Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (81): Bahçeli’nin yüzde 7 seçim barajı ısrarı, muhalefetin adayının kim olacağı tartışmaları & Erdoğan’ın dış politika hamleleri

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Haftanın olayları dedim, ama pek olay olmadı. İlginç bir şey… Bu kadar sorunun olduğu, bu kadar kutuplaşmanın olduğu bir ülkede, siyaseten çok fazla şey yaşanmıyor. Bu sabah biz toplantıda konuşurken, “Fırtına öncesi sessizlik midir, nedir?” diye sorduk. Aslında sanki burada bir de şöyle bir şey var: birincisi, büyük medya diye bir şey kalmadı –hani çünkü siyaset böyle medyayla beraber yürüyor ya–, oradan bir şey üremiyor; bir diğer yandan, sosyal medyada çok hızlı bir tüketim var. Yani belki de böyle çok önemli şeyler ânında tüketiliyor filan ve olay ilk patlak verdiğinde, mesela Şenol Güneş istifa etmiş – siyaset değil ama– o istifa ettikten sonra, yarın Şenol Güneş’in istifası üzerine bir şey konuştuğunuz zaman, insanlar, “Zaten biz bunu biliyoruz” deyip, çok da üzerinde durmuyorlar. Her ne kadar bir sessizlik olsa da, bugün konuşacağımız birkaç şey var. Fakat bunlar genellikle öteden beri gelen şeyler. Yani özel olarak bu hafta olmuş bir husus; Diyanet İşleri Başkanı mevzuu var. Ne zaman oldu? Bugünlerde oldu. Ama onu zaten çarşamba günü “Adını Koyalım”da büyük ölçüde konuştuk. Onu tekrar ele almaya bence gerek yok. Ne dersin? Hakikaten sessiz mi olay? Yoksa benim sağırlığım buraya da mı nüksetmiş durumda? 

Kemal Can: Aslında iki tarafı var. İlkin, çok şey oluyor aslında bir yandan. Ama bir yandan da, o olan şeyler hep olmakta olan şeylerin parçası olduğu için, bir aynılık hissi doğuruyor. Yani yeni olduğunu fark etmiyor insanlar. Aynı şeyin başka versiyonları halinde bir gündem tazelenmesi var. Bir yandan sosyal medyada, senin az önce söylediğin gibi, hani eskiden şey vardı ya; kurşun manyağı hikâyesi… Bir “gündem manyağı” olma hali var. Yani o kadar çok dalgalı biçimde, böyle dalga dalga gündem atakları geliyor ki ve onlar senin de söylediğin gibi, özellikle sosyal medyada öyle hızlı tüketiliyor ki, gerçek ritim tam algılanamıyor. Hatta biraz onu algılamada bozulma ortaya çıkıyor. Senin dediğin gibi, bir tür fikri takip anlamında başlıkları takip eden, “istikrarlı ve tutarlı” bir medya faaliyetinin zorlukları, olup bitenle ilgili enformasyon kaynaklarının sınırlılığı… Çünkü yani ne olup bittiğini öğrendiğimiz kaynak da son derece sınırlı. Yani eskiden özellikle reel siyasette olup bitenler hakkında, parti merkezlerinden, siyasetçilerden, Meclis’ten çok sayıda bilgi akardı. Onlar değerlendirilirdi ve dolayısıyla onlar üzerine yorumlar yapılabilirdi. Şimdi çok az sayıda kaynaktan güvenilir bilgi geliyor. Onun için aslında olup bitenlerin bir kısmını da ya olup bittikten sonra, ya sadece bir yoklama olarak, ya da kulislere sızdırılmış bilgi olarak görüyoruz. Bütün bunlar bence, özellikle siyasî gündem açısından bir sorun oluşturuyor. Bu da bir bozulma yaratıyor. Yani olup bitenlerin gerçek derinliği, gerçek etkisi konusunda konuşmayı da zorlaştırıyor; insanların önünü görmesini de imkânsızlaştırıyor. Hatırla işte; şu geçtiğimiz bir iki ay içerisinde çok majör ve neredeyse her şeyi belirleyecek gibi gündeme hâkim olan ve artık galiba her şey bunun üzerine kurulacak denilen kaç tane majör başlık bugün etkisini kaybetti? İşte yani, yok aday tartışmaları, yok mülteci tartışması, yok 128 milyar… Bunların hepsi kendi başına aylar sürecek çok önemli başlıklar olmasına rağmen, böyle bir tür saman alevi gibi yükselip inen, tuhaf grafikler içerisinde gidiyor. Çünkü bunlar, bir tür derinliğini kaybetmiş gündemler ya da derinliğini kazanmasına izin verilmeyen gündemler. Bu yüzden de ne olup ne bittiğiyle ilgili havayı ve nabzı tam alamıyoruz. Bunu sadece biz alamıyor değiliz. Tabii ki insanlar da böyle hissediyorlar.

