Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (44): Cumhur İttifakı’nın gidişatı

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar ve Kemal Can“Adını Koyalım”da bu hafta “8 Mart kutlamaları yasağı neyi gösteriyor?” ve “İktidar sorunu çözme iddiasından vaz mı geçiyor?” sorularına yanıt aradı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yarınki Diyarbakır ziyaretini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta maalesef Burak Bilgehan Özpek aramızda olamayacak. Çünkü son anda âilesinde yaşanan bir sağlık sorunu nedeniyle yayına katılamadı. Artık haftaya telâfî ederiz. Bu hafta, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la iktidârı, yani Cumhur İttifakı’nı konuşacağız. “Neyi yapmaya çalışıyor, neyi yapamıyor, neyi yapmaktan vazgeçti?” gibi sorulara cevap arayacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Ayşe Çavdar – Kemal Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle başlayalım. Dün yine bir AKP klasiği yaşadık: 8 Mart kutlamalarını yasaklamaya kalktılar. Ama kadınlar ve onlara destek verenler yine, özellikle İstanbul’da, sokaklardaydı. Yine polis engeli, birtakım ufak tefek çatışmalar vardı. Ama nihâyetinde, iktidar aynı çizgide gidiyor. Bunu aslında birçok şeye genelleştirebiliriz. Son günlerde yaşadığımız hususlara baktığımız zaman, bir yandan, 8 Mart olayında olduğu gibi, durduk yere sorun çıkartılıyor. Bir yandan, var olan sorunlarla yüzleşmek yerine, sorunlar başkalarına mal ediliyor. Ayçiçek yağı olayında olduğu gibi, “Ya, stokçu var, ya, bu stokçuları teşvik eden muhâlefet var” deniyor. Ya da doktorlar olayında olduğu gibi, doğrudan vatandaşı suçluyorlar. Erdoğan’ın, yurtdışına giden doktorlara yönelik söyledikleri ortada. Bunların hepsi birer sembolik vaka. Böyle bir girizgâh yapalım. 8 Mart aslında şu anda Türkiye’yi yönetenlerin duruşunu çok iyi özetleyen bir nokta diyorum. Katılıyor musun?

Ayşe Çavdar: Kesinlikle öyle. Öncelikle tüm kadınların 8 Mart’ını kutluyorum ve dün akşam için geçmiş olsun diyorum. Aynı zamanda dün akşam o yürüyüşe katılan herkesi ayrı ayrı kutluyorum. Çünkü inanılmaz bir direniş gösterdiler. O direniş de bir hayâtiyet belirtisiydi. Bence iktidârın sadece 8 Mart’ta değil, işçi grevlerinde de, doktorlar meselesinde de, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrencilerle de, yurt isteyen ve cemaat yurtlarında kalmak istemeyen üniversite öğrencileriyle de en büyük derdi, hayâtiyet belirtisi gösteren ve iktidârın önerdiğinden, hayâl edebildiğinden daha iyi bir hayat talep eden herkesle kavgalı olması ve her bir hayâtiyet belirtisini kendisine bir düşmanlık performansı olarak görmesi. İktidârın büyük problemi bu. O yüzden özellikle gençlerle, özellikle kadınlarla, özellikle eğitimli insanlarla ve bir de, hiç paradoksal olmayan bir şekilde ayçiçekyağı hikâyesinde göreceğimiz gibi, artık bir zamandır yoksullarla, alt-orta sınıflarla kavgalı. Ben bu kavgaların birbirlerinin cüzü olduklarını düşünüyorum. Bir kavganın, bir düşmanlığın, açık söylemek gerekirse ülkeye yönelik bir düşmanlığın farklı göstergeleri, farklı cepheleri olduğunu düşünüyorum. 

Bunu niye yapıyor? Çünkü çok temel bir nedeni var: Bütün kaynakları kendisine istiyor. İktidârı neredeyse sonsuza kadar elinde tutabileceği bir toplum istiyor. Yönetebileceği bir toplum istiyor. Toplumu yönetmek ya da toplumun mekanizmalarını düzenlemek, var olan toplumu olduğu gibi ya da hayâlleriyle, gelecek düşleriyle geleceğe taşımak değil, yönetebileceği bir toplum yaratmak istiyor. En başından itibaren, eğitim ve TOKİ gibi alanlarda, 2010 sonrasında kadınlarla ilgili tasarruflarında, Gezi Parkı direnişi sonrasında gençlerle, muhâlefet ve sivil toplumla kavgasında gördüğümüz gibi, yönetebileceği gibi bir toplum yaratmak istediğini gördük. Toplumu kendi arzuları ölçüsünde geleceğe devam eden bir şey olarak görmek yerine, “Ben nasıl bir toplum yönetebilirim ve bu toplumun nerelerini budamam, nelerinden vazgeçirmem, nelerini kesip atmam gerekir ki ben bu ülkenin iktidarında kalabileyim?” diye bir tasarrufla, bir düşünceyle her şeye müdâhale ediyor. Bir ideoloji varsa, herhalde bu. 

Kadınlar meselesine baktığımız zaman bunu görüyoruz. Dün, kadın muhtarlarla yaptığı programı biraz önce izledim. Zaten doktorlar konuşmasını da orada yaptı. İlginç bir şey yapıyor Erdoğan: Tıpkı muhâlefetin mutâbakat metninde olduğu gibi, bir gecede geri çekip Türkiye’yi mahrum ettiği İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğinde zâten var olan ve o sözleşme imzalandığından beri yasalara nakşedilmesi gereken maddeleri, bir kez daha kendisinin kadınlara “lütfedeceği” birtakım vaatler olarak sıralıyor. Kadına yönelik şiddetten, eğitimin engellenmesine, uzaklaştırma kararlarının nasıl uygulanacağına kadar…  Çünkü o türden düzenlemeler bizim yasal çerçevelerimizde olsa da, uygulamalarıyla ilgili yönetmelikler ve ayrıntılar halledilmediği için bir türlü hayata geçmiyordu. Dolayısıyla da ciddî bir sorun yaratıyordu. Daha doğrusu koruyucu önlem hâline gelemiyordu bir türlü. Onları bir kez daha, dün akşam vaadetti.

