Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (110): Yeni kabine & CHP’de yeni MYK

Yeni kabine yumuşama anlamına mı geliyor?

Erdoğan Mehmet Şimşek’ı özgür bırakacak mı?

CHP ve İYİ Parti müttefikliği sürecek mi? Kurumsal muhalefet ile toplumsal muhalefet arasında açılan makas

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la yine bir şeylerin adını koymaya çalışacağız. Arkadaşlar, merhaba. Bu hafta öncelikle yeni kabinenin adını koymaya çalışalım. Ne olabilir, neler olabilir, isimler ne anlam ifâde ediyor? Bir diğeri de tabiî ki muhâlefette nasıl bir şey var? Ya da bir şey var mı? Onu tanımlamaya çalışalım. Bu arada, izleyicilerimize de şimdiden duyuralım: “Adını Koyalım”ı bir süreliğine tâtile çıkarıyoruz. Sürenin ne kadar olacağı şu anda belli değil; ama olağanüstü bir durum olursa, adını koymayı hak eden bir gelişme olursa, ben ekibi apar topar toplayacağım. Ama normal şartlarda bu yayın, bizim tâtil öncesi son yayınımız olacak. Önce Kemal’le başlayayım.

Kemal, ortaya bir kabine çıktı ve üzerine çok fazla analiz yapan da olmadı. Ama genel kanı ve benim de söylediğim, bu kabine siyâsî yönü güçlü olmayan, daha çok teknokrat ağırlıklı isimlerden oluşuyor. Hakan Fidan dışında dikkati çeken isimlerin olmadığı bir kabine. Belki yeni Millî Savunma Bakanı, eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’i bir ölçüde sayabiliriz. Bir de, milliyetçi olarak bilinen isimlerin olmadığını görüyoruz. Meselâ Sinan Oğan yok. Başka isimler de yok. Bir önceki kabinede, hem AKP’li, ama aslen ülkücü kökenli Vedat Bilgin vardı; bu kabinede yok. Süleyman Soylu ve Hulusi Akar’ı da yeni kabinede görmüyoruz. Buradan hareketle, birileri Erdoğan’ın olayı rasyonelleştirmeye çalışacağını düşünüyordur. Tabiî ki burada en önemli husus ekonomi. Ekonominin başına getirilen Mehmet Şimşek bugün görevine başladı. Döviz kurları aldı başını gitti. Yüzde 7’nin üzerinde artışlar oldu. Mehmet Şimşek, “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır” diye açıklama yaptı. Bütün bunları sen nasıl okuyorsun? Gerçekten değişen bir şeyler var mı, olabilir mi? Yoksa değişik isimlerle yine kaldığımız yerden devam mı edecek?

Kemal Can: Önce, bu kabine vesîlesiyle, “Analiz edilecek, üzerine konuşulacak bir şey var mı, yeni bir durumla karşı karşıya mıyız?” kısmından başlayayım. Bu kabine açıklandığında, hattâ açıklanmadan önce kulislerle birlikte başlayan konuşmalara baktığımda, iki cenahta bir iştah yarattığını görüyorum. Bir tânesi, özellikle iktidâra yakın ama eski ana akımmış gibi, sanki arada duruyormuş gibi yapanların büyük bir iştahla bunu konuştuklarını görüyorum. Liyâkatli kadroların gelmesinden, bu isimlerin özelliğinden, yeni ne yaratacağı konusunda, yoğun, iştahlı ve tekrar kendi pozisyonlarını mâkul hâle getirecek bir zemin gibi, bunu çok iştahla konuştuklarını görüyorum. Yine böyle pozisyon alan birtakım yorumcu, araştırmacı, gazetecilerin, yine bu iştahla bu programların içerisinde yer bulduklarını, kısa bir süre önce biraz bocalamış, başka bir tarafta durur gibi olanların tekrar bir hizâya girdikleri ve bunu da hani “Her şey rasyonele gidiyor, biz de rasyonele yanaşıyoruz” şeklinde yorum yaptıklarını görüyoruz.

İkinci cenah ise muhâlefet cephesinde, yine o iki sandalye arasında oturmaya niyet edenlerin epeyce malzeme sunduğunu, onların iştahla bunu konuştuklarını, Soylu’nun tasfiyesi üzerinden liyâkatli kadroların gelmesi, Mehmet Şimşek’in iktisat biliminin gereklerini yerine getirecek müdâhalelerinden, Erdoğan’ın artık başka bir çizgide ilerleyeceğinden bahisle, orada da yine pek çok insanın kendi pozisyonunu yeniden tanımlarken, bu kabine değişikliği üzerinden epeyce lâf ürettiğini, epey malzeme temin ettiğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Yani “Bahâne arıyorlardı, bahâne oldu” diyorsun.

Kemal Can: Evet. İki cenahta da bahâne sağlayan bir şey var. Ama gerçekten birtakım sonuçları olabilecek tarafları da var, onu da söyleyeyim. Meselâ ekonomi meselesinde şunu görüyoruz: Aslında Erdoğan seçimden önce de denedi; seçimden önce Mehmet Şimşek’le birkaç görüşme yapıldı, bunlar basına yansıdı. Hattâ o târihten bunu açıklayarak seçime gidebileceği ve dolayısıyla bunu bir kampanyasının içine yerleştireceği söylendi. Ama kampanyanın son düzlüğünde, Erdoğan’ın izlediği strateji bununla çok uyumlu değildi. Çünkü ekonomide tamâmen dengelerin değiştirileceği, yani çizgi değişikliği olacağı iddiası Erdoğan’a kazandırır mıydı ya da Erdoğan’a kazandıran şey bu olur muydu? Yoksa şu anda yürütüp kazandığı yoldan ayrılır mıydı? Çok emin değilim. 

O kulislere çok hâkim değiliz, bilmiyoruz. Aslında kulisler bilgi olarak da biraz tuhaf biçimde yansıdı. Belki de zâten böyle programlanmıştı. Yani Erdoğan belki seçimden önce Mehmet Şimşek’i açıklamak üzerine görüşmeler yapmıyordu; onu bilmiyoruz. Ama şu açık: Erdoğan, ekonomide ve diğer bütün alanlarda değişme vaadiyle seçim kazanmadı. Tam tersini söyledi, tam tersini yaptı, tam tersinin altını çizdi. Hattâ ekonomiyle ilgili konularda da gayet net biçimde, “Biz fâiz düşürmeye devam edeceğiz. Ben ekonomistim” tezlerini hiç eksiltmedi. Tabiî ki ağırlığı başka konulardı; montaj videolar ve muhâlefetle uğraşmaktı. Ama bunların da altını çizmeye devam etti ve burada bir değişiklik sinyali vermedi. Ama kabinenin oluşmasıyla birlikte, aslında seçimi kazandırmayacak değişmezlik iddiasını, iktidarda kalmak ve iktidarı yönetmek için lüzumlu olan değişiklikle tamamlayacağını gördük. Bunun Erdoğan’ın her zaman yaptığını biliyoruz; dış politikada, ekonomide herhangi bir alanda, siyâsette de böyle. Bir şeyin tam tersini yaptığında birdenbire ayağa kalkan bir tabanı yok. “Birdenbire ne oluyor?” diyen bir çevre yok. 

Ruşen Çakır: Hattâ tam tersini görüyoruz. Meselâ Yavuz Oğhan, aynı televizyon kanallarında aynı insanların, “Nihâyet ekonomide doğru insanların, doğru politikaların geldiğini, kadroların değişmesi gerektiğini” söylediklerinden bahsediyor. 

Kemal Can: Dolayısıyla Erdoğan aslında hem tabanında hem ortalama kanaat dünyasında hâkim olan şeyi çok iyi kullandığı için… Yani Erdoğan’ın yaptıklarından kerâmet üretmek, Erdoğan’ın kendisinin becermesi gereken bir mesele değil. Onun adına, tabanının ya da birtakım akıl üreticilerinin sağladığı bir şey. Eskiden de, o demokrasi ve Avrupa Birliği süreci sırasında da öyleydi. Onu teorize eden Erdoğan değildi. Onun adına birileri, bu sosyolojinin nasıl demokrasiyi mecbûren getireceğini anlatıyorlardı. Şimdi de bu durum tâzeleniyor. Ama şöyle bir tarafı var: Bir yandan da, Erdoğan’ın önünde iki önemli meselesi olduğu için, mutlaka sonuç alması ve bu kazandığı seçimi tekrar tescil edecek olan yerel seçimi almak; ağırlıklı olarak da İstanbul ve büyük şehirleri almak üzerine kurduğu bir yakın vâdeli strateji var. Dolayısıyla bütün bu kabine değişikliğinin buna hizmet etmesiyle ilgili bir önceliği olduğundan kuşkum yok. Hattâ seninle geçen haftaki Haftaya Bakış”ta konuştuğumuz gibi, aslında Mehmet Şimşek’le sürdürdükleri pazarlık -eğer bir pazarlık yaptılarsa- asıl olarak bu. Yani Mehmet Şimşek’e dediği: “Her ne yapacaksan yap, rasyonel zemin umûrumda değil, nass da umûrumda değil. Benim umûrumda olan iktidarda kalmak ve iktidarı sürdürmek. Dolayısıyla bana bunu sağlayacak şeyi yarat”. Yani bu zaman dilimiyle ilgili bir pazarlık sürdü ve büyük ihtimalle öyle yürüyecek. 