Ruşen Çakır: Şimdi bu sözünü ettiğin adaylık tartışması meselesi hep gündemde gerçekten. Bugün biraz onu konuşalım. Muhalefet, Millet İttifakı’nın ortakları olarak gördüğümüz taraflar biraz ketum davranıyorlar. Ama genellikle şöyle bir şey yapıyorlar; bir sorun yok, her şey kontrol altında gibi bir hava yaratıyorlar. Öyle değil mi? Yani hiçbir şekilde riske atmayacaklarını söylüyorlar. İmamoğlu belediye başkanlığını öncelediğini söyledi. Ama öte yandan iktidar tarafında çok ciddi bir şekilde, özellikle ellerindeki medya imkânlarını kullanarak –bu ne işe yarıyor bilmiyorum açıkçası– ama sürekli bir tezvîrat… Hani böyle; Millet İttifakı bölünüyor, aday konusunda çok ciddi sorunlar var vs.. Böyle bir şeyi köpürtmeye çalışıyorlar. Ne kadar etkili oluyor açıkçası emin değilim; ama mesela Kılıçdaroğlu bunlara cevap vermek zorunda hissetti kendisini. Yani bu konuya el atmak istedi. Şöyle bir lâf dolaşıyor. Millet İttifakı için, “Herkes şahsî konuşuyor” diye bir lâf çıktı ortaya. Kılıçdaroğlu da böyle bir şey olmadığını söyledi filan. Burada esrarengiz bir hal almaya başladı bu durum ve senin de dediğin gibi, artık haber kaynakları da epey sınırlı olduğu için… Haber kaynaklarının sınırlı olmasının dışında, haber yapacak insan kaynağı da sınırlı Kemal. Onu da unutmayalım. Yani bir zamanlar Ankara gazeteciliği diye bir şey vardı ve şimdi birkaç tane kadın meslektaşımızı saymazsak –Allah için, onlar bayağı bir iş çıkartıyorlar; ama onlar da daha böyle imkânları çok geniş olmayan, daha bağımsız mecralarda çalışıyorlar–, onun dışında var olan Ankara gazetecilerinin çoğu zaten iktidara endekslenmiş durumda ve iktidardan aldıkları icâzetle ve onların yönlendirmesiyle yapıyorlar. Onlara tam anlamıyla gazetecilik denilemez. Gerçekten şimdi Millet İttifakı’nın yumuşak karnı olarak bir HDP varsayılıyor — ki Mithat Sancar bu hafta, “Ortak aday konusunda itirazımız yok” dedi. O önemli bir çıkıştı. Çok karşılık bulmadı kamuoyunda; ama bence onu bir yere not etmek lâzım. HDP hususuna ek olarak bir diğer husus da, bir yumuşak karın olarak, iktidar en azından adaylık üzerinden “Millet İttifakı aday bulamayacak, birbirine girecek, aralarında sorun çıkacak” argümanını kullanıyorlar. Orada bir yumuşak karın oluşturmaya çalışıyorlar. Ben açıkçası bunun pek yürüyeceğini sanmıyorum. Bir bilgiye dayanarak değil. Yani şunu demek mümkün değil: Adayları zaten belli ve çok da güçlü bir isim çıkartacaklar, deme imkânı yok. Ama benim gördüğüm kadarıyla Kılıçdaroğlu’nun adaylık ihtimali diğerlerine göre daha yüksek. Her hâlükârda buradan bir sorun çıkacağına çok emin değilim, ama iktidar bununla oynamaya devam edecek. Ne dersin?