Bir şey daha söyledi: Eşi tarafından öldürülmüş bir kadının, o cinayet hâlini ayrıntılı olarak târif ederek, kaç bıçak darbesiyle öldürüldüğüne dâir hikâyeyi grafik olarak verip, arkasından da, yargıya bir tür ayar verdi. Bunu eleştirenlere, “Yargıya hakaret ediyorlar” dedi. “Böyle bir kararı verene, yani eşini, bir kadını bu şekilde öldürülmüş bir adamı üç ay sonra serbest bırakan bir yargıya söylenebilecek her şeyi, Cumhurbaşkanı olarak ben söylerim” dedi. Her zaman yaptığı gibi bir tür gaz alma hamlesi. Çünkü yargının, sistematik olarak kadın cinâyetlerinde ya da kadına karşı şiddette aldığı tavrın, iktidârın genel, ataerkil –daha da yumuşatarak “dini teâmülleri” diyeyim– hukuka, hastanelerden okullara her yere, bütün kurumlara nakşetme politikasının olduğunu hepimiz biliyoruz. Hal böyleyken, bunu tekrar bir vaat olarak verdi. 

Orada enteresan bir şey daha var: Verdiği örnekten ve tavrından yola çıkarak, şunu da tarzın içinde içkin olarak söylüyor: “Benim dikkatimi çekebildiğiniz zaman müdâhale ederim” diyor. Sonuçta yargıya müdâhaleden bahsediyor. “Ben bir Cumhurbaşkanı olarak istediğimi yaparım” diyor. Kadınların istediği böyle bir şey değil. Yargının, Cumhurbaşkanı’nın müdâhalesiyle o korumayı sağlaması veya o katili cezâlandırması değil. Bir müdâhaleye gerek kalmaksızın, hukukun içerisinde kalarak kadın haklarının hem sağlanacağı hem de kadına yönelik şiddetin gerektirdiği cezâların verileceği bir düzenek istiyor kadınlar. Fakat Erdoğan’ın söylediği, “Eğer benim dikkatimi çekerseniz, ben duruma el koyarsam, bu sizin lehinize olacak bir sonuç yaratacak” gibi gayet Erdoğanvâri –dediğim gibi, vaadettiği şeyler, İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğinden hiç de ayrı şeyler değil– onun nasıl hayâta geçirileceği konusunda gayet ataerkil bir yöntem çizme, belirleme, kendisini merkeze alan bir retorik geliştirme hâliydi. Dolayısıyla ne inandırıcıydı, ne gerçekti, ne sâhiciydi, ne iknâ ediciydi… 

Bir de, dün akşamki şiddet vardı. Ben ne yazık ki orada değildim, Twitter’dan izledim. Öğlenden itibaren, İstiklal Caddesi’nde, Cihangir’de, Kabataş’ta, kadınların oraya doğru gelebileceği her yerde, ağır bir polis teyakkuzu olduğuna dâir haberler zâten gelmeye başladı. İnanılmaz bir şey. İstanbul sanki bir işgalden korunmaya çalışıyor. Gönderilen fotoğraflarda, videolarda böyle bir manzara vardı. Giden arkadaşlarım, her zamankinden kalabalık bir grup olduğundan bahsettiler. Ama asıl enteresan olan, orada sadece örgütlü kadınlar değil, örgütlü olmayan kadınlar da var. Yani olanca acemilikleriyle oraya gelmiş ve belki de hayatlarında ilk kez polise direnen kadınlar da var. Bu bir şeyin de göstergesi. Artık boğazına kadar gelmiş, örgütlenmeyi de beklemiyorlar. Orada zâten var olan örgütlenmeye ve kadın dayanışmasına güvendikleri için oraya geliyorlar. Çünkü dediğim gibi, öğlenden îtibâren orada bir polis teyakkuzu olduğunu bilerek geliyorlar. Bu, kadın direnişinin, mevcut otoriteye ve onun hareket alanlarını kısıtlama politikasına karşı ne kadar kararlı olduğunu ve bu kararlılığın giderek arttığını gösteriyor. 

Buna karşılık polisin davranışı, direkt insanların yüzlerine biber gazı püskürtmek… Hattâ barikatın ortadan kaldırılması ile ilgili bir video vardı ki gerçekten inanılmaz; bir hayli insan da paylaştı. Direkt yüzü, gözü, bedeni bu kadar görünür biçimde hedef alması, polisin de artık yoldan çıktığını gösterir. Çünkü bunu sâdece protesto özgürlüğünün ve ifâde özgürlüğünün ortadan kaldırılması ve ihlâl edilmesi değil, işkence olarak da târif edebilirsiniz. Bu doğrudan, orada belgelenmekte olan bir saldırı. Dolayısıyla polisin bu türlü hikâyelerden nasıl da korkmadığını ve nasıl korunduğunu, iktidardan aldığı emrin ne kadar net ve keskin bir emir olduğunu da gösteriyor. 

Bütün bu anlattığım hikâye, 8 Mart’ta, kadın hareketine yönelik reva görülmüş bu şiddet, diğerleriyle beraber, yani gençlere, çevreye, doğaya, çocuklara, eğitime, doktorlara reva görülen siyâsetle beraber düşünüldüğünde tek bir şey gösteriyor: Bu iktidarın, ancak yaşamayan bir ülkenin, hayâtiyet arz etmeyen, gelecekten çok da beklentisi olmayan bir ülkenin iktidârı olabileceğine olan kanaati. Kendisinden beklentinin bundan ibâret olduğuna dâir bir örnek daha gördük dün gece. Ben bir kez daha oradaki kızkardeşlerimi kutlamak istiyorum. Müthiş bir direniş ve müthiş bir dayanışma gösteriler. Umarım kimse zarar görmemiştir. Umarım bir sonraki 8 Mart’ta bu sahnelerle karşılaşmayız. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. İktidarın bir toplum ve ülke tasavvuru var ve sanki bunda büyük bir dönüşüm var. En azından ben öyle görüyorum. Yakın bir zamana kadar, hâlâ da geçerli olan, “İktidar kutuplaştırıyor ve bunun üzerinden bir şeyleri yürütmeye ve iktidârını korumaya çalışıyor” gibi bir kutuplaşma söylemi var. Ama artık olay kutuplaşmanın da ötesine geçmiş. Yani, bir tarafta toplumun bir kesimi, diğer tarafta toplumun diğer kesimi görüntüsünden ziyâde, bir tarafta siyâsî iktidar, bir tarafta toplumun belli kesimleri var. Erdoğan’ın ya da Bahçeli’nin söylemlerinin, belli toplum kesimleri tarafından çok fazla tasvip edilip tartışmaya taşındığını görmüyorum açıkçası. Ne dersin?