Bu kabine değişikliği ve özellikle Hakan Fidan ile Mehmet Şimşek’te, kısmen de Süleyman Soylu’nun tasfiyesinde gördüğümüz gibi, şöyle bir taraf da var: Muhâlefeti, “iktidârın liyâkatsiz kadroları” söylemi üzerine kurmanın nasıl kolayca boşa düşebildiğini de görüyoruz. Sâdece Mehmet Şimşek değil, şimdi Merkez Bankası için düşünülen Amerika’dan transfer birinden bahsediliyor. Gelip gelmeyeceğini bilmiyorum, ama muhtemeldir. Senelerdir dış politikada belirleyici aktörlerden biri olan İbrahim Kalın’ın MİT’in başına gelmesi… AKP’nin artık böyle kadroları kaybetmiş olmasının hiçbir önemi yok. Dünyanın herhangi bir yerinden bu işle ilgili herhangi bir insanı getirip işin başına koymak ve bununla ilgili temel politik değişiklikle ilgili de hiçbir şeyi kimseye açıklamak zorunda kalmamak gibi bir lüksü var. Dolayısıyla liyâkat meselesi, ekonomideki problemi göstermek için en zayıf noktaydı ve aylardır, yıllardır, ekonominin iktidârın sonunu getireceğini iddia eden muhâlefet, en önemli mesele olarak liyâkat meselesinden bahsetti. Bugün bu elde değil. O yüzden, en başta söylediğim o iki çevre oturup, “Şimdi liyâkatliler geldi. Bakalım ekonomide neler yapacaklar?” meselesini konuşuyorlar iştahla. 

Ama temel tercihler meselesi açısından veya ekonominin pek çok kesim üzerindeki yıkıcı etkisi açısından önemli olan, bu liyâkat meselesi değildi zâten. Sorun nass da değildi ki… Olmadığını bu kadar hızlı ve kolay değişimde gördük. Dolayısıyla şimdi yeniden bu söylemi nasıl inşâ edecekler bilmiyorum; ama ekonomiyle ilgili tartışmanın, bugün tamâmen “Mehmet Şimşek ne yapacak?” alanına ve aslında kısa dönemli bir beklentiye sıkıştırılması da, galiba Erdoğan’ın şu idâre etme stratejisinin parçası olacak. Hani bu seçimi “Düzeltirsem yine ben düzeltirim” mottosuyla kazandı ya? Dolayısıyla Mehmet Şimşek hamlesiyle, dokuz ayı “Bakalım ne olacak? Bir bekleyelim” havasıyla devam ettirme imkânına çevirebilir.

Ruşen Çakır: Bir de muhâlefet, “Bakalım, Erdoğan Mehmet Şimşek’e ne kadar tahammül edecek?” havasında olacak sanki. Burak, sen ne dersin? Gerçekten de, benim “teknokratlar” dediğim, Kemal’in söylediği liyâkatin daha fazla dikkat çektiği, siyâsî yönü nispeten daha zayıf bir kabine var. En siyâsî isim Hakan Fidan – ki kamuoyu onun hakkında da doğru dürüst bir şey bilmiyor. Sence nasıl bir kabine? Bugün yaşadığımız döviz kurlarındaki önemli hareketlilik, gerçekten rasyonaliteye gelindiğini mi gösteriyor, yoksa yine bir başarısızlık ihtimâlinin daha yüksek olduğunu mu?

Burak Bilgehan Özpek: Geçen haftaki  Adını Koyalımda da söylemiştim. Otoriter rejim olmak demek irrasyonel hareket etmeyi gerektirmiyor. Yani bugün bütün agresifliğine rağmen, Putin Rusya’sının Merkez Bankası, son derece liyâkatli insanlar tarafından yönetiliyor. Ya da Çin demokratik olmamasına rağmen, daha ortodoks ekonomik politikalar uygulayan bir ekonomi bürokrasisi var. Singapur yine buna bir örnek. Yani demokratik olmayan, ancak para politikasını ekonominin kurallarına göre, özellikle liberal ekonominin kurallarına göre düzenleyen ülkeler var. Dolayısıyla, demokrasiyle iktisâdî refah arasındaki ilişki, sorgulanması gereken bir ilişki. Yani sâdece demokratik ülkelerin iktisâdî refâha kavuştuğu yönündeki argüman, dünyadaki bâzı örneklerde, bâzı vakalarda kendisini doğrulamıyor.

Ama otoriterliğin, aynı zamanda ülkelerin altyapısal kurumlarını tahrip ettiği örnekler de var. Bunun sebebi de otoriter yönetimlerin duyduğu paranoya. Yani bir şekilde, bürokratik uzmanlığa duydukları güvensizlik. Juan Linz bunu Sovyetler Birliği örneğinde “Kızıl mı, uzman mı?” ikilemi olarak anlatıyor. Yani herhangi bir kurumun başına, Komünist Parti üyesi, partiye sadâkatinden sual olunmayan birisi mi getirilmelidir, yoksa o kurumun teknik anlamda işlerliğini sağlayabilecek bir teknokrat mı getirilmelidir? Şöyle bir durum var: Teknokrasi gerçekten siyâsî sadâkat konusunda, en azından bunu göstermek konusunda çok mârifetli değil. İnsanların bilgi seviyesi veya teknik seviyeleri arttıkça, aslında siyâsî bağlarla hayatta kalma eğilimleri de azalıyor. Baktığınız zaman, siyâseten hayatta kalan, siyâsî ilişkiler sâyesinde hayatta kalan insanların da, her ne işle uğraşırsa uğraşsın yaptığı işi iyi yapmadığını görüyoruz. Meselâ bugün “yandaş gazeteci” diye bir tâbir var. “Yandaş gazeteci” demek, gazetecilik mesleğini iyi icrâ eden birisinin yandaş olması demek değil. Aslında gazeteciliği kötü icrâ ettiği için yandaş olarak gazetecilik yapan birisine işâret ediyor. Dolayısıyla otoriter sistemlerdeki o bürokrat profilinin hızlı bir şekilde düşmesinin sebebi de, aslında işini kötü yapan, ancak siyâsî sadâkat sâyesinde hayatta kalabilen ya da bürokrasinin basamaklarını tırmanabilen insan profilinin ortaya çıkması. Otoriter rejimlerin böyle bir tarafı da var. Tayyip Bey ciddî anlamda böyle bir güvensizliği yaşamış bir lider. 

