Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (34): Erdoğan’ın hedefinde İmamoğlu var

İçişleri Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) işe alınan bazı çalışanların “terör örgütleriyle iltisaklı” olduğu yönünde ihbar, şikâyet ve tespitler üzerine özel teftiş başlatıldığını duyurdu. “Adını Koyalım”ın 34. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, önümüzdeki seçimlerde AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu rakip seçip seçmediğini tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Yılın son “Adını Koyalım”ı ile karşınızdayız. Yine Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konuyu ele alıyoruz. Bugün, Ekrem İmamoğlu’nun iktidar tarafından hedefe konulmasını yorumlamak istiyoruz. Öncelikle neden böyle bir hedefe koyma oldu ve bunun ardından da bu olay Millet İttifakı’nın adayının kim olacağı tartışmasını hangi boyutlara taşıdı? Arkadaşlar, merhaba. 

Ayşe, seninle başlayalım. Neden böyle bir şey oldu? Kimilerine göre, bilinçli bir hesapla yapılmış bir saldırı bu. Açıkçası bana göre, öfkeyle yapılmış bir şey bu. İstanbul’u kaybetmeyi hâlâ hazmedememekle ilgili bir şey. Ama tabii çok boyutlu bir olay; işin içerisinde Süleyman Soylu var, Cumhurbaşkanı Erdoğan var, diğer belediye başkanlarının ve muhâlefet liderlerinin Ekrem İmamoğlu’na sahip çıkması var. Ekrem İmamoğlu’nun kendisinin söyledikleri ve verdiği cevap var. Ne dersin Ayşe?

Ayşe Çavdar: Ben kesinlikle mecburiyetten bunu yaptıklarını, buna ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Çünkü hem İstanbul’a hem İstanbul’un kaynaklarına ihtiyaç var. Belediye AKP için çok önemli bir mâlî kaynaktı. Hâlen de ellerinde bulundurdukları belediyeler onların en önemli kaynakları. Ama hiçbiri Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyeleri kadar ciddi dağıtım kanalları sağlayamıyor. Ayrıca, onların sahip olduğu prestije de sahip değiller. Dolayısıyla ben, İstanbul’a ihtiyaç duydukları için buna mecbur kaldıklarını düşünüyorum. Ama bu o kadar bir mecburiyet ki ve içinde bulundukları siyâsîsî aczi gösteriyor ki… Evet, devletin güvenlik ve yargı organlarını kullanarak bir sürü şey yapabilirler, belediyeleri ve mâlî bürokrasiyi kullanarak Millet İttifakı’nın veya CHP’nin belediyelerini kaynaklarını kesme yoluyla sıkıştırabilirler. Bu, Cumhur İttifakı’nın bir siyâsî mecburiyet ve ihtiyaç halinde olduğunu ve bu mecburiyetin ve ihtiyacın ne kadar büyük olduğunu da ortaya koyan bir şey. 

Erdoğan’ın İstanbul belediye başkanlığı dönemine, zamanında tezimde kullanmak üzere arşivlerden çıkarıp baktığım için, bana bu mecburiyetin büyüklüğü şu kadar fazla geliyor: Erdoğan’ın kendi siyâsî hikâyesi böyle başladı. Nereden başladığını, buraya nasıl geldiğini bilen birinin, aynı şeyleri muhtemel ve en büyük rakibine –muhtemel diyorum– yaşatması bana çok mantıksız geliyor. Zannediyorum ki AKP içinde de bunun mantıksız geldiği insanlar var. Nitekim dün, Numan Kurtulmuş “Eğer Soylu’nun iddiaları gerçekse bile, bundan Belediye Başkanı’nı sorumlu tutamayız” gibi ne anlama geldiği çok da belli olmayan bir açıklama yaptı. AKP içinde de, bunun muhtemelen Soylu’nun belki de kimseye sormadan planlayıp hayata geçirdiği bir hikâye olduğu konuşuluyor. Gerçi şimdi geri aldım o lâfımı. Erdoğan’ın tavrı, bunun en azından onun bilgisi dâhilinde, belki de onun emriyle yapıldığını gösteriyor. Ama orada da bir karışıklık yarattığı ortada.

Şimdi o hikâyeden ne kastettiğimi, ne kadar benzediğini birkaç haber kupürüyle paylaşmak istiyorum: 2 Mayıs 1995, Yeni Şafak gazetesindeki haberin başlığı: “Erdoğan’dan hükümete politik terör suçlaması.” Aynen bu başlığı yapmış. Bu tıpkı, dün CHP’li başkanların Ankara’daki buluşmalarından sonra yaptığı açıklamaya benziyor. Dün, CHP’li başkanlar ortak bir bildiri yayınlayarak, İller Bankası’nın, değil kredi vermek, teminat mektubu bile vermediğini, CHP’li belediyeleri bu düzeyde köşeye sıkıştırdığını söylüyorlar. Aynısı 2 Mayıs 1995’teki mevzuda geçiyor. Buradaki mevzu da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne aktarılabilecek kaynakların merkezî idâre tarafından aktarılmaması. Hatta Ekrem İmamoğlu’nun yaptığına benzer bir şey de yapmışlar. Benim için biraz nostalji oldu. “O kaynaklar verilseydi, İstanbul’da neler yapılabilirdi?” diye listelenen şeylerin, ancak son 5-6 yılda yapılabildiğini de bir kez daha görmüş oldum.

Bir başka başlık: Dönemin Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, “Hükümet üzerimizde devlet terörü estiriyor” diyor. Yanında da, yine İstanbul’u anlatan bir haber var, o da: “Medyasız da belediye hizmetleri tanıtılabilir” diyerek Refah Partili belediyelere uygulanan medya ambargosundan bahsediyor. 

Bu haber de, 22 Eylül 1996 tarihli: “Yapamaz diyenler mat oldu” başlığı. Erdoğan’ın söylediği “topal ördek” hikâyesi var ya, bu da, onun zaman tünelindeki karşılığı. Erdoğan, “Benim için şunu yapamaz, bunu yapamaz diyorlardı. Ben bütün engellemelere rağmen tasarladığım hizmetleri yaptım, İstanbullulara ulaştırdım” diyor. 

Bunları niye hatırlatma gereği duydum? Çünkü böyle başlamış bir hikâye böyle bitiyorsa, Erdoğan kendisinin yıldızını parlatan hikâyeyi en yakın rakibine yaşatıyorsa, çok ciddi bir mecburiyet ve ihtiyaç halinde demektir. Bu arada, ilk okuduğum haberde Erdoğan, hükümet seçilirken yerel yönetimleri güçlendireceğini söylemişti — 95’ten bahsediyoruz. Ama yapmadılar. Benim aklıma hemen 2004’teki Kamu Yönetimi Reformu yasa tasarısı geliyor. O zaman onu Ömer Dinçer hazırlamıştı ve hakikaten çok güzel bir yasa tasarısıydı. Her seferinde de söylerim; çünkü yerel yönetimleri delicesine özerkleştiriyordu, güçlendiriyordu. Hatta kısmen vergi toplayabilmelerini de sağlayacaktı. O dönemin CHP’si de, Cumhurbaşkanı da izin vermedi. Sonra da üzerinde çok durulmadı. 

