Ruşen Çakır’ın konuğu Taha Akyol: 1924 Anayasası’ndan hareketle yeni anayasa tartışmaları

Gazeteci-yazar Taha Akyol, Doğan Kitap’tan çıkan “Atatürk’ün Anayasası 1924 – Tek Partiden Cumhurbaşkanlığı Sistemine 100 Yıl” kitabını Ruşen Çakır’a anlattı. Taha Akyol neden böyle bir kitap yazdı? 1924 Anayasası nasıl hazırlandı? 1924 Anayasası nasıl bir anayasa? Milli irade kavramını kimler, nasıl kullandı? Türkiye Cumhuriyeti sandıkta nasıl kuruldu? 1921 Anayasası neden yetmedi?

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. Stüdyoda konuğumuz, gazeteci ve aynı zamanda araştırmacı Taha Akyol. Kendisi, yazdığı son kitabı Atatürk’ün Anayasası 1924: Tek Partiden Cumhurbaşkanlığı Sistemine 100 Yıl (Doğan Kitap, 2024) kitabını bize hediye etti. Taha Akyol’la 1924 Anayasası’nı ve tabii günümüzdeki anayasa tartışmalarını da konuşacağız. Hoş geldiniz Taha Bey.

Taha Akyol: Hoş bulduk, teşekkür ederim. 

Geçen sene, Cumhuriyetin 100. Yılı’nda sizinle Neden 29 Ekim? Cumhuriyet’in İlanına Giden Yol  kitabınız üzerine bir yayın yapmıştık. O, daha bildiğim bir konuydu. 1924 Anayasası, açıkçası çok bildiğim bir konu değildi, ama gerçekten değmiş. Kitaba baktığımda, Cumhuriyetin îlânındaki tartışmaların bir benzerinin anayasa üzerinden yapıldığını gördüm. Öncelikle niye bunu yaptığınızı sorayım. Çünkü siz yapmasanız, kimse size “Taha Akyol niye 100. Yıl kitabı yapmadı?” demez.

Akyol: Demez. Bunu yapmamın sebebi, Türkiye’de siyâset maalesef çok yüzeysel; derinliği olmayan, o yüzden de rüzgâra göre değişen kavramlar, kelimeler, polemik sloganlar üzerinden yapılıyor. Halbuki işi biraz derinleştirmek lâzım. Türkiye’nin anayasa târihini bilmeden, bugün sağlıklı bir anayasa yapmak mümkün değil. Türkiye’nin anayasa târihi dediğimizde de neler tartışılmış, neleri halletmişiz, neleri halletmemişiz diye bir yol haritası ortaya çıkar. Bu açıdan baktığımızda, biraz önce sizin de söylediğiniz gibi Türkiye maalesef bir arpa boyu yol almış. 1924 Anayasası yapılırken neler tartışıldıysa aynısı tartışılıyor. 

Bugün üzerinde konuştuğumuz anayasa meselesinde, kuvvetler ayrılığı kavramı kullanılmaksızın bir anayasa tartışması yapılıyor. Ben Sayın Cumhurbaşkanı’nın, bu işe fiilen öncülük yapmaya başlayan Sayın Meclis Başkanı’nın, iktidar yanlısı hukukçuların, yeni anayasayla ilgili konuşmalarını titizlikle tâkip ediyorum ve dosyalıyorum. Belki ileride bu konuda bir kitap yazarım diye. Şimdiye kadar bir tekinin ağzından kuvvetler ayrılığı çıkmadı. “Özgürlükçü anayasa” diyorlar. Özgürlük ne? “Sivil anayasa” diyorlar. Bir anayasanın sivil olması demokrat olması için yeter mi? “Millî irâdeye dayalı anayasa” diyorlar. Bu ne demek? Halbuki siz bir anayasayı konuşacaksanız, kuvvetler ayrılığı kavramından yola çıkmanız lâzım. Bu da bize, 100 yıl önceki kuvvetler ayrılığı/kuvvetler birliği tartışmasında bir arpa boyu ileri gidemediğimiz gösteriyor. 

O zaman kuvvetler ayrılığı meselesine gelelim. Bu anayasanın çoğulcu değil çoğunlukçu bir anayasa olduğunu söylüyorsunuz. Yani Meclis’te çoğunluğu alan, ülkede her türlü şeyi yapabiliyor. Azınlıkta kalanın sözü dinlenmiyor. Ama buradaki tartışmalarda en çarpıcı husus –siz de bunu özel olarak öne çıkarmışsınız– “millî irâde” kavramını herkes kullanıyor ve herkes birbirine karşı kullanıyor. Cumhurbaşkanı’na –ki o târihteki Cumhurbaşkanı, Atatürk– Atatürk’e bütün yetkileri vermeyi savunanlar da millî irâdeye yaslanıyor, vermeyenler de. 