Şimdi bir kitap yazıyorum: Bununla ilgili epey bir arşive baktım; son 20 senenin gazete kupürlerini okudum. Benim görebildiğim şöyle bir şey var: Adalet ve Kalkınma Partisi hikâyesinde, AKP’li elitlerle, AKP’li teknokratlarla Tayyip Erdoğan arasında bâzı gerilimler oldu. Bu gerilimler, onların Tayyip Erdoğan’ı kendi dünyalarında oy getirmekle mükellef bir “hamal” olarak nitelendirdiği ve ülkeyi yönetme işini de Tayyip Erdoğan’ın müdâhalesi olmadan kendilerine bırakmasını arzu ettikleri bir durum olarak algılandı. Yani Tayyip Bey miting yapar, Tayyip Bey esnafa gider, teşkîlâtları kurar, kampanyayı organize eder, mitinglerde konuşur, insanlarla cebelleşir, ama ülke yönetme işi, ağzında beyaz kaşıkla doğan İslâmcılar’ın işidir gibi bir durum vardı. Bence bu çatışma, Tayyip Erdoğan’ın 2018-2023 arasındaki tavrını biraz etkiledi. Bu isimler arasında bir dönem Fethullahçılar da oldu. Daha sonra Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu gibi daha tahsilli, daha merkez üniversitelerde bulunmuş ve açıkçası epistemik câmia olarak sâdece İslâmcılar’la değil diğer bilimsel cemaatlerle de ilişkisi olan kişiler. Bu isimler, Tayyip Erdoğan’la bir çatışma yaşadılar ve bu bir güvensizlik doğurdu. Buna reaksiyon olarak da Tayyip Erdoğan’ın Nurettin Nebati gibi isimlerle ekonomiyi yönetebileceğine inanması ve kendi iktidârını, ancak yeteneksiz insanları kurumlara atayarak devam ettireceğini düşünmesi gibi bir durum ortaya çıktı. Bu, maalesef denizi tüketti. Türkiye, seçim sürecinde, dolar rezervi açısından günlerin hesâbını yapıyordu. Tayyip Erdoğan’ın, kendi tecrübelerinden yola çıkarak uyguladığı bu bürokrasiyi yönetme politikası, hakîkaten Türkiye ekonomisini çok büyük bir zora soktu ve şu anda atılan adımlar Tayyip Erdoğan’ın bir tercihinden mi kaynaklanıyor, yoksa ekonominin genel durumunun yarattığı bir zorunluluk mu ona cevap vermemiz gerekiyor. Çünkü artık devam ettirilemeyecek bir durum söz konusu. Rezervler eksiye düşmüş durumda. İthal malların fiyatı, Türkiye’de üretilen malların fiyatından çok daha ucuza geliyor. Bir ithal peynir aldığınız zaman, Türkiye’de üretilen peynirden daha ucuza tüketiyorsunuz. Ev veyahut araba diye orta sınıfın bir şekilde zenginleşme göstergesi olan mallar, artık alınabilir durumda değil. Meselâ ben şu anda bir ev alabileceğimi düşünmüyorum. Bundan birkaç sene önce düşünebiliyordum, ama şu anda düşünemiyorum. İhracatçı firmalar ciddî anlamda reform talep ediyorlar. İnşaat sektörü, ihracatçılar önemli lobi merkezleri ve genel îtibâriyle onlar da ciddî anlamda sıkıntı yaşadılar. Her ne kadar krizi Anadolu’da yaşayan orta ve alt gelir gruplarına yansıtmamak için çırpınsa da, artık bu sürdürülebilir bir durum değildi. Bana sorarsanız, Erdoğan her şeyi bir kenara bırakarak, hâlihazırda seçimi kazanmış ve beş sene boyunca bir meşrûluk krizi yaşamayacağının güveniyle bu zorunluluğun îcap ettirdiği adımları atmış oldu. Bilinçli olarak, bir tercih sonucunda oluşturulan bir kabineden ziyâde, zorunluluğun sonucu olarak ve Tayyip Erdoğan’ın da iknâ edilerek bir şekilde kabul ettirilen bir kabine olduğu kanaatindeyim.

Son olarak da şunu söylemek istiyorum: Evet, Kemal Abi’nin söylediği insanlar benim de dikkatimi çekti. Muhâlefette, kendini Tayyip Erdoğan’ın ahlâkî kötülüğü üzerinden meşrûlaştırarak Altılı Masa’ya oturan, herhangi bir oyu olmamasına rağmen bir şekilde yönetim üzerinde iddia sâhibi olan ve Cumhuriyet Halk Partisi kontenjanlarından Meclis’e giren insanların mutlulukları hakîkaten beni de şaşırtıyor. Seçim gününe kadar son derece şeytânî bir karakterden bahsederken, sorunun çok karmaşık, yapısal bir sorun olduğunu söylerken ve kendi pozisyonlarını muhâlefet içerisinde bu söyleme dayanarak meşrûlaştırırken, birdenbire seçim sonuçlarından sonra, Mehmet Şimşek hamlesiyle berâber yumuşayan, iyimserliğe kapılan… Bu iyimserliğe kapılmak kötü bir şey değil. Bir vatandaş olarak ben de iyimser olmak istiyorum, fakat bu iyimserliği bir politikaya dönüştüren partiler, isimler, köşe yazarları benim de dikkatimi çekiyor.

Türkiye’de yargı iki hafta öncesine göre daha bağımsız değil. Türkiye’de medya iki hafta öncesine kadarkinden daha özgür değil. Türkiye’nin genel îtibâriyle demokratik atmosferi, iki hafta öncesinden yüksek değil. Dolayısıyla bizim gibi insanların muhâlif olma gerekçeleri, ekonomiyi liyâkatli birisinin yönetip yönetmemesinden ziyâde, genel îtibâriyle öngörülemez keyfî bir idâreyle yaşamaktan duyduğumuz memnûniyetsizlik. Anlaşılan o ki, bu keyfîlik aslında birçok insanın îtiraz ettiği bir şey değil. İtiraz ettikleri şey sâdece o keyfîlikten türeyen ikbâlin kendilerine nasip olmaması.

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Burada aslında ilginç bir şekilde muhâlefetle ilgili konuşacağımız şeye de çok gönderme var. Çünkü liyâkatli kadroların gelmesiyle berâber, seçime muhâlif olarak giren bâzılarının, şimdi daha orta yolcu bir yere doğru savrulma imkânı yakaladıklarını görüyoruz. Tabiî spekülasyonlar için çok erken ama, şimdiden birtakım teoriler, spekülasyonlar da uçuşuyor. Her hâlükârda, Erdoğan’ın bu kabine ile ve bu kabinenin yapabilecekleriyle, sâdece son seçimde aldıklarını değil, kaybettiği bâzı büyükşehirleri de geri kazanma ihtimâli olabilir mi?

Ayşe Çavdar: Erdoğan’ın bir şey kazanmaya ihtiyâcı olduğunu zannetmiyorum, çünkü karşı tarafta müthiş bir kaybeden topluluğu var. Dolayısıyla onların kaybettiklerini toplaması -eğer yerel seçimleri söylüyorsan- Erdoğan’a yetecek. Tuhaf bir şey söyleyeceğim ama, şu anda Erdoğan’ın siyâsî kariyerindeki en rahat dönemi. Çünkü karşı tarafta, hakîkaten darmadağın olmuş, bütün bataryaları boşalmış bir blok var. Artık blok bile denilemez ona; muhâlefetçikler var karşıda. Çünkü seçim sonrasındaki performanslarıyla da, aslında Türkiye’nin geleceğiyle ilgili pek de fazla iddiaları olmadığını, kalmadığını söylemiş oldular, hem de iddialı lâflarla. 

Benim kabinede gördüğüm şöyle bir şey: Sanki 2015 öncesine dönüyormuş gibi. Ben bunu şöyle tanımlıyorum: Tayyip Erdoğan’ın fantezi dönemi bitti. Onun için ustalık dönemi falan olabilir, ama fantezi dönemi bitti. Canının istediği gibi her yere bir şeyler gönderdi. Nebati gibi kişileri ekonominin başına koydu; onların gözlerindeki pırıltılarla teselli buldu filan. Böyle, bir tür karikatür devlet dönemi bitti izlenimi veriyor belki de. Çünkü elindeki yetkilerle ona her an dönebilir.

Kabinedeki eski isimlere baktığımız zaman -2015 öncesi diye onu söylüyorum- isimlerin birçoğu, başta yeni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz olmak üzere, eskiden beri AKP’nin bir yerlerinde bulunmuş insanlar. Çeşitli şekillerde AKP’nin bir müddet önce, 2015’ten sonra terk ettiği, kimi sâhalarla kimi ilişkiler kurma potansiyellerine sâhipler. Mehmet Şimşek için de, kenara atılmış ekonomi bürokrasisini belki geri çağıracağını söyleyebiliriz. Kabaca söylemek istediğim şu: 2015’ten îtibâren, 7 Haziran’da iktidârı kaybetmiş, üstelik bir de %13,5’luk bir HDP’yi, bir Kürt partisini görmüş bir hükûmet -“devlet” diyelim ona- ve bürokrasi, öncesindeki zamâna geliyor. Muhtemelen elleri çok rahatladı şimdi. Çünkü karşılarında bir hayli geriye çekilmiş HDP oyları var. Muhâlefet bloku içerisindeki yardımlaşma, ona karşı dayanışma iştiyâkı yerle bir olmuş vaziyette. Dolayısıyla daha rahat bir yere dönebilirler, bu arada istedikleri gibi acı reçete de çıkarabilirler. Şu anda bir taraftan Twitter’ı izliyorum; korkunç bir devalüasyon oluyor meselâ. Dolar 23 TL’yi geçti zannediyorum; geçeli bir yarım saat kadar oldu. Dolayısıyla artık istedikleri gibi acı reçete de yapabilirler, çünkü alternatif bir şey yok. Önümüzde bir seçim yok. Genel seçim yok, yerel seçime hazırlanacak bir muhâlefet yok. Hazırlansa da bir şey yapabilecek bir muhâlefet yok. Önce kendi içerisindeki belâlarıyla uğraşacak. Karşı tarafın ise eli rahat. İstediği gibi, “rasyonel” her ne ise ona dönermiş gibi görünüyor. Aslında tam da kendi söylediği şey: “Bunu yaparsa Erdoğan yapardı”. Erdoğan yapacağını yapıyor şu anda; o acı reçeteyi kesiyor. Üstelik genel seçimlerden önceki propaganda dönemi için kaynakların suyunu çektiği, “acayip fantastik bir şey” dediğim ekonomi yönetimiyle karşı karşıya kaldığımız bir dönemin sonunda, bana ironik geliyor şimdi dedikleri. 