O yasa tasarısının asıl meselesi şuydu: AB ile uyum çerçevesinde, Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nı yerine getiriyordu. O dönem gazetecilik yaptığım için net hatırlıyorum; AKP’lilerin kafasında şöyle bir şey vardı: “Nasılsa bize bir darbe olacak. Eğer bu yasayı geçirebilirsek o darbeden sonra döneriz ve belediyelerde kaldığımız yerden devam ederiz. Üstelik belediyeler de çok güçlenmiş olur.” Ama o yasayı geçiremeyince, olabildiğince merkeze yapışmaya karar verdiler. Dolayısıyla yerel yönetimlerin özerkleşmesinden, icraat kabiliyetlerinin artırılmasından vazgeçtikleri oranda otoriterleştiler ve bir zamanlar savaştıkları şeye dönüştüler. Bu, “O zaman ne kadar iyilerdi” anlamına gelmiyor. Sonuçta bunların hepsi iktidar taktikleriydi ve dertleri mümkün olduğu kadar çok ülkenin kaynaklarını kullanmaktan ibâretti. Biliyorsunuz, gerisi herkesin de fark ettiği üzere çeşitli siyâsî manevralar ve stratejilerden ibâretti. 

Bütün bunları niye anlattım? Başta söylediğim şeyi tekrar edeceğim: Eğer kendisine yapılmış bu şeyleri en yakın rakibine yapıyorsa, bu ciddi bir körlük içerisinde olduğunu gösterir. Körlük içerisinde olduğunu söylemek de biraz hem kendimize hem ona haksızlık olur. Demek ki bunu iradesiyle, aklı başında olarak yapıyor. Başka çâresi kalmamış olmalı ki ve kaybettiğini görüyor olmalı ki bu yolu tercih ediyor. Çünkü bu, Erdoğan gibi bir hikâyeden gelen birinin aklında olsa bile, en son başvuracağı çâre olmalıydı diye düşünüyorum. 

Ayrıca, bunu yaparak başka bir şey daha yapıyor — çâresizliğin boyutunu vurgulamak için söylüyorum: Ekrem İmamoğlu’nun yerine bir tür kayyum atamasa bile –bence atamayacak, kendisi için de, herkes için de yapmaması iyi olur– sürekli sıkıştırma hâliyle, kaç gündür “Beyaz Türkler” diye ötekileştirmeye çalıştığı CHP’lilere –Erdoğan’ın îmâsı olduğu için “Beyaz Türkler” lâfını tırnak içerisinde söylüyorum–  HDP’li belediyelerle ve belediyesi elinden alınan halkla empati kurma olanağı tanımış oluyor. Onun açısından bakıldığında, bu da müthiş bir hata. Bir şey daha ekleyeceğim: Bence konunun gündeme geldiği mevzu da unutulmamalı. Bu hikâye birkaç hafta önce, Din Adamları Yardımlaşma Derneği’nin referansıyla belediyeye alınmış gassaller, yani cenâze yıkayıcılar üzerinden başladı. Anladığım kadarıyla cenâze yıkayıcılar, Kürtler ve Şâfiî mezhebinden olanların cenâzelerini yıkamak üzere anlaşma yapılmış sözleşmeli belediye çalışanları. Anladığım kadarıyla diyorum, çünkü çok fazla ayrıntı bulmak mümkün değil. Bu detayda, bu tuhaflıkta bir öyküyle bunu yapmak; az önce söylediğim gibi kendi siyâsî öyküsünü başa sarıp en yakın rakibinde yaşatması ayrı, böyle bir mevzûdan işin çıkması ve sonra o rengârenk terör örgütü listesinin gecenin bir yarısı İçişleri Bakanlığı hesabından paylaşılmasına kadar gelmesi, zâten kendi içinde bulundukları durumun ne kadar vahim olduğunu ve bu vahâmet karşısında başvurdukları çârelerin vaziyeti daha da vahimleştirdiğini gösteriyor. 

Ama ben, “Bunları yapmaları ne kadar güzel! Muhâlefeti güçlendiriyorlar” demiyorum. Çünkü bütün bu vahim hikâyeleri tekrar etmek, merkezî iktidarın çok tehlikeli bir fazda olduğunu gösteriyor. O kadar çâresiz ki her şeyi yapabilir; bunu döviz krizinde de gördük. Yaptığı şeyin sonuçlarını idâre edebilecek durumda da değil. Dolayısıyla çok dikkatli olunması gereken bir zamanda olduğumuzu düşünüyorum. “Böyle şeyler yapması ne güzel. Kaybedecek. Kendi kitlesini de böyle böyle kaybedecek” demiyorum. Bütün bu çelişkinin, onun çekirdek kitlesinde bir karşılık bulacağını zannetmiyorum. Bu, hepimizin ve zâten kopmaya yakın olanların adalet duygusunda karşılık bulabilecek bir şeydir. Bunu eminim kendisi de biliyordur. Ama buna rağmen, hem onun hem Soylu’nun bu yollara başvuruyor olması, durumun sâdece kendi açılarından ne kadar vahim olduğunu değil, aslında yine kendi açılarından kontrolden çıktığını, dolayısıyla hepimiz için çok ağır sonuçları olabileceğini gösteriyor. Burada Soylu’nun rolünü konuşmadım, şimdi konuşmayacağım. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Burak, ne dersin? Sence neden Ekrem İmamoğlu’nu durup dururken hızlı bir şekilde hedef aldılar? 

Burak Bilgehan Özpek: Bence içinde bulunduğumuz bağlam çok önemli. Yanlış hatırlamıyorsam, 10 Aralık’ta Meclis konuşması sırasında da benzer bir konuşma gerçekleşmişti. Süleyman Soylu, İstanbul Belediyesi’nde terörle iltisaklı insanların çalıştığını söyleyerek 557 rakamını vermişti. Daha sonra, yandaş basında bu rakam düştü ve iddia bir anda ortadan kayboldu. Kimse ciddiye almadı. Çünkü aslında hepimiz biliyoruz ki, “terörle mücadele” veya “millî güvenlik” kavramları, hükümetin siyâseten rakiplerinin alanını daraltmak için keyfî olarak kullandığı bir şey. Burada artık daha fazla mütâlaa etmeye gerek yok. Çünkü Süleyman Soylu’nun dünyasında, bağımsız yargı organlarının verdiği karar yerine, güvenlik konularında duruma hâkim olması gereken kendisinin kişisel kanaati daha önemli. “Eğer bu millet bizi güvenliğini sağlamak için burada tutuyorsa, gereken her şeyi yapmak da benim için haktır” gibi bir anlayışı var. Daha önceki beyânatlarında da zâten, “Öncelikle benim iknâ olmam lâzım” diyordu. Artık bunu tartışmayalım. Süleyman Soylu’nun birisine terörist veya güvenlik tehdidi demesinin hukukî bir dayanağı yok. Tamâmiyle kişisel ve siyasal dayanakları var. Dolayısıyla mesele, siyâsetin konusu. O yüzden şunu sormamız lâzım: Eğer bu siyasal bir çıkışsa, yirmi gün önce ses getirmeyen, çok fazla kamuoyunda tartışılmayan bu mesele, niçin Aralık’ın son haftası çok önemli bir meseleymiş gibi, Türkiye’de cumhurbaşkanı adayının kim olacağını belirleyecekmiş gibi davranıyoruz? Bu da bağlamla alâkalı bir şey. 