Kemal Can: Öyle görünüyor. Çünkü anketler, yani iki taraflı, hem genel olarak iktidar ittifakının toplam oy kaybıyla ilgili anketler, hem cumhurbaşkanlığı seçimi için Erdoğan karşısındaki çeşitli alternatif adayların neredeyse hepsinin onunla yakın seviyelerde desteğe ulaşmış olması resmi, böyle bir tablo çıkartıyor. Zaten aslında iktidar bir süredir, kendi durumunu toparlamakla ilgili tabii ki birtakım çabalar içerisinde muhtemelen; ama bunda hızlı sonuç alıp durumu tersine çevirmekle ilgili elindeki imkânların kısıtlı olduğunu bildiği için ya da bu imkânları sadece kendi iradesiyle değiştirmesi mümkün olmadığı için, başka birtakım şeylere de ihtiyacı var — başta para olmak üzere. Ama diğer taraftan muhalefet üzerine yürüttüğü stratejilerde, hiç olmazsa kendisinin erimesini dengeleyebilecek biçimde “İyi de, onlar da kazanamıyor” ya da kazanamama ihtimali, “Onların birlikte davranamama ihtimali de güçlü bir olasılık olarak var” temasını canlı tutmaya çalışıyor. Bu çok açık. Bunu görüyoruz. Yani iktidar kendisi için, kendi tabanında ya da kendi tabanından daha geniş bir çevrede, yeniden bir memnuniyet dalgası üretebilecek araçlara sahip değil. Bunun çok fazla zorlandığı kanaatinde de değilim. Daha kemik, daha sâdık, çekirdeğini memnun edecek veya karşı tarafı zorlayacak. İşte, geçen “Adını Koyalım”da konuştuğumuz gibi, dinsel birtakım motifleri, devlet gücünü filan kullanan adımlar atıyor. Bunlar işin bir tarafı. Ama enerjisinin önemli bir kısmını, muhalefetin çaresizliği ve yapamazlığı üzerine kurmaya devam ediyor. Bunda da yakın bir vadede değişiklik olacağını sanmıyorum. Buna abanmaya devam edecek bence. Büyük ölçüde de erken ve zamanında bir seçim olursa, bu seçimi de aslında bu psikolojik savaş belirleyecek. Yani şu anda denge, anketlerdeki denge muhalefetin lehine dönmüş gibi görünüyor. İktidar düzenli ama yavaş bir erime ve oy kaybıyla karşı karşıya. Ama yine de kararsız blokunun büyük oluşu, buradaki psikolojik faktörleri daha önemli hale getiriyor. Seçime gidilirken olan havaya göre karar verecek hâlâ önemli bir seçmen bloku var. Bunun önemli bir kısmı da iktidardan kopmuş, ama o ârafta bekleyen seçmen. Şimdi büyük ölçüde iktidarın stratejisi, bu tabloda kendisinin direnebileceği, kendisinin ayakta kalabileceği ya da onu değiştirebilecek bir muhalefet çıkışının yapılamayacağı fikrini canlı tutarak, o kararsız seçmenin son düzlükte bir alternatif görmediği için, başka bir blok tercihi kullanmayacağı ya da yine kendisine destek vereceği varsayımıyla hareket ediyor. İşte bu “Aday çıkartamazlar, birlikte davranamazlar” ya da daha ileri giderek, işte Bahçeli bunun başka bir versiyonu olarak, “Bunlara ülke teslim edilemez” filan gibi temaları kullanarak, aslında kendi durumundan çok muhalefetin durumunu konuşturarak, onu sorunlu gibi göstererek sonuç almaya çalışıyor ya da kendisi için kötü sonucu böyle engellemeye çalışıyor. Bu galiba seçime kadar böyle gidecek ve iktidar bu tarafı kullanacak. Dolayısıyla burada, genel havada, şimdilik muhalefet sadece anketleri koz olarak kullanıyor. Yani “İktidar oy kaybediyor, bizim oyumuz arttı” gibi… Önce hatırlıyorsan 50+1’i bulamıyorlardı. Bu tema kullanılıyordu. Şimdi işte 40’lar seviyesine düştüler. Sadece İYİ Parti ve CHP bile artık Cumhur İttifakı’nı geçiyor filan temaları üzerinden, daha çok sayısal verilere abanarak ve iktidarın beceriksizlikleri, başarısızlıkları ve yönetememe krizini zaman zaman kullanarak, kendiliğinden gelecek sonucun etkili olabileceğini, insanların seçim kararlarını belirleyeceğine inanan bir muhalefet stratejisi var. Ne aday belirleme konusunda ne politika belirleme konusunda, beraber davranma enerjisine yönelmiyor. Bunu haklı olarak şöyle yorumlayanlar da var, yani şöyle haklılaştıranlar var daha doğrusu: “Zaten sorunlu bir ittifak var, farklı farklı partiler bunlar… çok da netleşirsek bu konuda problem çıkar… şu andan netleşmeye ihtiyaç yok… seçime yaklaşınca, hatta seçimden sonra yapılır.” Ama mesela biraz önce söylediğim gibi, işte Cihan Paçacı’nın “Bu tekil konuşuyor” şeklindeki Kılıçdaroğlu çıkışı –gerçi çok yankı bulmadı, İYİ Parti’den de destek görmedi ama– bu tür şeylere de yol açıyor. Yani adaylık meselesinde de mesela CHP çevrelerinin yoğun biçimde Kılıçdaroğlu adaylığı üzerine konuşmaya başlamasının sanki “Millet İttifakı bu konuda galiba netleşiyor” havası yaratması, bir yandan bazıları temel meselelerle ilgili, bazıları da sorunlu popülist çıkışlar yapılıyor olması. Ama bunların bir ortak ittifak politikası olarak işaretlenmemesi, onun çerçevesinin çok çizilmemesi bir tür “Böylesi daha iyi” diye yorumlanıyor. Böyle bir taktik olarak yürütülüyor. Ama bunu tabii, söylediğim gibi, iktidar da, “Bunların sadece tek motivasyonları bizi göndermek, ama biz gidecek filan değiliz, gayet de sağlam yerimizde duruyoruz…” diyor. Hani geçen gün “Adını Koyalım”da konuştuğumuz gibi; işte, yanına Yüksek Yargı’yı da, orduyu da, Diyanet’i de tek sıraya dizip…

Ruşen Çakır: Biliyorsun, zamanında 12 Eylül’den sonra da Milliyetçi Demokrasi Partisi benzer bir şey yapmıştı, Turgut Sunalp. Devlet partisi olarak girdi ve üçüncü parti olarak çıktı. Yani “Devlet burada, devlete oy verin” çağrısının seçimde ne kadar yankı bulacağı tartışmalı. Bir diğer tartışmalı husus…

Kemal Can: Ama o tartışmaya ben de bir şey söyleyeyim. Onu öyle okuyoruz. Devlet ya da hâkim unsurlar MDP’yi mi istiyordu; yoksa MDP’yi göstererek ANAP’ın önü mü açılıyordu? Bu son derece tartışmalı bir şey.

