Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (46): Furkan Vakfı olayının ortaya çıkardığı gerçekler

Adını Koyalım’da bu hafta Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Furkan Vakfı üyelerine yönelik Adana’daki polis müdahalesini ele aldı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin polislere sahip çıkmasını ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamalarının değerlendirildiği programda, “Hak savunuculuğunun ideolojisi var mı?” sorusuna yanıt arandı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta yine Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konuyu enine boyuna tartışacağız. Bu haftaki konumuz, Adana’da Furkan Vakfı’na yönelik polis müdâhalesi. Başörtülü kadın polislerin çarşaflı kadınlara copla saldırı görüntüleri ve işkence görüntüleri yansıdı. Küçük çaplı bir infial oldu, ama kısa zamanda unutulmaya yüz tutuyor gibi. Ne dersiniz arkadaşlar? 

Furkan Vakfı’nın ilk olayı 2017’deydi ve ben o zaman olayı değerlendirdiğimde, birçok insan, vakfın ve Alparslan Kuytul’un kim olduğunu bilmiyordu. Furkan Vakfı, Nakşibendîlik gibi tasavvufî bir hareket değil, yerel bir İslâmcı kuruluş, bildiğimiz İslâmcı bir yapılanma. Alparslan Kuytul aslen mühendislik eğitimi almış, El Ezher’de ilâhiyat okumuş birisi. Bu da onun etrafındaki İslâmcı bir yapılanma. 2017’de, darbe girişiminden bir süre sonra, Erdoğan’ın bütün İslâmcı yapıları kendisine bîata çağırdığı bir dönemde, kendi başına hareket etmeye kalkığı için başına bayağı bir iş geldi. O zamanlar çok fazla yankı bulmamıştı. Kendisini ve birçok takipçisini içeri de attılar, biliyorsunuz. Ama sonra çıktı. 

Bu seferki olay, dövülen başörtülü kadınların görüntüleri ve tabii ki birtakım işkence görüntüleri yüzünden daha fazla ilgi gördü. Polisin, Süleyman Soylu’nun tâbiriyle “orantısız güç”kullanımı görüntüleriyle berâber, özellikle iktidar yanlısı birtakım kadın yazarların, “Ya, bu kadarı da biraz fazla değil mi?” gibi serzenişlerini de gördüm. Ne diyorsun Ayşe? Bu olay sana ne düşündürüyor? 

Ayşe Çavdar: Kuytul Vakfı meselesi, aslında karmaşık ve birkaç cephesi olan bir hikâye. Öncelikle, Kuytulcuların nasıl çerçevelendiklerini, nereye oturtulduklarını konuşmak lâzım. Aslında Erdoğan’dan ya da civârındakilerden çok da farklı değiller.Ben bu tür cemaatlere “köksüz cemaat”diyorum. Nakşibendî falan değil. Köklü cemaatler, silsileleri olan cemaatler, bir şekilde eskileri var. Kuytul gibi cemaatler de, karizmatik bir bilen etrafında örgütlenen cemaatler. Ne kadar yerel denilebilir, bilmiyorum. Adamcağız Adana’da yerleşik olduğu için İskenderun, Mersin, Adana ve o civarlarda örgütlü. Büyük şehirlerden biri değil. Ama bu da yeni bir şey değil. Zamanında Kayseri’de böyle çok cemaat vardı, Malatya’da vardı. Türkiye’nin yeni karşılaştığı bir şey değil. 

Bir Sünnîlik yorumu yapıyor. İktidar, Kuytul ve cemaatinin Selefî olduğunu söylüyor; ama Kuytul, “Ben Selefî değilim. Ben sâdece Sünnîliği doğru yorumluyorum” diyor ve bence iplerin koptuğu yer de burası. “Sünnîliği ben doğru yorumluyorum” diyor, ama dışarıdan “Sünnîliğe alternatif bir yorum getiriyorum” gibiokunabilir. Üstelik El Ezher’den geldi. El Ezher, hiçbir İslâmcının ya da herhangi bir ehl-i cemaatin reddedebileceği bir kaynak değil, uluslararası niteliği olan epistemik bir iktidar odağı. Ağırlıklı olarak Sünnî, ama Sünnîliğin içindeki her meşrepten ekollerin de bir şekilde bulunduğu, temsil edildiği ve aralarında birtakım müzâkerelerin yapıldığı bir ortam. Tabii ki özgürlükçü bir üniversite ortamı değil. Çok eski usûl bir metinler arası müzâkere mevzûu. Fıkıh dedikleri şey ondan başka bir şey değil. 

Ortaya çıktığı zamandan beri Sünnîliğin çok ciddî bir tarafı olduğunu söyleyebiliriz. Sünnîliğin doğrudan iktidarla ve devletle ilişkisi var. Ben Sünnîik için hep “iktidar teolojisi” derim. Ahlâkı iktidarla ilişki üzerinden tanımlar. İktidarla ilişki üzerinden dinin içeriğini sürekli yeniler. Belirli bir mesâfeden baktığınız zaman, bütün mezhepler ve fıkıh tartışmaları hep iktidar ve devletle ilişki içerisindedir. Sünnîliğin devlete sağladığı hikâyeyi de, devletin biyo-iktidarının sağlıklı bir şekilde yürümesini ve nesilden nesile aktarılmasını sağlayan bir tür iktidar teolojisi, böylesi bir İslâm yorumu olarak düşünmek mümkün. Hiçbir Sünnî cemaat, iktidarla ilgili birtakım yorumlarda bulunmaktan kendisini geri tutamaz. Çünkü dediğim gibi, mezhep bununla ilgili bir mezhep. İslâm’ın devlet kurma pratiği içerisinden çıkmış bir şey. Bu kadar geriden anlatıyorum, çünkü Türkiye’de yaşadığımız şey de, bu iktidar teolojisinin bu zamanda nasıl yorumlanacağıyla ilgili bir kriz. Başından beri “benzerlerin rekabeti”dediğim şey de, Sünnî düşüncenin ya da Sünnî iktidar biçiminin, şimdi, bu zamanda bu devlete nasıl nakşedileceği konusundaki fikir ayrılıklarından kaynaklanan bir rekabet. 

Kuytul’un, AKP’nin şimşeklerini üzerine ilk çektiği zaman, Afrin’le ilgili konuştuğu zamandı. Çünkü Afrin Operasyonu’nu onaylamadı. Başta Nakşibendîler olmak üzere, birtakım cemaatler –özellikle Menzil ve İsmailağa–  Afrin’e operasyon fikrine bayıldılar. Kaldı ki bölgede o dönem birtakım Nakşibendî cemaatlerin savaşçı bulundurdukları, yağmaya katıldıkları gibi haberler de vardı. Kuytul, “Hayır, böyle yapamazsınız. Bu, Müslüman’ın Müslüman’a musallat olma hâlidir. Bunu yapamazsınız, zâten bizi sürüklemek istedikleri yer burası” dedi. Hattâ daha da ileri de gitti, bunun uluslararası bir komplo olduğunu, Müslümanları birbirine düşürmek için ortaya çıkmış bir şey olduğunu da söyledi. Aslında argümanlar 2003’teki Irak tezkere tartışmalarında ortaya çıkan argümanlara da çok benziyordu. Hatırlarsanız, o zaman da birçok İslâmcı aynı sebeplerle ona karşı çıkmıştı. Dolayısıyla Kuytul şimşekleri üzerine çekti. Ondan sonra da bir daha belini doğrultmaması için ellerinden geleni yaptılar.

Nasıl örgütleniyorlar? Diğer cemaatler gibi öğrenci evleri vardı, onlar kapatıldı. Galiba sucuk üretiyorlar. Et ve deri üzerinden örgütlenme ve finansal kaynak sağlama hikâyesi bütün dinî cemaatlerde var biliyorsunuz. Dolayısıyla, o türlü bir rekabet içerisinde de bulunuyorlar. Ama ben bunun o kadar önemli olduğunu zannetmiyorum. Çünkü nihâyetinde küçük bir grup, ne kadar finansal kaynak toplayabilir ve ne kadar yararlanabilirler ki? Ama iktidar, ondan sonra bellerini doğrultmamaları ve diğerlerinden farklılaşmaları, diğerlerinin onlara tavır almaları için elinden geleni yaptı. 