Akyol: Evet. Çünkü “millî irâde” kavramı kuvvetler ayrılığıyla birlikte kullanılmadığı takdirde, totaliter bir kavram hâline gelebilir. Çünkü millî irâde, içinde, bir yanılmazlık duygusu, mutlak üstünlük duygusu, mutlak meşrûiyet duygusu uyandırıyor. “Millet bunu istiyor. Millî irâdenin gereği bu. Millî hâkimiyet yetkisi bu” dediğiniz zaman, onu eleştirmek bile zorlaşıyor. Halbuki millî irâde kavramı doğru bir kavramdır ve Cumhuriyetin temelindeki bir kavramdır. Fakat bu, kuvvetler ayrılığıyla birlikte zikredilmediği zaman otoritarizme gidiyor. Bunun birinci örneği Fransız İhtilâli’dir. Millî irâde, millî egemenlik kavramı Jakobenlerin kavramıdır. Jean-Jacques Rousseau’nun çok meşhur bir sözü vardır: “Kralın yetkileri sınırlanır, halkın yetkileri sınırlanmaz”. Orada “halkın yetkileri”ni, “genel irâde”, “millî irâde” diye Fransızcadan İngilizceye, oradan Türkçeye çeviren hukukçular ve yazarlar var. Dolayısıyla “millî irâde” anayasanın üstünde bir kavram olamaz. Ama bu, bizim bugünkü görüşümüz. Yâhut bugünkü birtakım demokratların görüşü. Eskiden “millî irâde” denildiği zaman, “Buna îtiraz edilemez” deniliyordu. Nitekim 1949 yılında Yargıtay’da, “Anayasaya aykırı bir kanunu Yargıtay inceleyebilir mi?” üzerine hukukî bir tartışma oluyor. Yargıtay Genel Kurulu, “Meclis’in üstünde bir güç olamayacağına göre Meclis’i denetlemek Yargıtay’ın yetkisi değildir” karârı veriyor.  

Burada aklıma ister istemez günlük polemikler geliyor. Meselâ Devlet Bahçeli’nin “Türkiye Cumhuriyeti sandıkla kurulmadı” lâfı yanlış. Aslında sandıkla kuruldu.

Akyol: Sandıkla kuruldu tabiî. Kongrelerle başlıyor millî hareket ve arkasından Meclis açılıyor. İstanbul’da İngilizler tarafından Meclis-i Meb’ûsan dağıtıldıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın, Anadolu’da seçim yapılması için yayınladığı bir genelge var. “23 Nisan’da Meclis açılacak. Bunun için her partiden, her çevreden, herkesin aday olmaya hakkı vardır” der. Tek partili dönem daha sonra gelecek. I. Büyük Millet Meclisi’nde liberaller var, İslâmcılar var, komünistler var; “Ben komünistim” diye konuşan komünistler var. Bunlar sonradan komünist olan insanlar değil. Ama bunların hepsi vatansever, vatanı kurtarma etrâfında birleşmişler. Bunlar, birincisi, çoğulcu oldukları için, ikincisi, Meşrûtiyet’ten gelen bir kuvvetler ayrılığı fikri olduğu için, Mustafa Kemal Paşa’ya fazla yetkiler verilmesine karşı çıkıyorlar ve açıkça, “İçimizden Napolyon çıkmasın” diyorlar. Napolyon Fransa’da diktatördü.

Peki 1921 ve 1924 arasında, üç yıl içerisinde yeni bir anayasa yapılıyor. Buradaki temel ihtiyaç nedir? 1921 Anayasası niye yetmiyor? Sâdece Cumhuriyet meselesi mi?