Ruşen Çakır: Bırak şimdi… Komplo teorilerini…

Kemal Can: Komplo değil ki bu. Gayet açık bir şey. Yani kontrast göstererek… Çünkü 2002’de de MHP ve DSP’nin AB karşıtlığını göstererek, AKP iktidar oldu. Yani sonuçta şöyle bir şey değil, her zaman öyle işlemiyor. Bu komplo değil. Bu çok normal bir şey. Çünkü burada yürütülmekte olan şey, yani MDP’nin devlet olarak seçime girdiği tabloda, ANAP gibi yükselen başka figürün ve aslında önü açılan bir figürün, tıpkı 2002’de AKP’nin önünün açılması gibi bir durumun olduğunu da görmeden onu yorumlamak doğru olmaz. Burada gizli kapaklı bir şey yok. Açık olan bir şeyden bahsediyoruz.

Ruşen Çakır: Ama ben hâlâ Kenan Evren’in o seçim sonrası nasıl bozum olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Neyse… Şimdi bir diğer husus da şu tabii ki: Muhalefet yapamaz, edemez, birleşemiyor derken, iktidarın içerisinde bu seçim barajı meselesinin akıllara getirdiği bir sorun var. Şimdi MHP %7 barajını dayattı ve aldı anlaşıldığı kadarıyla. Bahçeli çok net bir şekilde bunu böyle vurguladı. Şimdi, “Nereden çıktı bu baraj meselesi? var. Zira, İttifak Yasası’na göre zaten ittifak partilerinden birisi barajı geçtiği zaman, diğerleri de geçmiş sayılıyor. Yani ittifak olursa MHP’nin böyle bir ihtiyacı yok… MHP’nin bu %7’yi kendisi için istediği bâriz. Bir kere bunu istediği andan itibaren, bunu dayattığı andan itibaren, kendine çok güvenmediğini de ele vermiş oluyor. O ayrı bir husus. Şimdi bunun üzerine bir yığın spekülasyon oldu biliyorsun. Ben geçen Fehmi Koru ile bir yayın yaptım. Zaten yazdığından hareketle… Fehmi Bey, çok net bir şekilde şunu söylüyor: MHP seçime AKP ile girmeyecek. Cumhurbaşkanlığı seçimini ayırıyor, ama milletvekilliği seçimine… “Onun hazırlığını yapıyor” diyor. Bir diğer husus da Akkiraz’ın yaptığı bir değerlendirme vardı – ki benim de bayağı aklıma yattı. O da şu: İttifak Yasası’nı Erdoğan çıkarttı, kendisi için, ama şimdi baktığımız zaman, muhalefetin daha çok işine yarıyor. Muhalefette özellikle AKP’den kopan partiler, Saadet Partisi gibi baraj sorunu bâriz bir şekilde olan partiler var ve bunlar İttifak Yasası’ndan çok ciddi bir şekilde yararlanabilecekler. Nasıl olacak onun formülünü bilmiyorum, ama bir şekilde yararlanabilecekler. İddiaya göre, barajı indirip İttifak Yasası’nı kaldırabilir. Tabii bu spekülasyon, yani böyle bir akıl yürütme. Kimsenin bir bilgiye dayanarak bunu söylediğini sanmıyorum. Bu bana daha gerçekçi gibi geliyor. Aksi takdirde niye Bahçeli bu kadar %7’de ısrar etsin ki? Zaten %1 bile alsa, AKP ile ittifak yaptığı müddetçe girebiliyor. Ama orada sanki bir sorun var. Sen bunu yazdığın için özel olarak sana soruyorum. Bu bir soru işareti mi kendi içlerinde? Yoksa birlikte daha güçlü bir şekilde yapacakları birtakım manevraların ön hazırlıkları mı?