Bu son hikâyede enteresan bir şey var: Neden sekiz Furkan Vakfı üyesi ya da cemaatin etrafındaki sekiz kişi, Furkan civarından bir kişiyi kaçırmakla ve işkence etmekle suçlanıyorlar? Furkancılar bunun haksız olduğunu söylüyorlar ve “Bize kumpas kuruluyor. Devlet bize tuzak kuruyor” diyorlar. O sekiz kişi şu anda tutuklu. Bunun için açıklama yapmak istiyorlar. Enteresan bir vaziyet daha gerçekleşiyor: Dün akşam Alparslan Kuytul Artı TV’de konuşmuş, onu dinledim. İzinsiz gösteri yapma riskini almamak için, izin almak üzere valiliğe dilekçe sunmak istemişler ve dilekçeyi alacak bir merci de bulamamışlar. Dolayısıyla yine de yapmışlar ve sonunda da bu olmuş. 

Polisin ve Süleyman Soylu’nun yaptıkları açıklamada, “Niye böyle bir sahne yaşandı?” sorusunda başka bir enteresanlık daha gördüm. Süleyman Soylu şunu diyor: “Biz onlara söyledik. Ne zamandır da bütün tacizkâr, provokatif davranışlarına rağmen, polisimiz provoke olmadan gerektiği gibi davranıyordu. Ama o gün, Adana’da aynı zamanda Nevruz kutlaması vardı. Dolayısıyla eşzamanlı olarak bu gösteriyi yapmak istediler”. Bu ne anlama geliyor anlamadım. Süleyman Soylu niye böyle detay veriyor? Polis Nevruz’dan dolayı çok sinirli, öfkesini Furkancılardan mı çıkardı? Bunu mu demek istiyor, anlamadım; bir tuhaflık var. Ayrıca, polisimizin provoke olması ne demek? Polis herhangi bir şeyde neden provoke oluyor ki? Polisin işi zaten provoke olmamak. Açık ve çok ağır bir şiddetten, işkence derecesinde bir şiddetten bahsediyoruz. 

Şimdiye kadar Furkan’ın nereye düştüğünden, Furkan Vakfı’nın ne olduğundan bahsettim. Şimdi bahsetmek istediğim üçüncü cephe, muhafazakâr endişe. Sen “Muhafazakârlar, iktidarın değişmesi durumunda, sekülerlerin önderlik ettiği bir iktidarın kendilerine ne yapacağından korkuyorlar” diyorsun. Ben bu silsileyle, bu cepheleri peş peşe sıralayarak düşündüğümde, özellikle iktidara yakın isimlerden, “Yahu bir başörtülü bir başörtülüyü böyle döver mi?” yakınmasının duyulmasının, başka bir cephe daha açtığını düşünüyorum. O da, muhâfazakârların, hatta dindarların, “Bu iktidar gitmezse başımıza gelecek var” demeye başlamalarının bir göstergesi olması. Asıl muhâfazakâr endîşenin bu olduğunu başından beri biliyorsun. Endîşeli muhâfazakârların asıl bundan endîşe ettiklerin söylüyorum. O kısmı da oydu.

Ruşen Çakır: Yani “Bizimkiler böyle dövüyorsa, ötekiler kim bilir ne yapar?” mı diyorlar?

Ayşe Çavdar: Hayır. “Bu adam kalırsa, biz her sesimizi çıkardığımızda böyle şeylerle karşılaşacağız. Artık bu iş buraya geldi. İktidar o kadar derinleşti ki, bir zaman ondan olmamız ya da olmamamız, kısmen aynı şeyleri düşünüyor olmamız fark etmez. İktidârın yapıp ettikleri ve düşündükleriyle en ufak bir ayrılıkta, karşı karşıya kalacağımız muamele budur” korkusu döküldü. 

Şimdi ben arka planda neler olabileceğine dâir küçük bir kurgu yapacağım: Soylu’nun sonradan yaptığı, “Orantısız şiddetti, böyle olmaması gerekirdi. Çok provokasyon altındaydı, ama polisimiz yapmamalıydı. Otuz polis yaralandı” açıklamasının şu anlama geldiğini düşünüyorum: Soylu arkadan defâlarca arandı, belki Erdoğan’a da bu endîşeler duyuruldu. Ama böyle mi olacak? Yani her böyle bir vaka olduğunda, dindar bir grup fikrini ya da mâruz kaldığı haksızlığı açıkladığında, iktidarla bir fikir ayrılığına düştüğünde, bununla mı karşı karşıya kalacak? İktidar çevresinden buna îtiraz eden insanların düşünme, inanma, yorumlama özgürlüğüyle mi ilgili olacak? Yoksa “Başörtülü polis başörtülü kadını dövdü. Hem de herkesin gözleri önünde kötü dövdü, işkence etti. Bu, iktidârımızın görüntüsü, imajı hakkında çok kötü izlenim veriyor” şeklinde mi olacak? 

Bence bunun müzâkere edildiği arkada bir dizi kıyamet koptu. Sonunda da Soylu, bence hiç de geri adım atmadan bir açıklama yaptı. Çünkü “Soruşturma yapılacak” demek bir geri adım değil. Öyle bir görüntüden sonra tabii ki soruşturma açarsın. Bir de yayınlanan ses kaydı var, biliyorsunuz. Doğru mu değil mi bilmiyorum. Muhtemelen teyit edilmesi gerekir, ama o konuşma, akla da mantığa da uygun geliyor. “Çevik Kuvvet’in kadınları çok başka, burada stres attılar” gibi lâflar geçiyor o ses kaydında. Sonuçta, polis teşkilâtının içeriğiyle de ilgili. Başörtülü ya da başörtüsüz fark etmez, orada o hâle gelmişler. Başörtülü kızlar değiller, onlar artık Çevik Kuvvet’in, Soylu’nun ekibinin kızları olmuşlar. Dolayısıyla, ironik bile diyemeyeceğim, arka tarafta neler olduğunun, bu işlerin nasıl gittiğinin müthiş bir ifşâsı. Dediğim gibi, benzerlerin rekabetinin içeride ne formlar aldığının, iktidarla aynı fikirde olmamanın, onun bir benzeri olduğu için, o fikir ayrılığının daha da fazla altının çizildiği bir tehdit olarak görüldüğü anlaşılıyor. 

Çünkü karşımızda şu var: İktidârın Diyânet’i her işe sokmasından, ekonomi konuşurken içine “nas” katmasından anlıyoruz ki, mevcut başarısızlıklarını Sünnî teoloji içerisinden haklılaştırmaya çalışıyor. Bunu kısmen başardığını da söylemek lâzım. Bir sürü başka şey var, şimdi oralara girmeyeceğim, ama kısmen başarıyor da. Sonuçta o Sünnîlik, kendi içinde de bir dizi fikir ayrılıkları barındıran bir şey. Bu kadar da doğal bir şey olamaz. Elbette öyle olacak. Fakat bu fikir ayrılıkları gündeme geldiğinde, iktidarda olmayan taraf ciddî bir şekilde hırpalanacak. Orada, iktidar tarafında olanlara, ama içi de acıyanlara şöyle bir şey kalıyor: “İktidarla fikir ayrılığına düşersek, bizim başımıza da böyle bir şey gelecek”. Eminim pek çok konuda düşüyorlardır. İkincisi, “Böyle mi görüneceğiz?” Dolayısıyla bir devamlılık endîşesi var.

Benim dikkat çekmek istediğim meseleler bunlar. Yoksa oradaki şâhit olduğumuz görüntülerin işkence anlamına geldiği, herhalde hepimizin hemfikir olduğu bir mevzûdur. Fakat gösterdiği şey îtibâriyle, “İktidar güçleniyor mu zayıflıyor mu?” düşüncesinin ötesinde bir şey. “Elinde olan gücü nasıl kullanıyor, kime karşı kullanıyor? O güçle yaptığı şey, o mecrâlarda ne anlama geliyor?” gibi sorulara verilecek cevaplar da bu. 