Kemal Can: Katılıyorum. Zaten Ayşe’nin bıraktığı nokta da aslında bu açıdan senin söylediğinle örtüşüyor. İktidârın bugün yürüttüğü performans, toplumun bir kesimini arkasına alıp, diğer bir kesimini karşısına koyarak değil, toplumun bütün beklenti, şikâyet, memnûniyetsizlik, ihtiyaç ve benzeri, yani Ayşe’nin “hayâtiyet”dediği her türlü dinamiğini karşısına koyan bir pozisyona geçmiş durumda. Hep söylenen, “İktidar bozar. Mutlak iktidar tam bozar” lâfı var ya? Bu, mutlak iktidar bozulmasının en tepe noktası. Çünkü asıl belirleyici fark, birinin iktidar olması, diğerlerinin o iktidarla ilişkisi. Bundan ibâret bir dünya kurulduğu zaman, kaçınılmaz olarak çeşitli dinamikleri birbirine karşı hâlâ kullanmaya devam edebilirsiniz. Ama bunun gerçek dinamik olmaktan çıkıp, kullanılan bir şey olduğu herkes tarafından görülür. Şimdi biraz bu aşamaya doğru gidiliyor. Bunun yarattığı sorunlar yüzünden de giderek agresifleşen bir iktidar performansı izliyoruz.

Ayşe özellikle 8 Mart’la ilgili bazı örneklerini saydı. Orada da ayrıca temas ettiği doktorlar meselesi var: “Giderlerse gitsinler. Biz yenilerini yetiştiririz” demek. Tam bu hengâmede, yağ krizinin kapıda olduğu iddia edilen bir aşamada, zeytinlikleri tahrip için kararnâmeler, yasalar, düzenlemeler yapmaya kalkmak. Ekonomik krizle ilgili sorunları, Bakan Nebati’nin söylediği gibi polisiye önlemlerle ve birtakım cebrî tedbirlerle halledebileceği iddiasını ortaya koymak. RTÜK Başkanı’nın, alenen yapmaktan hiç sakınca görmediği gibi, televizyon kanallarına duyuruyla ne yapmaları gerektiğini dikte etmeye varan söylemi. Ayşe 8 Mart’ı çok detaylı biçimde anlattı zâten. Boğaziçi Üniversitesi’nde fiilî olarak yapılmaya devam edilen ve buna karşı bütün hukuksuz yöntemlerle, yeni fakülteler açmak, yeni dekanlar atamak, böylece oradaki bütün dengeyi değiştirerek okulu bir tür ele geçirme faaliyetini hızlandırmak… Bütün bunları alt alta koyduğumuzda, bir süredir konuştuğumuz gibi, yüksek bir otoriterleşmeyi, iktidârını zorla kabul ettirmeye, tüm direnç noktalarına ölçüsü giderek artan biçimde şiddet yöneltmeye ve onları bastırmaya çalıştıklarını görüyoruz. 

Bu, işin bir süredir çok net izlediğimiz fiiliyattaki tablosu. Yavaş yavaş bunun dile akseden taraflarını görüyoruz. Hep konuşuyoruz ya; devleti ele geçirmek, devlet kurumlarını parti aygıtına çevirmek, yargıdan bürokrasiye kadar bütün güvenlik bürokrasisini içine alacak biçimde –8 Mart örneğinde gördüğümüz gibi– iktidar talîmatlarıyla hareket eden bir devlet hâline dönüştürmek, kaçınılmaz olarak, o hâkim devlet dilinin iktidârın ağzına da yerleşmesine neden oluyor. Bu da ne demek? Milletin adamı değil, milletin efendisi olarak konuşan ve şikâyet eden, kendisinin belirlediği şikâyet başlıklarının dışında bir memnûniyetsizlik ifâde eden, onun gösterdiği hedef ve doğrultu dışında bir beklentiden bahseden, bir talebi dile getiren herkes “düşman”, “hâin”, en hafifinden “nankör”. Bütün bunlar, aslında bir dil değişimi. Millet adına konuşan, onun için o sarayda oturan ve Ayşe’nin hep referans verdiği “avatar” olarak görülmeyi isteyen iktidar, pek çok insan için, onların her türlü şikâyetinde, onların karşısına geçip parmak sallayan, parmak sallamayı geçip onları suçlayan, daha da ileri gidip alay etmeye başlayan, onları aşağılayan bir pozisyona doğru gidiyor. 

Pandemide de bunun bir örneğini yaşamıştık: İktidar çevresinden bazı isimler, o saçma sokağa çıkma yasağı kararlarının sonrasında, marketlerin önünde kuyruklar oluşturan insanlara yönelik, neredeyse “Göbeğini kaşıyan adam” diyecek seviyede bir halk aşağılamasına kalkıştılar. Sanki bütün evlerde zengin ardiyeler, kilerler, dolu dolu depolar ve dolaplar varmış gibi, “Sizin iki gün dayanacak erzakınız mı yok? Nedir bu azgınlık?” diye insanları aşağıladıklarını gördük. Şimdi benzer bir şeyi, belki bulunmayacağı için, belki fiyatı dolayısıyla daha sonra alamayacağı için marketlerde yağları kapışmaya çalışan, ihtiyaç duyduğundan fazlasını almaya çalışan, panik içerisinde davranan insanları aşağılayan değerlendirmelerde duyuyoruz. 