Ben bağlamın, geçtiğimiz hafta yapılan kur müdâhalesi sonrası oluşan psikolojiyle alâkalı olduğu kanaatindeyim. Dolar kurunun düşürülmesi, hükümetin kendisine duyduğu aşırı güven, güven psikolojisinin ve moralin düzelmesi, dolayısıyla karşısına kim çıkarsa çıksın yenebileceğine hükmetmesi, aslında bizim bir süredir ekonomideki gelişmelerden dolayı ihmal ettiğimiz, unuttuğumuz, hükümetin uzunca bir süre genel tavrıydı. Hatırlayalım: Tekrar edilen İstanbul seçiminden önce de, Adalet ve Kalkınma Partisi içinde siyâset bilen, kıdemli birçok siyâsetçi, böyle bir kararın çok doğru olmayacağını söylemesine rağmen, belirli bir grup, seçimin yenilenmesine dâir büyük bir tazyikte bulunmuştu. Özellikle Turkuaz Medya Grubu ve Berat Albayrak’a yakınlığıyla bilinen siyâsetçiler. Orada mesele, önce Tayyip Bey’e atfedilen her türlü rekabetten, onun kişisel karizması, devletin imkânları ve uygulanabilecek halkla ilişkiler kampanyası sâyesinde, selâmetle çıkılabileceğine duyulan inançtı. Yani “Adalet ve Kalkınma Partisi seçim kaybettiyse, bu yanlışlıkla olmuştur. Çünkü bu olağan bir hâdise değildir. Ya halkla ilişkiler şirketi, reklam şirketi yanlış yapmıştır, ya halk yanlış anlamıştır, ya sandıklarda bir şey olmuştur. Dolayısıyla bunun düzeltilmesi gerekir.” Sonuç? Yüzde onluk bir fark. Bu bir siyâset bilmezlik.

Şimdi de bu dolar kuruna müdâhale edilmesiyle beraber, birdenbire morali hızlı bir şekilde yükselen, dolayısıyla karşısına çıkabilecek rakiplerin tamamını çok kolaylıkla mağlup edebileceğini düşünen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu zihniyet, bir ay önce muhâlefette hâkim olan “Tayyip Erdoğan’ın karşısına ceketimizi koysak kazanırız” zihniyetine biraz benziyor. Tayyip Erdoğan’ın karşısında en güçsüz adayın bile kazanabileceği bir noktadan, değişen psikolojiyle birlikte, bir gecede “Tayyip Erdoğan’ın karşısına kim çıkarsa çıksın Tayyip Bey onu mağlup eder” noktasına geldik — ki bunda muhâliflerin duygusal kırılganlıklarının da çok büyük payı var. Adalet ve Kalkınma Partisi, dolar kuruna yaptığı müdâhalenin toplumda yarattığı ortalama heyecanın daha üzerinde bir heyecan, bir coşku ve özgüvenle hareket etmeye başladı. Bu özgüven, tabii ki Berat Albayrak’ın ve onun ekibinin yenilenen İstanbul seçimleri öncesinde takındığı tavrı da hemen takınmasını beraberinde getirdi. Berat Bey şu anda sistem içerisinde olmamasına rağmen, ekonomi politikası genel îtibâriyle ona yakın olan kişiler tarafından organize ediliyor. Bu, kendisini Tayyip Bey’in Ekrem İmamoğlu’nu doğrudan hedef almasıyla gösterdi. Bana sorarsanız, orada şöyle bir düşünce mümkün olabilir: Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekrem İmamoğlu’nu mağlup edebilmek, aynı zamanda belediye başkanlığı görevinden istifâ ettiği için İstanbul Belediyesi’ni de tekrar kazanmak, bir taşla iki kuşu vurmak şeklinde tezâhür edebilir. Böylece bu sıkıntılı siyâsî strateji, hem AK Parti’nin belediye kaybını telâfî etmeye, hem cumhurbaşkanlığı ile kendisini beş sene daha garanti altına almaya, hem de Ekrem İmamoğlu’nu tasfiye etmeye yarayacak. 

Çünkü biz, dolar kuruna yapılan müdâhaleden önce, aslında Ekrem İmamoğlu’nun adaylık şansının iyice düştüğü bir döneme girmiştik. Çünkü çift kutuplu sistem karakterini yitirdiği zaman, yani Tayyip Erdoğan’ın seçilme şansı azaldığı zaman, başkan adaylığı için gereken profil de kendiliğinden değişiyor. Sadece seçimi kazanan değil, sadece kişisel siyâsî karizmasıyla veya kampanya yürütme yeteneğiyle öne çıkan değil, aynı zamanda bir sonraki dönem için bize daha anlamlı bir hayat vaat eden insanlara yönelmeyi düşünüyorduk. Bu birçok farklı kişi olabilir. Yani, ideolojik spektrumun farklı noktalarında konumlanan kişiler olabilir.

Ruşen Çakır: Bu saldırı, yani Ekrem İmamoğlu’nun bu tür hedef alınması, Millet İttifakı’ndaki aday profilini ve ismini nasıl etkiledi meselesini ikinci bölümde konuşalım. Sen yine söylemeye devam et, ama o bölümde bunu tekrar konuşacağız.

Burak Bilgehan Özpek: Doğrudan hedef alınması etkilemedi, onu söylüyorum. Çünkü 10 Aralık’ta da benzer bir hedef gösterme operasyonu olmuştu, pek bir heyecan uyandırmadı. Burada önemli olan, hem kur müdâhalesiyle birlikte hükümetin aslında kolay lokma olmadığının düşünülmesi, hem de hükümetin kendisinin her türlü rakibe karşı galip gelebileceğini sanması. Bu iki olgu birleşince Ekrem Bey’e yapılan saldırı bir anlam kazanıyor ve onun ismi aslında cumhurbaşkanı adayı olarak öne çıkıyor. Söylemek istediğim şey temel olarak bu. Biraz karmaşık anlatmış olabilirim. Ekrem İmamoğlu’na saldırıp onu aday yapma politikasından bahsetmiyorum. Bağlamın bizi bu noktaya getirdiğinden bahsediyorum. 

Ruşen Çakır: Eyvallah Burak. Kemal, Ayşe mecburiyetten, Burak da bir özgüven patlamasından ya da özgüven artışından söz etti. Sen ne düşünüyorsun? Sence neden oldu?