Sözün özü şu: Bu olayın sonrasında, özellikle iktidar çevresinden gelen tepkilere bakılınca, en başından beri bahsettiğimiz, “İktidar kalmazsa ne yapacağız? Ayrıcalıklarımızı kaybedeceğiz” düşüncesinin olduğunu görüyoruz. Kalmazsa bir endîşe var, doğru. O ayrıcalıkların büyükçe bir kısmı, bulunan pozisyonlarla ve sâhip olunan mâddî kaynaklarla ilgili. Fakat iktidar kalırsa da başka bir endîşe var: “Fikir ayrılığına düştüğümüz her durumda, kendimizi ifâde ettiğimiz her durumda bununla mı karşılaşacağız? Bu defâ o coplar bize mi işleyecek? Ayrıca hep beraber yaptığımız, buna eyvallah desek de yaptığımız bu şeyin, bu koşullar altında devamlılığı, sürdürülebilirliği var mı?” gibi endîşelerin bolca dile getirildiği bir vakayla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Ayşe, çok teşekkürler. Burak, bu olaylar sana ne düşündürttü? Bunun evveliyatı da var. Ama bu sefer daha fazla gündeme gelir gibi oldu. Çünkü görüntüler çok daha açık ve netti. Ne diyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Burada daha önce de bahsettiğim “İkili Devlet”kavramı çerçevesinde bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye’de devletin kanunları ikili şekilde uygulanıyor ve “vatandaşlık”dediğimiz kavram da bütüncül bir kavram değil. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi seçmenleri veya onu tehdit etmeyen seçmenlerle, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı olan, onun egemenliğini kabul etmeyen, ona eleştirel yaklaşan vatandaşlar arasında, kanunların uygulanma tarzı olarak bir farklılık var. Bu da devletin bütüncül yapısını ortadan kaldırıyor. 

Ernst Fraenkel’in Dual State (İkili Devlet) kitabı İletişim Yayınları tarafından çevrilerek yayınlandı. Bu kavramı ilk olarak Ernst Fraenkel kullanmıştı.Kitap, “Nazi Almanya’sının bir anayasası yoktur” cümlesiyle başlar. Bütün Nazi hikâyesi, 1933 yılında komünistlerle mücâdele etmek için getirilen bir yasaya dayanır. Bir yerden sonra, hükümetin komünistlerle olan mücâdelesine zarar verdiği için, diğer gruplar da eleştirel oldukları gerekçesiyle toplanmaya başlar. Anayasa aslında keyfî olarak güç kullanımına cevaz verir ve anayasa yoktur. Bu açıdan baktığınız zaman, anayasa gibi gözüken 1933 Şubat’ındaki yasa maddesi, aslında anayasayı ortadan kaldıran ve gücü herhangi bir prosedüre tâbi tutmadan, keyfî bir şekilde uygulamaya cevaz veren bir maddedir. Ben, Türkiye’de olan bitenin bu olduğu kanaatindeyim ve Furkan Vakfı da bunun kendisini gösterdiği alanlardan bir tânesi oldu.

Bu konuda şöyle bir şey daha söylemek istiyorum: Tayyip Bey’in iktidar hikâyesi, modern devlet kavramlarıyla gerçekten açıklanamıyor. O yüzden daha klasik dönem kavramlarına bakmak lâzım. Ben “feodalite”kavramını çok uygun görüyorum. Çünkü feodalite, her ne kadar toprak temelli ve tarımsal üretimin bir şekilde paylaştırılmasına dayanıyorsa ve merkezî otoriteyle, vassal devletler arasında karşılıklı ilişkilere dayanıyorsa, günümüzde de Tayyip Bey’in, benzer bir feodal anlayışı topraktan bağımsız kurduğu kanaatindeyim. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki herhangi bir grup, cemaat, ideoloji, etnik kimlik grubu, mezhepsel kimlik grubu, Tayyip Bey’in anlaşabileceği, bir şekilde işbirliği yapabileceği gruplar. Ama tabii Tayyip Bey’in mutlak üstünlüğünü kabul edip, vassal olmayı kabul ederlerse ve buna rızâ gösterirlerse… 

Dikkat ederseniz, bu durum, birçok grubu, cemaati, kimlik grubunu, ideolojik grubu da ortadan ikiye bölüyor. Çünkü bunu kabul edenler var, kabul etmeyenler var. Dolayısıyla o feodal çarkın içerisine girdikleri zaman, yani vassallık ilişkisi içerisine girdikleri zaman, gruplar rahat ediyor; kamu kaynaklarına erişimleri artıyor, kanunun bir şekilde bu insanlara farklı uygulandığını görüyorsunuz, daha merhametli olduğunu görüyorsunuz. Fakat o feodal çarkın içerisine girmeyen gruplar, olabildiğince gadre mâruz kalıyorlar. Aslında bu, normalde 20. yüzyılda gördüğümüz modern devletin kendi hâkimiyetini tesis etme gerekçesiyle, özerk alanları ihlâl etme, bu konuda da hoyrat davranma eğiliminin biraz 21. yüzyıldaki yansıması. Aslında bu feodal sistem, bu vassallık sistemi, bir anlamda Tayyip Bey’in otoritesinin merkezleşmesi politikasının sonucu. Buna karşı çıkan her grup, hükümetin gadrinden nasibini alacak. Bu sadece Furkan Vakfı’na has bir şey değil.

Oradaki hikâye, Ayşe’nin de söylediği gibi İslâmî bir cemaat olmasının hikâyesi. Daha önce burada muhâfazakârların endîşeleri ve “helâlleşme” konusuyla ilgili bir yayın yapmıştık. Orada da söylemiştim. Buradaki mesele, zannediyorum sekülerlerin muhâfazakârlarla olan, yani iki farklı mahallenin birbiriyle olan meselesinden ziyâde, daha çok, kamu kaynaklarının dağıtılma meselesi. Yani İslâmcıların Türkiye’de yazdıkları hikâye, son yirmi senede birçok boyutuyla boşa çıktı. Mesela son derece yetenekli, zeki, becerikli, okumuş muhâfazakâr üniversite öğrencilerinin karşısına, siyâsî bağlantılarıyla sistem içerisinde yükselen sekülerler konuluyordu. Böyle bir karşıtlık oluşturuluyordu. Fakat biz şunu gördük ki, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında, muhâfazakârların okumuşları, daha yeteneklileri, kendi becerileriyle ayakta kalabilecek tipleri, bizzat AKP tarafından dışlandı. Muhâfazakârların kendileriyle özdeşleştirdikleri sistem karşıtlığı, daha isyankâr, daha ahlâkî bir duruş, bizzat Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından lânetlendi ve yaftalandı. O yüzden bunların İslâmcı hikâyeyi boşa çıkaran bir tarafı var. 

Bugün DEVA ve Gelecek partileri tarafından temsil edilen daha teknokratik, daha bürokratik, dünyayla daha bütünleşmiş, evrensel bilgi üzerinden ilerlemeye çalışan insanların AK Parti’den gönderilmesi, bir şekilde kapı dışarı edilmesi, hattâ yaka paça dışarı atılması, artık onlara bu partide yer olmadığının söylenmesi, İslâmcı hareketi bir anlamda boşa çıkaran bir şey. Yine bugün otoriteye meydan okuyan, nepotizme karşı çıkan, ahlâkî bir söylem üzerinden otoriteyi eleştirmeye çalışan İslâmcı grupların da sokak ortasında dövülmesi, böyle bir şeye benziyor. Aslında bunlar, uzun yıllar boyunca sekülerlerle muhâfazakârlar arasında bir gerilim olduğu iddiasının kendisini ortaya koyduğu söylemler. AK Parti bunları teker teker boşa çıkartıyor. 

Dünyadaki birçok iddialı liderin, iddiasını meşrûlaştırdığı gruplara çok eziyet ettiğini gördük. Dünya üzerinde en çok Alman’ın ölmesine, Hitler vesîle oldu. En çok işçiyi Stalin öldürdü. Baktığınız zaman, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de muhâfazakârların fiziksel olarak en çok eziyet çektiği, hapse girdiği, sokak ortasında dövüldüğü dönem de, Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi oldu. 

Ruşen Çakır: Bu, başlı başına en çarpıcı yönlerden birisi. Kemal, sana da soracağım. Bir not düşeceğim: Bahçeli’nin dün söylediği, “Adana’da görev yapan polisleri alınlarından öpüyorum”meselesinin bir anlamı var mı? Polislere sonuna kadar sâhip çıktı. Süleyman Soylu bile “orantısız şiddet” derken bunun bir anlamı var mı? Yoksa artık, “Bahçeli zâten bu minvalde gidiyor” deyip çok fazla konuşmak gerekmiyor mu? 

