, çok karşılık alıp almadığı tartışmalı olan “Tek Adam” yönetimine karşı çoğul bir yönetim mantığı kurmak ve böyle bir koalisyonla ülkeyi yönetme iddiası. Üçüncüsü, başka tür bir siyâset tarzını, başka tür bir Türkiye tasavvurunu başlatabilecek, en azından onun kapısını açabilecek yeni bir zemin oluşturma, bir geçiş programı birlikteliği ve bir fikrî değişim, siyâsetteki zemini değiştirme arzusuydu. “Çeşitli kesimler çeşitli nedenlerle bu seçeneklerden birini câzip bulduğu için ya da inandırıcı bulduğu için destekledi. Bâzılarını yeterince inandırıcı bulmadığı için yeterli desteği vermedi” tartışması devam ediyor. Ama sonuçta, bu üç seçeneğin ilk ikisi, yani kazanma iddiası ve Türkiye’yi yönetme iddiası artık ortada yok. Bunun bir tek istisnâsı var; senin de değindiğin yerel seçim meselesi. Onun dışında, bu iktidârı değiştirmek ve bu ülkeyi yönetmek seçenekleri artık ittifâkın varlığı ve devâmı için güçlü gerekçe olmaktan çıktı. 

Üçüncüsü, bu ülkede başka tür bir siyâseti, başka tür bir ilişkiyi, bu 20 yıllık iktidârın yarattığı toplumsal, siyâsal dönüşümün karşısındaki bütün dinamikleri kendi içinde güçlü biçimde taşıyan başka tür bir dili, başka türlü bir iddiayı ve başka türlü mücâdele biçimini sürdürebilecek bir muhâlefet gücü olmak. Bu üçüncü seçenek, zâten daha önce de biraz küçümsenen, marjinalize edilen, buradaki birtakım idealistlerin, mükemmeliyetçilerin ya da başka ajandaları olan çevrelerin tezleri gibi yorumlandı. Birinci ve ikinci tez, en azından siyâsî aktörlerin ana meselesi oldu. Zâten bileşim de böyle kuruldu. 

Şimdi muhâlefetin bundan sonrasına baktığımızda, dediğim gibi, onu bir araya getiren ve bir arada tutan güçlü seçeneklerin, güçlü gerekçelerin hiçbirinin çok etkili olmadığını, seçimi kaybetmenin dışında, iddialarını… İddianın yeterli destek alamaması başka bir şeydir, iddianın bir yenilgi hissiyle artık geçerli olmadığını düşünmek başka bir şeydir. Hani “Sonucu kim bildi?” diye hep skor üzerinden konuşuluyor ya? Sonucu bilen her şeyi bilmiş kabul ediliyor. Bu hesâba göre Süleyman Soylu, en iyi bilen, Türkiye’yi en iyi okuyan adam. Neyse, onu bir kenara bırakalım. Bence şu anda önemli olan şey, artık muhâlefet ittifâkının kendini yeniden târif ederek bir yeni zemin oluşturması gerekiyor. Yani mevcut, bu üç gerekçeye dayandığı için, bugün üç gerekçe de artık kendisini çok güçlü biçimde savunamaz, yani sadece “başaramadık”tan daha önemli bir yere itildikleri için, partilerde, iç tartışmalarla birlikte muhtemelen yaşanacak gelişmeler de bu yönde olacak. Çünkü bu tartışmanın, muhâlefet ittifâkının birlikteliği ve devâmı konusunda da, partilerin içinde olan liderlik mücâdelesi ya da kongre süreçleri de zâten bu soruların büyük ölçüde etkisi altında yürütülecek. Dolayısıyla orada oluşacak şekil de burayı yönlendirecek. 

Şimdi muhâlefetin önünde iki seçenek var: O hep söylenen “cehennemin kapıları” kapanmadığı gibi, cehennemin harlı ateşi Türkiye’nin üzerinde. O zaman, “Burada bu meseleyi sorun eden bir başka türlü duruş ve buna direnen bütün dinamikleri içine alacak bir yeni direnme ve mücâdele zemini kuracaklar mı ve bunu kurduklarında bunun çerçevesi ne olacak?” sorusu oluşuyor. İkincisi, bütün o bileşenlerin her biri, liderlikten parti yapılarına kadar, söylemden yeni stratejilere kadar, içinde olan ya da çevresinde olan her bir şey, bununla ne kadar uyumlu bir dönüşüm ve değişim geçirecek? Ama orada araya bir parantez giriyor. Önümüzde yerel seçim gibi kritik bir durum var, yerel seçimin kazanılması var. Büyükşehirlerde büyük bir fark yaratılamadığı için, muhâlefetin kazanması yine ancak ittifakla mümkün. Zâten büyükşehirlerde büyük fark yaratılmış olsaydı, seçimin sonucu da başka türlü olurdu. Aritmetik böyle; ama Erdoğan’ın daha ilk gece konuşmasından biliyoruz ki, birinci hedefi, bu yerel yönetimlerin alabildiği ne kadarı varsa geri almak. 

Ruşen Çakır: Özellikle İstanbul.

Kemal Can: İstanbul başta olmak üzere. Ama zâten ittifaksız bir tablo oluştuğunda ya da ittifaklar şehirler bazında oluşmaya başladığında, bâzı şehirler kazanılabilir. Ama şu andaki aritmetikle, ittifak oluşturulmadığında yerel seçimleri kazanmak zor görünüyor. Şimdi bu açmaz, daha önce muhâlefetin yaşadığı ittifak açmazlarının pek çoğunun çözülmeden, neşter atılmadan ya da üzerine çok kafa yorulmadan, ya sürdürülmesi ya da vazgeçilmesi gibi bir alana sıkıştırıyor. Bunun içerisine büyük ihtimalle Erdoğan’ın yine konuşmasında işâretlerini gördüğümüz “Muhâlefeti tanzim etme” meselesinin önemli bir payı olacak. Erdoğan’ın bundan sonra ne yapacağı sorusunun cevâbı da buradan çıkıyor. Erdoğan nasıl kazandığını düşünüyorsa öyle devam edecek. 

Biz ağırlıklı olarak, “Muhâlefette ne hatâ yapıldı? Burada ne eksik kaldı? Niye muhâlefet kazanamadı?” meselesini konuşuyoruz. Ama muhtemelen iktidar ve özellikle Erdoğan, önüne şunu koyuyor: “Ben bu aldığım sonucu nasıl aldım? Bana bu sonucu ne getirdi ve bu sonuçta riskli olan şey ne?” Buradan yola çıkarak, ben Erdoğan’ın muhâlefetle ilgili yürüttüğü stratejinin doğru olduğuna inanarak bu seçimden çıktığını düşünüyorum. Yani muhâlefetin içine oynamanın çok isâbetli olduğunu, kendisine kazandıran faktörlerden biri olduğunu, muhâlefetin zayıf noktalarıyla uğraşmanın, ona yoğunlaşmanın, kendi seçmeniyle ilgilenmeden asıl olarak bütün enerjisini muhâlefet üzerine kurmanın kendisine kazandırdığını düşünerek devam ediyor. Dolayısıyla, eğer yerel seçimi kazanmak gibi bir hedef koyuyorsa, bu ara sürece, muhâlefet üzerindeki tazyikini yoğunlaştırarak devam edecektir. Partilerin doğrudan içine dönük şeyler yaptığını da görüyoruz. Dolayısıyla böyle bir ara dönem yaşayacağız. 