Akyol: Hayır, sâdece Cumhuriyet meselesi değil. 1924 Anayasası yapılırken Cumhuriyet îlân edilmişti zâten. Aşağı yukarı bir yıl sonra, 29 Ekim’de Cumhuriyet îlân ediliyor. Nisan 1924’te yeni anayasa yapılıyor. Eğer mesele sâdece Cumhuriyet olsaydı, “Tamam, îlân edildi, böyle devam edelim” derlerdi. 21. yüzyıl Türkiye’sinde, Numan Kurtulmuş’un 1921 Anayasası’nı örnek göstermesi çok büyük bir tâlihsizlik. Kendisi hukukçu değil iktisatçı biliyorsunuz. Keşke yanındaki hukuk danışmanları bu konuda uyarsalar. 1921 Anayasası, 32 maddeden ibâret ve sâdece Meclis’in yetkilerini ve vilâyetleri düzenleyen bir anayasa. Yargı yok, yürütme erki yok, yürütme erkinin yetkileri, idâre yok, Danıştay yok, Sayıştay yok. Anayasa Mahkemesi zâten söz konusu olmazdı öyle bir târihte. Vatandaşlık yok, temel hak ve hürriyetler yok, siyâsî partiler yok, dernekler yok. Bunlar bir anayasada olması gereken şeyler. 1921 Anayasası yapılırken, İstanbul’da Halîfe ve Padişah var. Meclis ve Mustafa Kemal Paşa hâlâ. “Halîfe’yi ve Padişah’ı düşman işgalinden kurtarmak için mücâdele ediyoruz” diyor. Böyle olunca, sâdece Meclis’in yetkilerini içeren bir anayasa düzenleniyor. Bir de o anayasada vilâyetlerin özerk olduğu maddesi var. O daha çok, Mustafa Kemal Paşa’nın sonradan Kürtler için yaptığı bir konuşmadan anlaşılıyor ki, Kürtleri millî harekete bağlamak için düşünülmüş stratejik bir kavram. Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada, “Biz Osmanlı Anayasası’nı, Kânûn-ı Esâsî’yi ilga etmedik” diyor. Kânûn-ı Esâsî’de halîfe var, Kânûn-ı Esâsî’de padişah var, Kânûn-ı Esâsî’de kuvvetler ayrılığı var. Kânûn-ı Esâsî’de çok kuvvetli anayasa maddeleri olarak yargı bağımsızlığı var. 1921 Anayasası’nda bunların hiçbirisi yok. Dolayısıyla siz, “1921 Anayasası gibi bir anayasa yapacağız” dediğiniz zaman, yargıyı ne yapacağınız belirsiz, temel hak ve hürriyetleri ne yapacağınız belirsiz, vatandaşlık tanımını nasıl yapacaksınız, bu belirsiz. Bunlar çok tehlikeli yaklaşımlar. Ben Numan Kurtulmuş’un bunu bilerek yaptığı kanaatinde asla değilim, ama çok yanlış yapıyor. 1921 Anayasası’nın târihimizdeki çok büyük bir değişimi temsil etmesinin sebebi şu: Hâkimiyeti İstanbul’dan alıp Ankara’ya getiriyor.

Birazdan detaylarına gireceğiz ama, bir bütün olarak baktığınız zaman, 1924 Anayasası’nın en takdir ettiğiniz yönleri nelerdir?

Akyol: Geriye baktığımızda, 1924 Anayasası’nın en çok takdir edilmesi gereken yönleri hak ve hürriyetlerle ilgili yönlerdir. Bir liberal anayasaymış gibi, bir Avrupa devletinin anayasasıymış gibi hak ve hürriyetleri düzenliyor. Fakat bir eksiği var: “Hak ve hürriyetler uygulanmadığı zaman ne olur?” sorusunun cevâbı yok. 

Ben İsmet Paşa’yı târih bakımından çok dürüst bir referans olarak görüyorum. Atatürk, yaptığı devrimlerin, yaptığı icraatın sonuçlarını göremeden vefat etti. Ama İsmet Paşa gördü. Türkiye’nin modernleşmesi, Batı’ya yönelmesi bakımından çok pozitif sonuçlar doğurdu. Ama bir şey daha var: Otoriter bir kültür, otoriter bir siyâset mîrâsı bıraktı. Kuvvetler birliği fikrini gelecek nesillere devretti. İsmet Paşa, 1969’da, 1962 Anayasası’nı savunmak için Meclis’te bir konuşma yapıyor. Diyor ki: “Atatürk ve ben bu memleketi idâre ederken, hürriyetleri çiğnediğimiz zaman bunu şikâyet edecek bir yer yoktu, bildiğimiz gibi yönettik. Bunun toplumda yarattığı rahatsızlıklar, seçimle bizi aldı götürdü. Şimdi iktidar hak ve hürriyetleri çiğnediği zaman, 62 Anayasası’nda şikâyet edecek yer var: Anayasa Mahkemesi kuruldu. Yargı bağımsızlığı var” diyor. Bunlar 1924 Anayasası’nda olmayan şeyler. İşte buradan târihe bakmak, günümüz için ne büyük tecrübeler ortaya çıkarıyor. 