Kemal Can: Bence iki yönü de var. Zâten bunu senelerdir konuşuyoruz. Yerel seçimin öncesinden, hatta 2018’den îtibâren konuşuyoruz. İktidarın sıkıştığını, çâresiz kaldığını ve bu çâresizliğini bir yandan otoriterliğini yükselterek, yani gücünü büyüterek, bir yandan da muhâlefet üzerinde daha saldırgan bir siyâset yürüterek onu dengelemeye çalıştığını biliyoruz. Bunun mecburiyetten, başka araçlarının çok elverişli olmamasından kaynaklanan bir yanı var. Burak’ın söylediği gibi, özellikle bu son hamle –herkes öyle demiş olmasına rağmen– çok da rastlantılar sonucu son anda bulunmuş bir çâre değil. Biraz da, şimdi kullandığı bu özgüveni tedârik etmek için özel olarak köpürtülmüş bir işti. Hatta bugün işin ekonomi tarafında da bu köpürtmenin bilinçli yapıldığı, son vurgun meselesinin de de sistematik bir köpürtmeyle köpüğün alınmasının hem bir politik faydaya hem de para politikası açısından da birilerini çarptıkları sağlam bir vurguna dönüştüğünün işâretleri çok net. Dolayısıyla, “Çâresiz çâresiz gitti, son anda bir şey buldu” değil; biraz o bulacağa şeye doğru da tırmandığını biliyoruz. Bu ikisi de doğru. Ama bu son olayda, yaşanan meselenin teknik tarafını söyleyeyim — teknik tarafı derken; Soylu, Erdoğan ve AKP’nin bunu neden yaptığı sorularına cevap ararken şuna bakmak gerektiğini düşünüyorum: Burada Soylu biraz aktör gibi öne çıkıyor. Ama Burak az önce bir kronoloji anlattı. Bütçe konuşması sırasında bunu söylemişti; bu lâfı etti, ama çok köpürmedi. Sonra ne oldu da köpürdü? Çünkü Erdoğan bunu aldı ve “Bunun üzerinden gidin, bu kullanışlı bir şey. Bunu kullanın” dedi. Soylu bu işe hazırlıksız girdi gibi görüntü vermesinin nedeni de, bu işâretin ve bu tâlîmâtın hızla yerine getirilmesi için ataklığından kaynaklanıyor. Ama “Belediyeye örgüt elemanları yerleştirildi” hikâyesi, hatırlarsanız, yerel seçimden öncesine dayanıyor. Binali Yıldırım mı söylemişti, kim söylemişti hatırlamıyorum…

Ruşen Çakır: Mehmet Özhaseki.

Kemal Can: “Faturalarınızı örgüt militanları getirecek” dendi. Daha sonra defâlarca kullanıldı. Soylu bütçe görüşmelerinde dile getirdi. AKP’den çok hevesli bir çıkış gelmedi, ama sonra Erdoğan tâlîmâtı verdi ve iş başladı. Aslında bütün bu meseleler genellikle, “Ya Soylu kendi kendine inisiyatif almış, fazla öne çıkmış; ya da kendisinin yıpranan imajını ve Erdoğan nezdindeki kullanışlılığını artırmak için hevesli davranıyor” diye okunuyor; ama ben tersini düşünüyorum. Erdoğan’ın tâlîmâtları konusunda ve o tâlîmâtların gereğini yapma konusundaki bir ataklık burada daha net görülüyor. 

Peki, bu kadar zayıf bir şeyi Erdoğan niye işâret etti? Çok hazırlanılmamış, arkası çok kolay doldurulamayacak bir şey. Çünkü bu diğer meselelerde de böyle. Biraz önce konuştuğum gibi, ekonomi bahsinde de böyle. Erdoğan hâlâ Dolmabahçe Camii’ne ayakkabıyla girildiğini anlatıyor. Arkası çok dolu olduğu için mi anlatıyor? Hâlâ, “Büyükada’da casuslar toplandı” diye anlatıyor. Hâlâ, bir sürü olmamış meseleyi olmuş gibi anlatıyor. Biraz önce örneğini verdiğim gibi, ekonomide yaşanan şeyler de çok büyük bir arka plan operasyonuyla yürüyor. Ama sonuçta bunları anlatmak muhâlefete kalıyor. İktidar bu tür ataklarla, yaftalamalarla, suçlamalarla ya da formüllerle, çok genel ve çok kaba bir genel spot îmal ediyor. “Bu Millet İttifakı ortaklığı, HDP’yi de içine sokan bir şey. Dolayısıyla belediyeye örgüt üyelerini aldılar.” Bu şablon, bu lâf, bu tema yeterli. “Camimize saygısızlık ettiler” yeterli. Sonradan bunu kendileri inkâr etseler bile “Ekonomide dış güçler bilmem ne yaptı” yeterli. “Önce bilmem nereye kadar tırmanan doları düşürdüğün yer, zâten iki katına çıkmış bir yer. Ama sonuçta düşürdü mü? Düşürdü” kabalığındaki bir slogan yeterli. Yapıştırılan suçlamalar, sokak röportajlarında filan kullanışlı olduğu sürece, muhâlefet bunun detaylarını, neden olmadığını, hiç hukukî olmayan bir meselenin hukukî boşluklarını, son derece kaba bir işlemin aslında teknik olarak ekonomi kurallarına ne kadar aykırı olduğunu anlatmaya çabalıyor. 

Çok acayip bir şey yaşanıyor. Biraz önce Burak’ın moral, avantaj ya da özgüven meselesi olarak işâret ettiği şeyi, konuşma kolaylığı açısından da değerlendirmemiz lâzım. İktidar dâima muhâlefeti, kendi rakiplerini sıkıştırırken, hiç detaylarla ilgilenmiyor. Ona çok kaba, hatta arkası boş bir etiketi yapıştırıyor ve onun etrafında konuşmaya devam ediyor. Ve bunun konuşulmasını, yayılmasını sağlıyor. Bence burada da, bu genel stratejiden çok farklı bir durumla karşı karşıya değiliz. Ama “İmamoğlu’na özel bir şey yapıldı, İmamoğlu’nu aday yapmak ya da adaylığını zayıflatmak için yapıldı” diye bir şey üzerinden düşünmeye başlayınca, “Bunu niye yaptı ve ne işine yarar?” soruları ortaya çıkıyor. Açıkçası ben, o konuda bir tercihin belirleyici olduğu kanaatinde değilim. Bu olay Soylu eliyle yürütüldü. Daha önce de MHP eliyle, Mansur Yavaş üzerinden bir şey yürütüldü. Hâlâ tekrar edebilir. Bugün, İmamoğlu’yla ilgili Soylu’nun düğmesine basıldı ve o bir şeyler söylüyor — ki çok da kuvvetli şeyler söyleyemiyor. Ama açıkçası ben, bunların hepsinin genel stratejinin bir parçası olduğundan ve özel olarak İmamoğlu’na dönük bir operasyon olduğundan çok emin değilim. 

Ayşe de değindi, Burak da biraz bahsetti: Zâten bunun böyle sonuç vermesi çok da gerçekçi değil. Yani İmamoğlu’nu özel olarak seçip, çok kullandığı bir argümanla özel olarak hırpalamaya çalışmasının, aday yapmak için de, adaylığını engellemek için de çok özel bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Buradan varılarak bir kayyum politikası, İstanbul’u geri alma hamlesi yapılacağını da sanmıyorum. Bence burada, daha önce Erdoğan’ın “kadrolu örgüt üyeleri” meselesiyle paralel biçimde, “İstanbul’u geri almak”, yani kendi seçmenine kaybedilmiş bir şeyi yeniden kazanmak hedefini koyan bir çıkış yaptığını gördük. Muhâlefet için İmamoğlu’nun ya da İstanbul’un özelliği, “yapabilirliğinin vitrini” olması. Dolayısıyla saldırılan yer olmasının nedeni İmamoğlu’nun aday olma ihtimâlinden çok, tam da bu mesele olduğunu düşünüyorum. İmamoğlu “aday olsun ya da olmasın”dan çok, muhâlefetin, Millet İttifakı’nın birlikte bir şey yapabilirliğinin en kuvvetli vitrinlerinden birinin İstanbul olması. İmamoğlu da bunu temsil eden güçlü adaylarından biri. Dolayısıyla, biraz önce Burak’ın söylediği gibi özgüven, rakibinin en güçlü tarafına saldırma motivasyonu yaratıyor. Ben temel hareket noktasının bu olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: O zaman ikinci tura geçelim. Her ne kadar doğrudan olmadığını söylesen de, açıkçası ben bunun seçimlerle bir alâkası olduğu kanısındayım. Bir şey bildiğimden değil, akıl yürütüyorum.