Kemal Can: Açıkçası ben baştan itibaren “MHP %7’ye düştü. Onun için de kendisi için barajı aşabileceği sınıra çekmeye çalışıyor” yorumuna çok ikna olmadım. Hiçbir zaman ikna olmadım. Ayrıca ben Bahçeli’nin bu baraj tartışmasını açtığı kanaatinde de değilim. Çünkü baraj tartışmasıyla ilgili mesele, 2018 seçiminin öncesinde, bu ittifaklı tablo oluşmadan önce, AKP içerisinde konuşulmuş bir şeydi. Üstelik de o zaman, hani HDP’nin oylarının düşürülmesi ihtimaline yarayacağı fikriyle kulislerde dolaşmıştı. Aslında ittifak formülasyonu ve ittifaka her partinin kendi adımlarıyla girmesi formülasyonu, Bahçeli’nin formülasyonuydu. Yani biraz önce senin söylediğin, zaten ittifak olduğunda barajla ilgili bir sıkıntı kalmıyor. Üstelik parti kendi aldığı oyu da gösterir oluyor, formülünü Bahçeli üretmişti. Ama iktidarın ittifaklı tablosu, o zaman bir avantaj üretiyordu. Çünkü sayısal olarak o günkü aritmetikte, iktidara ittifak oyları aritmetik olarak, muhalefetin neredeyse 5 puan 10 puan üzerindeydi ve milletvekili tablosu açısından büyük bir avantaj yaratıyordu. Ayrıca her iki parti de kendi oyunu ayrı ayrı gösterebiliyordu. Nitekim 2018’de MHP barajın üstünde bir oyla tamamladı. “Eriyecek, bitecek, üstelik İYİ Parti de ayrıldıktan sonra %5 bile oy alamaz” denirken öyle bir oy çıkarttı. Buradaki ana meselenin, yani senin söylediğin gibi sadece Kemal Özkiraz değil; Özer Sencar da benzer bir şey yaptı. Şu anda ittifak tablosu, ittifaklı seçim sistemi, yani kendisi için avantaj olması açısından getirdiği seçim sistemi, iktidarın aleyhine. Şu anda ittifaktan bir avantajı yok. Hatta dezavantajı var. Muhalefet ittifaklı seçim sistemi yüzünden mecburen birlikte duruyor. Aslında muhalefeti yapıştıran en önemli yapışkan, yani pek çok noktada buluşmaları, birlikte aynı şeyleri düşünmeleri değil; iktidarın ittifak yapıyor olması. İktidar ittifak yaptığı için, muhalefet kendi seçmenine “Bizim de ittifak yapmamız lâzım”ı kolay anlatıyor. Birbiriyle çok da problemli olabilecek seçmen tabanları, tam tersine buna razı oluyor. Buna bir itiraz etmiyor, hatta bunu teşvik ediyor. Buna ikna oluyor. Şimdi ittifaklı sistemin bir tür bozulması, yani seçim yasasında başka ne tür değişiklikler yapılacak, dar bölge gelecek mi, başka birtakım seçim bölgeleriyle ilgili birtakım değişiklikler yapılacak mı, buna göre bir hazırlık yapılıyor mu bilmiyorum, ama sadece seçim barajı üzerinden bile düşünüp ittifaksız bir seçim stratejisi yürüttüğü takdirde, cumhurbaşkanlığı seçimini ayrı tutarak –zaten cumhurbaşkanlığı seçiminde şu anda MHP, Bahçeli’nin ağzından “Bizim adayımız Erdoğan” diye açıklamış durumda– seneler öncesinden bağladı. O konuda bir şey yok. Aday çıkartmayacak en azından. Dolayısıyla böyle bir fiilî ittifak var zaten. Ama milletvekili seçimi için iktidar partilerinin ittifaksız girmesi durumunda, muhalefetin kendi seçmenini, üstelik işte CHP’nin kendi başına %30’ları, AKP’yi yakalayabileceği iddiasının bu kadar canlı olduğu, İYİ Parti’nin çok ciddi bir ivme aldığını düşündüğü bir tabloda, bu kadar kolay “Tamam, onlar girmesin; biz yine de ittifak yapıyoruz” diyebilirler mi? Ayrıca DEVA Partisi veya Gelecek Partisi, eğer bu yeni seçim yasası değişikliğinde ittifak partilerinin, ittifakın içerisinde bir baraja takılmaları söz konusu olursa –böyle bir düzenleme fikri de var– artı, ittifaka giren partilerin belirli bir yüzdenin üzerinde oy alamamaları durumunda milletvekili çıkaramamaları gibi bir koşul getirilirse, o zaman kendi adlarına değil diğer partilerin listesinden girmek zorunda kalırlar. CHP’nin listesinden girmiş veya İYİ Parti’nin listesinden girmiş bir Babacan’ın, DEVA Partisi olarak gireceğinde alacağı oyla aynı oyu alıp almayacağı da çok tartışma götürür. Bütün bunların, yani muhalefetin bir arada durması, bir ittifak oluşturması açısından daha fazla sorun yaratacağını hesapladıklarını; kendileri için avantajını kaybetmiş bir ittifak sistemini, muhalefet için avantaj olarak devam ettirmenin bir faydası olmadığı için bu baraj meselesine girdikleri fikri bana daha mâkul ve ikna edici geliyor. Şu andaki tabloda da… Daha sonra tabii seçim yasasıyla ilgili değişikliklerde gelecek diğer hamlelerle daha net göreceğiz. Ama sanki böyle bir aklın daha belirleyici olduğunu sanıyorum… Çünkü diğeri çok ikna edici değil; yani %7’ye düştü MHP; onun için de barajı %7’ye indirdi. MHP’deki bunun toplam faydası ne? Yani neye faydası var? Ona indirdiği zaman ne olmuş oluyor? Ayrı ayrı girdikleri zaman, kendileri açısından ne avantajı var? İşte, şu söyleniyor: AKP’nin Kürt seçmeni geri kazanması için, ittifaklı girmemek, MHP’den ayrı girmesi bir avantaj yaratabilir. Bu yüzden AKP’liler ayrı girmeye yakın durabilirler gibi bir düşünce…