Bunların hepsi bir dil değişimi. Milletin adamı olmaktan milletin efendisi olmaya geçmek, iktidarı, bir yandan büyük bir baskı aracı olarak devletin bütün imkânlarıyla birlikte kullanabilmenin yapıştırdığı bir şey. Bunun en ileri örneklerini Bahçeli veriyor. Daha önce yaptığı her şeyde olduğu gibi, kendi açtığı “askıda ekmek” yardım taleplerinin karşısında, tutup, “Bugün aç olabiliriz, ama yarın buluruz. Memleket giderse…” cümlesini her sorunun karşısına koymaya başlıyor. Şimdi de “Yağsız yemek olur, ama memleket giderse…” diyor. Dolayısıyla memlekette neyle ilgili şikâyette bulunursa bulunsun, çıkıp, “Ne olacak? Bu da geçer. Asıl olan memlekettir” diyecek. 

Ama artık herkes şunu çok net biçimde anlıyor: Asıl olan, memleket değil. Asıl olan bu iktidarın devâmı. Yani bu iktidar devam etmeli, bunun dışındaki her şey, bu iktidâra karşı olan her şey, şikâyet de olsa, haklı gerekçeleri olan memnûniyetsizlikler de olsa, yıkıcı ve tehlikeli faaliyetler ve karşıya konulan şeyler. Bunun yarattığı önemli bir kırılma var. Bu, konjonktürel bir kırılma değil, yapısal bir kırılma. Bence, iktidar bunu bir dönemsel durum gibi algılıyor. Kendisinin, bütün milletle ve kendi tabanıyla da bozulan ve değişen ilişkisini algılamakta zorlanıyor, bunun durumsal ve kontrol edilebilir bir şey olduğunu düşünüyor. Bu yüzden de bunu azgın baskılarla, artan devlet şiddeti uygulamalarıyla halledilebileceğini düşünüyor. Ve bu dilin de değiştirilerek, insanların hizaya sokulacağı, yine Ayşe’ye referansla söyleyeyim, “biçimlendirileceği, en azından, tıpkı, evde bir babanın kurduğu otoriteyle, çocukları istediği gibi yetiştirmek değil ama hiç olmazsa istediği gibi davranmaya mecbur bıraktığı bir düzen” yaratmaya çalışıyor. 

Bu, aslında o çocukları biçimlendirmek değil. O çocukları bir davranış kalıbının içerisinde sıkışmaya zorlamak. Aynı şeyi koca bir topluma yapıyor. Bu kadar büyük, bu kadar dinamik ve bu kadar birikmiş sorunu olan bir topluma bunu yaptığınızda, iki önemli sonuç doğuyor: Birincisi, yapısal olarak sizin bu toplumla kurduğunuz ilişki değişiyor ve bozuluyor. İkincisi, sizin ağzınız bozuluyor. İktidar, bu iki temel sorunu birlikte yaşıyor. Bunların hiçbiri ağızdan kaçmış şeyler değil. Aslında kendi akışlarındaki değişimin, dilleriyle ortaya konması hâli. 

Ruşen Çakır: Şöyle bir şeyi daha önce konuştuğumuzu hatırlıyorum: Erdoğan başta olmak üzere iktidar, uzun bir süre sorunların varlığını kabul etmedi. “Öyle böyle diyorlar, ama ekonomi yolunda. Muhâlefet, olmayan şeyleri sorunmuş gibi gösteriyor” yaklaşımındaydı. Ama bir süredir, sorunların varlığını artık kabul etmek zorunda kalan bir iktidar gördük. Bu sefer, “Tamam, sorunlar var, ama çözüyoruz” dediler. Meselâ neyle çözüyor? Dövize endeksli mevduat hesâbıyla çözüyor, yastık altındaki altınları çıkartarak çözecek, vs… Belli bir aşamada sorunların kabulü, ama bunların çözülebileceği iddiasında olan bir iktidar vardı. Bence bu süre çok kısa geçti. Şimdi, sorunları çözme iddiasını da kaybetmiş bir iktidar var ve bunu da gidermek için alabildiğine muhâlefete yükleniyor. Şu anda Erdoğan ve Bahçeli’nin açıklamalarına bakarsak, sanki ülkeyi Kılıçdaroğlu ve arkadaşları yönetiyormuş gibi bir durum var. Ama meselâ Bakan Nebati, artık polisiye önlemlerden bahsediyor. “Gözlerimin içine bakın, ışığı görün” devri kapandı. Ben bunu “havlu atmak” olarak tanımlıyorum. Abartıyor muyum Ayşe, ne dersin? 

Ayşe’nin ses bağlantısında bir sorun oldu, istersen seninle devam edelim Kemal. Ne demek istediğimi anlatabildim değil mi? Sorunlar var, eyvallah, ama özellikle ekonomi konusunda havlu atmış bir iktidar da var. Ne dersin?

Kemal Can: Aslında dediğin doğru. Ama önlem diye ileri sürdükleri şeyler de aslında daha önce pandemi gibi başka konularda olduğu gibi, çözümü de millete buldurmak ya da yaptırmak. 

Ruşen Çakır: Yine de “Biz çözeriz” havası vardı. Ama şimdi, sanki “çözeriz”havası da kalktı gibi geliyor bana.

Kemal Can: Tabii tabii. Ama o dövize endeksli mevduat hikâyesi de, “Altınlarınızı getirin” de, “Porsiyonlarınızı biraz küçültün” de, aslında “çözeriz”i yine milletin yapacakları fedakârlıklar ya da katkılarla yapmak. Ne olduğunu bilemediğimiz, bilmemizin de gerekmediğine inandıkları, “Biz yaparız” cümlesi dışında, çözümün ne olduğunu anlatan bir şey olmadı. Yani “çözüm” diye öne sürdükleri şeylerin çoğu, ya fedakârlık ya da milletin bir şey yapmasını içeren şeyler. Tıpkı söylediğin gibi, pandemide, “Kendinizi koruyun, hasta olmayın. Biz de böylece pandemide başarılı olalım.” Ekonomide, “Porsiyonlarınızı küçültün, şikâyet etmeyin. Marketlere fazla abanmayın, ucuza mal alacağım diye talebi yükseltmeyin ki enflasyon düzelsin. Dolarlarınızı bozdurun, Türk Lirasına geçin. Altınlarınızı da getirin” üzerine kurulu bir şey. Bir yandan da iş çevrelerine, “Borçlanın, siz de fedakârlık yapın” diyorlar. 