Ben geçen haftaki programda, “Bu kabine, bir taraftan da kendisinden sonraki AKP’yi tasarlayacak” demiştim. Yine oraya geliyoruz. Bu kabine, eski kabineden kimi geriye çektiğini, kimi ileri sürdüğünü, bir taraftan da kendisinden sonraki AKP’yi de tasarladığını gösteriyor. Yine, fantezi döneminin sona erdiğini böylece söyleyebiliriz. Çünkü kendisinden sonraya, muhtemelen kendisi kadar güçlü herhangi birinin olmayacağı bir anayasa değişikliğini de toplumun önüne koyacak. Senin de öngördüğün gibi, yerel seçimlerden bir müddet sonra, belki bir de onun için referandum yapacağız gibi görünüyor. 

Ben bu kabineyle ilgili öyle umutlanacak bir şey olduğunu düşünmüyorum; bir iyileşme olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü bugün ucunu gördüğümüz gibi topluma bir acı reçete çıkacaksa, ciddî huzursuzluklar olacaktır. O huzursuzlukları gayet zor yoluyla dindirmeye, bertaraf etmeye çalışacaktır. Dolayısıyla önümüzde, Erdoğan’ın yumuşayacağı, liyâkatli insanların ülkeyi huzur içinde yönetecekleri bir dönem olduğunu düşünmüyorum. 

Erdoğan’ın bu genel seçimlerde yakaladığı başarı, sonuçta kendisine hem o acı reçeteyi, hem de daha da otoriterleşecek bir idâreyi yürütecek meşrûiyeti vermiş oldu. Dolayısıyla bürokrasiyle onun arasında ve sâdece bürokrasiyle onun arasında değil, muhâlefetle de onun arasında bir tür zorunlu işbirliği belirmiş gibi görünüyor. Bunları hep ironiyle söylüyorum. Çünkü seçimden sonra ortaya çıkan manzara… Az önce Özgür Özel’in Numan Kurtulmuş’un Meclis Başkanlığı ile ilgili, “Eğer tarafsız davranırsa destekleyeceğiz” açıklamasını okudum. Meclis yönetiminde böyle acayip bir lâf bu. Yani Erdoğan herkesi iknâ etmiş. Dediğim gibi, bu gücünü de hem ekonominin tadını acılaştırarak -daha ne kadar acılaşır o soruyu da bir kenara koyalım- hem de otoriterliğinin dozunu artırarak, ama daha ciddî bir suratla, yani Süleyman Soylu’nunki gibi bir İçişleri Bakanı suratıyla değil ya da Nurettin Nebati’ninki gibi bir ekonomi suratıyla değil, daha asık yüzlü bir suratla yürüteceğe benziyor eski düzenini. Bu arada, bir taraftan da kendisinden sonraki AKP’yi bir şekilde dizayn ediyor. Orada benim için şaşırtıcı olan, damatların olmaması. Bu biraz da, eski, bildiğimiz AKP’nin içerisinden insanlarla, belki iki seçim arasında, ilk turdaki zaferini gördükten sonra, bir tür bir müzâkere edildiği anlamına da geliyor. Burak’ın dikkat çektiği, o AKP seçkinleriyle arasında bir müzâkere ve belki bir tür bir anlaşma zemini oluşturduğunu da gösteriyor. Ama sâdece bunu gösteriyor. 

Tekrar edeyim: Bu kabine, AKP’nin ya da Erdoğan’ın, bildiğimiz, o her şeyi kendisi yapmak isteyen tavrından ve otoriter yüzünden vazgeçtiği anlamına kesinlikle gelmiyor. Öyle bir umûdun neden şekillendiğini de hakîkaten bilmiyorum.

Ruşen Çakır: Evet, muhâlefete geçebiliriz. Aslında “Muhâlefetten geriye ne kaldı?” diye bir soru sorabilirim Kemal. Çünkü meselâ CHP’nin Merkez Yönetim Kurulu (MYK) değişikliğine baktığım zaman, gelen ve giden isimleri gördüm. Aklımda bir tek, Eren Erdem’in sosyal medyadan sorumlu olduğu kaldı. İYİ Parti kongre yapacak, ama ortada doğru dürüst bir şey yok. Ne kendileri bir şey söylüyor, ne insanlar merak ediyor. HDP bambaşka bir yerde. Türkiye İşçi Partisi, Can Atalay üzerinden, onu cezâevinden çıkartmaya yönelik bir şeyler söylüyor. Muhâlefet hâlâ yara sarmakla meşgul gibi. Ama bunu yaparken de, kamuoyuna, bir özeleştiri, bir hesap verme, muhâsebe yapma gibi bir olayı da yok. Ne diyorsun Kemal?

Kemal Can: Evet, siyâsî aktörler açısından baktığımızda durum öyle. Ama bu soruna gelmeden önce, ilk turu buraya bağlayacak bir şey olarak şunu söyleyeyim: Seninle geçen haftaki “Haftaya Bakış”ta konuştuğumuz bir şey vardı: Erdoğan’ın, kendisi için bir galibiyetle siyâsî meşrûiyetini tâzeleme imkânından sonra, birtakım mecbûriyetleri yerine getirirken temel tercihlerinde çok büyük değişimler olmayacağını düşünüyorum. Bu çizginin, daha önce de başka zamanlarda örneğini gördüğümüz gibi, biraz “dışarıya yumuşak, içeriye sert” bir denge içerisinde yürüyeceğini ve yumuşama gibi görülen hamlelerin, dışarıyla ilişkiler kısmında bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Özellikle ekonomiyle ilgili meselede mecbûriyetler, dış kaynağı önemli ölçüde tekrar kazanmaya dönük. Dolayısıyla orada en azından bir ihtimal olarak bunu yaratması önemli bir şey. Ama içerideki muhâlefet dinamikleri açısından aslında hiçbir şey değişmiş değil. Gerek ekonomik tercihler açısından, büyük kalabalıkların bundan uğrayacakları zarar ve bu yükü sırtlanma biçimleri açısından, gerekse özgürlük, adâlet alanlarındaki sorunlar açısından bir şey değişmiş değil. Dolayısıyla muhâlefetin meselesine de buradan bakmamız gerekiyor.

Muhâlefet aktörleri açısından, dediğin tablo büyük ölçüde geçerli. Bütün aktörlere tek tek aynı şeyi söylemek mümkün. Ama muhâlefetin bütünü açısından da, muhâlefet ihtiyâcının ve bu muhâlefet potansiyelinin küçümsenmeyecek bir varlık hâlinde devam ettiğini de görmemiz gerekiyor. Buradaki en temel mesele, zamanlama meselesi. Geçen yıl, seçimin öncesinde epeyce uzun bir süre uzun uzun konuştuğumuz konulardan biriydi bu zamanlama meselesi. Muhâlefet hep kartlarını açık oynamama, son âna kadar pozisyonlarını netleştirmemenin avantaj olduğunu, iktidâra koz vermemek olduğunu îmâ ederek bütün kararları, bütün kampanyayı, bütün iddiaları çok kısa bir zamâna, neredeyse birkaç aya sıkıştıran bir süreç yürüttü. O zaman da tartıştığımız bir şeydi bu. “Bu yapılan uygun bir şey değil, zamânı böyle kullanmak doğru bir şey değil” demiştik. Hattâ mümkünse, iç gerilimlerini ve iç tartışmalarını, yapacaklarsa hesaplaşmalarını şimdi yapıp, bunu temizledikten sonra ne anlatacaklarsa onu anlatmak için uzun bir zamana ihtiyaçları olduğunu tartışmıştık. Bu anlatılacak şey de, “Neye muhâlefet ediyoruz, niye muhâlefet ediyoruz?” meselesiydi. Anlaşılamayan mesele, kendilerinin de anlatmakta mutâbık kalamadıkları, seçmenin de anlayamadığı mesele bu oldu. “Tam olarak neye muhâlefet ediliyor ve niye muhâlefet ediliyor?” meselesi. 