Ruşen Çakır: Yani muhâlefet partilerinin, Erdoğan’dan gelecek olan dizayn çalışmalarına da hazırlıklı olmaları gerekiyor. Burak, sen ne dersin? Kılıçdaroğlu’nun önümüzdeki dönemde en azından yerel seçimler için İYİ Parti’nin desteğine çok ihtiyâcı olacak. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde pek yapmadığı, Meral Akşener’le daha yakın durma meselesini bu dönemde yapacakmış gibi birtakım şeyler duydum — güvendiğim bâzı gazeteci arkadaşlarımdan. CHP ve İYİ Parti bir eküri gibi muhâlefette olmaya çalışacak, en azından CHP açısından. Böyle bir şey mümkün olur mu bilmiyorum. Ama soru sâdece bu değil tabiî. Muhâlefet bu dönemde neyi nasıl yapar, Erdoğan’ın dizayn çalışmalarına karşı ne yapar? Bütün partileri karıştırabilecek birileri var. Hattâ bu dört küçük partiden seçilen milletvekillerinin bâzılarının, Meclis açıldıktan sonra bazı konularda iktidarla berâber hareket edeceğine dâir beklentiler de var. Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Geçirdiğimiz seçim süreci, aslında CHP’nin damağında bir tat bıraktı. Çünkü Erdoğan’ı ahlâkî olarak “mutlak kötü” olarak tanımladı, onun karşısında sahnede kalan lideri de, bu kötüyle savaşan ahlâkın temsilcisi bir peygamber gibi tanımladı. Dolayısıyla bu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin adayı olan Kılıçdaroğlu için %25’lik oyu sâyesinde %50’lik muhâlefet blokunu da domine etme imkânını berâberinde getirdi. Üstelik ona karşı çıkan herhangi bir aktör de ahlâkî bir sapma içerisinde olmakla itham edildi ve hızlı bir şekilde Kılıçdaroğlu’nun muhâlefet içerisindeki hâkim konumu pekişti. Bu, aynı zamanda bir çıkar dağıtım mekanizmasını da perdeleyen bir söylemdi. Çünkü perde arkasında gücün de bölüşüldüğünü gördük: Bu dört küçük partinin, %1’in altında bir oyla 36-37 tâne milletvekiline kavuşması veyâhut hayâlî bir iktidar üzerinden yürütme erkinin bölüşülmesi gibi. Son anda trene atlayan Ümit Özdağ bile yürütme erkinden pay aldı meselâ. Dolayısıyla bu Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve Cumhuriyet Halk Partisi liderinin, aslında hak etmediği ölçüde büyük bir güce kavuşmasıyla sonuçlandı. O yüzden, Cumhuriyet Halk Partisi, seçimin sonuçlarından ziyâde seçimin sürecinden büyük bir lezzet aldı. O tat CHP’nin damağında kaldı. 

Bu tadın CHP’yi bu kadar büyülemesinin de iki sebebi var. Çünkü muhâlefetteki diğer iki ana aktör, HDP ve İYİ Parti, bir şekilde CHP’nin parti içi hizipleri gibi gözüktüler, yani Kürt hizbi veya milliyetçi hizip gibi. Bir seçim atmosferinin devam etmesi, soyut bir iktidar üzerinden pay dağıtımı mekanizmasının devam etmesi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin çok istediği bir şey. Biz birkaç ay sonra, CHP’ye sesini çıkartan herkesin AKP’ye çalışmakla suçlandığı, dolayısıyla bir arada olunması gerektiğini va’z eden beyânatlar dinleyeceğiz muhtemelen. Bu bizi hiç şaşırtmayacak. Halbuki bu beyânatlar aslında seçimi kazandıran değil, bilâkis seçimi kaybettiren bir şeydi. Biz bu başkanlık seçimini de bizzat böyle kaybettik. Çünkü belediyelerin kazanılması yine bir iktidar demek ve yine bir iktidârın bölüşülmesi demek. Kemal Bey, bütün aktörlere, belediyelerin kazanılması durumunda onların da pay alacağını bir şekilde söyleyerek perde arkasından bu birlikteliği sağlayıp, perde önünde de bunun başarısız olabileceğini söyleyenlere veyâhut memnûniyetsiz olanlara da AKP’lilik suçlaması yapabilir. Yani yine bir kritik dönemeçteyiz, yine bir seçim var, belediyelerin AKP tarafından yönetilmemesi lâzım. Dolayısıyla ahlâkî sorumluluğumuz, Kemal Bey’i desteklemek olabilir. Bu aslında bir emperyal proje. Yani muhâlefette, Cumhuriyet Halk Partisi’nin, HDP’yi ve İYİ Parti’yi müstemleke hâline getirme ve bu partilere bir anlamda hayır kurumu muamelesi yapma projesi. 

Sizin de bahsettiğiniz gibi Selahattin Demirtaş’ın bugün yazdığı yazı, bence bir gerçeği tam olarak ifâde etmiyor; yani bir başarısızlık durumu var, evet, doğru. Fakat başarısızlık durumunun iki sorumlusu olabilir: ya uygulamayı eleştirebilirsiniz ya stratejiyi. Selahattin Bey uygulamayı eleştiriyor. Ama orada stratejiyle alâkalı da bir sorun olabilir. Yani çok fazla siyâsî davranmayarak, büyük bir romantizm içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi’ne cânı gönülden destek verdiğiniz zaman, Cumhuriyet Halk Partisi bu desteği, % 25 olan oyunu %35’e çıkmış gibi telakkî edip, diğer muhâlefet partilerinin üzerinde daha hiyerarşik bir şekilde konumlanabiliyor. Veya İYİ Parti bir şekilde Cumhuriyet Halk Partisi ile ilişkilerini yeteri kadar mesâfeli sürdüremediği için, Cumhuriyet Halk Partisi tarafından idâre edilen bir müstemleke gibi gözükebiliyor ve potansiyel oy oranına ulaşamıyor. O yüzden, seçim psikolojisi ve bunun çok önemli bir dönemeç olduğu söylemi ve AKP’yi rakip yerine düşman olarak görme eğilimi, onu da duygusal söylemlerle ya da ahlâkî nutuklarla besleme, medya ve sosyal medya üzerinden bir şekilde bu kültürü sürekli olarak ayakta tutma, dolayısıyla kendi tabanını travmatize etme pahasına konsolide etme işi, yerel seçimlerden önce tekrar dirilebilir. Cumhuriyet Halk Partisi bunu çok sevdi ve bunun ilânihâye devam etmesini isteyecektir. Ama şu anda bir başarısızlık var ve bu başarısızlıktan çıkabilmek için Kemal Bey’in tek dayanağı, HDP’nin ve İYİ Parti’nin bu işi desteklemesi. Kemal Bey’in koltuğunu koruyabilmesi için, insanlara seçim sonrasını göstererek bir iktidar vaat etmesi gerekiyor. Tabanına da, seçimin çok önemli bir kavşak olduğunu, bir eşik olduğunu anlatması gerekiyor. Ama bunun gerçekleşebilmesi için HDP’nin ve İYİ Parti’nin tekrar destek vermesi lâzım. Şimdi bu desteği alabilecek mi bilmiyorum. Selahattin Demirtaş’ın yazısına karşı, muhtemelen HDP içerisinde, HDP’ye dayatılan veyâhut HDP’ye sunulan, kabul etmesi planlanan “Grand Strategy” eleştirilecek. Yani “Bu strateji çok yanlıştı Selahattin Bey. Biz uygulamadaçok sorumlu değildik. Dolayısıyla bu stratejiyi çizenler sorumlu” denilecek. 

Yine İYİ Parti içerisinde,muhtemelen bir kanat, Cumhuriyet Halk Partisi ile ilişkiye devam edilmesini söyleyecek — ki bu kanadın, çokdüşülen bir yanılgı olarak merkez sağcı, milliyetçi veya liberal olduğunu söylemememiz lâzım. Bunlar genelîtibâriyle Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi belediyeleriyle daha içli dışlı olan ekiplerdi aslında;ideolojinin ötesinde, çok daha basit bir siyâsî hesaba dayanıyor. Fakat öte taraftan, İYİ Parti’nin CHP ile girdiğiilişkiden dolayı oy kaybettiğini, parti otonomisini kaybettiğini, dolayısıyla potansiyeline ulaşamadığını söyleyenler olacak. Yani Kemal Bey’in Meral Akşener’e yakın durması kadar kolay bir iş değil. Çünkü Meral Hanım, bütün bu yaşananları unutup tekrar Kemal Bey’e sınırsız koşulsuz bir destek vermesi durumunda, evet, Kemal Bey koltuğunu koruyacak ya da HDP’nin Kemal Bey’e destek vermesi durumunda koltuğunu koruyacak; fakat bu aktörler kendilerini mesâfeli tutarlarsa ve daha farklı bir işbirliği modeli üzerinde ısrar ederlerse, bu, Kemal Bey’in koltuğuna mâl olabilir. Yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde muhâlefet tasarısı anlamında değişmesi gereken bir zihniyet var. Bu zihniyet, İYİ Parti, HDP ve normal insanlar, duygusal ve ahlâkî olarak bu süreçlere destek verdiği sürece maalesef devam edecek. Bu bir yerden kırılmak zorunda. O yüzden Demirtaş’ın bugünkü yazısı Cumhuriyet Halk Partisi’nin mevcut muhâlefetteki pozisyonunu kırmaya yönelik değil açıkçası. Onun yerine, HDP’nin pratik olarak siyâset yapma yeteneğini sorguluyor. 