Ruşen Çakır: O çok… Nasıl denir? Düz akıl yürütmeler…

Kemal Can: Bunlar yani bana, diğer açıklama hem baraj açısından hem de seçim yasasında yapılacak muhtemelen önümüze yeniden geldiğinde konuşmak zorunda kalacağız, büyük ölçüde muhalefetin, bu ittifaklı sistemde ve yeni seçim sisteminde, bu %50+1’de avantajlı pozisyona geçmiş olmasını bozacak hamleler hazırlığı peşinde olduğunu düşündürüyor iktidar. Bunu ben bu çerçevede düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Şimdi Bahçeli demişken bir not düşelim. Diyanet İşleri Başkanlığı’na açık destek verdi. Daha önce yakın bir zamanda Atatürk meselesinden dolayı hemen istifasını istemişti, hatırlıyorsun. Şimdi açık destek verdi. Bu kadar aleni bir şekilde laikliği hedef almış olan Diyanet İşleri Başkanı’na açık destek veriyor olması da açıkçası çok ilginç bir durum. Çünkü bu MHP hareketi için laiklik vs. karşı çıkılan bir kavram değil yani. Burada bir “İttifak insana neler yaptırıyor” durumunun bir örneği olarak herhalde kayda geçmek lâzım. Şimdi bugün Erdoğan, Maraş’ta Genişletilmiş İl Başkanları mı ne? Öyle bir toplantıda yine Gezi’den bahsetti. Yine işte, “Camide bira içtiler” vs. Hâlâ aynı şeyler… Bu kutuplaşma malzemesi de doğru dürüst kalmadığı için, hep aynı şeyleri söyleyip duruyor. İlginç bir şey oluyor. İlginç dediğim aslında, ilginç lâfı tam doğru olmayabilir. Peş peşe, dış politikada çok ciddi geri adımlar atıyor. Doğu Akdeniz’de böyle oldu. Mısır’la ilişkiler kurulacak gözüküyor, normalleşme. BAE ve Körfez’le bir şeyler düzeliyor. İşin maddi boyutu da var. O Körfez’le ilgili… O çok daha önemli sanki. Şimdi de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na gidiyor — ki orada da, Amerikan yönetimi liderlere, “Gelmezseniz iyi olur” gibi bir çağrıda bulunmuştu. Ama Erdoğan gidiyor. Ben şöyle görüyorum: Erdoğan’ın içeride dili böyle hâlâ “şahin”, ama dışarıda dili “güvercin”. Herkesle konuşan, görüşen, kendisini hatırlatmaya çalışan ve ilişkileri daha realist bir şekilde sürdürmeye çalışan bir Erdoğan profili çiziyor. Hatta bunu şey diye düşünüyorum: “Yurtta savaş, cihanda barış” gibi bir perspektife doğru evrilen bir Erdoğan var. Mesela Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na gittiği zaman ne olacak? Biden’la görüşmek isteyecek muhtemelen. Başka liderler gelirse onlarla görüşmek isteyecek ve orada bir konuşma yapacak. O konuşmayı, medyası, İletişim Başkanlığı vs. pazarlamaya çalışacak. Ama bunun iç politikaya nasıl bir etkisi olacak açıkçası çok emin değilim. Çünkü bu yaptığı şeylerin hemen hemen hepsi geri adım. Yani iç politikada tükettiği, mesela Mısır. Öyle değil mi yani? Râbia işaretiyle vs. ya da yarın öbür gün diyelim ki İsrail ile ilişkiler düzelecek. Eli kulağında galiba onun da. Mesela BAE için, Yeni Şafak, şu bu, kaç kere manşet attı: “15 Temmuz’un mimarı bunlar” diye. Bunların hepsini iç politikada tüketti. Şimdi bunlarla aralarını düzeltiyor olmanın iç politikada bir karşılığı yok. O zaman akla büyük ölçüde şu geliyor: Türkiye ekonomik anlamda birtakım takviyeleri dışarıdan aramak için, o siyasî-ideolojik dış politika çıkışlarından sanki geri adımlar atıp da herkesle görüşebilen, konuşabilen, uyuşabilen bir yönetim profili çizmeye çalışıyor gibi geliyor bana. Ne dersin?