Kemal Can: Seçimlerle tabii ki alâkası var. İmamoğlu’na özel değil dedim. 

Ruşen Çakır: Ben İmamoğlu’na özel olduğu kanısındayım. Ayşe, sen ne diyorsun? Millet İttifakı’nın adayı tartışmasını ne zamandır yapıyoruz, daha da yapacağa benzeriz. Bu olay önemli bir şekilde etkiledi mi sence? 

Ayşe Çavdar: Bunu söylemek için daha çok erken. Şu anda Erdoğan’ın bu tavrı, Millet İttifakı’nın ittifak olmasını test ediyor. Bunu test etmek için yaptığından eminim. Şu özgüvenle taşı atmıştır: “Ben buna terör diyeceğim, içinde Kürtler de geçecek. Dolayısıyla İYİ Parti’yi köşeye sıkıştıracağım, öbürlerine bilmem ne yapacağım” demiştir. Eminim geriden geriden aday belirleme sürecine ilişkin gerilimin ne üzerinden olduğuna dâir bir fikir de vardır. Oraları kaşımak istemiştir. Millet İttifakı’nın ittifak olmaklığını test eden, onları dağıtacak, kötü görüntü vermelerini sağlayacak bir şey olarak planlamıştır. Dolayısıyla Kemal gibi düşünüyorum, evet, o akşam yaptığı şey bir seçim startıydı. O akşam İmamoğlu’na İçişleri Bakanlığı’nın twitter hesabından saldırının bu şekilde başlaması, daha önce hazırlığı yapılmış olsa bile bir seçim startıydı. Artık her an açıklanabilir. Zannediyorum 60 gün öncesinde açıklaması yeterli. Dolayısıyla her an bir baskın seçim olabilir. Bu arada seni tebrik ediyorum, eğer böyle sonuçlanırsa. Aylardır, hatta neredeyse iki senedir “olacak” diye söylüyorsun. Biz de ısrarla “olmayacak” diyoruz. Ama bence bu onun startıdır. Ama bu olur mu? Emin değilim. Çünkü şu anda iktidarla ilgili öngörülebilecek tek şey, öngörülemezliğini sürdürecek olması. Başka bir şey öngöremiyoruz. Dolayısıyla, bu operasyondan arzu ettiği sonuçları alırsa seçim kararı verecektir, almazsa vermeyecektir. Fakat İmamoğlu’nun başkan adaylığı konusunda hâlâ emin değilim, hatta kendisinin de İmamoğlu’yla yarışmak istediğinden emin değilim. Yine kendi kariyerinin başındaki hikâyeye gönderme yapacağım: O yasaklıydı, başkaları partiyi kurdular ve seçildiler. Sonradan Siirt’ten milletvekili olup Meclis’e geldi ve işin başına geçti. Dolayısıyla ben, Erdoğan’ın Ekrem İmamoğlu’yla yarışmak istediğinden emin değilim. “Ekrem İmamoğlu olmazsa kazanamazlar, Mansur Yavaş’ı da nasılsa aday göstermezler, karşıma Kılıçdaroğlu’nu koysunlar, onunla yarışayım” gibi bir yola girebilir. Ben bu durumda da kazanabileceğini düşünmüyorum. Daha önce de söylemiştim, Erdoğan’ı yenen kişinin Kılıçdaroğlu olması bana çok eğlenceli gelir. Bu kadar senedir her şeyi söylediği, kendisi karşısında sürekli mutlak öteki” olarak konumlandırdığı birisinin onu yenmesi bence güzel olur. Ama Kılıçdaroğlu aday olsun demeye de çalışmıyorum. Orada Millet İttifakı mantıklı olmak zorunda. Çünkü şöyle bir durum var: İttifakın oluşmasında oynadığı rol itibariyle de, Kılıçdaroğlu geçiş dönemi için daha uygun. Çünkü Kılıçdaroğlu olmasaydı, muhtemelen böyle bir ittifak olmayacaktı. Belki İYİ Parti bile olmayacaktı. Seçim dönemindeki 15 milletvekili verme hikâyesini hatırlayın. Diğerleri ile CHP ve İYİ Parti arasında bir irtibat da henüz kurulmuş olmayacaktı. Dolayısıyla edindiği deneyim birikimiyle Kılıçdaroğlu’nun geçiş döneminde işi çok zor olur, ama herkes için işi kolaylaştırır. 

Öte yandan, eğer seçimi almak söz konusuysa, Kılıçdaroğlu riskli bir isim. Bunu görmemek de mümkün değil. O zaman daha popüler, herkesin gönlünü alabilecek, daha yıldızı parlamış birisi, Ekrem İmamoğlu tercih edilebilir. Ama o zaman da geçiş dönemi biraz daha sıkıntılı olacaktır. Çünkü yaş itibariyle yakın olduğu ve ileride belki de başbakanlık için yarışacağı insanlar onun bakanı olacaklar. Ekrem İmamoğlu’nun bu türlü vaziyetleri idare etme konusunda ne kadar tecrübeli olduğundan da emin değiliz. Ayrıca parti içinde de yıldızı yükseliyor ve CHP’nin de bir müessese nizamı var. Bu kadar hızlı yükselişinin orada da birtakım rahatsızlıklara neden olması ihtimâli var. Dolayısıyla işi çok zorlaşır. Bence biraz daha yolu var. 

Ama Millet İttifakı şu karara varabilir: “Tamam, biz bunların altından kalkarız. Şimdi önemli olan seçimi kazanmaktır ve aday Ekrem İmamoğlu olsun” diyebilir. Bu kararı Erdoğan vermeyecek. Erdoğan sadece şunu yapabilir: Bugün Kemal de, ben de ve zannediyorum Burak da öyle düşünüyordur: “Kayyum atamaz, o kadar mümkün değil” dediğimiz şeyi yaparsa, o zaman Ekrem İmamoğlu’ndan korkmuş ve karşısına Kılıçdaroğlu’nu almaya karar vermiş olduğunu görürüz. Bence onunla ilgili tarafı bu. Ama adayın kim olduğuna Millet İttifakı karar verecek. Bu da, az önce söylediğim gibi, onlar için önemli bir test. Sonuçta gerçekten böyle bir ittifakın var olup olmadığını, iktidardan böyle taşlar, sorunlar, problemler ortaya konduğu zaman anlıyoruz. Şimdi Millet İttifakı ne yapacak diye bakıyoruz. İlk tweet’ler atıldı; ama birkaç gündür bu konuya nazîre yapan öyle acayip bir gösteri, bir siyâsî yan yanalık görebilmiş değilim. Dolayısıyla hâlâ aportta bekliyorum. 