Öte taraftan İYİ Parti’nin nasıl cevap vereceğini göreceğiz. Bir yol ayrımındalar. Akşener, Cumhuriyet Halk Partisi liderini şu anda tahtta tutmak için bir şeyler yapar mı? Asıl soru bu. Veya İYİ Parti içerisinde belediye kaynaklarına bağımlı, belediye kaynakları üzerinden ilerlemek isteyen insanların sayısı, İYİ Parti’nin müstakil kimliğiyle siyâsette var olmasını isteyen insan sayısından daha fazlaysa, evet. Ama İYİ Parti’yi müstakil olarak ayakta tutan ve Cumhuriyet Halk Partisi ile daha simetrik bir ilişki içerisinde tutmaya çalışan insanların sayısı daha fazlaysa, hayır. Bekleyip göreceğiz. Açıkçası ben de çok merak ediyorum. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Kimisinin kongresi yapılacak olsa bile, bütün muhâlefet partilerinde, sanki çok büyük değişiklikler olmayacak gibi bir hava var. Ama Kemal’in bahsettiği, Erdoğan’ın muhâlefeti dizayn etme çabalarını ya da düşüncelerini de herhalde ciddîye almak lâzım. Bir tarafta da bir yenilgi ve yenilgiden dolayı özellikle tabanda çok büyük bir hoşnutsuzluk, hayal kırıklığı ve belki motivasyon düşüklüğü var. Gerçekten çok zor bir süreç. Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Mevcut siyâsî sistem, aslında henüz pek de oturmamış olan, bence bu seçimde de pek oturmuş sayılamayacak siyâsî sistem, iki partili bir düzeneğe işâret ediyor; öyle görmek istiyor hikâyeyi. Başkanlık rejiminin kendisi, iktidar ve muhâlefet taraflarını, bir şekilde yenişmesi de o kadar kolay olmayan –Kemal’in “çok sevdiği” kelimeyle– konsolidasyona zorluyor. Dolayısıyla, CHP tarafının ya da muhâlefet tarafının stratejisini buradan okumak mümkün. Seçim sonuçları bize bu konsolidasyonun muhâlefet tarafında gerçekleşmediğini gösteriyor. Bizim gördüğümüz şey, Millet İttifâkı’nın ne kendi iç hukukunu ne de toplumla olan hukukunu oluşturamadığı. İktidar olanaklarını kullanan Cumhur İttifâkı tarafının ise bu hukuku zorla ya da şerle, şu ya da bu rüşvetle veya vaatle oluşturabilecek bir kaynağı ve düzeneği vardı. Bir de, Millet İttifâkı tarafının bunu oluşturamamasındaki mevzûlardan bir tânesi, herkesin söylediği gibi, iktidârın bu aşamadan sonra topluma pek vaat edeceği bir şey kalmadığı için muhâlefetin içiyle oynayarak o konsolidasyonu engellemesi. Burada da kullandığı kavramları biliyoruz zâten. Bütün seçim stratejisini de oraya koydu. Belli kırmızı çizgiler üzerinden karşıdakini sürekli olarak savunmada bırakmak. O savunma hâlinin de nerelerden kaynaklandığını, hangi ideolojik ve ahlâkî formlardan ortaya çıktığını hepimiz gördük. 

Şimdi, Millet İttifâkı’nın geleceğini ya da CHP’nin geleceğini –aslında önce CHP’nin geleceğini, sonra Millet İttifâkı’nın geleceğini– bu yenilgi sürecinden sonra bu hukukun tekrar ne kadar oluşturulabileceği belirleyecek. Çünkü dünyanın en zor iki şeyi, bir yenilgiyi, bir de yoksulluğu paylaşmaktır. Şimdi yenilgiyi paylaşmak zorundalar. Belki burada bir tür hukuk oluşturabilirler. Çünkü aslında kuralsız oynadılar bir bakıma. Bizim geleceğimize dâir önümüze biraz üstünkörü ortaya çıkmış bir mutâbakat koydular. Ama kendi aralarındaki anlaşmanın mutâbakatını biz hiçbir zaman görmedik; neyi kastettiklerini bilmedik. Bir tür eşitler arası mevzû yaratır gibi oldular, ama belli ki bu eşitlikten kimse memnun değildi. Memnun olmamak için yeterli sebepleri olabilir, ama belli ki memnun değillerdi.

Şimdi önümüzde yerel seçimlere kadar birkaç şey var: İYİP kongre yapıyor. CHP’nin de kongre yapması gerekiyor aslında, ama nasıl bir şey yapacaklarını göreceğiz. Bir de, HDP kapatılırsa, Kürt siyâseti kendisini yeniden kurgulayacak ve yeni aktörler çıkarmak zorunda kalacak. Çünkü parti kapatılırsa, pek çok insan da muhtemelen siyâset dışında kalacak. Bugün Selahattin Demirtaş’ın eleştirisi, o yeniden kuruluş sürecinin hangi minvalde gitmesi gerektiğine dâir pek çok şey söylüyor. 

Şimdi CHP kongresinden başlayacağım. Kılıçdaroğlu şunu yapmak zorunda bence: Kılıçdaroğlu eşitler arası bir yapı içerisinden bir ittifak oluşturmaya çalıştı. Bence, düşündüğümüz kadar ahlâkî ya da ideolojik bir şey de değildi; gayet pragmatikti. Çünkü parça parça gittiklerinde zâten kazanamıyorlardı. Bir arada giderek kazanmanın bir yolunu arıyorlardı. Eğer CHP oylarını yükselttiyse ve bu tür bir ahlâkî üstünlük kazandıysa, CHP adına da pragmatik bir kazanım oluştuğu söylenebilir. Geriye kalanların da, bu hikâye içerisinde kendi yerlerinin neden daraldığını ya da arttığını sorgulamaları gerekir bence.

Ben, bu istifâ söyleminin CHP’de ne kadar işe yarayacağını bilmiyorum. Ama Kemal Bey’in CHP’yi rahatlatmak ve başlattığı yenileşme adımına bir devam olarak, belki de bir çekilme takvimi koyabileceğini düşünüyorum. Yani “Önümüzde yerel seçimler var, ona da berâber hazırlanalım. Ben şöyle bir süreçle kenara çekileceğim ve bu yeni CHP’nin, yenilenmiş CHP’nin, artık muhâlefetin merkezi olan, siyâsetin iki kutbundan biri olan CHP’nin kendi yoluna devam etmesini istiyorum” diyebilir. Aksi halde CHP’nin içerisinde bir hayli kavga çıkacağa benziyor. Şu anda bile, Ekrem İmamoğlu’nun birkaç gündür yaptığı açıklamalardan –bugün Abdulkadir Selvi, İstinaf Mahkemesi’nde İmamoğlu’nun cezâsının onaylandığını yazmış– belli ki yerel seçimlere kalmadan ona bir seçim yasağı getirecekler. Öyle bir durumda siyâsî aktör olarak kalabilmesinin yolu, CHP’de çok güçlü bir pozisyon, belki başkanlık pozisyonu edinebilmesinden geçecek. Dolayısıyla orada böyle bir süreç var; ama bu süreç çok sancılı olacak. Fakat sonuçta bize, geleceğin CHP’sinin neye benzediği konusunda da bir şeyler söyleyecek. O nedenle orayı görmemiz lâzım. 

İYİP’te şöyle bir mesele var: 3-6 Mart krizinden sonra bir hayli insanın İYİP’ten gittiğini gördük. Muhtemelen oyları da düştü. O oyların hangi oylar olduğunu İYİP de araştırmak zorunda. O oylar, acaba Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylarını desteklediği için giden oylar mı, yoksa esâsında gönlü CHP’de olup, mevcut CHP yönetimini beğenmediği için İYİP’te duraklamış oylar mı –tıpkı AKP’den gidip MHP’de ya da YRP’de konaklayan oylar gibi– olduğunu İYİP’in de araştırması gerekiyor. Bunu araştıracak bir fırsatı var. Kongreye de Meral Akşener’in nasıl bir portre çıkaracağı, şu krizli ortamda partisini şekillendirme gücüne sâhip olup olmadığını göreceğiz. Çünkü İYİP sürekli krizlerle kendini şekillendirdi. Dolayısıyla önümüzde görmemiz gereken böyle bir şey var. Üçüncüsünü zâten söyledim: HDP. Onu fazla da açmaya gerek yok. HDP birkaç gündür bir tür özeleştiri süreci yaşıyor. O tartışmalar ve HDP’nin siyâsî parti kişiliğinin ortadan kalkıp kalkmayacağı zâten bunu belirleyecek. 