Şöyle bir şey gördüm — kitapta da vardı galiba ya da baktığım başka yerlerde: 1924 Anayasası tek partili rejim için kuruluyor. Ama daha sonra çok partili hayata geçirildiğinde de aynı şey kullanılıyor. Demokrat Parti’nin tepki çeken otoriterleşmesinin dayanağı da 24 Anayasası.

Akyol: Evet. 1950’de seçim yapılacak, artık seçim çalışmaları başlamış. 1949 yılında İsmet Paşa’nın Ankara’nın Polatlı ilçesinde yaptığı bir konuşma var. Bunlar gazetelere intikal etmiş, ben gazetelerden okudum. Diyor ki: “Yeni bir devre giriyoruz. 1924 Anayasası tek partili dönemde yapılmış bir anayasadır. Demokrat Parti’ye teklif ediyorum: Gelin berâber yeni şartlarda bir anayasa yapalım”. Celal Bayar bunu reddediyor. Demokrat Parti Genel İdâre Kurulu “Ne yapalım?” diye toplanıyor. Adnan Menderes, o muazzam belâgatiyle kuvvetler ayrılığını savunuyor. Celal Bayar bakıyor ki kuvvetler ayrılığı yönünde karar çıkacak, “Bir öğle aralığı verelim, yemek yiyelim’” diyor ve gidip Halk Partisi’ndeki arkadaşlarıyla konuşuyor. Feridun Fikri Bey’le konuşuyor. Halk Partisi’nin önde gelen isimlerinden Feridun Fikri Bey Celal Bayar’a, “Kuvvetler birliği Atatürk’ün en önemli ilkesi. Siz bundan nasıl vazgeçersiniz?” diyor. Celal Bayar partinin kurulunda kuvvetler birliğini savunan bir konuşma yapıyor. En etkili tarafı şu: “İsmet Paşa oyun oynuyor. ‘Kuvvetler ayrılığı’ diyerek bizim iktidârımızın zayıf olmasını sağlayacak. Bunu reddedelim” diyor — Samet Ağaoğlu yazıyor. Ve Menderes kuvvetler birliğini savunmaya başlıyor. O yüzden, 1950’de yeni bir döneme girdik, ama eski anayasayla sonuç maalesef hazin oldu.

Kitaptaki detaylara baktığımızda, meselâ vatandaşlık meselesinde, “Türk” kavramı üzerinde anlaşılıyor, ama bayağı tartışma çıkıyor.

Akyol: Türkçüler îtiraz ediyorlar. Osmanlı Anayasası, Panosmanizm, Osmanlıcılık fikri üzerine kurulu. O dönem, Ermeni, Rum, Türk, Kürt, Arnavut, Arap önemli. Bunlar kendilerini Osmanlı saysınlar diye “Nâm-ı Celil’in yüce ismi altında birleşelim” deniyor. Nâm-ı Celil, Abdülhamid’in bir ifâdesi. Onun için Anayasa’da, “Din, mezhep, ırka bakılmaksızın Osmanlı vatandaşları Osmanlı tâbir olunur” deniyor. Şimdi yeni anayasa yapıyorsunuz Osmanlı yok. Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış, Cumhuriyet îlân edilmiş. “Ne diyelim?” — “Türk” ıtlak olunur, “Türk” denilir. Yani “Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarına, din, ırk, mezhep ayrımı gözetilmeksizin ‘Türk’ denir.” Buradaki “denir” kelimesinin altını çiziyorum. Buna Türkçüler karşı çıkıyor. Türkçüler kim? Türk Ocakları Başkanı, efsanevî büyük hatip Hamdullah Suphi Tanrıöver. Diyor ki: “Bir Rum nasıl Türk olabilir? Ben bunu kabul etmem.  Türk öyle yüce bir şey ki, Rum da öyle aşağı bir şey ki ona Türk denilemez!” Sonunda bir ortalama yol bulunuyor, “…vatandaşlık îtibâriyle” diyorlar. Hah tamam! Rum Türk değil. Türklüğü Rumlardan, Ermenilerden kurtardık! O vakit Kürt söz konusu değil. Askerler geliyorlar, “Vatandaşlık itibariyle Türk denir” sözünü değiştiriyorlar ve “Türk’tür” diyorlar. Askerler öyle yazınca bütün Türkiye’de yaşayan herkes Türk oldu sanki. 

Bir diğer tartışma da kadının tanımlanması meselesi. O da bayağı tartışılıyor.