Dün gece “Şimdiki Zaman”da da söyledim, seçimin ne olduğundan ve adayın kim olduğundan daha önemli ikinci bir şey daha var: Bence şu anda, Ekrem İmamoğlu’na karşı Soylu’nun işlevlendirilmesi ve bu yolla bir şey yapılması bana hemen seçim güvenliğini düşündürttü. Çünkü Soylu, İçişleri Bakanı olması dolayısıyla seçim güvenliğinde ve seçim sürecinde de önemli bir rol oynayacak. Böyle bir durumdayken adayın kim olduğundan daha önemlisi, Millet İttifakı’nın bu verileri okuyarak seçim güvenliğini gündemine alması ve yalnızca genel merkezleri, yereldeki parti teşkilâtlarını değil, seçmeni ve seçim güvenliğini ön plana alarak örgütlemesi gerekiyor. Bu mevzû gördüğüm kadarıyla sâdece “Sandık başında bekleyen var mı, çuvalların üzerinde kim uyuyor?” meselesiyle ilgili olmayacak. Dolayısıyla bunu da yapabilecek, bunu da örgütleyebilecek olmaları lâzım ki adayın da bir anlamı olsun.

Ben henüz erken olduğunu ve bu hesaplamaların, Millet İttifakı tarafından, atılan taşlar da hesaba katılarak yapılması gerektiğini düşünüyorum. Evet, Erdoğan bir şekilde Ekrem İmamoğlu’nun popülaritesini artırmasına katkıda bulundu. Büyük bir katkı bu. Az önce söylediğim gibi, bir kere kendi hikâyesini yeniden, üstelik bu defa kötü tarafta kendisi olarak birine yaşatması, kendi açısından müthiş vahim kötülükte bir taktik ve strateji. Fakat bu hâlâ Tayyip Erdoğan’ın rakibinin kim olduğuna karar verdiğini söylememize yetmiyor. Ben bunun böyle anlaşılmasını, Erdoğan’ın geliştirdiği strateji ve taktikteki vahâmete bağlıyorum. Bu kararı verecek olan Millet İttifakı, ama bir an önce vermeleri lâzım. En azından bir profil çıkarmaları lâzım. Bu “Aday kim olacak?” tartışmasının gündemden düşmesi lâzım ki, her bir durumda “O mu, bu mu?” demeyelim. 

İşin kötü tarafı, şöyle bir durum oluyor: Adayın kim olacağı tartışması yalnızca genel merkezleri değil, sosyal medyada takip ediyorsanız görürsünüz ki seçmenler arasında da gerilime sebep oluyor. Bu ittifakın topyekûn gerçek anlamda bir ittifak olması için, olmaması gereken şeyler olmaya başlıyor. Sürüncemede bırakılan her tartışma buna neden oluyor. Dolayısıyla bir an önce adaylarını belirlemeleri lâzım. O adayın kim olacağı konusunda inisiyatif, Millet İttifakı’nın hangi konuda ne kadar anlaşacağıyla ilgili. Bence henüz o açık değil. Bir de, dediğim gibi, asıl düşünülmesi gereken şey, bu mevzûnun da karşımıza koyduğu şey olan seçim güvenliği. Ne yazık ki Millet İttifakı’nda bu konuda henüz bir ittifak hareketi göremiyoruz.

Ruşen Çakır: Burak, sen demin bu bölümün konusuna kısaca değindin. Ben şöyle bir şeyi not düşeyim: Erdoğan’ın adayı belirlemesi, Erdoğan’ın oraya bir aday ataması anlamında değil. Ben ilk gün yaptığım değerlendirmede böyle dedim. Bana göre Erdoğan, Ekrem İmamoğlu’nu karşısında rakip olarak görmek istemiyor. Ama öyle bir hareket yapıyor ki, Ekrem İmamoğlu’nun adaylık ihtimâlini artırıyor. Benim yaklaşımım bu. “Keşke o olsa, ben bunu kolaylıkla alt ederim” düşüncesiyle yapılmış bir şey değil; tam tersine, onun aday olmasını istemediği için onu yıpratmak istediğini, tasfiye etmek istediğini, ama tam tersi sonuç doğurduğunu düşünüyorum. Burak, sen ne dersin? Bu olay adaylık tartışmasını nasıl bir noktaya getirdi?

Burak Bilgehan Özpek: Bu biraz muhâliflerin psikolojisiyle de alâkalı bir durum. Biz kur operasyonunun olduğu gece morali hızla düşen bir muhâlefet gördük ve insanlar o zamana kadar tartıştıkları birçok şeyi tartışmayı bırakarak seçimi kazandırabilecek adaya odaklandılar. Ben şöyle bir denklem kuruyorum: Tayyip Bey’in seçimi kazanma ihtimâli düştükçe, muhâlefet, seçimi kazanma stresinden âzâde bir şekilde, ülkenin nasıl yönetileceğine kafa yoruyor ve böyle profiller üzerine tartışmaya başlıyor. Tayyip Bey’in seçimi kazanma şansı yükseldikçe de, ülkenin nasıl yönetileceğinden ziyâde, seçimin nasıl kazanılacağına kafa yormaya başlıyor. Kur operasyonunun olduğu gece tam olarak böyle bir geceydi ve birçok insan, daha idealist yaklaşmak yerine, seçimi kazanmak odaklı bir adaya döndüler. Yani Ekrem Bey’in popülaritesi zâten Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından önce artmaya başlamıştı. Tayyip Bey’in de Ekrem İmamoğlu’nu hedefe koymasının sebebinin onun kendi rakibini belirleme, edindiği özgüvenle hem İstanbul Belediyesi’ni hem de Cumhurbaşkanlığı’nı aynı anda kazanabilme ve muhâlefetten temizleme ihtimâlinin sonucu olduğı kanaatindeyim. Böyle bir ihtimâlin yüksek olduğu kanaatindeyim. 

Bunun siyâseten doğru veya yanlış olması ayrı bir konu. Mesela Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde bu durumu siyâseten çok yanlış gören isimler var. Numan Kurtulmuş tepki verdi, konuyu kapatmaya çalıştı. Şamil Tayyar tepki verdi, konuyu kapatmaya çalıştı. Çünkü onlar, bu hamlenin tekrarlanan İstanbul seçimine benzer bir hamle olduğu kanaatindeler. Aynı isimler, muhtemelen seçimlerin tekrarlanmasına da karşı çıktılar. Dolayısıyla burada, Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde iyi kötü siyâset bilen insanlar ile bütün iktidarlarını Tayyip Bey’in karizması üzerinden sağlayan, o karizmadan kendilerine mikro-iktidar devşiren insanlar arasındaki zihniyet farklılığı öne çıkıyor. Ben, ikincisinin muhâlefet açısından büyük bir şans olduğu kanaatindeyim; çünkü büyük bir siyâset bilmezlik. Tamâmiyle reklam kampanyalarıyla veya kamu gücüyle insanlara bir şekilde etiketler yapıştırarak, yaftalayarak ve onlarca, yüzlerce paralı askeri, gazeteciyi televizyonda konuşturarak seçimi kazanabileceklerini düşünüyorlar. Onların dünyasında seçim kazanmak bu kadar basit bir iş. O yüzden, çok moralli oldukları bir anda Ekrem İmamoğlu topa koyuldu. Fakat zâten son bir haftada, muhâlefette Ekrem İmamoğlu’na yönelik bir ilgi vardı. “Seçimi kazansa kazansa, performansıyla İmamoğlu kazanır” gibi bir düşünce de söz konusuydu. 