Seçim sorunlarını bir kenara bıraksak bile, bu konuda %48’lik blokun, kendisi açısından yüz yüze görüştüğünde üç aşağı beş yukarı verebileceği cevapları bütünleyen, onları bir ortak pota hâlinde ifâde eden bir karşılık üretmemesi. Bunu sağlayan en önemli sürecin, Erdoğan iktidârının neredeyse 10 yıldır sürekli her yıl tâzelenen bir âciliyet baskısıyla zamânı kontrol etmesiyle bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Muhâlefetin bütün aktörlerinin, bu toplam sorunla ilgili, ister hesaplaşma, ister yüzleşme, ister özeleştiri, ister ders çıkartma, her ne yapacaklarsa, bunu yapmalarıyla ilgili hakîkaten derinlikli bir şeye ihtiyaçları var. Ama bir yandan şunu görüyoruz: Her bir parçası kendi kongre ve hesaplaşma süreçleri ve âcil olarak yerel seçimle bunu ilişkilendirme ve buna göre pozisyon alma ihtiyaçları var. Dolayısıyla bu âciliyet durumu yine ortadan kalkmış değil. Yani her şeyi bir kenara bırakıp, “Biz neye muhâlefet ediyorduk ve niye ediyorduk? Şimdi bundan sonra içeride pek fazla bir şey değişmeyeceğine göre bunu nasıl devam ettirmeliyiz?” konusunda hâlâ oturup sonuç alacak bir hamle yapabilmelerinin imkânları yok. Çünkü zamanı hâlâ iktidar kontrol ediyor. Önümüzdeki günlerde, buna birtakım yargı kararları, yasa değişiklikleri de girecek. Çünkü bu konuda iktidârın Meclis’te ve Meclis kombinasyonu içerisinde eli daha rahat. Meselâ senin örneğini verdiğin anayasa değişikliği ve benzeri hamlelerle, muhâlefetin birlikte davranmasının önündeki engelleri artırmak, oradaki çatlakları büyütmek, problemleri kışkırtmak konusunda iktidârın elinde çok fazla enstrüman birikmiş durumda. O yüzden, muhâlefetin şu anda, bu âciliyet baskısından bir an önce çıkıp, “Önce bir seçimi alalım, her şeyi bu seçimi almak üzerine kurgulayalım, sonra biz ne ile uğraştığımız üzerine bir ortak zeminde…” Bu sıralama bence değişmek zorunda. Dolayısıyla her bir aktörün, bu temel soruya göre kendini şekillendirmesi gerekiyor. 

Bu kararlar “Biz bu seçimi nasıl kazanırız?” üzerinden oluşur. Onun için ittifak formülü en belirleyici şeydi ve bütün enerji o ittifak formülünün ağırlığı üzerinde oluştu. O ittifak formülünün birlikte ürettiği bir ortak enerjiden çok, orada birbirleriyle ilgili üste çıkma ya da belirleyici olma mücâdelesi şekillendi. Yine aynı şekilde, aday tartışması da böyle bir şeydi. Yine meselâ tabanla ilişkiler ve her türlü gelişme karşısında reaksiyon üretmek, memleketin yarısını teşkil eden büyük bir muhâlefet potansiyelini birtakım gündelik gelişmeler, önemli politik veya iktisâdî kararlar konusunda aktive etmek, onu, süreklilik taşıyan bir muhâlefet aktivasyonuyla hareketlendirmek yerine, “Şimdi durun. Şimdi bekleyin, seçimi alınca zâten bunların hepsini halledeceğiz” üzerinden giden ve muhâlefetin bu potansiyelini, sâdece kendi kendine bir umutla ayakta tutmasına izin veren, ona hiçbir şey sunmayan bir pozisyon elde edildi. Bence bu hâlâ sorun. Bu âciliyet kıskacından çıkılarak, hakîkaten en başa dönüp ya en temel soruyu sorup, “Biz neye muhâlefet ediyoruz ve niye muhâlefet ediyoruz?” sorusuna herkesi, önce kendi tabanını iknâ edip, sonra onun gerekli araçlarını oluşturmaya, ondan sonra eğer bir ortaklık zemini yeniden inşa edilecekse… ki 9 ay sonra bu büyükşehirlerin hemen hepsinde, şu ya da bu nedenle muhalefet ittifâkı yeniden realize edilmezse…  Çünkü öbür tarafta çok sıkılaşmış katı bir ittifak var. Orada, MHP’nin, genel seçimde olduğu gibi “Kendi adayımızı çıkartıyoruz” demeyeceğini ve buna ihtiyâcı da olmadığını varsayarsak… Çünkü iki seçimde, kendisi için çok kritik olan %10 barajının üstünde durmak ve İYİ Parti’nin üstüne çıkmayı, öyle ya da böyle sağladı. Ama şimdi yerel seçimde birkaç tâne belediye alıp almamak MHP için çok belirleyici bir şey değil. Dolayısıyla burada çok temel bir mesele var: Bu öncelikler konusunu hem kendi iç dengeleri açısından hem birbirleriyle ilişkileri açısından geriye iterek, hızlı, bâzen yanlış bâzen doğru, ama sonuçta çok dar bir kadro ile mecbûren -hızlı kararlar ancak böyle verilebilir- karar veren bir sürece evrilirlerse, açıkçası bu yerel seçime kadar boş geçirilmiş bir zaman ortaya çıkabilir. Eğer bir yenilgiye daha ihtiyâcı varsa, takkesini önüne koymayı ondan sonraya ertelerse, memleket o sırada ne halde olur bilmiyorum. 

Ruşen Çakır: Burak, sen Altılı Masa konusunda çok açık, net eleştiriler dile getirdin ve zâten Masa da fiilen dağıldı. Ama önümüzde bir yerel seçim var. Yerel seçime kadar muhâlefetin yan yana durması, yeni birtakım ittifaklar kurabilme ihtimâlini görüyor musun? Kılıçdaroğlu’nun, geçen sefer yapmadığını bu sefer yapmaya niyetli olduğunu ve Akşener’le bir eküri görünümünde yerel seçimlere hazırlanma niyeti olduğunu biliyorum. Bu tren kaçtı mı sence?

Burak Bilgehan Özpek: Bir şey söylediniz, ama sesiniz kesildi, duyamadım Ruşen Abi. 

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu’nun, daha önce yapmadığını bu sefer yapmaya niyetlenip, Akşener’le bir eküri görünümünde yerel seçimlere hazırlanma, onu yanında tutma gibi bir niyeti olduğunu biliyorum. Bu, gerçekleşebilecek bir şey mi? 

Burak Bilgehan Özpek: Artık kurumsal muhâlefetin ittifak davranışları, bence çok daha temel bir meydan okumayla karşı karşıya. Yani, iktidar ile muhâlefet arasında kurumsal anlamda yapılan tasarımların rekabetinden ziyâde, muhâlefetin kendi oy potansiyelini artık sandığa taşımama ve kurumsal muhâlefetin îtibârını, hatta meşrûluğunu yitirme tehlikesiyle yüz yüze olduğunu düşünüyorum. Teori bize şunu söylüyor: Bu tip vakalarda, kurumsal muhâlefete olan güvenin azalması, beraberinde marjinal partilerin yükselişini getiriyor. Bizim “Rusyalaşma” dediğimiz mesele biraz da bu aslında. Tayyip Erdoğan’ı yeteri kadar milliyetçi bulmadığı için eleştiren, veya onu yeteri kadar İslâmcı bulmadığı için eleştiren partilerin daha popüler hâle gelmesi de söz konusu. Çünkü kurumsal muhâlefet ciddî anlamda îtibârını yitirmiş durumda. 

Bu niçin oldu? Büyük bir seçim mağlûbiyeti var ve siyâsî partiler bunu “ufak bir tatsızlık” olarak algılıyorlar. Herhangi bir mâliyet ödemeden, herhangi bir özeleştiri vermeden yollarına devam etme niyetindeler. Aralık ayında 74 akademisyenin yayınladığı siyasetbilimciler bildirisinde, biz son madde olarak bunu söylemiştik. Yani 6 kişi, muhâlefetin başkan adayını belirleme irâdesini kendi üstüne alıyorsa, bu projenin başarısız olması durumunda da bir mâliyet ödemek zorundalar. Çünkü seçim mağlûbiyetinden sonra, bu iktidarla baş başa kalacak olan insanlar bizleriz – yani sivil ve kırılgan insanlar. Bunun mâliyetini, iktisâdî mâliyetini, demokratik mâliyetini biz üstleniyoruz. Fakat parti elitleri kendilerini çok güvenli bir alanda konumlandırarak, yani Parlamento üyesi olarak veyâhut siyâsî partilerin üst yönetiminde olarak, aslında çok korunaklı bir alanda konumlanırlar. Siyâset meselesi de biraz bu mâliyeti ödeme meselesidir. Eğer siz ciddî bir mâliyet ödemezseniz, ciddi bir mâliyet ödemeyeceğinizi bilirseniz, aldığınız kararlar da o kadar rasyonel olmak zorunda değildir; sürekli olarak, başka öncelikleriniz üzerinden hareket edersiniz. O yüzden başka insanların parasını harcamak çok kolaydır meselâ. Başka insanların özgürlüğünü harcamak da çok kolaydır. Çünkü bu mâliyet siz üstlenmiyorsanız, eğer size siyâsî bir mâliyeti olmuyorsa, bütün muhâlefetin kaderi üzerinde karar alma hakkını kendinizde görseniz bile, bu karârın bütün muhâlefetin hayrına olup olmadığıyla çok da ilgilenmeyebilirsiniz. 