Bir şey daha var eklememiz gereken; o da, muhâlefet tarafından Meclis’e girmiş 36-37 milletvekili. O kadar da bir temsiliyeti bence hak etmediler; sâdece oy oranlarından değil, toplam ittifâka katkıları dolayısıyla da hak etmediler. Metinlerin yazılmasına katkıda bulunmuş olabilirler, o başka bir şey. O metinlerin siyâsallaşmasına katkıda bulunmadılar meselâ. Ayrıca Millet İttifâkı’na ve bence Kemal Kılıçdaroğlu’nun oylarına da çok bir katkıları olmadı. Bir de onların ne yapacağı meselesi var. Eğer kendi aralarında bir grup kurup Meclis’te bir blok oluşturabilirlerse, bence misyonlarını kısmen geç de olsa yerine getirebilmeye başlamış olacaklar. Çünkü iktidardaki muhâfazakâr blokun karşısına bir muhâfazakâr blok çıkacak; o aşamadan sonra belki potansiyellerini bir miktar geliştirebilirler. Bunu da kısa zamanda yapmaya mecburlar. Özellikle DEVA ve Gelecek partilerinden bahsediyorum. Çünkü eğer yerel seçimlerde kendilerini gerçekleştirmek ve potansiyellerini göstermek gibi bir dertleri varsa, Meclis’teki bu pozisyonu kullanmak ve bir şey söylemek zorundalar. Yani herkesin böyle burnundan kıl aldırmadığı, birtakım mevzûları gerekçe göstererek de ortak işe katılmadığı bir durumda, kimseyi herhangi bir şeye iknâ edebileceklerini zannetmiyorum. Dolayısıyla önümüzde muhâlefetin yeniden şekilleneceği ve üstelik bir yerel seçim telâşesi içinde şekilleneceği bir durum var. 

Şunu da ekleyerek bitireyim: Bu aşamanın, yerel seçime hazırlanırken olmasında bir hayır olduğunu düşünüyorum. Çünkü partilerin merkezlerinden yapılan siyâsetin, Meclis seçimlerinde o vekil listelerinin aslında kimsenin de içinden geçtiği gibi olmamasının, toplumla ve yerelle pek konuşulmamasının, ciddî bir kriz ve dezavantaj ürettiğini gördük. Dolayısıyla şimdi bütün bu aşamaların, bir taraftan yerel seçimlere hazırlanırken geçirilmesinin, bu partilerin yerel teşkîlâtlarını, yereldeki güçlerini, yereldeki karşılıklarını ya da yerelde hangi unsurların karşılık bulamadığını görme, gözetleme ve yeniden kurma şansı veriyor. Dolayısıyla önümüzde çok yoğun bir 10 ay olacak gibi görünüyor. 

Ruşen Çakır: Teşekkürler Ayşe. İktidarla devam edelim. Biraz önce de bahsettik: Erdoğan’ın ilk hedefinin yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyükşehirleri tekrar almak olduğunu, muhâlefeti dizayn etmeye niyetli olduğunu ilk verdiği mesajlarda görüyoruz. Ama onun dışında, meselâ nasıl bir kabine olacak? Mehmet Şimşek’in adı geçiyor. Onun adının geçmesiyle, aynı zamanda, “Ekonomide rasyonel bir yönetime mi yönelecek, yoksa başka bir şey mi olacak? Sertlik mi devam edecek, yumuşama mı olacak?” gibi birtakım sorular var. Senin demin ilk turda söylediğin, nasıl kazandığına bakıp öyle devam edeceği hususu gerçekten önemli Kemal. Ama biraz daha ayrıntılandırırsan, nasıl bir yeni Erdoğan dönemi bekliyorsun? 

Kemal Can: O kaldığım yerden devam edeyim. Biraz önce ilk turda konuştuğumuz gibi, muhâlefetteki her parti, kendi içinde veya birlikte, nasıl kaybettiğine ilişkin bir yorum yapacak. Buna göre de bir yol haritası çıkartacak. Burada tespit doğru mu olacak, bu tespitin çözümü isabetli mi olacak, ayrı bir konu. Ama bir seçimin sonucu, sâdece bir aktörün yaptıklarıyla şekillenmiş olamaz. Bu, siyâsetbilimine de, eşyânın tabiatına da aykırı. Çünkü çok sayıda değişken ve o çok sayıda değişkenin çeşitli etkilerle oluşturduğu bir sonuç var önümüzde. Bunun içerisinden bir şeyi alıp, “Muhâlefet hatâ yaptı, adayı yanlıştı, şu bilmem ne oldu” diyerek nasıl çözemiyorsak ya da buradan çıkartacağımız sonuç doğru olmayacaksa, –bir sürü faktörü beraber değerlendirmek gerek– aynı şekilde, “İktidâra ne kazandırdı?” meselesi de öyle. Ama iktidârın, niçin kazandığı, ne sâyede kazanabildiği sorusuna cevap ararken daha basit bir perspektifi var. Çünkü biraz önce muhâlefet konusunu konuşurken de söyledik: Bütün aktörlerin kendi içindeki parçalılıktan kaynaklanan acayip bir karmaşası var. 

Ama bu tarafta, 2017’den îtibâren oldukça basit yöntemlerle yürüttüğü bir strateji var. Zâten büyük ölçüde bizi, belki başka yorumcuları ya da araştırmacıları da –anketler kısmını ayrı tutuyorum– yanıltan şeylerden birisi de şu: Hani “Aynı şeyleri yaparak farklı sonuç beklemek mümkün değil” diye popüler bir lâf var. Aslında bu basit kurala göre gidiyor. 2015 Kasım seçimleri, daha sonra referandum, daha sonra 2018 seçimi sürecinde, hep şaşırtıcı biçimde, şunun iktidârın aleyhine olduğunu düşündük: Sürekli muhâlefeti konuşarak, kendi tabanının ve genel olarak seçmenin ihtiyaçlarını dikkate almayan, oradaki kendi güç kaybını ve erimesini öngörmeyen bir yaklaşım. Yani sürekli olarak negatif ve asıl olarak muhâlefeti konuşan bir tutumun ona kaybettireceği, kendisini bağlayan dinamikleri zayıflatacağı ve bunun bir etki yaratacağı varsayımı üzerinden, bunun bir etki yarattığını, ama bunun yeterli olmadığını da görüyoruz. Tam tersine, bu bildiği yolda devam, sâdece meydanlarda muhâlefete yüklenmek değil, devlet aygıtını nasıl kullandığı, yargıyı nasıl kullandığı, yasamayı nasıl kullandığı, temel iktisâdî, siyâsî, toplumsal kararlarda nasıl bir rota izlediğini de belirliyor. 

Erdoğan’ın, “Beni tekrar iktidarda tutan, tekrar %50’nin üzerinde tutunmamı sağlayan şey nedir?” sorusuna verdiği cevap, bence öncelikli olarak, kendi tarafındaki zayıflığını takviyelerle, kendisinin iyice sağına yaslanan Yeniden Refah Partisi, HÜDA PAR gibi aktörleri dâhil ederek sağlayabilmenin, yani o %50’yi, kendinden süzülen ama başka bir bloka geçmeyen, kendi sağına doğru biriken desteği tekrar ittifak olarak içine almak, ikincisi de karşı taraftaki açılım ya da genişleme istîdâdını durdurmak üzerine kurdu. Ayşe’nin söylediği, yerel seçimin muhâlefetin önüne bir şans getireceği kısmına katılmıyorum. Çünkü iktidar, zâten neredeyse her sene seçim yaparak ya da seçim atmosferini hiç düşürmeden devam ettirerek, aslında muhâlefetin üzerinde seçim baskısını da bir bozucu etki olarak kullanıyor. Burak’ın sık kullandığı poşet metaforu var ya? Aynı poşetin içine koyma meselesi, aslında sürekli âciliyet ve marketten tek poşetle çıkma mecbûriyeti yaratan 50+1 sistemi, kaçınılmaz olarak bunu sağlıyor. 

Ama Burak’a göre burada bunu aşmanın bir yolu, müstakil olmak ve ayrı poşetler bulmaya çalışmak ya da yanında file getirmek. Bir yolu da, birbirine toksik olmadığını, o poşetin içerisindekilerin toksik bir ilişkiyi reddederek başka bir biçimde var olmayı göstermeleri. O toksik durumu kabul edersen, birine deterjan, birine zehirli gıda malzemesi muamelesi sen de yaparsan, o toksik etki o poşetin içerisinde devam eder. Bence bu yine muhâlefetin önünde ve iktidar da yine buraya abanacak. Çünkü bu kısa dönemde, ben iktidârın herhangi bir strateji değişikliğine ihtiyaç duyduğunu düşünmüyorum. 