Kemal Can: Biraz sonra söyleyeceklerimle bunun bir bağı var. Bunun, tamâmen “tuhaf ayrıksılık” ya da özellikle “dikine gitmek” gibi yorumlanmakla geçilemeyecek bir tarafı var. Çünkü Bahçeli bir süredir, iktidar şiddetini çıta olarak yukarıda tutan, oradaki en yüksek seviyeyi işâret eden ve zorlayan bir rol içerisinde. Dolayısıyla bu olayda da benzer bir pozisyon alıyor. Daha önce pek çok “geri adım”diye yorumlanan şeylerde bunu gördük. Hattâ hatırlayalım, bâzen Erdoğan’ı bile aşan bir tutum sergiliyor. Sezen Aksu şarkısı meselesinde de gördük, başka meselelerde de gördük. Anayasa Mahkemesi’nin ve Türk Tabipler Birliği’nin kapatılması taleplerinde de gördük, HDP meselesinde de gördük. Bahçeli’nin hep üst perdeden çıta koyan bir rolü var. 

Ama aslında bu, hep söylediğim gibi, iktidârın farklılaştığı, iktidar içinde bir çatlak olduğu şeklinde yorumlanabilecek bir şey değil. Ben bunun hep bir işbölümüolduğunu ifâde ettim. Hâlâ da bunun geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu, şu ikiliğe imkân veriyor: Bugünlerde de görüyoruz, bâzı yorumcuların, AKP’nin yeniden reformist bir çizgiye çekilebileceğini iddia eden birilerinin, iki yüzüncü kez bunu söyleyebilmelerine zemin yaratan tuhaflık, işte bu ikilikten çıkıyor. Bu, sürekli fonksiyonel bir şey hâlinde işliyor. Senelerdir en sert işleri kolayca yapabilen bir iktidar, ama “Aslında onların içinde farklı görüşler var, aslında başka türlü düşünenler var” iddiasının tamâmen ortadan kalkmasını yaratmıyor. Bu hâlâ tekrar tekrar ısıtılıp önümüze konabiliyor. Bu meselede de gayet net biçimde görüyoruz bunu.

Adana’da yaşanan meselenin, elbette ki İslâmî çevrenin iktidarla sorunlu görüntü vermesiyle alâkalı tarafları var. Ayşe de buna değindi; Furkan olayının, Afrin meselesinden patlayan bir şey olması ve milliyetçilikle İslâmcılık ittifakı gibi krizli bir alana konuşmasıyla birlikte, aslında daha problemli olduğunu da gördük. Orada işin öyle bir tarafı var. Ama ben, bütün resmin asıl bakılması gereken tarafının, iktidârın nasıl vücûda geldiğiyle ve iktidârın kendisini nasıl târif ettiğiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. 

“İktidar, kendi ideolojik yakın çevresinden gelebilecek îtirazlara duyarlı. Dolayısıyla kendisine bîat etmeyen ama kendisine yakın çevrelere şedit davranıyor” yorumu, genel olarak doğru. Ama bunun görünürlüğüyle ilgili bir fark ortaya çıkıyor. İktidarla problemi olan başka cemaatler de var. Bazı Nurcu cemaatler var, Süleymancılar var. Ama onların böyle şiddet görmediğini, başka zeminlerde, başka biçimlerde sıkıştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Burada gösterilen şey, daha çok, iktidârın açıktan kendisine karşı çıkanlara gösterdiği şiddetle ilgili. Sokaklardaki şiddetin, en çok, iktidârın baskılarına görünür bir karşılık vermeye çalışanlara yöneldiğini görüyoruz. Aslında bunu, bir süre önce sokak tartışmalarında yaşadık. “Sokak tehlikeli bir şey mi? İktidar sokağı kendi baskısını artırmak için bahâne ve tuzak olarak mı kullanıyor? Muhâlefeti sokağa mı çekmek istiyor?” tartışmalarında da yaşadık. Tam tersi bir süreç yaşanıyor. İktidar, görünür muhâlefete, kendi otoritesine göstere göstere karşı çıkanlara ölçüsüz bir şiddetle karşılık veriyor. 

Furkan meselesini yaşamadan çok kısa süre önce, 80-90 yaşındaki doktorları Taksim’de yere savuran polisleri de gördük. Çünkü bir devlet otoritesini, kendisinin varlık parçası hâline getirmiş iktidârın karşısında, inat gösteren, bu inadı da kamusal alanda göstermeye kalkanlara yükselen bir şiddetten bahsediyoruz. Furkan olayının bu kadar çok tepki görmesinin nedeni, bîat etmeyen İslâmî bir grup olması değil, bunu göstermeye kalkması, bunun açıkça ortalıkta görünür olmasına neden olması. Bu kadar yüksek şiddeti veren, oradaki emniyet görevlilerinin, “Üç-beş insanın orada yürümesine engel olamadınız” azarını işitmemek için… Ben şuna inanmıyorum ve gerçekçi bulmuyorum: Görüntülerde de olan, bâzılarının yetkili olduğunu anladığımız emniyet görevlilerinin, “Bu Furkancılar bu iktidâra çok da bîat etmiyorlar, bunların da tuhaf bir İslâm yorumu var” diye büyük bir hırsla onlara saldırdıklarının hiçbir mâkul açıklaması yok. Meselâ şunu biliyoruz: Güvenlik güçlerinin, özellikle Kürtlere dönük saldırılardaki ideolojik motivasyonlarının yüksek olduğunu biliyoruz, bu başka bir şey. Ama burada öyle bir motivasyonun olduğunu düşünmüyorum. Burada olan şey, Furkancıların uzun süredir bu kadar büyük bir kalabalık olmamasına rağmen gündemde kalmasını yaratan şey, ısrarlı biçimde ve görünür bir dirençle kendilerini ifâde etmeye çalışmaları. Bu çok temel bir mesele. Türkiye’deki pek çok baskı noktası da böyle kurumsallaşıyor. Ben, iddia edilen şeyin tam tersi olduğunu düşünüyorum. İktidar kimseyi sokağa çekmeye çalışmıyor. Sokakta kendini göstermenin, iktidâra diğer bütün ideolojik îtirazlardan daha büyük bir sıkıntı verdiğini anlıyoruz. Furkancıların söylemesi çok da büyük bir kitleyi etkilemiyor, ama kendilerini gösteriyor olmaları problem. 

Bence bütün meselelerde bunu yaşıyoruz. Şiddeti yaratan şey: “Ortalığa çıkmak”. Şiddet, direnci görünür kılmaya kalkanlar üzerine yoğunlaşıyor. Bu çerçeveden baktığımızda, tepkilerin farklı bakış açılarıyla gösterildiğini görüyoruz: Meselâ iktidar yakınında olan ya da bir zaman iktidârın yakınında olmuş, belki bir süre sonra tekrar benzer bir çevrenin parçası olacak insanların, “Yanlış bir imaj oluyor” demeleri. “Türkiye’yi rezil etmek, partiyi zor durumda bırakmak, ölçüyü kaçırmak” gibi konuşulur ya? Böyle bir tarafı var. Bir tarafı da, yine değinildiği ve bazı paylaşımlarda gördüğümüz gibi, “Müslüman Müslümana bunu yapar mı? Başkalarına yapıyorsunuz tamam da, başörtülü polis niye çarşaflı kadın dövüyor?” gibi son derece sorunlu bir şey. 

Aslında bunların hepsinin üzerine çıkan ve ideolojik haklardan bağımsız olarak, artık iktidarla özdeşleşmiş bir devlet gücünün, kendini ifâde etme biçimiyle ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de, bu çerçeveden bakılmadığı takdirde, Furkancılar özelinde bir mesele olarak düşünmeye başladığımızda, evet, onunla ilgili birtakım tarafları olabilir, ama bize gördüğümüz şeyi anlatmak açısından çok az veri sağladığını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, ikinci turda tam da bu konuyu, hak savunuculuğu meselesini konuşalım istiyorum. Sen “Meseleye şu açıdanbakanlar var, bu açıdanbakanlar var” diye saydın. Bir de “Yesinler birbirlerini” diyen “sekülerler” var.

Kemal Can: Bahçeli’nin söylediğini söylüyorsun. O olay sonrasında trend topic’te “Polisimin yanındayım” diye hashtag’ler açıldı. Tamam, onların bir kısmının troll olduğunu düşünebiliriz, ama böyle düşünen çok sayıda insanın olduğunu da biliyoruz.