Şöyle bir şey var: Burada Erdoğan’ın kendi rakibini belirleme eğilimi var, bunu göz ardı edemeyiz. Kimin ona rakip olacağını da Erdoğan belirlemek istiyor. Bu, rekabetçi otoriter rejimlerde de genel îtibâriyle tanık olduğumuz bir şeydir. Yani ötekini tanımlama, rakibinin kim olacağına karar verme hakkını da Tayyip Bey kendinde görüyor. O yüzden Tayyip Bey’in karşısına aldığı insanların, rakip aday olarak öne çıkması daha muhtemel. Bu, birkaç aydır Kılıçdaroğlu’ydu. Birkaç ay boyunca Kılıçdaroğlu bu şekilde sohbetlerin konusuydu. Mesela geçen sene bir dönem Akşener oldu. Dikkat ederseniz, Akşener adaylıktan çekildikten sonra, pek bahsedilmiyor. Tayyip Bey’de doğrudan Kılıçdaroğlu’na yönelik bir tutum var. Fakat son bir hafta-on günlük gelişmelerden sonra özellikle İmamoğlu’na yönelik bu söylem, on beş-yirmi gün önce ses getirmezken, şu anda ses getiriyor. Bunun sebebi, dediğim gibi, muhâlefette de zâten böyle bir beklentinin oluşması. 

Burada birkaç konu var: Seçim güvenliği meselesi çok doğru. Dikkatimi çekmişti: A Haber Haziran seçiminde, yani yenilenen seçimden sonra, akşam saat 19.30’a kadar seçim sonuçlarını girmedi. Binali Yıldırım seçim sonuçlarını kabul edene kadar başkanı ilan etmedi. Burada, tamamen katılıyorum, siyâsî partiler tam olarak bu işe yarar; seçim güvenliğinin, seçim koordinasyonunun çok iyi ve sistemli bir şekilde halledilmesi gerekir. Muhâliflerin artık mızmızlanmak, haklı mağlubiyetler yaşamak gibi bir imtiyazları yok. Dolayısıyla, seçimin aday üzerinde cereyan eden bir tartışması var, fakat diğer boyutları da bu işi ciddiye almakta çok önemli. Artık seçim dinamiğinin devreye girdiğini buradan da iddia edebiliriz. En azından böyle bir ihtimâlin belirdiğini söyleyebiliriz. Yine de, bir-iki ay sonra anketlere bakılıp ona göre karar verilecektir.

Bunun dışında bir de şu var: Genel îtibâriyle, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin söylemlerinin benim dünyamda hiçbir önemi yok, muhâliflerin dünyasında da hiçbir önemi olmamalı. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir siyâsetçiye terörle iltisaklı demesinin hakikaten hiçbir anlamı yok. Hatırlayalım: Yerel seçimlerde, Süleyman Soylu Emniyet’in fişleme listelerini basına sızdırmıştı. 1970’li yıllardan, emniyet fişleme listelerinden gelen insanlar vardı. Bu insanlar, siyâsî partilerin aday listelerinde, onların bazı akrabaları falan. Ama emniyetin fişleme listesinin seçimi belirlediği ve İçişleri Bakanlığı’nın siyâsete bu denli müdâhale ettiği bir dönem yaşadık. Aynı Adalet ve Kalkınma Partisi, seçimlerden birkaç gün önce Abdullah Öcalan’a ziyâret için bir akademisyenin gitmesine vesile oldu. Bu mektup canlı yayında okundu ve Osman Öcalan, devletin televizyon kanalına çıkıp açık açık “CHP’ye oy vermeyin” dedi. Yani îmâ bile yok, “CHP’ye oy vermeyin” dedi. Dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, kazanmak dışında bir ideolojisi yok. 

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendisini konumlandırdığı ahlâkî nokta, tamamıyla kazanmanın şehvetiyle, rakiplerini bir asâyla yargılayabileceği için konumlandığı bir nokta. O yüzden, bu partiye lâf yetiştirmek veya partilerin veya siyâsetçilerin kendilerini îzah etmek yerine Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yöntemini eleştirmelerinin daha iyi olacağı kanaatindeyim. Türk siyâseti bu stres içerisinde devam edebilir. Adalet ve Kalkınma Partisi, seçimleri stresli yapmayı ve buradan iktidar devşirmeyi seven bir parti. Benim kişisel kanaatim, buna karşı koymak için, stresin bir yerde toplanması ve bir çeşit paratoner gibi emilmesi için de öncelikle başkan adayının bir an evvel belli olması gerekiyor. Aynı şekilde, sadece başkan adayının değil, sonraki dönemde ülkeyi yürütecek, yürütmek erkini elinde bulunduracak Kabine’nin, Kabine üyelerinin, Merkez Bankası Başkanı’nın, RTÜK ve TÜİK gibi kurumları yönetecek önemli bürokratların isimlerinin de belli olması gerekiyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’yi sürüklediği seçim sürecine karşı, partiler kendi içlerinde belirledikleri adaylar için fırsat veya tehdit perspektifinden bakmak yerine, durumun ciddiyetini kavrayarak seçim güvenliğinden Kabine formasyonuna kadar daha sistemli bir programla hareket etmek zorundalar ki, biz Tayyip Bey’le rekabet süreci içerisinde toplumun geneline yayılan bir şâibe perdesi arkasında cereyan eden, medya ve PR şirketleri bombardımanı altında devam eden bir seçim süreci yaşamayalım. Bu kadar.

Ruşen Çakır: Kemal, sen ne dersin? Burada Millet İttifakı’nın aday meselesi nasıl şekilleniyor? Ekrem İmamoğlu daha fazla öne çıkıyor mu, ne diyorsun? 

Kemal Can: Önce Burak’ın bıraktığı yerden devam edersem, seçim diye bir ihtimal varsa, erken ya da zamanında olması da değişmiyor. Çünkü zâten sürekli seçim gündemli bir siyâset yaşıyoruz. Neredeyse on yıldır, seçim dönemi değil, on yıllık süreklileşmiş, kendini tekrar eden bir seçim süreci hâlinde yaşanıyor. Bâzen referandum kılığında oluyor, bazen cumhurbaşkanlığı seçimi oluyor. Ama sonuçta şu anda, erken ya da zamanında, bir süredir seçim konjonktürünün içerisindeyiz. Her şey de ona göre biçimleniyor. Ama şöyle bir durum var: Bundan üç hafta kadar önce siyâsetin gündemi neydi? Muhâlefet bu zorlu sıkışma yüzünden iktidarı erken seçime zorlayabilecek mi? Erken seçim baskısı yaratabilecek mi? Hatta CHP’nin bunu yaratmak için meydanlara çıkacağı, Mersin’de de ilk mitingini yaptığı konuşuluyordu. Muhâlefet kamuoyunda da öyle bir yere geldi ki, “Önüne kim konsa Erdoğan’ı ezer geçer ve artık iş erken seçime zorlamak” diye konuşuluyordu. 