Daha önemli bir şey var: Bunu çok konuşmuyoruz, ama strateji yanlışları meselesine bakarken bir yöntem uygulandı. Ama bu yöntemin içerisinde, bunun yanlış sonuç vereceğini söyleyenlerin de büyük kısmının ortağı olduğu, sâdece aktörleri ve kişileri değiştirerek aslında aynı strateji uygulandı… Yani şöyle bir şey: Bir genel vasat var, bir sosyolojik vasat var. Kılıçdaroğlu, bunu aracılar vâsıtasıyla o kesime ulaşacağı iddiasındaki birilerini kendisinin yanına alarak ve belki de onlara fazladan bir şeyler vererek bu ilişkiyi sağlayabileceğini düşünüyordu. Bunun başarılı olmayacağını iddia edenler ise bunun aktörlerle sağlanabileceğini söylüyordu. Aslında baktığınız zaman benzer şeyleri söyleyen, sâdece yöntemsel farkları içeren bir şey bu. Meselâ DEVA veya Gelecek veya o muhâfazakâr partilerin, aslında merkez sağa yakın bir muhâfazakâr taban olduğu iddiasının ya da İYİ Parti’nin, açılabileceğini ve genişleyebileceğini söylediği merkez sağa yakın bir milliyetçi damarın olduğu ya da aslında kendisini temsil edecek aktörü bekleyen bir merkez sağın olduğu iddiaları da bu seçimde çok karşılanmadı. Sâdece strateji ve taktik veya uygulama hatâlarından ibâret değil. Şu an çıkan siyâsî tablo, iktidârın iyice kendinin sağına yaslanan, iyice oraya gömülerek, üstelik bunu %50’ye taşırarak, yani kendi sağına büzülerek değil, kendi sağına yaslanırken merkez potansiyeli olduğu iddiasındaki kesimleri de buna râzı ederek bir sonuç aldığını varsayarsak, burada bir merkez boşluğundan bahsedemeyiz. Bu daha önce de hep tartıştığımız şey: Böyle bir hazır merkez boşluğu yok, bu merkez boşluğun oluşturulması gerekiyordu. 

Şimdi iktidârın bu alabildiği zaferi devam ettirmesinin yolu, bu gerilimi, bu âciliyet hissini ve muhâlefetin sıkıştırılabildiği zorlukların veya mecbûriyetlerin devam ettirilmesine dayalı olacak. Zâten muhâlefet kanallarında hemen başlanan şey, ilk konuşmadaki vurgular. Daha birinci gün konuşmasına LGBTİ ile başlaması, hattâ şimdiden cezâ kesmelerin başlayacağının işâretleri… Gerçi şimdi muhâlefet içerisindeki birtakım tartışmaların içine sızan, Erdoğan’ın başka bir strateji yürütebileceği, onunla bir zemin bulunabileceği, daha yumuşak bir çizgiye geleceği söylentileri de var.

Ayşe Çavdar: Bunu söyleyenler dalga mı geçiyorlar acaba?

Kemal Can: Hayır. Çünkü sağcılık çok konforlu bir şey Ayşe. Yani iktidardayken çoğunluk kibriyle büyük bir şey yaparsın. Sonra bir biçimde orada yeterli olmazsan, bu tarafa geçersin. O çoğunluğun iddialarıyla burada akıl vermeye başlarsın. Böyle de devam eder. Bu çok konforlu bir şeydir. Üstelik bu geçtiğin tarafta, karşı mahalleden gelmiş bir adam olarak da büyük îtibar görürsün. Lâfına çok fazla kıymet verilir. Sen de onlara o mahallenin hikâyesini anlatırsın ve o mahalleyi başka bir şeye iknâ etmek için gram bir şey yapmazken, bu taraftakileri o mahalleye şirin görünmenin reçeteleriyle senelerce oyalarsın. Bu iş böyledir. Bu yine karşımızda. 

Ben de şunu söylüyorum: Yani hem kazanmasını sağlayan nedenler, hem bu nedenleri sağlayan taktik hamleler, hem muhâlefet üstüne uyguladığı strateji, hem de iktidar performansı açısından Erdoğan’ın oturup değiştirmesi gereken bir şey olduğunu düşündüğünü sanmıyorum. Tam tersine, bunu devam ettirmesi gerekiyor. Meselâ şu da çok önemli değil: Bunlar zamânında çok şey söylendi, ama Mehmet Şimşek mi gelmiş, Nebati mi yapmış, AKP’ye oy verenlerin çok da umûrunda değil. Bu seçimi, o halk röportajlarında “Elim kırılsın bir daha AKP’ye oy verirsem” diyenlerin ne kadarının tekrar AKP’ye verdiği belirledi zâten. Ekonomik oy verme davranışının etkisizleşmesinde, buradaki liyâkat meselesinin, oradaki aktörlerin kim olduğunun, Merkez Bankası başkanının bağımsız olup olmadığının bir belirleyiciliği yok; dolayısıyla bunun bir önemi de yok. Bu, birtakım iş çevreleri için çok mühim olabilir, buna bakabilirler. Ama sonuçta hiçbir şey de olmaz. Hatırlarsanız, altı ay içerisinde, Berat Albayrak’ın alınmasını, sonra gelen adamları, onların gönderilip öbürünün gelmesini o kadar kolay yapabildi ki Erdoğan. Fâiz artırdı, sonra düşürdü, sonra yine arttırdı. Önemli olan şu: Erdoğan’ın bunun yapabilir olduğunu; onu getiren ya da gönderenin kendisi olduğunu göstermesi yeterli. Dış politikada da böyle, ekonomide de böyle. 

Dolayısıyla biz yerel seçime kadar, koyulaşmış, sertleşmiş, cehennem kapısından gelen harâretin arttığı bir süreç yaşayacağız. Bu sürecin karşısında olanların da, yine tıpkı daha önceki süreçlerde olduğu gibi, bu kritik eşik meselesinin baskısı ve âciliyeti altında, ana strateji ya da ana meseleyi tartışmadan reçeteleri konuştuğu, reçete hatâları üzerinden sonuç almaya çalıştığı, asıl olarak iktidârın, Erdoğan’ın en iyi bildiği zayıf yönüne hiç hamle etmedikleri… Çünkü zayıf yönü liyâkat meselesi de değil, baskı meselesi de değil, soğan meselesi de değil. Kendi tabanı ile kurduğu ilişkinin bir zâfiyeti var. O ilişkiyi kimse konuşmuyor. Tam tersine, oradaki kimlik âidiyetlerini tekrar parlatmaya, daha da büyütmeye yöneliyor. 

Ayşe Çavdar: Aynen öyle. 

Ruşen Çakır: Orada, “Gelecek, DEVA ve Saadet partileri bunu yapar” diye bir beklenti vardı. 

Kemal Can: Zâten burada problem şu: “Biz onlarla konuşamıyoruz; konuşabilen, aracı olacak birini bulalım. O gitsin bizim adımıza konuşsun”. Ama o gidip konuşacak olanlar onlarla konuşmuyor, gelip seninle onların taleplerini sana ileten başka bir aracılık yapıyorlar. Neyse, ben yerel seçime kadar sürecin, tıpkı geçirdiğimiz şu kampanya sürecinin simetriği olarak devam etme ihtimâlini risk olarak görüyorum.

Ruşen Çakır: Burak, sen katılıyor musun? En azından yerel seçime kadar sert bir dönem yaşayacağız. Hattâ daha sertleşecek bir dönem. Ne dersin? 

Burak Bilgehan Özpek: Hemen cevap vereyim. Ben demokratik açıdan bir yumuşama beklemiyorum açık konuşmak gerekirse ve o fikri iddia edenlere katılmıyorum. Demokratik açıda yumuşamanın, Erdoğan açısından kazandıracak bir tarafı olmadığı gibi, bu “yumuşama” kavramını öne sürenlerin referans verdikleri dönem de aslında çok demokratik bir dönem değildi bana sorarsanız. Ben AKP târihini öyle okumuyorum. Yani 2002-2010 arasını çok demokratik bir dönem olarak değerlendirirseniz, bu tip zanlara kapılabilirsiniz. Ama o dönemde de, demokrasi adı altında ya da demokrasi çığlıkları ile yükselen bir gizli despotizm vardı ve hepimiz bunun farkındaydık. O yüzden, Tayyip Erdoğan’ın bir sonraki dönemde daha demokrat bir lider olacağı bekleniyorsa, boşuna beklenmesin. 

Fakat şöyle bir durum var: Türkiye’nin bundan sonraki dönemde kendi iç siyâsal meseleleriyle mi uğraşacağı, yoksa ekonomi gibi devâsâ bir problemle mi meşgul olacağı sorusu çok önemli. Mehmet Şimşek’in sisteme dâhil olması, evet, normal AKP seçmeninin oy verme davranışı üzerinde çok kısıtlı bir etkiye sâhip olabilir. Fakat makro anlamda Türkiye’nin ekonomisi gerçekten büyük bir sıkıntı içerisinde. Artık günlerin hesap edildiği, ödemeler dengesi krizinden bahsedildiği bir durum yaşıyoruz ve Mehmet Şimşek’in sisteme girmesi, onun sunduğu bâzı şartların da kabul edilmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin enerjisinin iç siyâsete mi, iç kargaşaları mı harcanacağı, yoksa ekonomideki temel sorunların çözümüyle mi uğraşılacağı meselesi burada önemli kazanıyor. Bu sorunların çözülmesi için de, sürekli olarak demokrasi ve ekonomik iyileşme arasında bir korelasyon kuruluyor. Ben o kanaatte de değilim. Yani ekonominin iyileşmesi için illâki demokratik standartların yükselmesine gerek yok. Fakat bir şeye ihtiyaç var; o da kurumsal bürokrasinin işler hâle gelmesi. 