Biz bunu yaşadık. Bu Altılı Masa’da oturan 4 partinin, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına niçin onay verdiği hâlen îzâha muhtaç. Meselâ Gelecek Partisi teşkîlâtları mı Kılıçdaroğlu’nu istedi? Ali Babacan sokağa çıktığı zaman, halkta böyle bir teveccüh mü gördü veyâhut o araştırma sonuçları mı onları bu yöne sevk etti? Ya da ideolojik bir yakınlıkları mı var? Bunların îzah edilmesi lâzım. Bu saydıklarımın herhangi bir tânesi olabilir, ama bunu îzah etmek zorundalar. Altılı Masa’daki bu insanlar, bu altı lider, niçin Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına yönelik el kaldırdı? Bunu îzah edeceksiniz, belki hatâlı olduğunuzu, yanlış değerlendirdiğinizi söyleyeceksiniz ve toplumla bunu paylaşacaksınız artık. Hiçbir şey olmamış gibi, tekvando turnuvası sonuçlarını tebrik etmekle siyâsî lider olunmuyor – kimse kusura bakmasın. Bunun bir okumasını yapmak zorundayız ve kim bu işin içerisindeyse, kim bu projeye destek verdiyse, gerekçesini açıklamak zorunda. Biz nasıl Radyo Televizyon Üst Kurulu’na, “Aldığınız kararları gerekçelendirmiyorsunuz” diye kızıyorsak, aynı şekilde siyâsî partilere de sinirlenmek ve bir hesap sormak hakkımız. Bu böyle bir şey ve bundan hiç kimse kaçamaz. 

Üzüldüğüm hâdise, bütün bu süreç içerisinde bedel ödemeye râzı olan tek kişinin Selahattin Demirtaş olması. Sâdece Selahattin Demirtaş’ın aktif politikadan çekildiği, fakat adaylık sürecinde, İYİ Parti’den HDP’ye kadar, dört küçük partiye kadar, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi içerisindeki bir örgütlenmeye kadar birçok aktörün pay sâhibi olduğu, bu adaylığı desteklediği ve bu adaylığı desteklerken de seçimi kazanmaktan ziyâde, verilen destek karşılığında bireysel, bencil çıkarların gözetildiği bir durumda, siz artık muhâlefeti, muhâlif insanları sandığa götürmekte ve kurumsal muhâlefete destek verdirmekte zorlanırsınız. Asıl sormamız gereken soru şu: “Erdoğan’a karşı, Erdoğan yönetiminden memnun olmayan %55-60 bandında bir seçmen vardı -ki hâlâ var- ve kurumsal muhâlefet, bu seçmeni Meclis’te yeteri kadar temsil ediyor mu?” Veyâhut: “Başkanlık seçimindeki oylamada yeteri kadar temsil etti mi?” Burada bir sorun var. Bu potansiyeli olduğu gibi Parlamento’ya yansıtamayan, yürütme erkine yansıtamayan, başkanlık seçimlerine yansıtamayan kurumsal muhâlefette çok ciddî bir sorun vardır. Bu partiler, ortaya koydukları projeye kim destek verdiyse, kim onayladıysa, onaylamalarını kim sağladıysa, o aktörleri tasfiye etmek zorundadır. “Kemal Kılıçdaroğlu 20 puan farkla kesinlikle seçimi kazanıyor” diye sabah akşam topluma yalan söyleyen birisi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Merkez Yönetim Kurulu’nda Sosyal Medya Sorumlusu olamaz. Bu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin sosyal medyayı nasıl algıladığını gösterdiği gibi, aynı zamanda bu meselenin içerisinde olan aktörleri de asla tasfiye etmeyeceği, hatâdan hiçbir ders çıkartmayacağı anlamına gelir. Veyâhut İYİ Parti’nin Altılı Masa’ya dönme projesinde çok gönüllü olan insanların yeniden vekil listesine girmesi ve yeniden Parti Yürütme Konseyi üzerinde etkili olması veya olmaya çalışması. Bu insanlar eğer bu projeye destek verdilerse, bir siyâsî gerekçeyle destek veriyor olmaları lâzım. O siyâsî gerekçeyi açıklamaları gerekiyor. Açıklayamıyorlarsa, mutlaka hesap verecekler. “Hesap verecekler” dediğim şey şu: Vermeyebilirler, hayatlarına devam edebilirler; fakat eğer bu hesâbı vermezlerse, kurumsal muhâlefet ciddî anlamda îtibar kaybedecek ve yeni çıkacak herhangi bir oluşum, ister mâkul olsun ister marjinal olsun, halktan teveccüh görecek. 

Biz birkaç haftadır çok morali bozuk bir şekilde yayın yapıyoruz. Hepimiz çok moralsiz geziyoruz değil mi? Benim tanıdığım herkes çok moralsiz, herkes çok üzgün. İnsanlar zihinlerinde 14 ve 28 Mayıs tarihlerini silmişler, doğrudan 13 Mayıs’tan 15 Mayıs’a, 27 Mayıs’tan 29 Mayıs’a atlamışlar. Böyle bir ruh hâli var. İnsanlar böyle yaşarken, Meclis’te gülerek selfie atan milletvekilleri, gerçekten bir sonraki seçimde toplumun bu insanların kendisini temsil edeceğine inanmasını mı bekliyorlar? Bence beklememeliler. O yüzden, Kemal Bey’in kafasındaki o stratejiler, taktikler, İYİ Parti ile kurmayı düşündüğü ittifaklar, al-ver meseleleri, ciddî anlamda halkın olmadığı bir hesâba dayanıyor. Öncelikli olarak düşünmeleri gereken şey, 25 ile 10’u, 12 ile 15’i üst üste toplayıp AKP’nin oyu karşısında ne kadar artırabiliriz hesabı yapmak değil, mevcut potansiyeli tekrar nasıl sandığa çekmenin planlarını yapmak. Çünkü otoriter yönetimlerin ciddî anlamda güçlerini aldıkları duygu umutsuzluktur. Eğer muhâlefet pes ederse, değişim umûdunu yitirirse, otoriterlik konsolide olur. Televizyonlarda, ana akım kanallarda çok câhil insanların konuşmasının sebebi de budur. Bunu Demokrasi Dışı Siyaset kitabında Xavier Márquez yazdı. Olabildiğince, topluma mâkullüğü ve normalliği unutturarak, en absürdün bile merkezde yer almasını göstermek ve buradan bir umutsuzluk türetmek. Ve buna izin verdiler. O yüzden asıl düşünülmesi gereken şey, kimin kiminle ittifak yapacağı değil, kurumsal muhâlefetin toplum nezdinde meşrûluğunun îtibârı. Bence bunun üzerine kafa yormalılar.

Şimdi siyâsetsiz bir 5 sene bizi bekliyor. Bu, zâten azınlıkta olan muhâlif parti milletvekillerinin, ciddî anlamda iktidarsız 5 sene yaşaması demek. Buna karşı dayanacak bir idealizmleri var mı, yoksa hükûmet tarafına geçecekler mi ona da bakacağız. Yani muhâlefetin yaşayacağı önemli zorluklardan biri de bu. Çünkü çok kötü vekil listeleriyle çıktılar. Cumhuriyet Halk Partisi zâten 37 fireyle hareket ediyor. İYİ Parti’nin vekil listeleri zâten il bazında baktığınız zaman, hangi ilde kötü bir liste koyulmuş, hangi ilde normal bir insan oluyormuş, onu çok rahat görebiliyorsunuz. Kıyı şeridine baktığınız zaman meselâ, kötü adayın çıktığı yeri, adayın ismini cismini hiç bilmeden söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu insanların siyâsete girme motivasyonları, varlık sebepleri, muhtemelen başka bir şey. Yani kaza kayıp Meclis’e seçilip giren insanların siyâsette var olma sebepleri, bizim burada konuşurken, doğru veya yanlış bir şeyler söylerken kendimizi var ettiğimiz sebebin dışında bir sebep; başka bir şeyin peşindeler. O yüzden yani Meclis aritmetiğinin de muhâlefet için çok umut vermeyeceğini düşünüyorum. 

