Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Furkan Vakfı olayının gösterdikleri

Ruşen Çakır, Adana’daki Furkan Vakfı üyelerine yönelik polis müdahalesini değerlendirdi. Başörtülü polis tartışmasını ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun tepkisini ele aldı. “Hak ve özgürlüklerin dini imanı var mı?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bugün Nevruz. Nevruz’u bayram olarak gören, kutlayan herkesin bayramını kutlamak istiyorum öncelikle. Bugün iki tâne mahkeme birden oldu; birisi Ankara’da Montrö Davası, ilk duruşma başladı; İstanbul’da da, Osman Kavala’nın tutuklu yargılandığı, tek onun tutuklu yargılandığı Gezi Davası — karar bekleniyordu, ama 22 Nisan’a ertelendi. Bu iki dava da Türkiye’nin hukuk devleti olmadığının kanıtları olarak önümüzde duruyor ve Türkiye’nin hukuk devleti olmadığı ve bir anlamda da polis devleti olduğu örneğini dün Adana’da yaşadık. Furkan Vakfı gönüllülerine yönelik polis operasyonlarını değerlendireceğim, ama öncesinde bir girizgâh yapayım: 

Şöyle ki –bilenler bilir– ben kediciyim. Şu gördüğünüz şeyleri takıyorum — ki bunu yurtdışından bir izleyicimiz yollamış. Kara bir kedi, ama üzerinde İngilizce “good luck” yazıyor; yani iyi şanslar diliyor. Yıllardır yayınlara kedi rozetleriyle çıkıyorum ve yine yıllardır sabahları Twitter’da “günün güzeli”ni paylaşıyorum, sadece kendi çektiğim fotoğraflarla. 

Niyeyse bugün birisi, “günün güzeli” tweet’ime cevap yazmış: “Anladık, kedileri seviyorsun, ama Adana’da kadınları copladılar.” Şimdi, halbuki bunun bir üstünde, bu yayının duyurusu vardı. Yani Adana olayını, Adana’da Alparslan Kuytul’un takipçilerinin başına gelenleri değerlendireceğimi duyurmuştum ve 2017’de Furkancıların polisle ilk karşı karşıya kaldığı dönemde, bu konuda belki de Türkiye medyasında ilk ve en kapsamlı değerlendirmeleri biz yaptık ve ben yaptım. Furkan Vakfı olayı diye yaptığım yayının hâlâ çok izlendiğini, bakıldığını, onun transkriptinin de okunduğunu biliyorum.

O konuda İslâmî kesimin de ne olur ne olmaz diye büyük ölçüde sessiz kaldığı bir dönemde biz onu gündeme getirmiştik. İslâmcı bir yapı olduğu muhakkak; o yayında da anlatmıştım Furkan Vakfı’nın evveliyatını; aslen mühendis olmasına rağmen aynı zamanda İlâhiyat eğitimi alan Alparslan Kuytul’un kurduğu, Adana merkezli bir hareket bu — İslâmcı bir hareket. 

Türkiye’de ve hattâ Ortadoğu’da bildiğimiz klasik İslâmcı hareketlere çok benzeyen bir hareket. Bu hareket kendi çapında gelişiyor; bir İslâmî cemaat gibi, yani tarikatlar ya da Nurculuk gibi köklü bir hareket değil, daha yakın dönemin ürünü olan bir grup, ama şöyle bir şey oluyor: Bu grup, 15 Temmuz sonrası Erdoğan’ın bütün İslâmî grupları, cemaatleri kendisine tâbi kılmak istediği bir dönemde bunu kabul etmedi, yani bir anlamda bîat etmedi. 

Bîat etmediği için de bir şekilde… kaba bir tâbir ama, devlet kafası… Erdoğan hep bu tâbiri kullanır biliyorsunuz, “haddini bildirmek” istediler, bayağı bir baskı uyguladılar; ama Kuytul ailesi ve destekçileri boyun eğmedi, yargılandılar. Kuytul tutuklandı, çok sayıda kişi tutuklandı, öğrenci evleri kapatıldı, haklarında değişik yayınlar yapıldı, davalar açıldı, “Fethullahçı” dediler, şu dediler bu dediler, “provokatör “dediler vs. ama bir şekilde onlar pes etmediler ve artık bununla nasıl baş edeceğini devletin bilemediği bir ortam söz konusu. Bir süre sonra, özellikle Kuytul’un cezaevinden çıkmasından sonra olay biraz unutulur gibi oldu; ama yine de başta Adana olmak üzere değişik yerlerde faaliyetlerine polis izin vermemeye çalıştı.