Kurumsal bürokrasinin işler hâle gelmesi, devletin altyapısal gücüyle alâkalı bir şeydir. Devletin despotik gücü yerinde kalabilir; fakat altyapısal iktidârı değişebilir. Despotik bir ülke aynı zamanda çok kurumsal bir devlete de sâhip olabilir –meselâ Çin Halk Cumhuriyeti bunlardan bir tânesi–, dolayısıyla ekonomisi de iyi seyredebilir. O yüzden biz sürekli olarak bu 2002-2010 yılları arası yarı liberal yarı muhâfazakâr, şu anda da muhâlefette olan insanların okumaları üzerinden bir kanaat üretiyoruz. Fakat bu doğru değil. AKP hükûmetinin bundan sonraki dönemde demokrasi açısından çok umut verici olmadığını söyleyelim. Fakat ekonomiyle uğraşmak istiyorsa ya da ekonomik problemleri elimine etmek istiyorsa, daha kurumsal bir devlet inşâ etmesi gerekecek. Yani Şahap Kavcıoğlu’nun Merkez Bankası Başkanı olmaması gerekecek. Nurettin Nebati’nin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olmaması gerekecek. Emirle iş yapan banka genel müdürlerinin artık olmaması anlamına gelecek. Bu da, daha kurumsal, en azından ekonomi bürokrasisi açısından bir düzenlemeye yol açacak. Bunu başarabilir mi? 

Ayşe Çavdar: Erdoğan bunları yapamayacaksa, ne yapacak da otoriter olacak? 

Burak Bilgehan Özpek: Dediğim gibi, otoriter olup kurumsal bir bürokrasi kuran devletler var ve ekonomileri de fena değil. Singapur örneği var, Çin örneği var. Bunlar demokrasi vakaları değiller. Hattâ Rusya örneği var. Rusya Merkez Bankası Başkanı son derece saygın bir ekonomist ve Putin’in bütün çılgınlıklarına rağmen para politikasını bozmuyor. Putin de, bütün çılgınlıklarına rağmen Merkez Bankası’na müdâhale etmiyor. Yani otoriter olmak saçmalamak anlamına gelmiyor dünyanın birçok yerinde. O yüzden, ekonomi kurumlarını, özerk olması gereken kurumları yeniden özerkleştirebilir. Ben bunu bekliyorum. “Bekliyorum” dediğim, “kesinlikle yapacak” anlamında değil. Eğer ekonomik krizi elimine etmek istiyorsa böyle bir düzenlemeye gider. Mehmet Şimşek’in ismi de bu açıdan bize bir şeyler söylüyor aslında. Önümüzdeki döneme dâir, bu muhâlefet yapısı bu şekilde devam ederse, Erdoğan kazandığı oyuna devam edecek. Çünkü bu oyunu bu şekilde kazandı. Çok komplocu bir yere de savrulmak istemiyorum; fakat muhâlefeti dizayn etme çabası, muhâlefeti bir şekilde kendi oyun sâhasına çekme çabası bu seçimde sonuç verdi. Kampanya dilinden tutun da adayların belirlenme sürecine kadar yine aynı şekilde devam edilecekse, yerel seçimlerde de benzer bir âkıbet bekliyorum ben. 

Kemal Abi sosyal bilimlerde bir olguyu açıklayan birçok değişken olduğunu söyledi. Doğru. Fakat biz bu değişkenleri tasnif edebiliriz; ederiz de. Meselâ “bağımsız değişken” ve “bağımlı değişken” olarak neden-sonuç ilişkisini açıklarız. Fakat bunların arasında bir de “müdâhil değişkenler” vardır. Şöyle anlatayım: Meselâ yoksulluk ile yaşam süresi arasında bir ilişki kurabiliriz. “Yoksul insanlar daha az yaşar” deriz. Ölen bir insan gördüğümüz zaman, “Çok fazla çalıştı, çok riskli işlerde çalıştı, çok yoruldu, çok kötü beslendi, çok az uyudu” gibi çıkarımlarda bulunabiliriz. Yani birçok değişken bu insanın ölümünü açıklayabilir. Fakat bu insanın ölümünü açıklayan ana sebep yoksulluktur. Çünkü yoksul olduğu için çok çalıştı, yoksul olduğu için çok mutsuz oldu, yoksul olduğu için kötü beslendi. Onun için, tek bir değişkene indirgeme meselesi, sosyal bilimlerin ruhuna o kadar da aykırı bir şey değil. İktidar modelini, iktidar mîmârîsini bu şekilde kurduğunuz için kampanya dili bu şekilde oldu ya da toplumsal tepkiler bu şekilde gerçekleşti. O yüzden, yüzlerce değişken varmış gibi görünen şey aslında tek bir değişkenin dolaylı sonucu olabilir.

Kemal Can: Burak, ben de başka bir örnekle açıklayayım: Meselâ insanlar 10 yıllık, 20 yıllık bir iktidar döneminde, toplam bir gelir kaybı yaşıyorlar, refahlarını kaybediyorlar. Çalışan nüfûsun toplam gelirden payı neredeyse %50 oranında düşüyor. Bu siyâsal davranışlara yansımıyor. Bu sömürünün ve servet transferinin olmadığı sonucunu çıkartmaz. Yani buradan beklenen siyâsî sonucun, oluşması gereken neden-sonuç ilişkisinin gerçekleşmemesi, onun başlangıçtaki nedeninin etkisini ya da varlığını yok etmez. Bu anlamda bir şey var. Genellemeyle sonuçtan yola çıkarak, tersine dönüp, “Demek ki o kadar da zarar görmemişler” diyemeyiz. Zarar görmediğini düşünüp başka türlü davranmasına neden olan başka gerekçeleri var. 

Burak Bilgehan Özpek: Vardır. Hipotezi değiştirebiliriz, başka bir değişkenle eşleştirebiliriz. Ama “Yüzlerce sebep var, yüzlerce değişken var ve hepsi etkilidir” demek yerine, bence bunların üst kümesini bulmak bizi de rahatlatır; daha açıklayıcı oluruz. Yani “İllâki tek bir sebebi vardır ve bunun dışında başka bir yorumu, başka bir açıklaması yoktur’’ demiyorum.

Kemal Can: Ben sâdeleştirmeye îtiraz etmiyorum. Resetlemeye îtiraz ediyorum, birtakım şeylerin olmadığı sonucunu çıkartmaya. Bir genel sonuçtan, neden-sonuç ilişkisi düz matematik olarak çalışmadığında, “Demek ki böyleymiş” sonucunu çıkartmaktan bahsediyorum. Sâdeleştirme, bütün matematik hesaplarda yapılabilir bir şeydir zâten. 

Burak Bilgehan Özpek: Tabiî. Bir hipotez test edilir, yanlış çıkar. Bu, alternatifinin doğru olduğu anlamına da gelmez. Birçok alternatifi de olabilir. Tek bir alternatifi olduğu anlamına da gelmez. Bunların hepsinin test edilmesi lâzım. Ben geçen haftaki “Adını Koyalım”da da söyledim; meselâ Altılı Masa meselesinin işlememiş olması, başka bir modelin kesinlikle işleyeceği anlamına gelmez. Ama bunun işlemediğini gösterir. Dolayısıyla orada bir karmaşaya sebep olmamak lâzım. Biraz sâdeleşerek gitmek gerekiyor.

Önceki seçimler konusunda bir şey söylemek istiyorum: Ayşe, “Muhâlefet çok orantısız bir hükûmet kampanyasına karşı mücâdele etmek zorunda kaldı” dedi. Ben, önceki başkanlık seçimleriyle mukayese edildiği zaman, Tayyip Erdoğan’ın oy oranının sâbit kaldığını görüyorum. Ve önceki seçimlerle mukayese edildiği zaman, muhâlefetin de nispeten önceki seçimlere göre çok daha âdil bir kampanya yürüttüğünü düşünüyorum. Biz, 2014 senesinde word dosyası üzerine kopyala-yapıştır yapılmış bir ekmek resmi ve “Ekmek için Ekmeleddin” sloganı ile muhâtap olmuş insanlarız. Ekmeleddin Bey miting de yapmadı bildiğim kadarıyla; çok kısıtlı bir bütçeyle başkanlık kampanyasını yürüttü. 

Ayşe Çavdar: Kimse inanmamıştı ki o seçime.