Bunların hiçbirinin bir ekonomik program tarafı yok. Kendileri de bunun bir program ve çözüm planı olmadığını biliyorlar. Bunun netîcesi olarak, her sorunda, çözüm perspektifini bırakalı çok oldu. Herhangi bir sorunla ilgili “yönetememe krizi” diye konuştuğumuz ve yıllardır devam eden şeyin özü aslında şu: Yönetememe krizi, yönetmeye kalkıp becerememesiyle ilgili bir taraf içeriyor; bunun çok sayıda örneğini görüyoruz. Tıpkı, çıkan kararnâmeyi düzeltmek için üç tâne kararnâme çıkartmak zorunda kalmaları, durmadan bakan ve bürokrat değiştirmek zorunda kalmaları, bir sürü işi ellerine yüzlerine bulaştırmaları işin bir tarafı. Ama yönetememe krizinin bir başka tarafı, önlerine gelen her türlü sorunu çözmekle ilgili değil, o sorunun yarattığı etkiyi kontrol etmek ve mümkünse bastırmakla ilgili teyakkuza geçiyorlar. Enflasyon meselesi oluyor, market basıyorlar, ya da vatandaşı tasarrufa çağırıyorlar. Yağ sorunu çıkıyor, toptancılar ya da zincir marketlerle ilgili olduğunu iddia ediyorlar. Elektrik zamları oluyor, “Muhalefet yaptı” diyorlar. Doğalgaz krizi oluyor, sonradan çıkmış savaşı bahâne olarak kullanmayı deniyorlar. 

Bunların hepsinde, önlerine gelen sorunları çözüp çözemeyecekleri ayrı bir şey, “çözmek”diye bir meselelerinin artık gündemlerinden çıktığını görüyoruz. Yönetememe krizinin iki boyutu var: Bir, ele aldıkları hiçbir şeyi yönetemiyorlar. İki, onu çözmekle ilgili herhangi bir fikirleri de yok, harekete de geçmiyorlar. Bu, sanki onların bir meselesi değilmiş gibi davranıyorlar. Yani enflasyon onların meselesi değil, döviz sorunu onların meselesi değil, enerji sorunu onların meselesi değil, küresel ısınma onların meselesi değil, doğa tahrîbâtı onların meselesi değil, kadın cinâyetleri onların meselesi değil. Hiçbir şey onların meselesi değil. Bunlardan şikâyet edenler onların meselesi. Onlar, susturulması gereken hâinler, nankörler… Dolayısıyla onun kontrol edilmesi gerekir. Bunların hepsi algı operasyonu. Bu dilsel bozulma, bugün karşımıza bir beceriksizlik tablosu olarak ortaya çıkıyor; ama aslında bu, eğer algıdan bahsedeceksek, iktidarın kendisini algılamasıyla ilgili bir problemden doğdu. Bu da yeni değil. Bunu genel seçmenin ve özellikle de iktidârı destekleyen tabanın fark etmesi, buna reaksiyon vermeye başlaması biraz yavaş ortaya çıktı. Ama aslında bu bozulma, çok önceden başlamış ve aşama aşama ilerlemiş bir şey. Şimdi artık bu o kadar bâriz ve o kadar görünür bir şey ki, belki çok da değiştirilemeyecek, çok kemik bir çekirdek dışında –o da yüzde 20-25’tir– hemen herkesin fark ettiği bir şey. 

Ruşen Çakır: Ayşe, tekrar aramıza hoşgeldin. Soruyu tekrarlamak istiyorum: Bir dönem iktidar, “Hiçbir sorun yok, her şey kontrol altında. Muhâlefet uyduruyor” diyordu. Daha sonra “Evet, bazı sorunlar var, ama özellikle ekonomi konusunda bunları çözüyoruz” diyordu. Gördüğüm kadarıyla bu süre çok kısa sürdü ve şimdi, bana göre iktidar artık havlu atıyor. Mesela Bakan Nebati, “Yıl boyunca enflasyon yüksek seyredecek” diyor. Birtakım uygulamalardan çok fazla sonuç alamadıkları ortada. “Operasyon çekene operasyon çekeceğiz” gibi sorun çözümü odaklı olmayan birtakım yöntemlere başvuruyorlar. Bu “havlu atma”tespitime katılıyor musun? Yoksa sence daha karışık bir durum mu var?

Ayşe Çavdar: “Havluyu parça parça atıyordu, şimdi tamâmını atıyor” diyerek güçlendireyim senin ifâdeni. Aslında bir zamandır konuştuğumuz başka bir şey var: Bir iktidarın –bunun ille de Tayyip Erdoğan, AKP ya da Türkiye olması gerekmiyor– hegemonyasını kaybettiğini nereden anlarız? Ne kadar şiddete başvurduğundan anlarız. Çünkü insanları iknâ etmek için kurduğu veya bulduğu mekanizmalar, yöntemler çalışmadığı için şiddete başvuruyordur. Bütün iktidarlar, muktedirler ve müstakbel muktedirler, bir hegemonyanın, bir idârî kapasitenin, bu kadar şiddete başvurularak, şiddet ağırlıklı çözümlerle, üstelik o şiddeti gösteriye dönüştürerek sürdürülemeyeceğini bilirler. Bunu da en iyi, o kadar yıldır mağduriyet söylemi üreten ve Cumhuriyet’in, laik devletin kendilerini o şiddet mekanizmalarıyla nasıl mağdur ettiğini ve mevcut siyâsî meşrûiyetlerini tam da o mağduriyetlerden aldıklarını söyleyen İslâmcılar bilirler. Dolayısıyla her şiddete başvurduklarında, havlunun bir kısmını atmışlardı ringe. Şimdi havludan tamâmen vazgeçiyorlar. Açıkçası, ben biraz düşünme ciddiyetini kaybedip, “Ne oluyor?” diye gözden geçirdiğimde, herhalde tası tarağı toplayıp gidecekler, ona hazırlanıyorlar. Gitmeden, her şeyi derleyip toparlamaya, mümkün olduğu kadar kursaklarında, ceplerinde, şuralarında buralarında taşınabilir değerler hâline getirmeye çalışıyorlar diye düşünüyorum. Çünkü genel olarak memleket, her şeyin satılıp herkesin dövülüp sindirilip, bir tür yeni bir yolun açıldığı bir görüntü arz ediyor. Dolayısıyla haklısın. 