Ruşen Çakır: Pazartesi günü yaptığım yayında da bahsettim, mesela Furkancı birisi kalkıyor, “Niye bizden bahsetmiyorsunuz da şundan bahsediyorsunuz?” ya da “Bizden niye az bahsediyorsunuz?” tavrı var. Türkiye’de –herhalde dünyada da böyle– hak savunuculuğu meselesinde, “Kendine Müslüman olma”hâli var. Herkes, kendisine cop indiği zaman feryat etmeyi ve herkesin kendisine sâhip çıkmasını bekliyor. Böyle bir boyutu var. 

Bir diğer boyutu da şu: Furkancılar İslâmcı bir yapı. İslâmcı duruşu nedeniyle bu yapının demokrasiyle ve özgürlüklerle sorunu var. Bâzı insanlar da şöyle diyebiliyor: “Bunlara sâhip çıkacağız da ne olacak? Bunlar da yarın geldiğinde bize bilmem neçıkaracak…” Bu meseleyi biraz konuşalım istiyorum. Bu olay, tam da bunların bütün boyutlarının ortaya çıktığı bir alan oldu. “Bana ne Furkan’dan” diyen de var. Ya da Furkancılardan hiç hazzetmemekle birlikte, bunun Erdoğan’ı zor durumda bırakacağını düşünerek bunu ele almaya çalışanlar var. Kemal’in demin bahsettiği gibi, “Müslüman Müslümana yapar mı? Başkasına yapsa sorun değil de…” diyen var. “İmajımız bozuldu” diyen var. Bir de, ilk turda üçünüzün de bir şekilde bahsettiği vatandaş-devlet ilişkisi üzerinden okumak gibi bir yükümlülük var. Ne diyorsun Ayşe? 

Ayşe Çavdar: Gezi’yi meşrû yapan ve bence devrimci bir âna dönüştüren şey… Çünkü Gezi olduktan sonra Gezi’ye referans verilmeden, tek bir siyâsî konuşma bile yapılamaz hâle geldi. Bu da Gezi’yi bir tür dönüştürücü, devrimci âna; planlanmamış, kendiliğinden ve zâten bu nedenle dönüştürücü bir âna tekabül ettiren şey, birbirine hiç de benzemeyen, hattâ birbirlerinden nefret eden, tarihleri boyunca birbirleriyle kavga etmiş insanların olmasıydı… Çünkü orada herkes vardı. Ben MHP’li çocukların, bozkurt işareti yaparak, yıkılmış bir polis arabasının üzerinde fotoğraf çektirdiklerini gözlerimle gördüm. Herkes oradaydı. HDP de oradaydı. O zamanın İşçi Partisi de oradaydı. Antikapitalist Müslümanlar da oradaydı. Kentsel dönüşüm mahalleleri de, beyaz yakalılar da, işçiler de oradaydı. Herkesi oraya toplayan şey, polisin parktaki ağaçları korumaya çalışan gençlere revâ gördüğü şiddetti. Toplumun hep birlikte, geriye kalan bütün farklılıkları bir tarafa bırakarak, Gezi Parkı’ndaki o şiddete tepki vermesi… AVM’ye dönüştürülmesi ayrı bir hikâye. O ilk gelen çocukların, çevrecilerin, ekolojistlerin oraya gelme sebepleriydi. Ama sonra bütün ahâliyi oraya toplayan ve Bayburt hariç Türkiye’nin bütün şehirlerini oraya toplayan şey polis şiddetiydi.

Şöyle bir tarafı da vardı bunun — Gezi’deki o polis şiddetini hatırlayın: Jenital bölgelerine tekme yemeler, içinde çocuklar varken çadırların yakılmaya kalkışılması görüntülerini hatırlayın. Ben o dönem Gezi Parkı’na yakın oturuyordum. Dolayısıyla yapılan bir sürü şeyi gördüm, bizzat yaşayanların anlattıklarına da tanık oldum. Zaten o esnâda oradaydım. Bütün hikâye, devlete, “Sen bunu yapamazsın!” demekti. Bu şiddetin revâ görüldüğü insanlar, devlet şiddetini görmesine alışık olmadığımız türden insanlardı. Bu da Gezi’nin gölge tarafı. Yani solcular, Kürtler değildi; üniversite öğrencisi ekolojistlerdi. Onlar bile devletten bu şiddeti görüyorlardı. Biz üniversite öğrencilerinin şiddet görmesine ne yazık ki memleketçe fazla âşinâyız. Hatırlarsanız, 90’larda Manisa’da işkence gören gençler vardı. Ama Gezi’de polisten şiddet görenler, alışık olmadığımız insanlardı. Bütün bunlar yan yana geldiği için, Gezi dönüştürücü bir şey oldu. Ne anlamda dönüştürücü oldu? Bütün benzeşmezliklerini, kendi aralarındaki kavgaları, çelişkileri, çıkar farklılıklarını görmeksizin Gezi’de bir araya gelen insanlar devlete, “Sen bunu bana, yurttaşına yapamazsın” dediler. İç okumayı yaptığı zaman, Gezi’nin de bir yurttaş târifi var ve o kadar kapsayıcı olmayabilir, üzerinde düşünülmesi gerekir. Orada olan şey buydu. Böyle olunca Kemal’in söylediği şey daha bir yerine oturuyor. Mesele, devletle hemfikir olmamak değil, bu hemfikir olmadığın şeyi nerede nasıl gösterdiğin. Sokakta gösterdiğin zaman, bu dönüştürücü bir hal alıyor. Kemal’in argümanının yarısına katılıyorum. Çünkü aslında devlet, her kim memnuniyetsizliğini ya da “haddi aşan” taleplerini nerede, hangi bağlamda ifâde ediyorsa, o bağlamda onu sıkıştırıyor. Biz onların bir kısmını görmüyoruz. Meselâ kimi cemaatleri süpermarketlerinden sıkıştırıyor. Süpermarketlere karşı enflasyonla güyâ mücâdele çerçevesinde verilen kavganın, bu cemaatlere yönelik bir şantaj tarafı da olduğunu hepimiz biliyoruz. İktidârın, enflasyonun marketler yüzünden yükseldiği yolundaki saçma iddialarına çocuklar bile gülüyor. Ama o gene de oradan sıkıştırıyor; “Bak, canımı sıkma, buradan gelirim sana” diyerek elinde bir koz tutuyor. 

Belki bir başkasını, oradaki buradaki yatırımı, holdingi, şusu busu üzerinden, kimisini kamuda kendi çocuklarını memur yapma talebi üzerinden sıkıştırıyordur. Ama bunlar görünür şeyler değil; bu had bildirmeleri, oradaki sıkıştırmaları, rehin almaları biz görmüyoruz. Bize görünen ve tüm ahâliyi içine çekebilecek bir şey hâline gelen şey: Sokak. Bu yüzden sokakta olmasına îtiraz ediyor. Yoksa Sünnî cemaatler arasında iktidardan hoşnut olmayanlar elbette var. Peki, bunun kavgası gailesi sürüyor mu? Hem de nasıl sürüyor. Çünkü iktidârın Diyânet’i büyüterek, Diyânet’i kısmen cemaatlerin kendilerini ifâde edebilecekleri bir bürokratik mekanizmaya dönüştürmek sûretiyle yaptığı şey, iktidar teolojisi olduğu için, dînin bütün Sünnî yorumlarını tekelleştirebilmek ve kontrol altına alabilmek. Bunun yolu olarak da bir sürü mekanizma kuruyor. Oradaki dert, sokakta ifâde edildiğinde, geriye kalanların da görmesi. Sakın yanlış anlaşılmasın, Furkan Cemaati’nin başına gelenleri Gezi’yle karşılaştırmam onları eş görmem değil. Mevzûu Gezi’den yola çıkan bir tema etrafında anlamaya çalışıyorum.