Burak Bilgehan Özpek: Mesele o değil. İnandık ya da inanmadık, gidip aynı oyu verdik. Baktığınız zaman, Ekmeleddin Bey’le Selahattin Bey’in oy toplamı %48,5. Yani inanıp inanmamamız, bizim kendimizi çok mutlu hissetmemiz ya da çok coşkulu bir şekilde bu işe asılmamız, toplam oyda bir değişiklik yaratmamış. Şimdi, özellikle belediyelerin kazanılmasından sonra, muhâlefet medyasında büyük bir atılımı görüyoruz biz. Halk TV, Sözcü TV, KRT, Tele1, Karar TV,  TV5, Milli Gazete, Cumhuriyet, BirGün… Yani çok ciddî anlamda bir medyası olan muhâlefetle karşı karşıyayız. Yıllardır muhâlefetin medyası olmadığından çok ciddî bir şekilde şikâyet ediyorduk. Ama artık muhâlefetin bir medyası var; oldu.

Ayşe Çavdar: Ama ana akım değil. Bu aynı şey değil. Kendi kitlesine propaganda yapan medyayla, herkese propaganda yapan medya aynı şey değil. 

Burak Bilgehan Özpek: Bugün Fox TV var meselâ. O zaman hiç kimse ana akım değil. Çünkü hükûmet medyası da kendi seçmenine propaganda yapıyor. Bununla birlikte, bir de çok fazla billboard yağmuruna tutulmadık mı biz? Kemal Abi’nin yıllardır eleştirdiği, seçimin siyâsetin ötesine çıkıp, söylemlerin ötesine geçip, bir PR kampanyasına dönüşme işini biz bu seçimde biraz yaşadık galiba. PR şirketlerine çok fazla para harcandı. Bu mesele biraz toplumla siyâsetçi arasında yapay bir şekilde, ama organikmiş gibi gözüken duygusal bağ kurdurma işine dönüşmedi mi? Tabiî ki rekabetçi otoriter sistemlerde koşullar kesinlikle âdil değildir. Bunu bilerek oyuna başlarsınız ve bunu bilerek stratejinizi yaparsınız. Ama baktığınız zaman, Tayyip Erdoğan önceki seçimlerle aynı oy oranını almış. Fakat bu seçimle önceki seçimleri kıyasladığınız zaman, ciddî anlamda daha fazla kaynak harcanmış, çok daha fazla medya gücüyle hareket edilmiş, kampanyaya çok daha fazla enerji ve para ayrılmış.

Son olarak, AKP’den ayrılan muhâfazakâr partilerin belki bir çekim merkezi olabileceği düşüncesiyle ilgili bir şey söyleyeyim: Yani o 4 partinin Kılıçdaroğlu’nun adaylığı karşısında milletvekili alma hikâyesinin bir de böyle bir boyutu var. Kılıçdaroğlu’nun, seçim sonrası sağ siyaseti dizayn etme tutkusu vardı. Ve açıkçası, AKP’nin seçimden sonra dağılacağı düşünüldüğü için, bu partilerin bir çekim merkezi olacağı varsayılıyordu. Ama olmadı; şimdi elimizde 35 tâne muhâfazakâr demokrat var — 35 dedim, çünkü iki tâne liberal arkadaşım var onların içinde; muhâfazakâr demokrat değiller. 35 tâne muhâfazakâr demokrat insan var. Demokrasilerde şöyle oluyor: Önce oyu almanız lâzım, sonra bir makam elde etmeniz lâzım. Şimdi bu arkadaşlara şöyle bir iyilik yapıldı: Önce makam verildi, sonra oy almaları bekleniyor. Bu benim mantığımın çok aldığı bir şey değil. 

Bu ekonomik koşullarda, insanların bilgiye rahatlıkla ulaşabildiği şu çağda, Babacan ve Davutoğlu bütün sıkıntılara rağmen oy alamadıysa… Bu insanlara cumhurbaşkanı yardımcılığı verdiniz. Yani kabinede 8 tâne koltuk verdiniz. Bu şartlara rağmen oy alamadılarsa, açıkçası bundan sonra da çok ümitli değilim. Onların güç mekanizmasında işgal ettikleri yerden ziyâde, kendi partilerinin kurumsal yapıları, söylemleri ve liderlik profillerinin değişmesi ve sorgulanması gerekiyor bence. YouTube’da “Ali Babacan’la Bi’ Kahve” diye bir program var, biliyor musunuz? Ali Babacan kahve yapıyor, meşhur bir konuk geliyor, onunla sohbet ediyorlar. YouTube’da “Ali Babacan’la Bi’ Kahve” programı, Ali Babacan’ın Anadolu’da bir kahvehâneye gidip oturmasıyla daha anlam kazanır. Ali Babacan meselâ Bayburt’ta bir kahveye gidip konuşacak. Hakîkaten, siyâsete böyle angaje olmadıkça, muhâfazakar demokrat kökenden gelen partilerin çok da câzibe merkezi olmaları bence mümkün değil. 

Ruşen Çakır: Bunu dinlerken, aklıma Meral Akşener’in, son hafta Kadıköy, Beşiktaş’ta seçim kampanyası yapması geldi aklıma. Zâten CHP’nin, Kılıçdaroğlu’nun %70 aldığı bir yerde… 

Kemal Can: Burak’ın o söylediği, “Önce mevki verip, sonra sonuç eklemek” meselesi, siyâsetin değil, meselâ futbolun ya da sanat dünyasının transfer mantığına uyar. Futbolcuya önce para verirsin, sonra gol atmasını beklersin. Tam tersi yani; önceden veriyorsun ve onun bir şey yapacağını bekliyorsun. Ama işte burada böyle olmuyor; bir şey yapmadan verilince olmuyor.

Ruşen Çakır: Transfer meselesine gelmişken, Burak, arkanda duran o formanın bugüne çok denk gelmediğini vurgulamak isterim. Herkesin kararına saygılıyız ama… 

Ayşe Çavdar: Ruşen, seni tebrik ederiz tabiî ki. Galatasaraylısın ama biz de Beşiktaşlıyız, yapma o kadar. Bir dahaki yayına ben de formamla gelebilirim. 

Burak Bilgehan Özpek: Ruşen Abi, biz Beşiktaşlılar hakîkaten varoluşçuluk felsefesiyle çok hemhâl olmuş insanlarız. Yani şampiyon olduğumuz günle şampiyonluğu kaçırdığımız gün arasında ruh hâlimiz ve Beşiktaş’a olan sevgimiz arasında hiçbir fark yok.

Ayşe Çavdar: Kesinlikle.

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, programı seninle noktalayalım. Nasıl bir Erdoğan dönemi bekliyorsun? 

Ayşe Çavdar: Önce, Kemal’in az önce yerel seçimlerle ilgili gayet haklılıkla dikkat çektiği noktaya ilişkin bir şey söyleyeyim. Elbette zorlayacak; hem de bütün kuvvetiyle zorlayacak; yine bu kutuplaştırma ve kimlik siyâseti üzerinden muhâlefeti sıkıştıracak. Ama yerel seçimler, naturası gereği yerel çıkarların, yerel gücün paylaşıldığı ve müzâkere edildiği yerler. Dolayısıyla orada o kadar işlemeyebilir ve bu nedenle zâten yerel seçimler genel seçimlere oranla taşra teşkîlâtlarını yeniden şekillendirmeye daha elverişli bir zemin oluşturabilir diye önermiştim az önce; söylediğim buydu. Yoksa tabiî ki Erdoğan, hele büyükşehirlere bütün kuvvetiyle saldıracak şimdi. Belki de bir kayyum idâresi altında olacak İstanbul ve öyle gideceğiz. Ya da Meclis’te AKP çoğunlukta olduğu için, AKP’li bir belediye başkanıyla gideceğiz yerel seçime. Allah bilir neler olacak? Ama son derece krizli, son derece kavgalı ve son derece baskıcı bir ortamda yerel seçimlere gideceğimiz ortada. Ondan sonrası için de bir iyileşme düşünmüyorum. Dolayısıyla bu seçimin en büyük kaybedeni, başta cezâevlerinde rehin tutulan arkadaşlarımız. 