Birazdan bir üçüncü tur yaparsak, Kemal’in az evvel bahsettiği aşağılama dilinin arkeolojisiyle ilgilenmek istiyorum. Ama şimdi söyleyeceğim şey bundan biraz farklı. Bunun birkaç sebebi var: Bir tânesi, ekibin, propaganda ekibinin giderek azalmış olması. İcrâcı ekipleri hiçbir zaman o kadar güçlü olmadı. Biz AKP’yi icrâcı ekiplerinin başarılarıyla, becerileriyle bilmedik. İşleyen devletin mekanizmasıydı. Meselâ, ekonomide 2000’ler boyunca sözüm ona gösterdikleri başarıyı, Kemal Derviş’in yazdığı reçeteyle IMF’nin politikalarına sadâkatle uyulmasına bağladık. Ama iktidârın kendisini gösterdiği, aklının nasıl işlediğini, yöntemlerini gösterdiği alanlarda sürekli olarak dehşete düşerek ya da dalga geçerek baktık. Nerelerdi o alanlar? Kentsel dönüşüm, TOKİ, tarım politikaları… Ben, meselâ tarım politikalarında istikrarlı olarak dehşete düşme dozumu aştığımı söyleyebilirim. Çünkü Türkiye’yi aldıkları yerden daha da kötü bir yere, neredeyse hiçbir şey üretemez bir yere getirerek bağladılar. Meselâ sağlık politikaları. İnsanlar, “Gittiğimiz her yerde işimizi rahatça görüyoruz” dediklerinde, “Bu işin sonu öyle gitmiyor” diyorduk. Dolayısıyla, bu iktidârı hiçbir zaman icraat kapasitesiyle görmedik. Daha doğrusu, icraat kapasitesinde bir olağanüstülük, ya da bir yapabilirlik kapasitesi görmedik. Gördüğümüz neydi? Kendisini nasıl anlattığı ve bu anlatımın nasıl iknâ edici olduğu. O iknâ ediciliğin temelinde de büyük performanslar vardı. Muhâlefete sürekli, “Sakın öyle şeyler yapmayın” dediğim şeylerden birisi de o: Büyük, devâsâ performanslar. Meselâ seçim öncesinde bilmem kaç tane açılış birden yapılıyor. Her yere beton dökülen ve havâî fişeklerle açılışı yapılan mega-projeler, çılgın projeler, büyük saraylar, büyük köprüler filan. Bunlar büyük kaynaklar demekti. Ama artık o büyük kaynaklar yok. 

Şimdi ne görüyoruz? O kaynakların, belki son kez derleneceği, tıpkı birinin ölmeden önce ayaklanıp sevdiği ne varsa her şeyi toparlaması gibi, büyük kaynakları açıkça sömürmesini görüyoruz. Zeytinlikler, tarım alanları, madenler… Yani nakde çevrilecek ve görece kısa zamanda –çünkü tarım sürdürülebilir bir şeydir– onun aleyhine, daha kısa sürede nakde çevrilebilecek ve belki de uzun vâdeye yayılacak –20 yıllığına mı, 49 yıllığına mı veriliyor, bakmak lâzım– bu üleştirme mekanizmaları, kendisinden sonra gelecek iktidarları ne kadar uğraştıracak, bilemiyoruz. 

Hülâsa, o büyük büyük performanslarla ortaya konulan, dünyanın da II. Dünya Savaşı filmlerinden gayet iyi bildiği, kocaman kocaman şeylerle gelen iknâ kapasitesi, şimdi çok derin ve büyük sömürü mekanizmalarına dönüşmüş vaziyette. Dolayısıyla o eski büyüklükler iknâ ediciliğini kaybetti. Bu yeni, büyük ve devâsâ sömürü mekanizmaları da direnişle karşılaşıyor. AKP iktidarı, “Biz yönetemiyoruz, bu kadarını beceremiyoruz. Denedik, neler yaptık, ama üstümüze çok geliyorlar” demiyor. “Ben böyle yönetiyorum. Bu sorunları yönetmiyorum. Ben alacağımı alıyorum” diyor. Artık bunu söylemeye başladığını görüyoruz. Dediğin gibi, ayçiçekyağı sembolik bir şey. Bir tarafta savaş devam ederken, sen zeytinyağı üretilebilecek zeytinlikleri ortadan kaldırıyorsun.

Programdan önce Kemal’le konuşuyorduk. Eskiden kocaman kocaman şeyler ya da o büyük büyük şiddet performansları, insanları bir şeye, mesela 15 Temmuz’da sokağa çıkmaya iknâ etmek içindi. Şimdi kocaman bir performans görüyoruz. Bir taraftan Bahçeli konuşuyor. Bir taraftan Erdoğan konuşuyor. Dün yandaş medyada okudum bütün o yazıları:
İnsanlar, ballandıra ballandıra, ayçiçekyağı bulmak için Erdoğan’ın Putin’le, onunla bununla nasıl konuştuğundan bahsediyorlar meselâ. Ayçiçeği hikâyesinde, böyle kocaman ve bayağı tekme tokat herkese girişilen şedit bir gösteri, insanları, ayçiçekyağı kuyruğunda beklememeye iknâ etmeye çalışmak üzerine kurulu vaziyette. Performans gene büyük ve şiddetli, ama istediği şey, “Gitmeyin o ayçiçekyağı kuyruğuna. Çünkü talep enflasyonu yaratıyorsunuz.” Ya da kadın muhtarları muhbir olmaya zorluyor, üstelik 8 Mart günü. Neymiş? Muhtarlar, ayçiçekyağı için, İçişleri Bakanlığı adına mahalledeki marketlerin depolarını kontrol edip ihbar edeceklermiş. O kadar sembolik bir şey ki, bunca senedir uyguladığı tarım politikaları, ithalat-ihracat politikaları, insanları ayçiçekyağı kuyruğuna gitmemeye iknâ edememe âcizliğine düğümlenip kalmış vaziyette. Dolayısıyla, iktidar bize “Yönetemiyorum. Çünkü benim kapasitem yetersiz, sorunlarım da çok büyük” demiyor. “Yönetmiyorum ve yönetmememden doğan açığı da şiddetli operasyonlarla, tehditle kapatmaya çalışıyorum” diyor. Bunu bir güç performansı olarak söylüyor. Ama böylesi bir güç performansı, öncekilerden farklı olarak, ne kadar güçsüz olduğunun göstergesi. Çünkü yoksul vatandaşı, bunca zamandır üzerinde durduğun, onun yoksulluğundan bir tür iktidar rantı devşirdiğin, onunla kurduğun hayır hasenat bağımlılığı ilişkisini kutuplaştırmaya, başka sınıfları, başka kesimleri, başka türlü düşünenleri ezmek için gereken enerjiye dönüştürdüğün yoksulluğu, ayçiçekyağı kuyruğunda beklememeye iknâ edebilecek durumda değilsin. Sonuçta gördüğümüz şey bu. 