Gezi’den yola çıkarak başka bir şey daha söyleyeceğim. Gezi’nin ilk perşembe günü en büyük şiddet vakalarından birinin yaşandığı zamandı. Çünkü bu iktidar açısından çok “acayip” bir şey olmuştu. Antikapitalist Müslümanlar Gezi’de cuma namazı kılacaklarını söylemişlerdi. İktidar açısından düşünülünce, “Aman Allahım! Böyle bir şey nasıl olabilir?”di. Bu niye önemli? Çünkü Müslüman erkeklerin yan yana gelip orada cuma namazını kılmaları, diğerlerinin etraflarında birikmesi… Bir sonraki cuma kılınan namazda onlara şemsiye tutuyorlardı meselâ. Ya da, namaz kılmayanlar, polis şiddetine uğrarlar diye namaz kılanların etrafında insan çemberi oluşturuyorlardı. Sokaktaki bu birliktelik, “Aman Allahım! Olacak iş değil. Hepsi birden sokakta bana karşı olacaklar, üstelik yaratmaya çalıştığım o kadar farklılıkları unutarak…” Gezi’nin yarattığı bir paranoya varsa, tam da bu paranoya işte. Antikapitalist Müslümanların orada cuma namazı kılması niye doğaldı? Çünkü çok uzun zamandır Gezi Parkı’nda protesto yapıyorlardı zâten. “Yeryüzü Sofraları”, 5 yıldızlı otellerde verilen lüks iftarları protesto etmek için Gezi’den iki yıl önce başlamıştı. Dolayısıyla Gezi Parkı’nda, herkesten önce Antikapitalist Müslümanlar vardı. İstiklâl Caddesi’nde kurulan “Yeryüzü Sofraları”nın TOMA ile engellendiğini gördük. O kadar ilginçti ki… 2013’te Ramazan’ın ilk günü “Yeryüzü Sofraları” kurulduğunda atılan tweet’leri çok net hatırlıyorum: İsmini şimdi söylemeyeceğim, ama iktidar yanlısı bir kadıncağız, “Evinde kimbilir kaç kap yemeği vardır, ama sırf gösteri için gelmiş, orada Yeryüzü Sofrası’nda oturuyor” diyordu. 

Öbür tarafta ise çok tuhaf bir durum vardı: Etrafı polis barikatlarıyla çevrili meydanda, insanlar, cephesi posterlerden arındırılmış ve üzerine Atatürk ve Türk bayrağı asılmış AKM’ye bakarak, beyaz saten örtülü masalarda iftar açmayı bekliyorlar. Dışarıdan içeriye girmeye çalışan küçük çocuklar engelleniyor. O barikat konulmuş meydanda Belediye iftar düzenlemiş, “Yeryüzü Sofrası” o meydana gelmesin diye.

Bu çelişkileri niye hatırlatıyorum? Sokak niye önemli? “Bizim imajımız” dedikleri zaman ne diyorlar? Hak savunusu, o anda haksızlığa uğrayan birinin hakkını savunmak değil, devlete ve iktidâra, “Sen şurada dur” demenin bir yolu olduğu içindir. Biz hak savunusunu, “Yazık, onlar da insan. Onlara böyle şeyler yapılmasın” diye yapmıyoruz. Biz hak savunusunu devlete sınırını bildirmek için, nasıl davranacağı konusunda yurttaş adına ona bir şey söylemek için yapıyoruz. “Haklar paylaşıldıkça çoğalır” demem o yüzdendir. Romantik bir şey de değildir bu. Çünkü birinin ya da bir grubun haklarını, onlar iyi olsunlar, gönensinler diye savunmayız. Aksine, toplumun, tek tek her yurttaşın haklarını savunmak ve devlete yurttaş karşısında nerede duracağının sınırlarını savunmak üzere savunuruz. 

Bu açıdan bakarsak, iktidârın Furkan Vakfı’ndan bu kadar rahatsız olmasının sebebi, sokakta kendini ifâde edecek bir yol bulması, ama aynı zamanda Furkan, Furkan olmasına rağmen… Furkan’ın Sezen Aksu konusunda söylediklerini duyduk. Alparslan Kuytul’un herhangi bir konuşmasını dinleseniz yerinizden zıplarsınız — eğer seküler biriyseniz. Böyle olmasına rağmen, bu sokaktaki performansının, başka yerlerde de, onun gibi düşünmeyenlerde de karşılık bulması. Bence iktidârın en çok korktuğu şey bu. Benzemeyenlerin, birbirleriyle derdi olanların bir şekilde ona karşı yan yana gelmeleri ve ona sokakta, görünür bir şekilde haddini bildirmeleri. O yüzden Kemal’e katılıyorum. 

Bunları niye söyledim? Hani o söylediğin, “Herkesin de hakkı savunulur mu?” çıkışının ya da “Bizim hakkımızı savunmuyorsun, ama başkalarınınkini savunuyorsun” çıkışının aynı anlama geldiğini söylemek için. Çünkü her iki durumda da, “Hak savunusu ne anlama geliyor?” ve bu hak savunuları sokakta birbirine benzemeyenlerin yan yana gelmesiyle oluyor… Çünkü az önce “benzerlerin rekabeti” konusunda başka bir şey söyledim: Herkes birbirini kendi ucuna iteliyor. Üstelik o rekabet içerisindeki şiddet daha sert ve hadsiz oluyor gerçekten. Karşısına baktığımız zaman, benzemezler arasındaki siyâsî dayanışma, hele görünür formlar aldığı zaman ve devlet karşısında, devlete sınırını belletmek için buna mâtuf bir şey olarak örgütlendiğinde ya da vuku bulduğunda… Mesela Gezi’de örgütlenmedi, vuku buldu. Dönüştürücü olan da buydu. Gezi için söylenen şeylerden bir tânesi haysiyetti. İnsan olma haysiyeti, ama aynı zamanda yurttaş olma haysiyeti. Yurttaşlar, bedenlerinin, yalnızlıklarının olanca kırılganlıklarına ve örgütlenmemişliklerine rağmen orada bir araya geldiler. Buna rağmen gidip kendilerine benzemeyen insanlarla yan yana gelip, “Bize bunu yapamazsın. Bana, yurttaşına böyle davranamazsın” dediler. Bu çok kıymetli bir şey. Bu, İslâmcılığın ötesinde bir şey. Kemalist bir iktidar da olabilirdi ve Kemalizm’in başka bir yorumuyla da kavga ediyor olabilirdi. Fark etmez, yine aynı durum söz konusu olurdu. İktidârın bir cümlesi var. Bu cümleyi belli bir şekilde söylüyor. Biz de yurttaş olarak onlara, “Hayır, bunu böyle söyleyemezsin. Çünkü bu söylediğin cümle benim yaşam alanımı daraltıyor, tehdit ediyor. Bunu böyle söyleyemezsin, bunu yurttaş olan benim düşmanıma da söyleyemezsin. Yurttaş olduğu için söyleyemezsin” diyoruz. Bence iktidârın en korktuğu şey bu. Bu kadar sert tepki vermelerinin ardında da bu var. AKP iktidârının devamlılığından, özellikle MHP destekli bir AKP iktidârının devamlılığından bu kadar endîşelenmelerinin sebebi de bu. Çünkü bu anlamda, gündelik hayat içerisinde birbirlerine ve başka alanların yorumlarında rakip ya da düşman bile olsalar, iktidârın bu performansı karşısında bir araya gelebilen enerjilerin ortaya çıkaracağı siyâsî güçten korkuyorlar.

Ruşen Çakır: Burak, seninle devam edelim. “İnsan hakları kimin için? Hak savunuculuğu nedir, hak karşıtı olanın hakkı savunulur mu?” meseleleri çok eski tartışmalar aslında. Ama burada çok somut bir şekilde bunu yaşıyoruz, görüyoruz. Meselâ ben bu konuyu ele aldığım için, her tür tepkiye mvruz kaldım. Takdir eden de var, “Sana mı kaldı?” diyen de var. Ya da yeterince savunmadığımı söyleyen de var. Tabii bu arada, yine aynı şekilde, hakkını savunmaya kalktığın kişilerin, başkalarının haklarını savunma konusunda sicillerinin pek parlak olmadığını da söyleyebilirim.  