Bugün ne konuşuyoruz? Bugün, iktidarın yapabileceği, yapma ihtimâli artan baskın seçimden bahsediyoruz. Yani, iktidarın kaybettiği için mecbur kalacağı erken seçimden, daha o erken seçim baskısı oluşturulamadan, birdenbire iktidarın avantajlı bir biçimde girebileceği bir baskın seçimin ne kadar mümkün olduğunu konuşuyoruz. İşin böyle bir moral tarafı var. Burak muhâlefetin moraliyle ilgili “kırılganlıklar” dedi ama, bunun moralle ilgili olmayan bir tarafı da var. Bu sadece bir moral meselesi değil. Çok kuvvetli bir moral tarafı var, ama birdenbire bunu düşündüren bir tabloya gelinmiş durumda. Bunu nelerin sağladığına bakmamız gerekiyor. Bütün araçları bunu değiştirmek için kullandı ve üstelik yeni şeyler bularak değil, bildiklerini kullandı ve durum birdenbire bu tabloya döndü. Şu anda, bir süre önce iktidar için, “Erdoğan’ın karşısına kim konursa kazanır” fikrini, Erdoğan eğer bir seçim stratejisi üzerine inşa ettiyse, “Benim karşıma kimi koyarsanız kazanırım”a çevirmek zorunda. Ben erken seçim konusunda hâlâ sizler kadar emin değilim. Ama seçim baskısını canlı tutma konusunda artık böyle bir rotaya girildiği kesin. Ama artık seçim baskısı, muhâlefetin kullandığı erken seçim kartında değil, iktidarın kullanmaya başladığı baskın seçim kartına geçmiştir. Yani kart el değiştirmiştir. Muhâlefetin seçimle ilgili seçim kartı, muhâlefetten iktidarın eline geçmiştir. Ben yine de seçim yapmama ihtimâlini hâlâ mümkün görüyorum. Ama velev ki erken seçime hazırlanıyor. En önemli yenilgi faktörü şuydu ki bu anketlerde de ortaya çıkıyordu: AKP’ye oy vereceğini söyleyen seçmenler bile Erdoğan’ın yenilebileceğini söylemeye başlamıştı. Bu çok önemli bir kırılma noktasıydı. Anketlerde çok önemli bir göstergeydi. Parti tercihleri meselesi değil, yenilebilme olasılığıyla ilgili yaklaşım değişmişti. Ve bunu yaratan şey, “Önce Mansur Yavaş geldi geçti, sonra İmamoğlu geldi geçti, sonra Akşener geldi geçti, hatta Kılıçdaroğlu da yakaladı” gibi bir tablo vardı. Muhâlefette bu düşünce hâkimdi. 

Şimdi bu seçim kartı el değiştirdiği için, Erdoğan için mesele, bu temel yaklaşımı, temel algıyı tersine çevirmek. Dolayısıyla, “Karşıma kim geçse yenerim” hâlini üretmek zorunda. Onun için de, “En kuvvetlisi İmamoğlu mu? O gelsin” diyor. Sonuçta mesele burada adayını seçmek değil. Biraz önce Burak’ın söylediği gibi, seçimdeki parametreleri, ondaki refleksleri, muhâlefetin buradaki akıl yürütme biçimini ele geçirmek önemli. Adayı belirlemek değil, seçimin hangi parametrelerle, hangi kriterlerle, hangi endîşelerle yürüyeceğine karar vermek. Açıkçası bu konuda bir inisiyatif kazandığını düşünüyorum. Sadece kendi seçmeninde yaptığı konsolidasyon meselelerinden değil, muhâlefette, “Ya, bizim neye dikkat etmemiz lâzım?” konusundaki balansı doğrudan yönetebilmesiyle ilgili bir şey.

Uzunca bir süredir muhâlefet cephesinde şu söyleniyordu: “Biz adayımızı açıklamıyoruz, bu bizim elimizi güçlendiriyor. Çünkü hem onu yıpratmıyoruz, hem de kartlarımız daha çok.” Şimdi iktidar şunu fark etti: Bu avantaj diye anlatılan şey, aslında muhâlefetin zayıf karnı. Sonuçta, bir aday belirlemek değil, aday belirsizliği üzerinden yürütebileceği ve çeşitli adaylara çeşitli hamleler yaparak, “Bunu mu istiyor? Yoksa Kılıçdaroğlu’nu mu zorlamaya çalışıyor? Acaba Kılıçdaroğlu’nu yaparsa, daha mı kazanacağına inanıyor?” karmaşasının asıl olarak muhâlefette dağınıklığa yol açtığını, tam tersine bir strateji zenginliğine gitmediğini, Burak’ın söylediği gibi, daha kolay ve kestirme hedefler konusunda zorlanmaya başladığını gösteriyor. 

Büyük ihtimalle bir-iki ay içerisinde bu karışıklıktan doğan tabloyu ve iktidârın yaptığı moral etkilerinin sayısal verilere nasıl geçeceğini, iktidar da muhâlefet de görmek isteyecektir. Böyle bir zamanın olduğunu düşünüyorum. Yani Erdoğan’ın şu anda, “Yaptım; havayı da yakaladım. O zaman tamam” diyeceğini düşünmüyorum. Erdoğan anketlere inanmadığını söylese bile, tamamen rakamlarla hareket eden bir siyâsetçi ve o rakamları görmek isteyecektir. Ama o rakamlar ortaya çıktığında, sadece kendi desteğinin artışını değil, muhâlefetin tedirginliğinin ne kadar büyüyeceğini, ne kadar paniğin gelişeceğini de görmek isteyecek. O zaman da muhâlefetin yüklendiği aktörleri değiştirebilir. Bence şu anda yaptığı hamle, biraz önceki turda konuştuğum gibi, özgüveninin karşılığı olan en kuvvetli rakibini “Rakip diye çıkartacağınız bu mu? Herkesin bir tür mutâbakat içinde olduğu biri olarak mı görülüyor? En kuvvetli diye bunu mu çıkartacaksınız? Oradan başlayalım” hâdisesi bu. Şu anda devam eden hamleler de çeşitlenebilir, yarın Mansur Yavaş için tekrar edilebilir. Ama bence adayını seçmekten çok, seçimin koşullarını, çerçevesini ve ana gerilimini belirlemekle ilgili. Dolayısıyla ben bu hamlelerin, aday odaklı olmasından çok, seçimin parametreleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bildik yoldan gidiyor, bildik araçları kullanıyor. Hiç de onların geçerli olup olmadıklarıyla veya hukuksal olarak dayanakları olup olmadıklarıyla da ilgilenmiyor. Onun genel, kolay, kullanılabilir sloganlar veya suçlamalara yarayıp yaramayacağına bakıyor. Bunun üzerinden yürüyor ve eğer baskın seçimle sonuç almak gibi bir perspektifi var ise, “Kimi çıkartırsanız yenerim” demek zorunda. Açıkçası ben tam tersine, denge iyice kendi lehine gelişmeye başladığında ve muhâlefetteki buna cevap verme yetersizliği bitmediğinde, zamanı lehine kullanmaya devam edip belki de zamanında seçim ihtimâlini tekrar kolayca devreye alabileceğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Evet. Erken mi, baskın mı, zamanında seçim mi? Bunu herhalde seçim zamanına kadar hep konuşacağız ve Kemal haklı çıkacağa benziyor. Seçim Haziran 2023’te olabilir. Tabii bu benim de haksız çıkacağım anlamına geliyor, olsun. Memleket için en hayırlısı neyse o olsun diyelim. Bitiriyorum. Var mı ekleyeceğiniz bir şey? Ayşe, sen bir ara bağlantından dolayı kayboldun. Olur böyle şeyler. Almanya Türkiye’yi kıskanıyor zâten, onu biliyoruz. 

Ayşe Çavdar: Ona şüphe yok. 

Ruşen Çakır: Hepinize iyi yıllar diliyorum. İzleyicilerimize de iyi yıllar diliyorum. Senenin son “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Bir dahaki sene tekrar görüşmek üzere, iyi günler.

Çavdar- Özpek- Can: İyi seneler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.