Ve tabiî HDP’nin ciddî anlamda muhâlefetin bir parçası olma işini sorgulayacağı kanaatindeyim. Çünkü partinin kendi kimliğiyle, kendi müstakilliğiyle alâkalı bir problem var. Bunu İYİ Parti de yapmak zorunda. Ama gördüğüm kadarıyla HDP çok canlı bir şekilde yapıyor ve muhâlefetin aday belirleme sürecine bu kadar müdâhil olmanın veya muhâlif Kılıçdaroğlu projesinin bu kadar içinde olmanın aslında HDP’ye yarattığı olumsuz bir mâliyet de var. 7 Haziran’da %13’e çıkmış HDP oyu, şu anda %8,5 seviyesine indi. Bu büyük bir kayıp. Benim görebildiğim kadarıyla, HDP’nin oy potansiyeli, teker teker farklı aktörler tarafından kırpılıyor. Dolayısıyla HDP’nin kendisini ispat edebilmesi için müstakil olarak var olması ve kendini muhâlefetin genel tartışmalarının dışında konumlaması gerekecek. Bu da, muhâlif bloku zayıflatacak. O yüzden, ben geleceğe yönelik çok iyimser değilim. Yepyeni bir paradigma ortaya çıkmadıkça, parti elitleri mâliyet ödemeyi, özeleştiri yapmayı reddettikçe ve hiçbir şey olmamış gibi bu kadar duygusal ve bu kadar romantik bir kampanyadan sonra hayatlarına devam edebileceklerini düşünüyorlarsa, yanılıyorlar.

Muhâlefet bütün toplumu Kılıçdaroğlu adaylık projesine angaje etti. Aslında olan biten her şey, toplumun organik beklentisi sonucuymuş gibi gözüktü. Toplum, Muharrem İnce gibi oldu. Toplum Akşener’i masaya oturttu. Toplum depremden sonra, “Yeter artık, Kılıçdaroğlu gelsin” dedi. Burada hiçbir sorun yok, olabilir. Bence değil, ama olabilir; böyle düşünebilirsiniz. Ama toplumu bu kadar işin içine kattıktan sonra, seçimden sonra, “Ben hesâbı sadece parti kurullarına veririm” demek de çok büyük bir mantıksızlık oluyor.

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle noktalayalım programı. Seçim sonrasında izleyicilerden gelen YouTube yorumlarında, kendini muhâlif olarak tanımlayan seçmende çok büyük bir yorgunluk, bıkkınlık, hayal kırıklığı ve giderek artan bir ilgisizlik de var. Ama bir taraftan da hayat devam ediyor. Böyle bir durumda Kemal’in ve Burak’ın da söylediği gibi, bir tarafta, hesaplaşmayan, muhâsebe yapmayan kurumsal muhâlefet ve bir tarafta da iyice karamsarlığa kapılmış, yorgun düşmüş bir toplumsal muhâlefet varken nasıl olacak? O zaman, “iktidârın önü açık” mı diyeceğiz? Yoksa bir şeyler bir şekilde toparlanıp değişebilir mi?

Ayşe Çavdar: Daha bir haftayı tamamladık, bence bir duralım. Bir de, bu seçim süreci çok uzun sürdü. Çünkü 2018’deki seçimden hemen sonra yerel seçimlere hazırlanıldı. 2019’dan beri hem siyâsi partiler hem de toplumsal muhâlefet genel seçimlere hazırlanıyordu. Dolayısıyla çok yoğun, çok uzun sürmüş ve ne yazık ki merkezinde kurumsal siyâsetin olduğu bir süreçten geçtik. Böyle bir sürecin sonunda muhâlefet müthiş bir başarı elde etti – altını çizmemiz lâzım. İktidarda olmadıkları halde, 1990’ların sonuna gelindiğinde merkez siyâsetin deneyimlediği dağılmayı yaşadılar. Hiç değilse o zaman onlar siyâsetteydiler – ANAP’tan, DYP’den, DSP’den bahsediyorum. Hiç değilse, o zaman bir şekilde bir iktidar kotarmışlardı da öyle dağılmışlardı. 

Kurumsal muhâlefet ortaya öyle bir şey çıkardı ki ve ondan sonrasını öyle bir yönetti ki, neredeyse 20 yıldır muhâlefette olan insanlar -bir kısmı değil; bir kısmı daha 3-4 senedir muhâlefette- iktidardaymış gibi bir hezîmet yaşadılar hakîkaten. Üstelik özellikle son 4-5 yılın ekonomik buhranının faturasını da Meclis aritmetiğiyle kendilerine çıkarmış oldular. Ben bunun târihe geçecek bir başarı olduğunu, tabiî ki ironiyle, söylüyorum.

Toplum toparlar kendisini. Şu anda bir tür bir yorgunluk, bir tür bir yaz hâli, bir tür bizim başımıza ne geldiğini, olup bitenleri anlama, biraz da tabiî ki mahcûbiyet var. Çünkü bu kadar umutlanmış olmaktan duyulan bir mahcûbiyet de var; akıntıya, o illüzyona kapılmaktan duyulan mahcûbiyet. Bunların hepsi zamanla iyileşecek ve toplum kendini toparlayacak. Çünkü bir taraftan da şöyle bir şey var: Bu siyâsî partiler bize bir şey daha gösterdiler: Özellikle yaşadıkları hezîmet sonrasındaki performanslarıyla – ki öncesinde vekil listelerinin hazırlanması, bütün o seçim sürecinin nasıl yürütüldüğü meselesi üzerinden, gerçekten kimsenin kimsesi değiller o partiler de. Hiçbiri, herhangi birinin kimsesi değiller. Zâten buna direndikleri için, yani birilerinin kimsesi, toplumun kimsesi, birisi olmaya direndikleri için bu hezîmeti yaşadılar. Dolayısıyla bütün bunlar bir yüzleşme sürecini berâberinde getiriyor. Toplum da bunu yaşayacak ve kendi çâresini bulacak. Orada çâreler bulunabilir. Çünkü kurumsal siyâsetin aksine, oradaki dert bunun üstünü kapatmak değil. Kurumsal siyâset şu anda bunun üzerini kapatmak, unutturmak istiyor ve bu hareketiyle iyiden iyiye mîde kaldırıyor bu tavrıyla.

Ama toplumsal muhâlefetin, toplum içerisindeki daha geniş anlamdaki siyâsetin böyle bir şansı, böyle bir ihtimâli yok. Çünkü meselâ dokunulmazlıkları yok, örgüt içi dayanışma yok, öyle şeyler yok. O yüzden, o kırılganlıkları, kendi içinde îcat edeceği yeni dayanışma ve direnme siyâsetleriyle bir şekilde o boşlukları dolduracak. Dolayısıyla benim oradan hiç şüphem yok. Ama ana akım siyâseti oluşturan bütün partiler, şu andan îtibâren ne yaparlarsa yapsınlar, hakîkaten çok oldular; kendilerini çöp ettiler. Bunu seçimlerden evvel muhâlefete muhalefet ederken de, her birimiz farklı dillerde sık sık söylüyorduk bir şekilde. Bu seçimi kaybetmeleri hâlinde, hep birlikte kaybetmeleri ve destekledikleri ittifâkın kaybetmesine sebep oldukları halde, bir karşılıkları olmayacak. Şu anda eminim en mutlu olanlar DEVA ve Gelecek partileridir. Çünkü hiç hak etmedikleri bir güce sâhip oldular Parlamento’da. O güçle ne yapacaklarını, önümüzdeki siyâsî krizlerde, devlet krizlerinde, ekonomik krizlerde, iktidârın ve muhâlefetin hangi aktörleriyle ne türden pazarlıklarda o güçten yararlanacaklarını bilmiyoruz, ama onlar için inanılmaz ihtimaller açıldı. Ama o ihtimallerin açılması ölçüsünde de, kendi tabanlarında da, tâlip oldukları AKP tabanında da ahlâkî meşrûiyet kaybına uğramış oldular. Dolayısıyla işleri var. 