Burak Bilgehan Özpek: Evet, etik olanla siyâsî olanı birbirine çok karıştırıyoruz. Hak savunuculuğu etik bir mesele. Türkiye’de birçok insan, hak savunuculuğu meselesinin arkasına bir siyâsî gündem gizliyor. Hak savunusu, kategorik bir ahlâkın değil, siyâsî bir hesâbın söylemi hâline geliyor. Bu da kendisini nerede belli ediyor? Kriz anlarında, ahlâkî söylemin yerine, siyâseten bize bir menfaat sağlamayacak veya zarar verecek grupların devletin sopasıyla dövülmesine râzı oluyoruz. 15 Temmuz’da da böyle oldu, Furkan Vakfı olayında da böyle. Bence Gezi protestoları sırasında da böyle oldu. Eğer biz siyâseten bir tutum alıyorsak ve hakları seçerek savunuyorsak, savunduğumuz şey hak olmaktan çıkıyor. Çünkü etik, sonuçlarından bağımsız olarak bir eylemi veya söylemi savunmak demektir. Sizin söylediğiniz gibi, “Bugün hakkını savunduğumuz Furkan Vakfı, yarın iktidâra gelirse bize yaşam alanı tanımayacak” dersek, hak savunucusu olmuyoruz. O zaman, Furkan Vakfı’na karşı siyâsî bir tavır almış oluyoruz ve hükûmet bizim müttefikimiz hâline geliyor. Kendimizi ve hükûmeti “Biz” kavramının içine sokarak, “ötekiler” olarak Furkan Vakfı’nı veya herhangi bir ideolojik grubu veya toplumsal kesimi benimsiyoruz. Bu, tamâmıyla siyasal bir tavra işâret ediyor. O yüzden hak savunuculuğu zor bir iştir. Sanıldığı kadar, sosyal medyada ahlâk sinyalleyerek, çok mâliyetsiz bir şekilde kendilerini topluma beğendirmeye çalışmaları değildir. Bundan daha zor bir şeydir. Bizdeki en büyük yanılgı, ahlâklı olmayı çok kolay zannetmemizdir. Ahlâk çok zor bir hâdisedir. Siyâset sürekli olarak kendisini ahlâkın arkasına gizler ve bu da, biraz önce söylediğim gibi kriz anlarında belli eder.

Ancak, siyâsetin işleme mekanizmasına dâir de bir şey söylemek lâzım. İnsanlar siyâsî olarak bir tutum alabilirler. Burada tasvip edilen hâdise, rakibinizin veya gelecekte tehdit oluşturacağını düşündüğünüz aktörün şiddet yoluyla sindirilmesi — ki bu, meseleyi usûl tartışmasına getirir. Yani, siyasî olarak bir tutum alacaksınız; çünkü ahlâklı olarak, kategorik bir şekilde bir ahlâkî önermeyi savunmak çok zorsa, siyâseten bir tutum alacaksınız. Ama bu siyâsetin usûlü üzerine bir tartışma yapmak gerekiyor. Eğer biz rakiplerimizi devletin sopasıyla, şiddet yoluyla yıldırmayı tercih ediyorsak, orada diğer enstrümanı, yani hukuk yoluyla, hepimizin üzerinde mutâbık kaldığı kanunlar, yasalar yoluyla bu işin yapılması pratiğini reddetmiş oluruz. Ben siyâsî olarak Furkan Vakfı’na tepki duyabilirim, karşı olabilirim, Furkan Vakfı’nın güçlenmesini, bir şekilde iktidâra sirâyet etmesini istemiyor olabilirim. Ancak onların yıldırılması, siyâsetten soyutlanması sürecinde iki enstrüman varsa ve bunlardan bir tânesi devletin uyguladığı şiddet, diğeri hukukî yollarsa, hukukî yolu tercih etmem menfaatime daha çok hizmet eder. Çünkü şiddet yolunu tercih ettiğim zaman, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu kitabında yazdığı gibi, bu sefer sürekli olarak güçlü olma, sürekli olarak ötekine karşı güvensiz, ötekinden tehdit algılayan bir duruma sürüklenmiş olurum. Bu da mantıklı olmaz. O yüzden, bir dönem devletin yanında olup ötekine dayak atan gruplar, hemen akabinde, devletin yanında yer almış başka gruplarla birlikte devletin dayağını yiyorlar.

Ruşen Çakır: Evet, bunun en çarpıcı örneği Fethullahçılık. Onlar bu işin pîriydi.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, Fethullahçılar buna bir örnek. Meselenin siyâseten ele alınması –ki bu da ahlâklı olmanın zor oluşundan kaynaklanıyor–; insanlar kaçınılmaz olarak siyâsî bir şekilde düşünürler. Fakat siyâsî bir şekilde düşünmek, siyâsetin yöntemi konusunda bizi pür hoyrat bir şiddete de sürüklememeli. Bunun da hepimize temel garantiler sağlayan hukukunu oluşturmak zorundayız. Bu hukukun içerisinde, bir kolluk görevlisinin sokağın ortasında bir sivil vatandaşı coplaması olmamalı. 

İnsanları savunmak meselesine gelince: Savunduğumuz insanların kimliğini, kişiliğini ya da ideolojisini öne çıkarttığımız zaman, siyâsetin bir parçası hâline geliyoruz. Ama burada şöyle bir durum da var: En büyük siyâset, bireyin kendisini koruyabilme savaşıdır. Protesto yapan grupları yaftaladığımız zaman, devleti de beslediğimizi, devletin bizim hayatlarımız üzerinde daha fazla rol oynayabileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Buna da kapı araladığını söylememiz lâzım. Meselâ Gezi protestoları sırasında liberaller arasından meşhur isimler, evlerinin balkonuna çıkıp Taksim Meydanı’ndaki sosyalist grupları gördüklerinde, bu insanların kesinlikle demokrasi gibi bir idealleri olmadığını söylemişlerdi. Dolayısıyla Gezi protestolarına destek vermemişlerdi. Bu şu demek: Birincisi, burada bilimsel ahlâka uymayan bir taraf var; sâdece evinin balkonundan yapılan gözlemlerle, bütün protestocuları tek bir kimlikle tanımlamak bence ahlâksızlık, hokkabazlık. İkincisi, “demokrasi düşmanı” olarak yaftalama meselesi çok ilginç. Çünkü bu şekilde yaftaladığınız zaman, devlete demokrasi düşmanlarıyla mücâdele etme görevinde olabildiğince keyfî davranma hürriyetini de vermiş oluyorsunuz. Demokrasi açısından, siyasal otoriteye bu gücü vermek, meydanda toplanan kalabalıktan daha tehlikeli bir durum. 

İkincisi, temel haklardan veya vatandaşlık haklarından, yani doğal hukuktan veya pozitif hukuktan nasibini alma hakkını sâdece sizin tanımladığınız mâkul insanlara hak görme durumu ortaya çıkar. Bu mâkullük tanımı da sâdece sizin kendi cemaatinizin devletin koruması altına girmesini îmâ eder. Bu da, herkesin tâbi olduğu hukukî garantilerin olmadığı, insanların sâdece kişisel siyâsî ilişkilerle ayakta kaldığı, canlarını ve mallarını koruyabildikleri bir düzen ihtiyâcı içerisinde olduğunuzu söyler. Dolayısıyla liberal olmanız, sizin devletin sopasıyla sosyalistleri dövmenizi gerektirmez. Sosyalist de olsa, İslâmcı da olsa, kim olursa olsun barışçı gösteri yapma hakkına sâhip çıkmanızı gerektirir.

Türkiye gibi toplumlarda ilişkiler kurumsal düzlemde ilerlemediği için, insanlar sürekli olarak belirli partilere, kişilere “biriciklik” atfederler ve kendileriyle onun arasında bir yakınlık olduğunu söylerler. İnsanlar bunun üzerinden hayatta kalırlar. Maalesef bu toplumun liberalizmi ve hak savunuculuğu da biraz bundan etkileniyor. Bunu sâdece kendi ideolojik çerçevesinde eylem yapan insanlara hak görüyorlar. Dolayısıyla bu da berâberinde, güçlü, denetlenemez bir devleti ve sâdece tek bir ideolojinin, tek bir sesin makbul kabul edildiği, onun dışındaki insanların da temel protesto hakkının olmadığı durumu yaratıyor. Bu, demokrasi açısından kâbus gibi bir şey.

Pablo Neruda’nın hayatını anlatan bir film vardı. Neruda sınırı geçerken bir toprak sâhibiyle karşılaşıyor. Toprak sahibi sosyalist değil; hattâ tam tersi, kapitalist. Pablo Neruda korkuyor ve adama, “Polis çağıracak mısın?” diye soruyor. Adam, “Kendi arâzimde polis görmektense sosyalist görmeyi tercih ederim” diye cevaplıyor. Bu mesele de bunun gibi bir şey. 

Ruşen Çakır: Kemal, programı seninle bitirelim. Ne diyorsun?