Akyol: Çok büyük bir tartışma, aslında çok sevindirici bir tartışma. 1924 Nisan’ında, Meclis’te kadınlara oy hakkını savunan bir cereyânın başlamış olması çok sevindirici. Bunların hepsi Meşrûtiyet’in bize bıraktığı pozitif mîras: kuvvetler ayrılığı, özgürlük, kadın hakları…

Oradaki argümanlar nedir? İzleyicilerden bilmeyenler olabilir, onu biraz açar mısınız?

Akyol: “Irk, din, cinsiyet gözetmeksizin bütün vatandaşlara ‘Türk’ denir” diyoruz ya? Ondan sonra, “Türklerin seçme ve seçilme hakkı” diyor. Burada kadın-erkek kelimesi yok. Bazı milletvekilleri çıkıp, “O zaman, kadın da Türk olduğuna göre, kadının da seçme hakkı var” diyorlar. Meclis’te çok kuvvetli bir kadın hareketi ortaya çıkıyor. “Kadın Türk olduğuna göre kadının da seçme hakkı var” fikrini savunanlardan birisi Recep Peker. Çok otokrat birisi, ama bu konuda demokrat davranıyor. “Bunu sonra düşünelim” denilerek, sonunda, “Her Türk erkek, seçme ve seçilme hakkına sâhiptir” şeklinde çıkıyor. Bu madde 1934’te değiştirildi ve kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

Evet, ama bu arada, tartışanların hepsi erkek.

Akyol: Evet, öyle.

Anladığım kadarıyla 1924 Anayasası’nda en önemli mesele 25. madde, değil mi?

Akyol: Evet. Atatürk’e Meclis’i fesih yetkisi verilmesi.

Onu da biraz anlatır mısınız?

Akyol: 1924 Anayasası’yla, Osmanlı Kânûn-ı Esâsî arasında bir temel fark var. Osmanlı’da anayasa yapılırken, “Padişahın yetkilerini sınırlandıralım, Parlamento’nun yetkilerini, basının yetkilerini, vatandaşın hürriyetlerini genişletelim” fikri hâkim. 1924 Anayasası yapılırken ise, “Cumhuriyeti güçlendirelim, inkılâpçı otoriteyi güçlendirelim” fikri hâkim. Birincisinde kuvvetler ayrılığı, Cumhuriyet anayasalarında kuvvetler birliği hâkim. Cumhuriyeti güçlendirme, cumhuriyetin lideri, kurucusu Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini güçlendirme düşüncesiyle, 25. Maddede, “Cumhurbaşkanı, kendisinin tâyin ettiği hükûmetle görüşerek Meclis’i feshedip seçimlere gidebilir” diye bir madde konuyor. Buradaki amaç, Meclis’te kuvvetli bir muhâlefet ortaya çıkarsa –hâlen tek parti var zâten– Mustafa Kemal Meclis’i feshedecek, muhâlifleri seçime sokmayacak ve muhâliflerden kurtulmuş olacak. Ama buna en keskin Kemalistler dahi îtiraz ediyorlar. Şükrü Saracoğlu bunlardan birisi. Şükrü Saraçoğlu, İsmet Paşa’nın dışişleri bakanı, arkasından başbakanı. Atatürk’ün hemen hemen bütün kabinelerinde yer alan tam Kemalist bir isim. Ama çıkıp diyor ki: “Bu, milli hâkimiyete aykırı. Meclis’i millet seçiyor. Peki bunu kim feshedip seçimlere götürecek? Reis-i Cumhur. Bir Reis-i Cumhur’a bu kadar yetki verilmesi ulusal egemenlik fikrine aykırıdır” diye konuşma yapıyor. 

“Allah Reis-i Cumhur olsa” diye bir başlık var kitapta.

Akyol: Evet, o da Abidin Bey’in yaptığı bir konuşma. Mustafa Kemal’e yetki verilmesini isteyenler, savunmaya devam ediyorlar, belirttiğim şekilde îtirazlar var. Manisa Milletvekili Abidin Bey Meclis’te bir konuşma yapıyor ve diyor ki: “Hâşâ, Allah Reis-i Cumhur olsa, melâike-i kiram, büyük melekler bakan olsa, Bakanlar Kurulu olsa bu yetki verilemez” diyor. Bunlar Mustafa Kemal Paşa’nın milletvekili yaptığı insanlar. Bunların hepsi Millî Mücâdele’de canlarını hayatlarını ortaya koyarak çarpışmış olan insanlar ve Gazi’ye verilecek aşırı yetkiye karşı çıkıyorlar. 