Avatarlık mevzuu başka bir yere geliyor. Dolayısıyla, eğer bir üçüncü tur olacaksa…

Ruşen Çakır: Bunu üçüncü turda yapmayalım. Çünkü iki tane bağımsız soru var, onları soracağım. Yine seninle devam edelim, Kemal’i sonra alayım. Konulardan bir tanesi, bugün İsrail Başbakanı Herzog Türkiye’ye geldi. Aslında çok olağanüstü bir olay. Ama iktidar bunu aylık olağan görüşmeymiş havasında vermeye çalışıyor. İkinci konu da, Kılıçdaroğlu’nun yarın yapacağı ve daha önce iki kez ertelediği Diyarbakır ve bölge ziyâreti. Bu iki konuyu da sırasıyla değerlendirir misin? Çünkü bu haftanın iki önemli olayı. Biz Kemal’le Cuma günkü “Haftaya Bakış”ta daha detaylı konuşacağız bu iki konuyu. Buyur Ayşe. 

Ayşe Çavdar: Burada söyleyecek fazla bir şeyim yok. İsrail’le ilişkiler konusunda iktidar, AKP, sürekli çekingendir. Bir taraftan, yapabildiği kadar, hattâ çoğu zaman antisemitizmin sınırlarını zorlayan bir İsrail karşıtlığı yapar. Ama öbür taraftan, Ortadoğu’da bir şey yapabilmek için İsrail’le bir ilişki kurgulamasını da gayet iyi bilir. Bu ilişkiyi Barzani ile ilişkisine benzetmek mümkün. Hakîkaten çok benziyor İsrail’le kurduğu ilişki. Çok da anladığım şeyler değil; ama anlamayan birine dışarıdan göründüğü kadarıyla söyleyeyim: Hani “İşimizi görürüz. Gayet pragmatik bakarız buraya. Onların güçlerinden yararlanırız. Ama takkeyi de devirmeyiz. Kibrimizden vazgeçmeyiz. İçeride başka türlü bir politika uygularız” tarzında bir yaklaşımı var.  Bunlar olduğunda yandaş medyanın ya da AKP sözcülerinin susmalarının sebebi, özellikle muhâlefet tarafında ek ortaklardan bir hayli var. Sadece eski ortaklar da değil, Temel Karamollaoğlu da orada meselâ. Pek konuşamayacakları arka bahçeleri gibi bir şey o ilişkiler. Bu tür retorik gerginliklere rağmen, İsrail’le her alanda o ilişkilerin devam ettiğini biliyoruz.

Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ziyâreti konusunda bir şey söylemek için çok erken. Muhâlefetin yapıp ettikleri konusunda, sizin aranızda olumlu ve iyimser olan kişi ben olmak istemiyorum. Fakat belli ki nasıl hareket edeceklerine dâir bir plan proje geliştirmeye başladılar. Yalnız şöyle bir izlenim ediniyorum: Erken seçim baskısı yapmaktan vazgeçtiler gibi geliyor bana. Bunda da haklı olduklarını düşünüyorum. Zâten Meclis aritmetiği buna yeterli değil. İkincisi de, dünyanın mevcut durumu, Türkiye’nin bir seçime nasıl gideceği konusunda olumlu izlenimler bırakabilir durumda değil. Dolayısıyla erken seçim baskısından vazgeçip, kendilerini hazırlamaya koyuldular gibi geliyor bana. Çok büyük bir hatâ yapmamaları lâzım. Muhâlif seçmen küçük hatâlara “eyvallah” diyebilir. O büyük hatâlardan bir tânesi de, Diyarbakır hikâyesinde olduğu gibi, ittifakın dışından bir başka siyâsîi grupla temas edildiğinde, içeride nizâ çıkması. Şu anda en büyük hata o olur. O nedenle, ben hassas bir durum olduğunu düşünüyorum. Ama sonrasında konuşmak lâzım.  Öncesinde, mutabakat metninin her tarafına “eşit yurttaşlık” vurgusunu ekledikten sonra… Ki “eşit yurttaşlık” vurgusu ve “Kürt Sorunu”nun adını anmadan bütün devlet mekanizmasına yayılmış ve o mekanizmanın dokusundan ortaya çıkan bir sorun olarak târif etme yöntemini, daha önce HDP’nin açıkladığı “Tutum Belgesi”nde görmüştük. Orada da Kürt Sorunu 4. maddede ifâde edilmişti. Onun öncesinde mevzu daha çok, devlet mekanizmalarının çalışma biçimiyle ilgili olarak târif edilmiş ve eşitlikten bahsedilmişti.