Kemal Can: Evet, iç politikada bunların bir karşılığı yok. Yani şöyle düşünebiliriz: Türkiye’de seçmen davranışı, çok büyük ölçüde ekonomik veriler ve diğer kimlik ve kültürel hatlar üzerinden kurulan kimlik siyaseti üzerinden biçimleniyor. Yani siyasî tercihleri biçimlendiren şey, genellikle dış politika olmuyor. Dış politikanın bütün bunları etkileyen dolaylı bir yönü var. Birden çok yönü var aslında. Bir yönü şu: Yani bu işte bazen dışarıyla restleşme, bazen acayip takdir görme şeklinde olan dalgalanmaları, iç politikada kendi gücünün görüntüsü olarak kullanıyor; onu bir popüler dile çeviriyor. Yani içeriye çevirerek, onu tercüme ederek yansıtabiliyor. Gerilimini de yansıtabiliyor. İşte, beka davasının güçlendirici bir şeyi olabiliyor bazen; bazen de dünya lideri havası basarak güç göstermeye de yarıyor. Bunu içeriye böyle bir popüler çeviri halinde yansıtabiliyor. Böyle dolaylı bir etkisi var. İkinci önemli etkisi: Bu tür merkezlerle kurabildiği ilişki ya da bazen düzeltebildiği, bazen yenileyebildiği ilişki, bu iktidar veya bu iktidarın geleceğine yatırım yapıp yapmama kararını verecek birtakım güç merkezleri, birtakım odaklar açısından göstergeler ortaya koyuyor. Yani hatırla, bu iktidarın son yıllarda sıkıştığı iki tane önemli mesele var. Dış politikada, birtakım alanlarda zorlamalara yönelik, işte bir tür restler filan çekerek bir gerilim politikasına yöneldi ve bunun üzerinden birtakım sonuçlar almaya çalıştı. Ama bunların çoğunda başarısız oldu. Senin “geri adım” dediğin dönüşlere mecbur kaldı. Onların sonrasında şöyle bir tablo oluştu— bu ortalama evlerde, kahvelerde böyle konuşuluyor konuşulmuyor çok önemli değil: Bu genel hava, çeşitli kanallarla seçmenlere yansıyor. Yani “Artık önemli güç merkezleri Erdoğan’ı gözden çıkarttılar, artık bu tür alanlarda bir desteği yok, giderek buralarda sıkışıyor, hayatı zorlaşıyor; bunun sonucu olarak da ne para bulabiliyor ne de o parayı bulamadığı için birtakım çözümler üretebiliyor”; dolayısıyla bunun, “Bu iktidarın sonu geliyor galiba” görüntüsü, en azından hissiyat düzeyinde yansıyor. Şimdi döndürmeye çalıştığı şey –en başta konuştuğumuzda söyledim ya– yani sadece aritmetik değil; seçime giderken oluşan psikolojik zemin çok belirleyici olacak. Yani ‘”Bunlar gidiyorlar” fikrini canlı tutup, “Yeni bir alternatif geliyor” fikrini getirebilenler kazanabilir, ama tersi “Yeni gelen kuvvetli bir şey yok, bunlar da galiba durumlarını kurtardılar” hissini yaratan iktidar ise avantaj kazanacak. Böyle bir denkleme doğru gidiyor. Şimdi bu dış politika hamlelerinin çoğu iki ayaklı. Bir, dediğim gibi bunun parasal tarafı var. İşte BAE ile normalleştiğinde, Katar’ın verdiğinden fazla paranın gelme ihtimali var. Amerika’yla durumu ya da Avrupa’yla mülteciler kartını kullanarak ya da Afganistan kartını kullanarak bir sonuç alması, İsrail’le normalleşmesi filan, bunların parasal karşılıkları var. Bu parasal karşılıkların yaratabileceği, bugün sıkıştığı ve pek çok alanda yönetememe sorunu olarak karşımıza çıkan bazı yerlerde bunu kullanarak, bu kaynakları kullanarak biraz bir rahatlama yaratmak ve giderek zorlaşan hayatta en azından seçilmiş bazı çevreleri biraz daha tatmin etme, edebileceği fikrini yaratma imkânı var. Diğer taraftan politik olarak bütün çarelerinin tükendiği, dünyada artık hiç kimseyle görüşemeyen, yalnızlaşan, bunun sonucu olarak da Türkiye’yi de yalnızlaştıran bir aktör olmaktan çıkıp, işte Afganistan’da, şurada burada yine Batı nezdindeki önemli merkezlerin kullanışlı ortağı… İşte mülteci meselesinde de çok tartıştık ya. Bütün Avrupalı liderlerin “Türkiye’yi hoş tutmamız lâzım” demeye başlaması, Biden’ın bile Afganistan vesilesiyle Türkiye’ye teşekkür etmesi, Merkel’in yine daha önce yaptığı türden açıklamalar yapması, bayağı restleştiği, karşılıklı polemikler yaşadığı Macron’la birdenbire yumuşama filan, demin söylediğin gibi Körfez’le, Mısır’la tekrar normalleşme ve Doğu Akdeniz’deki gerilimin birdenbire sanki hiç olmamış gibi ortadan kalkması, bu tür bir havayı besliyor. Bu da dolaylı olarak, evet, seçmen Türkiye’de dış politikada ne olduğu üzerinden karar vermiyor. Ama seçmen şuna bakıyor: “Bu iktidar gidici mi kalıcı mı?” farkındalığını kendisine taşıyan dolaylı bilgilere o kadar da bîgâne değil. Bunun gündelik siyasete tercüme edilen çeşitli biçimleri var. Bu da bir sonuç doğuruyor. Bu dolaylı sonuçla bence ilgili; ama daha önemlisi, hem politik olarak hem ekonomik olarak kendi hareket alanını rahatlatma hamleleri olarak görebiliriz. Bu konuda en başta söylediğin, Bahçeli’nin laiklik konusunda ya da bu dış politikadaki geri adımlar konusunda fazla da ses çıkartmamasını da şaşırtıcı bulmuyorum. Çünkü bu ittifakın aslında işbölümü içerisinde, zaman zaman bunu “çatlak” filan diye okumaya herkes çok yatkın, ama ben bunu hep başından itibaren bir işbölümü olarak düşündüm ve söyledim. Birtakım sorunlu alanlarda, iktidarı sanki eleştiriyor gibi yapıp, bazen mülteci konusunda, bazen laiklik konusunda, bazen dış politika konusunda… Bu çatlak değil; tam tersine bu problemli adımlardan doğabilecek alerjiyi yatıştırmak… En azından onun dışarıya, diğer bloka kaçması yerine iktidar bloku içerisinde tutulması işinde çok önemli bir fonksiyon icra ediyor MHP. Sadece oy desteğiyle ilgili bir şey değil. Bu bir ideolojik kabuk olarak, iktidara kendi sağından gelebilecek sorunlar karşısında bir kalkan oluşturuyor. Mesela hatırla, daha önce de, “Biz de gericiyiz” açıklaması yapmıştı Erdoğan. Hatta Diyarbakır gezisinden sonra büyük gürültü çıkartacağı sanılmıştı Bahçeli’nin. Mülteci meselesinde birtakım sözler söyledi, ama zaten Ömer Çelik de söyledi. Fark etmez yani. Hani “Bir kişi daha alamayız” dedi.