Daha seçimin ertesi gününde devlet, bir grev hikâyesi nedeniyle Bağımsız Mâden İşçileri Sendikası’na saldırdı. Bir hayli yol kat etmiş olan sendikacıların bileklerine kelepçe takıldığını gördük. Dolayısıyla, bence bunlar bile yeter iktidârın ne tarafa doğru gittiğini söylemeye. Daha hemen başladılar. İki seçim arasında, Süleyman Soylu’nun HÜDA PAR’ı devlet aklıyla açıklaması, meselâ zâten Kürt meselesi konusunda nasıl bir yöntem izlemek istediklerini ortaya koyuyor. HÜDA PAR’ın orada olma sebebi, muhâfazakârlık ya da kadınlarla ilgili yapacakları provokasyon değil. Verecekleri her yasa teklifiyle, kendileri dışındaki, muhâfazakâr segment dışındaki tarafların öfkesini kabartmaya ve kutuplaştırmaya katkıda bulunacaklar. Ama anladığım kadarıyla asıl işlevleri, Süleyman Soylu’nun da dediği gibi, Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı yerlerde muhâfazakâr siyaseti… Dindar da değil. HÜDA PAR’ın siyâseti başka türlü bir şey. Ona muhâfazakâr da diyemem; İslâmcı bile diyemem, bambaşka bir şey. O şeyi seküler Kürt siyâsetini sahada sıkıştıran bir tehdit unsuru olarak kullanmak istediklerini gösteriyor bence. 

Dolayısıyla bütün bunlar, önümüzdeki dönemin herhangi bir yumuşamaya gebe olmadığını, aksine, Kemal’in söylediği gibi, seçim esnâsında, onu başarıya ulaştıran sert kutuplaştırıcı dili devam ettirmek için her türlü bahâneyi kullanacağını gösteriyor. Çünkü ona başarıyı bunun sağladığını düşünüyor. Bunun mâliyeti nasıl olur pek de umurunda değil. Çünkü onun için önemli olan, o seçimi zorla ya da şerle kazanmış gibi yapması. Ben böyle bir ortamda gerçekleşmiş bir seçimin herhangi bir kazananı olduğunu düşünmüyorum. Tekrar etmek istiyorum: Zafer zafer büyüyen bir yenilgi vardır.

Ama ben bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum: Erdoğan, az söylese de, sonuçta kendi yaptığı anayasaya göre –tabii ki o anayasayı her an değiştirebilir, o başka bir şey– son kez cumhurbaşkanı olarak seçime girdi. Kendisi de böyle söyledi. Hattâ Aydın Ünal da, ona son kez oy vermek gerektiğinden, bunun bir vefâ meselesi olduğundan bahsetti. Bütün seçim süreci boyunca vurgu yaptıkları en insânî duygu da buydu. “Erdoğan sizden seçimi son kez istiyor; hadi oy verin. Vefânızı gösterin.” Ben bunun oy verme sâiki olduğunu düşünmüyorum. Bunun bir oy verme sâiki olduğunu düşünselerdi, daha çok tekrar ederlerdi; ama bu kadarda kaldı. Dolayısıyla öyle bir şey değil. Daha çok, öbür tarafın ne kadar da acı çektiğini görüp, kendi acısını unutma hâliyle, o çekirdek seçmenin AKP’ye sâdık kaldığını zannediyorum. Fakat şimdi kabine dediniz ya? Kabine meselesine gelince: Oluşturacağı kabine içinde Mehmet Şimşek olur mu olmaz mı bilmiyorum. Ben Mehmet Şimşek’in yerinde olsam, olmazdım. Çünkü sonuçta îtibârımı ortada bırakıp öyle emekliye ayrılma ihtimâlim doğardı. Az önce Burak da söyledi: Belli ki ekonomiyi tek başına bırakmayacak bu adam. Hattâ kendi tanıdığı, güvenliği, seçtiği uzmanlara bile bırakmayacak. Çünkü orayı yönetmediği müddetçe herhangi bir şey yönettiğini düşünmüyor. Çünkü İslâmcılığın kendi içinde de var, AKP zihniyetinin kendi içinde de. Her şeyden önce orası bir esnaf partisi. Kültürel hegemonyadan söz etseler bile, parayı yönetmediği zaman, herhangi bir şeyi yönettiğini düşünmüyor. 

Fakat şunu bilmiyoruz: Yerel seçimlerde de, özellikle İstanbul’un intikamını almak isteyecektir. Ankara’yı o kadar önemseyeceğini zannetmiyorum. Kendisinden sonraki iktidârı ya da kendi mîrâsını yönetme kabiliyetinin ne olduğunu ilk defa ve son defa test edeceğiz burada. Kabine bize, bu oluşturduğu siyâsetin ve sâdece AKP’den ibâret olmayan siyâsetin devâmı konusunda, kendisinin ve yakınlarının nasıl bir tahayyüle sâhip olduğunu gösterecek. O açıdan, bir hayli ilginç olacağını düşünüyorum. Kabinenin, kimin hangi bakanlığı yöneteceği ya da orada söz sâhibi olacağı üzerinden değil… Çünkü orada zâten öyle bir durum yok, sonuçta Erdoğan ne derse o oluyor. Bakanlar ona referans vermeden hacetlerini gidermeye bile gidemiyorlardır muhtemelen. Kabineye hangi isimleri nasıl ve hangi bakanlıklara getireceği, AKP’den ibâret olmayan siyâsetin geleceği konusunda bize bir fikir verecek. Bu açıdan karşımıza hayli enteresan bir manzara çıkacak gibi görünüyor. 

Başka da bir şey söylemeyeceğim. Geriye kalanı da zâten Burak ve Kemal söylediler. Önümüzdeki dönem zor olacak gibi görünüyor. Sâdece muhâlefet için değil, AKP için de zor olacak. Çünkü tıpkı 2019’da olduğu gibi –2019’da daha enflasyon yeni yeni baş göstermeye başlamıştı– yerel seçime ciddî bir ekonomik sıkıntı içerisinde gidecek. Memur ve işçi çalışanların ücretlerine yapacakları manipülasyonu, bu defa, doğalgazı 1 ay ücretsiz vermek üzerinden kurguladıkları görünüyor. Demek ki topluma bu türden çok ayak oyunu yapacaklar. Bunları anlatmak gerekecek yerel seçimler öncesinde. 

Dediğim gibi, yerel seçimler daha genel, kimlik kategorilerinin tartışıldığı ya da müzâkere edildiği alanlar değil; daha âcil, daha şimdi, daha yakın çıkarların ve meselelerin tartışıldığı bir yer. Dolayısıyla muhâlefetin ne yapıp edip mevzûu o tarafa doğru çekmesi lâzım. Bir taraftan Erdoğan kendisinden sonrayı planlarken, belki bunun da üzerinde durmaları iyi olur; “Erdoğan’la bitiyor artık” demeleri de gerekebilir. Önümüzde, bayağı bir “enteresan” –bunu ironiyle söylüyorum– ve ne yazık ki ibretlerle dolu olacağı belli bir zaman var gibi görünüyor.

Burak’ın bahsettiği gibi, küçük sağ partiler orada ne yapabilirler? Haklı da. Oy alıp oraya gelselerdi, orada durdukları yer biraz daha anlamlı olurdu. Ben gayet insânî bir yerden bakıp, belki kendilerine pek de hak etmedikleri bir hediye verildiği için, hakkını vermeye çalışırlar diye umut ediyorum. Bunu da ironiyle söylüyorum; çünkü hiç böyle olacağını düşünmüyorum. Ama az önce söylediğim, Erdoğan’ın son dönemi olması ve Erdoğan’ın kendisinden sonrasını nasıl planladığına dâir işâretlerin bu dönemde görülecek olması, onları, AKP dışındaki muhâfazakâr seçmen için değil, ama AKP içindeki muhâfazakâr seçmen için, henüz cevap verecekleri değil nasıl bir siyâset yapacaklarına göre, şöyle bir baktıkları bir mecrâya dönüştürebilir. Ben böyle bir siyâsî kapasiteleri olduğunu henüz düşünmüyorum. Oluşturabileceklerini çok zannetmiyorum. Çünkü Millet İttifâkı’na yaptıkları katkı da, daha çok, bürokratların yapabileceği türden işlerdi. Yani müstakbel bir devletin belgelerini hazırladılar. Ama seçim sürecinde, kampanya sürecinde gördük ki, sâhada siyâset yapma becerileri o kadar yok. Dolayısıyla bu ellerindeki becerilerle, onlar da bir özeleştiri yapıp –pek de alışkanlıkları değil ama– “Biz ne yaptık, ne yapabiliriz?” sorularına cevap verirlerse, AKP’nin bundan sonraki geleceğinin –5 yıl sonrasından bahsediyorum ya da belki götüremezler daha erken bir seçim de olabilir– Erdoğan’ın yokluğu dolayısıyla belirsiz olması durumundan yararlanabilecekleri bir açıklık var. Tabiî eğer böyle bir siyâsî kapasiteleri varsa.

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada noktalayalım. Ben iki hafta ara vermiştim, onu da telâfî etmiş olduk.

Ayşe Çavdar: Yani dönmen için Galatasaray’ın şampiyon olması mı gerekiyordu Ruşen?

Ruşen Çakır: Denk geldi. Her işte bir hayır vardır. Bu tür simgeler, semboller önemli. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.