Kemal Can: Burak’ın bıraktığı yerden devam edeyim. Ahlâkî olan ve siyâsî olan meselesinde, onun târif ettiği ilişkinin tersi de var. Hak savunuculuğu gibi etik bir meselenin arkasına siyâsî ajanda yerleştirenlerle, hak meselesini siyâsî olmakla etiketleyenler olduğunu da görmemiz lâzım. Yani, o ahlâk sinyalleme etiketiyle, açık hak ihlâllerini siyâsî bir gizli ajandaya bağlı kılarak îtibarsızlaştırma işinin de aynı biçimde çalıştığını görmemiz lâzım. İşte bu ahlâkîlik meselesinin zorluğu yüzünden, hukuk diye bir şey var zâten. “İyi insanlar tabii ki birbirlerinin haklarını gözetirler” gibi genel bir işleyiş kendiliğinden adâleti sağlamayacağı için hukuk diye bir şey var. Bence ahlâk da siyâsetin ihtiyaç duyduğu şeylerden biri, ama onu sağlamayacağı ve o siyâsî gerçekçilik denen şeyin kendi başına bir ahlâksızlık olarak zâten kurumsallaşmaya başlaması yüzünden, savunulacak temel mesele hukuk olur. Hukuk, birilerinin hakkını savunmak için değil, siyâsetin kendisini güvenceye alması için ihtiyaç duyduğu şey zâten. Sürekli pozisyon değiştirerek, ama pozisyonunu kaybettiğinde kendisinin de mağdur olacağı bir şeyi engellemek için, siyâsetin de ihtiyaç duyduğu bir şey. O yüzden, bu ahlâkîlik ve siyâsî gerçekçilik meselesinin tek taraflı yorumunun sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. 

Ayşe’nin dediğine dönersem: Gezi örneği üzerinden kurgulayarak, insanların Gezi vesîlesiyle ve başka konularda, zaman zaman devlete haddini hatırlatan çıkışlarının olduğunu söyledi. Yani “Bana bunu yapamazsın”, ya da hak savunuculuğunda olduğu gibi, “Birilerine bunu yapamazsın” ya da “Kimseye bunu yapamazsın”. Bu lâfın karşısında olan bir devlet var. Devlet de, bu had sınırını ifâde eden herkese haddini bildirmeye çalışıyor. Temel mesele de, hak ihlâlleri meselesi de, tam bu alanda oluşuyor. Devlet de, kendisini sınırlamaya çalışanlara bâzen copla, bâzen yasayla, bâzen yasaklamayla, bâzen de ideolojik hegemonya ile had bildiriyor. Bazı hakları hak olmaktan çıkartan sâdece yasal düzenlemeler değil, çok kuvvetli söylem baskılarıyla da bunu kurumsallaştırıyor. Demokrasi, siyâset, hukuk dediğimiz en temel mesele, ister sözleşme kuramından gidelim, ister doğal organizasyondan, ister başka yorumlardan gidelim, pek çok devlet kuramı, birey ve devlet arasında, “birey ve onlar”ın oluşturduğu bir şiddet tekeli olarak devlet arasındaki bu had bildirme sınırı üzerine kuruluyor. Siyâset de, hukuk da, demokrasi tartışması da burada kuruluyor. O yüzden, Ayşe’nin söylediği gibi, insanlar, “Bana bunu yapamazsın” derken, devlet ve onun otoriter versiyonu olarak devletle özdeşleşmiş olan iktidar, bana şunu söylüyor: “Bana bu had sınırını koyamazsınız. Bunun sınırı bende. Bunu söylediğiniz anda göreceğiniz cevap budur.” 

“Geçen 10 yıllık sürede kimin dediği daha fazla geçerli hâle geldi?” diye baktığımız zaman, başka bir problem görüyoruz. Geçen pazartesi günkü “5 Soru 10 Cevap”ta da söyledim. Gezi’ye katılımla, bugün yargılanan Gezi Davası’na verilen reaksiyon oranlarını bir kıyaslayın. İçişleri Bakanlığı verilerine göre, Gezi eylemleri milyonlarca insanın katıldığı bir eylem. Ayşe’nin dediği gibi, birkaç il hâriç, neredeyse 81 ilde yaşanmış. Ama bugün, aynı şeyin bir suç olarak, üstelik de bugün “Hükûmet istifâ!” demenin hukukî olarak suç kabul edildiği bir zemine gelmiş durumdayız. Bugün bu yargılamanın karşısında olan insan ya da bunu gösteren insan sayısına baktığımızda, çok acayip bir fark olduğunu görüyoruz. Bu bize bir şey anlatıyor. Dolayısıyla, “Bana bunu yapamazsın” lâfının karşısına, “Yaparım. Sen bana bunu söyleyemezsin” lâafının konduğunu ve bunun da, büyük ölçüde kendini kabul ettirdiğini görüyoruz. Bu önemli bir şey.

Birinci turda, bu işin sokak tarafından bahsettim. Bunun görünür olduğu alan olarak “Sokak” önemli bir faktör. Ama iktidârın şiddet gösterme potansiyelini yükselten başka bir unsur daha var. Problemli olduğu kesimlerle ilişkisinde, bunun görünürlüğü bir ölçü. İkinci mesele de pazarlık edebilirliği. Kendisiyle sorunlu olan, ama bu sorunu bir pazarlık zemini olarak ortaya koyanlarla kurduğu ilişkiyle, o pazarlık zemininin kaybolduğu ya da pazarlıktaki avantajın kaybolduğu andaki tutumu değişiyor. Bunu, Çözüm Süreci dolayısıyla Kürt meselesinde de gördük, Fethullah Gülen meselesinde de gördük. Ayşe’nin işâret ettiği gibi cemaatler meselesinde de, iş dünyasıyla ilişkisinde de, dünyayla ilişkisinde de gördük. Yani ölçütlerden biri, kendisine ilişkin îtirazların görünürlüğü. İkincisi, kendisinin avantajlı oturduğu bir masada cereyan edip etmemesi. Marketlerle ilişkisi meselesinde de öyle: Onları itiyor kakıyor, gerekirse cezalandırmaya çalışıyor. Gerekirse TÜSİAD’A fırça çekiyor. Ama bir pazarlık zemini sürebildiğinde ve onun kendisi açısından avantajlı sonuçlarını devam ettirebildiğinde, şiddeti görmüyoruz. 

Çok daha basit bir örneğini söyleyeyim: Mesela İYİ Parti örneğinde, Bahçeli’nin Akşener’e yaptığı “Evine dön” çağrısı ve Erdoğan’ın da ittifaka dâvet etmesi sonrasında, bu pazarlığa yanaşmadığını söyleyen Akşener’in nasıl bir şiddetle karşılaştığını, hattâ bazı parti görevlilerinin de açık şiddetle nasıl cezâlandırılmaya kalktığını görüyoruz. Çünkü o belirleyici olan şey. 1) Îtirâzın görünürlüğü; 2) O îtiraz sâhiplerinin kendisiyle müzâkere ve pazarlık zemininde kalıp kalmadığı. İktidârın şiddetini ölçerken buna bakmamız gerekiyor. Bu, pek çok şeyi açıklıyor. 

Burada özellikle hukuk zeminini savunan bir siyâsî ısrarcılığın ortaya konulmadığını düşünüyorum. Bu, problemli bir şey. Siyâsî tutum olarak romantiklik ya da ahlâk sinyalleme diye, siyâsî tutumun kararlılığında bir sürekli zaaf oluştuğunu ve bu yüzden de, devlet şiddetinin sâdece kendisini ifâde etmeye çalışan ısrarcı kesimlere değil, aslında bir potansiyel olarak bütün alana hâkim olmasına neden oluyor. Yani bir, ortaya çıkıp dayak yiyenler var. Bir de, dayak yeme ihtimâli olduğu için ortaya çıkmayanlar var. Orada da bir şiddet var. Görmediğimiz temel şiddet de bu. Asıl önemli olan meseleyi de bu tarafta görüyorum. Dolayısıyla, çıkıp dayak yiyenlerde, kimsenin çıkamayacağı dayak yeme potansiyelini okuduğumuzda ve asıl olarak buna îtiraz ettiğimizde, ahlâkîlikle etiketlenemeyecek doğru siyâsî tutumu görüyorum. Söyleyeceklerim bu kadar.

Ruşen Çakır: O zaman burada noktalayalım. Bayağı uzun bir yayın oldu. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a teşekkürler. Furkan Vakfı olayından hareketle, iktidârı, hak savunuculuğunu, devleti ve demokrasiyi konuştuk. İzleyicilerimize çok teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.