Bunlar, eskisi kadar olmasa da medyada belli bir yer buldu ve bu arada tabii ki Alparslan Kuytul ve takipçileri, başkalarının meselelerine –Türkiye’de bu çok genel bir eğilimdir, ben buna, “Herkesin kendine Müslüman olması” diyorum–, çok da fazla ilgi göstermediler. Türkiye’nin tek hak ihlâli meselesi ya da polis baskısına mâruz kalan tek grup Furkan Vakfı değil. Boğaziçi Üniversitesi’nden işçilere, bir ara ikinci Baro’ya karşı direnen avukatlara kadar toplumun değişik kesimlerine, tabii ki Kürt hareketinin yapmaya çalıştığı birtakım yasal gösterilere kadar, Türkiye’de herkes bir şekilde devletin baskısından nasibini alıyor; ama büyük ölçüde de –istisnalar tabii ki var– insanlar kendilerine yapılan haksızlıklarda seslerini daha çok çıkartıyorlar ve kendilerine yeterince ilgi göstermediğini düşündükleri kişilere de, öğle saatlerinde bana söylendiği gibi: “Kedileri bırak, kadınlar dövülüyor” diye bize, benim gibi insanlara, gazetecilere bir nevi “fırça atıyorlar” — öyle diyelim.

Bu daha önce de oldu; halbuki şunu düşünüyorum: Bu konuya Türkiye ortalamasının çok çok üzerinde yer vermiş bir kurum Medyascope ve bir gazeteci… Bana bunu yapıyorlarsa başkasına kim bilir ne yapıyorlardır. Belki de başkalarına bir şey yapamadıkları için Medyascope’a ve bana yapıyorlardır — o da ayrı bir husus. Neyse, biz hak ihlâline mâruz kalanların dinini, îmânını, ideolojisini gözeten bir kurum değiliz. Ben de gözeten bir gazeteci değilim ve dolayısıyla bu olay gündemimizde. 

Şimdi, bu olayla ilgili söylenecek çok şey var. Bir kere, AKP iktidârının bâriz bir başarısızlığı söz konusu. Bir hesap yaptılar tutmadı ve artık bundan kurtulmak istiyorlar, kurtulmanın bir yolunu da bulamıyorlar. Belli ki bu sene son bir kez polis baskısıyla sindirmek istediler, ama bu sefer çok çarpıcı görüntüler çıktı ortaya. Bu çarpıcı görüntüler bâriz işkence görüntüleri; yani insanlara yapılanlar: kadınlar da var, herkese yapılan saldırılar, göz göre göre yapılan saldırılar ve bunların kayıtları var tabii. Bunu beklemiyorlardı anladığım kadarıyla ve Süleyman Soylu bile –“bile” diyorum, birazdan söyleyeceğim–, burada orantısız güç kullanıldığını ve Adana Valiliği’nin konuyu araştıracağını söylemek zorunda kaldı. 

Neden “bile” diyorum? Çünkü hatırlanacaktır: Süleyman Soylu, Sedat Peker olayları çok gündemde olduğu zaman televizyon programına çıktığında, orada Furkan Vakfı meselesine de çok geniş bir yer ayırmıştı ve şöyle diyordu: “Ben dört buçuk yıldır İçişleri Bakanı’yım, dört buçuk yıldır bu adamı tanıyorum, ilgi alanımızda” — adam dediği: Alparslan Kuytul. “Adana’da parklarda oturuyor, Türkiye düşmanı ne varsa onların savunucusu, Türkiye’ye karşı ne varsa onların savunucusu, Türkiye düşmanlığı nasıl yapılır onu savunan bir portreyle karşı karşıyayız.” Bunu geçen yılın beşinci ayında söylemiş ve ben de bunun üzerine “Süleyman Soylu’nun irticâyla mücâdelesi” diye bir yayın yapmışım.

  Şimdi, İçişleri Bakanı’nın böyle dediği birisinin yeni bir gösterisine –ki gösterinin nedeni, tutuklu bulunan yedi kişinin serbest bırakılması talebiyle yapmak istedikleri basın açıklaması–, en yukarıdan “Türkiye düşmanı hâin” olarak tanımlanan birisine karşı polislerin çok da fazla –nasıl söyleyeyim?– “iyi niyetli” olmayacağını söyleyebiliriz; ama polisler sâdece onlara mı öyle? Hayır. Türkiye’de hak arayan, derdi olan, bir şey söylemek isteyen herkese, anayasal haklarını kullanmak isteyen hemen hemen herkese bunları yapıyorlar ve yapmanın dışında, yaptıkları yanlış, bir de orantısız güç denilen bir olayın burada çok net görüntülerini gördük. Kullanıyorlar, başvuruyorlar.