Meselâ İYİP’e bakıyoruz: İYİP, daha partileşme sürecindeyken böyle bir ittifakın içerisinde kendini buldu ve târif etti, Kemal’in dikkat çektiği âciliyetler dolayısıyla. Henüz partileşme süreci tamâma ermemişken… ve hâlâ da ermediğini vurgulayarak söylüyorum; çünkü parti çok sarsıldı. Hem savruldu hem sarsıldı. Meral Akşener’in aklındaki partiyle, partinin ileri gelenlerinin aklındaki partinin bambaşka şeyler olduğu hep söylendi, yazıldı. Ama ortaya tuhaf bir alaşım çıktı. Bence şu anda İYİP’in, sâdece siyâsî değil, çok ciddî bir kimlik krizi var. O kimlik krizinin içinden çıkması gerekecek, üstelik yenilgi koşullarında. Yenilgi, krizlerle gitmiş bir ittifak sonrasında elde edilmiş bir yenilgi ve bir de kendi iç çelişkileri var. İYİP bu ortamda partileşmeye çalışacak. İşleri bayağı zor görünüyor.  

CHP, sorumluluk üstlenmeyerek olabilecek en kötü şeyi yaptı. Çünkü bütün bir Altılı Masa’yı, Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki desteğin bütün örgütlenmesini CHP üstlenmiş gibi görünüyordu, ama bu iş olmadı. Sonra, dün Faik Öztrak, “Sonunda gene seçimle göndereceğiz bu iktidârı” dedi. Ben saçımı başımı yolmak istedim gerçekten. CHP başka bir dünyada, sanki bir paralel evrende yaşıyormuş gibi davranıyor. Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin iktidârında kalarak, kendisine büyük bir haksızlık ediyor bence. Bunu da ironik olarak söylüyorum. Çünkü bir mîrastan bahsediyordu, değil mi? O da en çok tepemizi attıran mevzûlardan bir tânesiydi. Kemal Kılıçdaroğlu seçimi kazanıp daha liyâkatli insanlar tarafından yönetilen bir ülkeyi mîras olarak bırakmak istiyordu; o olmadı. Ama onun öncesinde, kendi etrâfında örgütlediği bir tür “sorumlu siyâset” -bunu da ironiyle söylüyorum-, böyle neşeli, herkesi yan yana getirmeye çalışan umutlu, umûdu birbirinde, ortak yaşamda arayan bir siyâset… Bâri en azından bir geri çekilme takvimi açıklayarak bunu mîras bıraksaydı CHP’ye. Ama bunun yerine öyle bir MYK açıkladı ki tuhaf bir yere doğru gidiyor mevzû. Yenilgiden, neredeyse kendisini değil, partisini bile değil, toplumu sorumlu tutan bir MYK açıkladı. MYK’dan sonra insanlar, nerede yanlış yaptıklarını oturup konuşsunlar diye bekledi. 

Onun ötesinde, pek üzerinde durmadığımız bir şeye daha dikkat çekeceğim: Sandıklara sâhip çıkma/çıkmama üzerinden, CHP’nin içerisinden gelen çelişkili sesler oldu. Kimisi, resmî sözcüler, “Sandıklara sâhip çıktık. Bir tâne oy bile boşta kalmadı” derken, kimisi 20 bin kadar sandığın boşta kaldığını söylüyor. Dolayısıyla bu bile, karşımızda bir parti örgütü bile olmadığını gösteriyor bize. Az önce İYİP için, “Henüz bir parti olamadı” dedim ama, CHP de meğerse parti olma niteliğini yitirmiş bu ittifak siyâseti esnâsında. O açıdan bakılınca, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, helâlleşmeyle, şununla bununla öngördüğü siyâset de partiye hiç nakşolmamış. Bunların hepsi, yukarıda, yüzeyde, neredeyse bir medya kampanyası kıvâmında işleyen şeylermiş; bunları ortaya çıkardı. 

Bundan sonra ne olur? Ben bu partilerden bir şey olabileceğini zannetmiyorum. Çünkü insanlar tekrar bu insanlara güvenmeyecekler. Nedeni de şu – Burak orada çok isâbetli bir şey söyledi: Seçimden önce, heyecan, neşe, coşku, o duygular o kadar yükseldi ve insanlar o kadar yüksekten düştüler ki, bir daha bu siyâsî aktörlerin ipleriyle herhangi bir kuyuya inmeyeceklerdir. O nedenle toplumsal muhâlefet bir taraftan kendini onaracak yollar ararken, bir taraftan da, belki de yeni siyâsî aktörlerin ortaya çıkacağını göreceğiz. 

Burak’ın son konuşmasında, bir sürü konuda kendisiyle hemfikirim, ama sâdece şurada değilim: O tuhaf partiler çıktılar zâten. Yani AKP’yi yeterince İslâmcı bulmadığı için İslâmcı olan partiler çıktılar. Meselâ Yeniden Refah Partisi, onunla berâber siyâsetin içerisinde. Yani o tuhaflıklar, bir şekilde mevcut iktidârın içerisinde absorbe edilmiş vaziyette. Geride bomboş bir alan, hakîkaten toplumla birlikte siyâset yapacak, toplumun o tuhaflıkların dışındaki kesimleriyle birlikte siyâset yapacak ve o siyâseti örgütleyecek aktör ihtiyâcı duruyor şu anda. Dolayısıyla oraya konuşacak yeni birilerinin çıkmasını bekleyeceğiz. 

“Nereden çıkar?” sorusuna hiçbir cevâbım yok. İmamoğlu’nun şu anda CHP’nin uzağında tutulduğu anlaşılıyor. O bir şey söyleyebilir, başka yerlerden bir şeyler çıkabilir, bilmiyorum. Bir taraftan da, kim çıkarsa çıksın, az önce iktidardan bahsederken sözünü ettiğim manipülasyonun altında kalacak. Göreceğiz bakalım. 

Ben şu anda kurumsal siyâset için, özellikle ana akım tarafında kurumsal siyâsetin, bize, “Bizden yana bakmayın ne olur”dan başka bir şey söylemekte olduğunu düşünmüyorum. Mümkünse gelecek seçimlere hazırlanırken, bizden o isteyecekleri zamâna kadar onlardan yana bakmamamızı, böylece iktidarla aralarındaki ilişkiyi her nasıl istiyorlarsa öyle yürütebilecekleri bir ortamı istiyorlar. Onun dışında bir talepleri olduğunu düşünmüyorum. Az önce sen, “Kılıçdaroğlu Akşener’le daha yakın çalışmak istiyormuş” diye bir şey söyledin. Eğer bu olursa, yine daha önce denedikleri bir formülü deneyecekler, oradan iş başka bir yere doğru gidecek. Ben bunun mümkün olacağını zannetmiyorum; hiç öyle görünmüyor. 

Ama yerel seçimlerde, CHP, ittifak hâlinde olsa bile Kürtler’i yanında bulamayacak bu defa. Böyle bir hayal kırıklığından sonra ve sâhip çıkılmadıktan sonra. Yani düşünebiliyor musunuz? Balkon konuşması esnâsında Selahattin Demirtaş için îdam talepleri yükseltildi orada ve Allah rızası için, o muhâlefetten -Diyarbakır’dan neredeyse %70 oy almış bir CHP’den, Kılıçdaroğlu’ndan bahsediyoruz- kimse de çıkıp, “Bu nedir, nasıl bir iştir? Bunu nasıl yaparsınız?” demedi. Bu koşullar altında zâten kendi krizini yaşamakta olan HDP’nin, Kürtler’i CHP lehine sandığa götürebileceğini, partide böyle bir irâde oluşacağını zannetmiyorum. Onlar zâten kendi kongre süreçlerini ve değişim süreçlerini yaşayacaklar; atlatmaları gereken bir dolu kriz var.

Dolayısıyla, 2018-2019 denkleminden farklı olarak yerel seçimler, kurumsal siyâset için depresyondan çıkış yolu değil şu anda. Hani sen, “yepisyeni Türkiye” diyordun ya? Biz galiba muhâlefet açısından, “yepyepisyeni Türkiye”nin siyâsî aktörlerinin belirebileceği kapkaranlık bir ortama giriyoruz şu anda. Dediğim gibi, toplumsal muhâlefet kendini toparlamanın bâzı yollarını bulur, îcat eder; çünkü orası zâten böyle bir yer. Ama mevcut kurumsal siyâsetin önünde, hakîkaten kendini en az zarar göreceği yoldan çöpe atmak dışında pek bir ihtimal varmış gibi görünmüyor.

Ruşen Çakır: Ayşe sağ ol. “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Başta söylediğimi tekrar edeyim: “Adını Koyalım”a bir müddet ara veriyoruz. Çok olağanüstü bir gelişme olursa, adını koymak için tekrar bir araya geliyoruz. Ama onun dışında, belirsiz bir tâtile giriyoruz. “Adını Koyalım”a gösterdiğiniz ilgi için teşekkürler, iyi günler.

Çavdar-Can-Özpek: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.