Sonuçta kazanıyorlar mı?

Akyol: Kazanıyorlar. Mustafa Kemal Paşa’ya yetki verilmesini öngören 25. madde oylamayla reddediliyor. 

Peki ne hâle geliyor o zaman?

Akyol: Meclis’i fesih yetkisi Meclis’in kendi karârına bağlı. Reis-i Cumhur Meclis’teki muhâlefetten rahatsız olduğu zaman Meclis’i feshedemeyecek. Ortaya çıkan durum bu. 

Tabiî insanın şunu tasavvur etmesi biraz zor oluyor: O kadar güçlü bir Mustafa Kemal figürü varken, ona bağlı insanlar… 

Akyol: Ona nasıl îtiraz edecekler?

Yüz yıl sonra, insanların ağzını açıp herhangi bir şeyi söyleyemedikleri bir devirde yaşıyoruz.

Akyol: Ruşen Bey, 100 yıl sonra Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi teklifini milletvekilleri altını görmeden imzâladılar. Daha tasarı gelmeden imzâ toplanmaya başlanmış, “Ben imzâladım bile” diye gösterdiler. Anayasaya göre, anayasa değişikliklerinde oylamalar gizlidir. Göze girmek için, “Bak, ben kabul oyu veriyorum” diye kameralara yaptılar bunu. Gazeteci olarak hepimiz izledik bunları. Nereden nereye gelinmiş. 

Mustafa Kemal Paşa’ya îtiraz, sonradan kalkacak ortadan. O dönemdeki îtirâzın sebebi Meşrûtiyet geleneği. Meşrûtiyet’te kuvvetler ayrılığı var. Meşrûtiyet’te otoritenin tek elde toplanmaması kültürü var. Gerçi Enver Paşa’nın elinde toplandı, ama o fiilî bir durum. O kültürle îtiraz ediyorlar.

Burada en kritik yerlerden birisi yargı. Açıkçası şunda biraz zorlandım. Bir yerde, “yargı görevi”, bir yerde “yargı yetkisi” kavramları biraz kafamı karıştırdı. 1924 Anayasası’nda yargıyı tanımlarken, yargıyla ilgili bir tereddüt hâli mi var? 

Akyol: 1924 Anayasası II. Dünya Savaşı öncesinde, I. ve II. Dünya Savaş’ı arasında yapılmış bir anayasa. Demokrasi fikirlerinin bir hayli aşındığı, otoriter cereyanların yavaş yavaş yükselmeye başladığı bir dönemde, kuvvetler ayrılığı fikri de zâten Cumhuriyet tarafından reddedildiği için yargı yetkisi önemsenmiyor. Hattâ Meclis’te, “Kuvvetler ayrılığı irticâdır” diye yapılan konuşmalar var. “Yargı bağımsızdır” diye 10 küsur madde var halbuki, Kânûn-ı Esâsî’de 20 küsur madde var. 

Yekta Güngör Özden’i hepimiz biliyoruz, Anayasa Mahkemesi Başkanı, saygın bir hukukçu ve tam bir Atatürkçü. Onun döneminde Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararda, “1924 Anayasası’nda yargı bağımsızlığını güçlendirecek hükümler yoktu. 1924 Anayasası’nda yargı zayıf bir kuvvet olarak bırakılmıştır” deniliyor. Sonradan ortaya çıkan problem, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Sayın Cemil Çiçek’in Meclis Başkanlığı döneminde, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na verdiği taslaktan çıkıyor. Bu, Türkiye bakımından fevkalâde önemlidir. Hukuka, demokrasiye, kuvvetler ayrılığına hassâsiyeti olan herkesin dikkatini çekmek istiyorum. Modern demokrasi teorisinde, modern anayasa hukukunda, “Egemenlik”, “Hâkimiyet”, “Millî irâde” kavramı üç temel yetkiden oluşur: yasama, yürütme, yargı. Adâlet ve Kalkınma Partisi’nin verdiği anayasa taslağında, sâdece yasama ve yürütme, egemenlik yetkisi olarak kabul ediliyor, “yetki” deniliyor. Yargıya gelince, “görev” deniliyor. Görev, verilmiş bir yetkidir. Yetkiye sâhip olmak ise tabiatından gelen bir şeydir. 