Bu bir kere, iktidârın çok ciddî bir çâresizliğini gösteriyor ve ilginçtir bu sefer, o âna kadar bu konuda ses çıkartmayan, iktidâra daha yakın diye düşündüğüm bazı kişilerin de, “Ya, bu kadarı da fazla” dediklerini gördüm. Bunun da en önemli nedeni, başörtülü bir polisin o meşhur fotoğrafı. Bu fotoğraf çok çarpıcı bir fotoğraf açıkçası ve şimdi bunun üzerinden bir tartışma başladı.

Şöyle bir tweet okumak istiyorum, Nihal Olçok’tan. Nihal Hanım, biliyorsunuz Erdoğan’ın en önemli danışmanlarından, tanıtım işlerine bakan Erol Olçok’un –ki kendisi 15 Temmuz’da köprüde hayatını kaybetti, darbeciler tarafından öldürüldü, benim de arkadaşımdı, tekrar kendisine rahmet diliyorum–, onun eşi ve Gelecek Partisi’nin de yönetiminde yer alıyor, şöyle yazmış; “Vurma kızım, vurma. O cop çok acıtıyor. Sen bilmezsin, bizlere sor. Sen o coplu üniformayı giyebil, başörtünle polis üniforması giyebil diye çok cop yedik biz ablaların olarak. Bu fotoğraftan bir gün çok utanacaksın.” 

Şimdi, bunun üzerine, “Kadın polisin başının örtülü olup olmamasının bir anlamı yok. Önemli olan, burada kolluk kuvvetlerinin, kıyâfeti ne olursa olsun, kime yapılırsa yapılsın, zor kullanması yanlıştır. Olayı böyle tartışalım” diyenler var, doğru söyleyenler var; ama Nihal Hanım’ın da bahsettiği gibi bu olay –herkes îtiraf etsin– çok sembolik. Türkiye’de yirmi yıllık bir iktidar var ve bu iktidârın en önemli iddiası, Türkiye’de dindarların –ve dindarlar deyince akla gelen ilk örneğin, başörtülülerin– uğradığı haksızlıkları giderebildiği iddiasıydı ve sonuçta devlet aynı devlet, polis aynı polis. Mağdurlar değişiyor, bir de onları mağdur edenler değişiyor; ama yöntemler vs. aynen kalıyor. 

Dolayısıyla, bu fotoğrafı unutmak gerçekten kolay kolay mümkün olmayacak — çok çarpıcı bir fotoğraf. Tamam, tekrar söylüyorum: Evet, olaya polisin başörtülü, hattâ çarşaflı kadınları darp etmesi olayının ötesinde, daha genel bakmak lâzım; ama burada da görüyoruz ki olay tamâmen semboller üzerinden yürüyor ve Adana’daki bu olay Erdoğan iktidârının birçok iddiasının tekzibi anlamına geliyor. Nitekim dün akşam, bunlar sosyal medyada çok geniş bir şekilde yer buldu ve bunun üzerine Süleyman Soylu doğrudan suçlandı tabii ve bir baktık ki Süleyman Soylu’ya destek olan, “Süleyman Soylu adamdır”, “Furkan Vakfı kapatılsın” vs. gibi hashtag’lerle olay dengelenmeye çalışıldı. 

Soylu, açıklamasında yine Furkan Vakfı’nın onları tahrik ettiğini, hakaret ettiğini vs. söylüyor; ama orantısız güç kullandıklarını –sâdece orantıda bir sorun var demek ki– kullandıklarını söylüyor. Bu olayın, daha önceki Furkan Vakfı olaylarından daha farklı olduğunu, en azından konjonktür olarak daha farklı bir yere denk geldiğini özellikle vurgulamak lâzım ve de şunu özellikle vurgulamak lâzım: Hani o hep deniyor ya? “Kararsız seçmen, endişeli muhâfazakârlar, AKP’den kopmayı düşünenler nereye gideceklerini bilmiyorlar; AKP’den koparlarsa, Erdoğan’a destek vermezlerse, onun yerine gelecek olan iktidârın kendi kazanımlarını ellerinden alıp almayacağından çekiniyorlar” vs. diye.

Aslında bu fotoğraf ve bu yaşananlar bütün bunların bir yerden sonra retorik olduğunu, olayın aslında dinle imanla vs. ile alâkası olmadığını, tamâmen iktidar meselesi olduğunu, birilerinin iktidârlarını korumak istediklerini, diğerlerinin de o iktidâra gelmek istediklerini bize gösteriyor. Yani bu olayın ardından, normal zamanda yapılırsa seçimlere bir yıldan biraz fazla zaman var, böyle bir olayı herhalde Erdoğan yaşamak istemezdi.