Ruşen Çakır: Aklıma şey geliyor hep; MHP’nin ittifak öncesi duruşu ve… Hani şimdi şunu demişti bunu demişti gibi lâfları bir kenara bırakalım. Erdoğan ve ailesi hakkında söylediklerini vs.. Ama mesela şöyle düşün; şu son ittifak yaptıkları dönemde Bahçeli’nin muhalefette olduğunu düşün ve Biden “soykırım” dedi. Erdoğan da bir şey yapmadı. Her grup toplantısında muhakkak bunu söyleyecekti. Değil mi? Mesela… 

Kemal Can: Evet. Zaten oyundan daha kıymetli olan kısmı bu zaten Bahçeli’nin ittifakta olmasının. 

Ruşen Çakır: Evet, tam da o yani… Tam da o… Kemal, toparlayalım istersen.

Kemal Can: Toparlayalım.

Ruşen Çakır: Evet, toparlayalım yavaş yavaş. Tam da bu yani, böyle ilginç bir boyutu var. Şimdi, konuşmadığımız ne kaldı? Diyanet meselesini de zaten çarşamba günü konuşmuştuk. Artık önümüzdeki maçlara hazırlanalım. Bu Türkiye acayip bir ülke biliyorsun. Her an bir şey olabiliyor. Mesela Erdoğan şimdi gidiyor New York’a değil mi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na? Orada önemli olan ne? Bir fotoğraf çektirecek. Ne konuşulduğunun da çok bir önemi yok Biden’la. O fotoğrafı çektiremezse mesela, öyle bir risk var. Yani diyorsun ya; hâlâ kabul edilen bir lider olarak kendini göstermek istiyor. Az da olsa bir risk var. Yani randevu alamama. Ben Washington’da gazetecilik yaptığım dönemde hep bunlar böyle çok ince ince konuşulurdu. Mesela heyet geliyor. Kim kabul edecek? Edecek mi etmeyecek mi? Görüşme kaç dakika sürecek? Bütün bunların hepsinin aslında bir anlamı var. Şimdi Türkiye’de artık o tür detaylara pek bakılmıyor, ama hatırlarsan NATO zirvesindeki o acayip fotoğraf yüzünden ne büyük sorun çıktı. Biliyorsun, Reuters’in servis ettiği. Aslında o havuz fotoğrafıymış. Yani Reuters’in çektiği değil; havuza konan fotoğrafmış. Oradan ne kadar büyük bir sorun çıktı mesela. Bir fotoğraf, kötü bir fotoğraf çıktığı zaman da bütün o kurmaya çalıştığın oyun bozulabiliyor. Öyle değil mi? 

Kemal Can: Ama şimdi şey yapıyorlar. Bu yüzden bu tür şeyleri çok önden beklentiyi yükselten bir şey yapmıyorlar dikkat edersen. Yani telefon meselesi… Zaten onlar da çok sessiz gittiler bu konuda, aslında orada peş peşe çok önemli fiyaskolar vardı; ama şimdi bu tür şeyleri beklentiyi yükselterek taşımıyorlar. Dolayısıyla olmazsa da…

Ruşen Çakır: Zaten yoktu, diyor.

Kemal Can: Yani şu anda öyle bir beklentiyi yükseltmiyorlar. Açıkçası burada problem şu: Genellikle dış politika meselelerinde, muhalefet de çok aktif bir şey yürütmediği için, bu konuda kolayca manevra yapabiliyorlar. Yani Doğu Akdeniz’de de manevra yapıyor, gürültü çıkarttığında da oluyor, geri çekildiğinde de oluyor, Amerika’yla ilişkilerinde öyle yaptığında da oluyor, böyle yaptığında da oluyor. Çünkü orada çok net farklar oluşmadığı için, tamamen hani o ne derse öyle oluyor. Yani biraz öyle işliyor. Medyada da sorgulayıcı bir medya faaliyeti de yok. Onun için…

Ruşen Çakır: Biz varız ya… Daha ne istiyorsun Kemal?

Kemal Can: Hayır, hayır şunu söylüyorum. Oradaki kaynaklar açısından… Çünkü diğer muhatapların, yani Batı’nın özellikle, Amerika ve Avrupa’nın da şu anda Erdoğan’la ve Türkiye’yle ilişkilerinde o şeyi görmüyoruz — eski sertlikte, manipülatif bir sorgulayıcılık görmüyoruz.

Ruşen Çakır: İpin ucunu bıraktılar büyük ölçüde. Benim gördüğüm kadarıyla Batı medyası, Erdoğan konusunda artık şey yani… Eleştirmiyor bile, diyelim. Öyle diyelim.

Kemal Can: Çünkü biliyoruz işte, mülteci meselesinde çok konuştuk. Çünkü orada, şu haliyle tekrar kullanışlılık alanına çekilmiş bir Erdoğan, bu ülkelerin hepsi için son derece faideli bir unsura dönüştü. 

Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyalım Kemal. Bu hafta da “Haftaya Bakış”ı böyle noktalıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyoruz.

Kemal Can: İyi haftalar…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.