İkincisi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin verdiği anayasa taslağında, “Anayasa Mahkemesi’nin kararları, yasama, yürütme, yargı organlarını ve herkesi bağlar” maddesi yok. Mevcut Anayasa’daki o maddeyi almamışlar. Bu da Yargı’ya nasıl bakıldığı konusunda bir örnektir. “Milli Hâkimiyet” kavramı, yasama, yürütme, yargı yetkilerini içerdiği için, mahkemeler Türk Milleti adına karar verir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Meclis Başkanı’na sunduğu tasarıda ise bu hüküm yok. Mevcut anayasada bulunan, “Yargı, Türk milleti adına karar verir” şeklindeki hükmü de almamışlar. Burada yargı meselesinin ne kadar önemli olduğu görülüyor. Halbuki biz fazla politize olmuş bir millet olduğumuz için, önce siyâsî kavramlara bakıyoruz: Bizimkiler yetkili mi yetkisiz mi? O yüzden yargı, görev değildir, yetkidir. Tıpkı “Yasama görev değil, yetki” olduğu gibi ve tıpkı “Yürütme görev değil, yetki” olduğu gibi. Yetki ile görev arasındaki çok dikkat çekici fark bu. 

Cumhuriyet tartışmaları ile ilgili bir önceki kitabınızda da aynısı vardı, burada da aynı şeyi görüyorum. Siz de dönemin gazetelerini bayağı taramışsınız.

Akyol: Evet, çok.

Şimdi “Medya” diyoruz artık, o dönem basın, matbuat olarak kullanılıyor ve çok güçlü. Bir de daha kolay haber alıyor, komisyon çalışmalarındaki detaylara vâkıf. Bir de basın tartışmalara dâhil oluyor, hattâ yönlendiriyor. 

Akyol: Evet, yönlendiriyor, etkiliyor. Ayrıca yazarlar çok bilgili. Fransızca biliyorlar, Mekteb-i Sultânî mezunları. İçlerinde İngilizce bilen de var. Mesela Rauf Bey çok akıcı bir İngilizceye sâhipti. İsmet Paşa onu sonradan Londra Büyükelçisi yaptı. Ahmet Emin Yalman, Amerika Birleşik Devletleri’nde master yaparak gelmiş bir isim. Bunlar muhâlif. Muhâlif olunca, “Kuvvetler ayrılığı nedir? Kuvvetler birliği nedir? Gazi ne diyor?” diye bakmıyorlar, “Öğrendikleri bilgiler ne diyor?” diye bakıyorlar. Ankara’da 1924 Anayasası yapılırken, Gazi’ye geniş yetkiler verilmesine karşı çıkıyorlar; kuvvetler ayrılığını savunuyorlar. Halbuki amaç, Cumhuriyeti güçlendirmek, inkılapları güçlendirmek diye düşünenler de kuvvetler birliğini savunuyorlar. Bunu esefle söylüyorum: İki tarafın da bilgi düzeyi, bugünkü medyanın ortalama bilgi düzeyinin üstünde. 

Evet ve bir de tabiî şöyle şeyler de var: Komisyon Başkanı ya da sözcüsü aynı zamanda gazete sâhibi ya da köşe yazarı. 

Akyol: Meselâ Yunus Nadi, Anayasa Komisyonu Başkanı. O zamanki adıyla Anadolu’da Yeni Gün gazetesinin sâhibi. Cumhuriyetin îlânından sonra adı Cumhuriyet gazetesi oluyor. Cemal Nuri İleri, İleri gazetesinin sâhibi, aynı zamanda Anayasa Komisyonu’nun sözcüsü. 

Biliyorsunuz, haftaya Özgür Özel-Erdoğan görüşmesi olacak. Erdoğan, “yeni anayasa” konusunu gündeme getireceğini, Türkiye’nin özgürlükçü ve yenilikçi bir anayasaya geçmesini gerektiğini söyledi. Ben bildim bileli Türkiye’de, özellikle AKP iktidâra geldiğinden beri, dönem dönem hep yeni anayasa tartışmaları açılır; komisyonlar kurulur, şu olur bu olur, ama hiçbir yere gitmez. Meselâ rahmetli Ergun Özbudun bir çalışma yapmıştı.

Akyol: Evet, çok güzel bir çalışmaydı o. Maalesef o vakit muhâlefet onun değerini bilmedi. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldu muhâlefet ve Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi geldi.

Bugünkü tartışmaların eskisi kadar zengin olmadığının farkındayım. Kitapta o dönemin tartışmalarını okuyunca görüyoruz. Bugün gerçekten bir anayasa yapma arayışı var mı? Çünkü 12 Eylül Anayasası da bayağı değişti. 