Bunun için, tabii ki Furkan Vakfı’nın önünü açacaklarını, onlara hiç dokunmayacaklarını beklemiyorum; fakat bu kadar… –“orantısız şiddet kullanımı” diyorlar– tahminlerinden fazla tepki gelmesi üzerine herhalde kendilerine çekidüzen vermeye çalışıyorlar. Olayın bir başka boyutu, tabii ki hep dönüp dolaşıp buna geliyoruz, başta söylediğim gibi: “Kendine Müslümanlık” meselesi. Söyledim, başta Furkan Vakfı taraftarlarının başkaları konusunda, başkalarının hakları, özürlükleri konusunda pek bir şey yaptığına ben tanık olmadım. Hattâ şunu çok iyi biliyorum: Sezen Aksu olayı gibi durduk yerde üretilmiş bir olayda, Alparslan Kuytul kalkıp Sezen Aksu’ya karşı Hz. Âdem’den yana tavır alma ihtiyacı hissetmişti — ne gerek varsa. Yani, sanki oradaki mesele Hz. Âdem’miş gibi…

Ama şunu söylemek lâzım: Birileri sâdece kendi haklarını savunuyor olabilir, ama hak savunuculuğu iddiasında, demokrasi ve özgürlükçülük iddiasında olan insanlar, tereddütsüz bir şekilde ayrım gözetmeksizin herkesin haklarını savunmak durumundalar. Bunu olabildiğince yapmak durumundalar. “Ama o da benim hakkımı savunmadı, şunu yapmadı” dendiği zaman iş çifte standartlara gidiyor — ki bu olayda da büyük ölçüde gördük. İletişimci Süleyman İrvan bahsetmiş, oradan fark ettim: Millî Gazete dışında bu olayı manşetine taşıyan gazete olmadığını söylüyor Süleyman Bey — hiç şaşırmadım. Çünkü zâten iktidar yanlılarının bunu yapacak hâli yok; ama onun dışındakilerin de Furkan Vakfı konusunda, bu tür İslâmcı yapılar konusunda çok da fazla hevesli olmadıkları muhakkak.

Böyle bir olay bize bir Türkiye gerçeğini tekrar tekrar yaşatıyor. Burada ilginç bir olay var; tabii ki kimsenin böyle hesapladığını sanmıyorum. Belki Furkancılar da bu kadarını hesaplamamışlardır. Bu kadar güçlü olma iddiasında, önüne çıkanı ezip geçen bir iktidâra karşı, uğradıkları bunca şeye rağmen hâlâ ne yapıyorlar? O cümleyi kendileri kullanıyor mu bilmiyorum, ama direniyorlar. Çok ilginç, bizim arkadaşlarımız da söylemişti: “Ramazan yaklaşıyor, Furkancılar yine Adana’da bir şeyler yaparlar” diye. Evet, yaptılar. Herhalde bizim muhâbir arkadaşlarımız biliyorsa devlet de biliyordu, devlet de hazırlıklıydı. Devletin hazırlıklı olduğunu burada da gördük; ama kendine aşırı güvenden ya da belki de özgüven yoksunluğundan, ikisi de olabilir, çok ilginç bir olay, bu görüntülere fırsat verdiler ve şimdi bunu toparlamaya çalışıyorlar. Toparlanabilecek bir şey yok. Açık açık yapılan bir zulüm var orada insanlara karşı. Bunun teyide yer bırakacak bir hâli yok. 

İslâmî kesim Türkiye’de benzeri görüntülerle haklı bir şekilde Filistin davasını sürekli gündemde tuttu. Çok görüntü vardı. Buradaki görüntülerle Filistin’den gelen görüntüler arasındaki fark ne kadardır? İllâ ki farklıdır, ama sonuçta görüyoruz ki kendini savunma gücü olmayan insanlara karşı silâh tekelini elinde tutan devletin temsilcileri çok acımasız bir şekilde davranıyorlar ve birçok görüntüde baktığımızda, durup dururken, yani yanına gidip oradan uzaklaştırmak ya da şu bu yapmak varken, “Birdenbire ne bu öfke?” diye insanın sorası geliyor, böyle bir olay yaşandı ve Furkancılar, tekrar söyleyeyim birçok kişiyi şaşırtacak şekilde varlıklarını, faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. 

Bu olay da bizi aslında kendisine inanan, kendi düşüncesine inanan, yaptığı işin yasal olduğuna inanan insanlar için devlet ne kadar engel yaparsa yapsın bildiği gibi yaşamak, bildiğine göre hareket etmek pekâlâ mümkün; ama buna devlet bir fatura kesiyor. Toplumda değişik kesimler bu faturayı ödemeye hazır bir şekilde kendilerinden tâviz vermeden bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Tabii burada, Türkiye’deki o çok büyük iddialı İslâmî hareketin değişik yapılarının bu olayda büyük ölçüde bir devekuşu politikası izliyor olmaları, şu son olayda birazcık seslerinin çıkmaya başlamasının da aslında olayın İslâm-İslamcılık meselesi olmadığını bize bir kere daha gösteriyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.