Bu mutabakat metninden sonra Diyarbakır’a gidilmesini, daha evvel hava muhâlefeti nedeniyle ertelenmiş bir gezinin şimdi düzenlenmesini, bir tür, yol yordam kotarılmış ve o yol yordam uygulanıyor gibi düşünüyorum. Bu altılı masanın, özellikle Kılıçdaroğlu’nun, kendini test edeceği alanlardan bir tânesi. O yüzden dikkatle izlemek lâzım. Yalnızca onların nasıl davranacağı değil, Diyarbakır’ın nasıl cevap vereceği de önemli. Bu nedenle dikkatle izleyeceğimiz bir alan. Ama henüz bir şey söylemek için erken olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Türkiye ziyâreti ve Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır gezisi üzerine sen ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Sondan başlayayım. Ayşe’nin son cümlesine katılıyorum. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun gidişinde, bence büyük bir açılım, çantasında oraya söylenecek bir şeylerle gittiği kanaatinde değilim. Zaten, o masanın eksiğini tamamlayan ya da o eksikle ilgili bir kırıklığı alma ihtiyâcının karşılığı olan bir ziyâret olacak. Ama bunun nasıl ilgi gördüğü benim için daha önemli bir veri teşkil edecek. Belki de, Kılıçdaroğlu için de o tarafı daha dikkat çekici olacak. Muhtemelen Cuma günü, sonuçlarını da biraz görmüş olacağımız ve Kılıçdaroğlu’nun da ne diyeceğini dinlemiş olacağımız için daha fazla konuşabiliriz. 

Ama ben bu vesîleyle, Ayşe’nin söylediği erken seçim baskısını kaldırma konusunda, birinci ve ikinci turda konuştuğumuz şeyle bağlantılı olarak şunu söylemek istiyorum: Burada, siyâsî strateji açısından doğru olanlar, taktik hamleler filan düşünülebilir, ama şu çok kritik: Bu iktidâarın, ister Ayşe’nin söylediği gibi sonluğunu toparlamakta olsun, ister senin söylediğin gibi havlu atmış olsun, ya da benim söylediğim gibi tehlikeli bir direnme içerisinde olduğu değerlendirmesini yapalım, hepsi birbirinden tahripkâr şeyler. Bu, memleket açısından çok önemli bir nokta. Şimdi meselâ aynı şey Putin açısından da konuşuluyor: “Galiba Putin son hamlesiyle, kendi gidişini hazırlayan adımı attı” deniliyor. Tamam, attı da, bu, bütün dünya için büyük bir risk taşıyan bir adım. Dolayısıyla bu tür hamleler, memleket bazında da olsa, bir kurum bazında da olsa, dünya ölçeğinde de olsa, son derece tehlikeli direnç hamleleri, giderayak panikle yapılan işler ya da darmadağın olmanın yarattığı tahrîbat öyle böyle şeyler değil.

Otoriter iktidarlarda yüksek tahrip gücü, en güçlü oldukları dönemlerde değil, zayıfladıkları dönemlerde ortaya çıkar. Bugün de bunu çok bâriz biçimde görüyoruz. Sadece şu anda kendisi karşısında gelişen tepkilere şiddetle karşılık vermesinde değil, yarattığı tahrîbatta görüyoruz. Zeytinlikler örneğinden başka örneklere kadar gidelim. Özellikle dış politika hamlelerine de uzanan, çok ciddî ve uzun dönemlere yayılabilecek ağır bir tahrîbatın işlediği bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla, aritmetiğin yeterli olup olmaması meselesi ayrı bir şey, iktidârın, seçim baskılı bir politik baskı altında olup olmaması, bunun, sanki üzerinde olmaksızın, adımlarını kendi belirleyeceği stratejik önceliklere göre yapabiliyor olması, bence sorunlu bir şey. Seçim kararı aldıramayacak olmak, seçim baskısını kaldırmayı mâkul gösterir mi çok emin değilim. Çünkü şu anda, “İktidar sonluğunu topluyor” diye değerlendirebiliriz, “havlu attı” diye de düşünebiliriz. Ama ben, üçüncü bir bakışın, kendisinin böyle algılamayıp, bu uyguladığı yöntemlerle iktidârını devam ettirebileceği kanaatinde olduğunu, böyle bir durumu kabullenme içerisinde olduğu fikrinde değilim. Bu, çok önemli bir şey. Bu, yaşadığımız pek çok şeyin, yakın ve orta vâdede nasıl cereyan edeceğini ve arkasında neler bırakacağını gösterecek. 

İsrail ve Batı ile ilişkiler meselesini, Ukrayna savaşı nedeniyle birkaç kez “Haftaya Bakış”ta konuşmuştuk. Sen, Erdoğan’ın bundan bir fırsat çıkarması zor demiştin. Gerçekten de fırsat çıkartılabilir bir durum değil. Herkesin hasar göreceği, Türkiye’nin de önemli zararlar görebileceği bir tablo var. Ama her sıkıştığı aşamada, bundan fırsat üretmek, en azından bahâne üretmek konusunda, bu iktidarın önemli yetenekler geliştirdiğini de kabul edelim. Şimdi de, özellikle Batı ile ilişkiler meselesinde bir sıkışma yaşıyor gibi görünse de, bunu bir fırsat olarak kullanabileceği bir hamleyi hazırladığını düşünüyorum ve bunu böyle kullanmaya da gayet teşne olduğunu görüyorum. Ama daha önemlisi, galiba bazı aktörlerin, önemli güç merkezlerinin, çok da söylendiği gibi, bu konuda verdikleri karardan pek dönmeyecekleri gibi bir çizgide durdukları fikrinde değilim. Bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz. Şu anda iç politikada çok elverişli bir şey olmadığı için İsrail meselesini köpürtmüyor olmaları, İsrail’den önemli bir ziyâretin gerçekleşmesinin bundan sonrasını nasıl belirleyeceği konusunda durumu önemsizleştirmiyor. Hatta daha da önemli hâle getiriyor diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada noktalayalım. Keşke Burak Bilgehan Özpek de aramızda olsaydı. Ama maalesef son anda çıkan önemli mazereti nedeniyle katılamadı. 

Kemal Can: Burak’a da çok geçmiş olsun diyelim.

Ayşe Çavdar: Geçmiş olsun.  

Ruşen Çakır: Evet. Ailesinde bir sağlık sorunu olduğu için katılamadı ne yazık ki. Peki, “Adını Koyalım”ı burada noktalayalım. Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.