Akyol: Çok değişti. Bugünkü anayasaya “Darbe Anayasası” denilemez. Çünkü darbenin dünya görüşünü yansıtan ve dolayısıyla “Darbe Anayasası” denmesini hak eden maddelerin hepsi, 1991’de Erdal İnönü ve Süleyman Demirel koalisyon döneminde ayıklandı.

Sonra da bayağı değişti.

Akyol: Evet. Bugünkü iktidar zamânında da değişti. Meselâ bugünkü iktidar zamânında –ki bu çok önemlidir– 2004 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Türkiye’deki millî mevzuattan, millî kanunlardan üstün olduğu, Anayasa’nın 90. maddesine yazıldı. Buna artık “Darbe Anayasası” diyemezsiniz. Tabiî “Darbe Anayasası” olmaktan kaynaklanan şeyler var. Meselâ YÖK. Ondan şikâyetçiler mi?

Değiller. Tam tersine memnunlar.

Akyol: Üstün Ergüder, Türkiye’nin en saygın sosyal bilimcilerinden ve rektörlerinden birisidir. Kendi üniversitesine, Boğaziçi Üniversitesi’ne sokulmadı. Biraz önce söylediniz: Bu 1921, 1924 Anayasası’nı yapanlar, “Gazi’yi aşırı yetkilendirelim”, “Hayır, aşırı yetkilendirmeyelim” tartışmasını yaptılar. Bunların hepsinin amacı, “Yeni bir devlet kuruyoruz, iyi bir anayasa yapalım” isteğiydi. O açıdan bakınca dediğiniz zenginlik çıkıyor ortaya. Batı literatürüne referans veren yazılar var. Bugünkü amaç, gelecek nesilleri, Türkiye’nin daha iyi idâre edilme imkânına kavuşturacak bir anayasa yapılmaktan ziyâde, “Biz güçlü olalım” düşüncesi. Siyâsî güç perspektifi olduğu için o söylediğiniz derinlik yok. Erdoğan, “Türkiye’yi millî irâde eliyle hazırlanmış sivil ve özgürlükçü bir anayasaya kavuşturmak istiyoruz” diyor. Niye “Kuvvetler ayrılığı” demiyorsunuz?

Bir önceki seçim öncesinde, Altılı Masa, Millet İttifâkı, olayı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e kilitledi ve başarısız oldu. Şimdi “yeni anayasa” meselesinde, dönüp dolaşıp, “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi kalsın mı değişsin mi?” tartışması kaçınılmaz gözüküyor sanki.

Akyol: Öyle olacak tabiî. Sayın Cumhurbaşkanı’nın, mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nde en ufak bir revizyon işâreti veren tek açıklaması olmadı. MHP’nin, “Bâzı yerlerini düzeltelim” şeklinde açıklamaları var, ama Cumhurbaşkanı’nın olmadı. Bir de, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nde, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı evrensel anayasa hukuku düzeyinde sağlanmadıkça, ne revizyon yaparsanız yapın hikâyedir.

Çünkü şu anda, meselâ Anayasa Mahkemesi diye bir kurum var, ama söyledikleri hayâta geçirilmiyor. Ya da demin söylediğiniz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları hayâta geçirilmiyor. 

Akyol: Anayasa’nın 90. maddesinde yer alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi iki bölümden oluşur. Birincisi, temel hak ve hürriyetler. İkincisi bunun uygulanması. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisi. Onu imzâlamışsınız, Anayasa’ya yazmışsınız, ama “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bizi bağlamaz” diye açıklamalar yapılıyor, kararlar uygulanmıyor. Böyle olunca neyi müzâkere edeceksiniz? Bu sorunun cevâbı bende yok, bakıp göreceğiz.

Cumhuriyet târihinde üç tane anayasa yapıldı: 1924, 1961 ve 1982. Dördüncüyü görmeyi bekliyor musunuz?

Akyol: Beklemiyorum. Böyle bir ortamda bunu temennî de etmiyorum. Çünkü mevcut Anayasa’da insan hakları ve hürriyetler, evrensel hukuk düzeyinde ifâde edilmiştir. Bugüne kadar hiç kimsenin, “Bu anayasa şu hürriyeti vermiyor” dediğini duymadık. Bu anayasanın özgürlüklerle ilgili düzenlemesi özgürlükçü. Yargıyla ilgili düzenlemesi yargı bağımsızlığını esas alıyor. Fakat iş uygulamaya geldiğinde… Meselâ “yargı bağımsızlığı” denildiğinde bakılacak birinci konu Hâkimler ve Savcılar Kurulu. Bunu kim tâyin ediyor? Bunu, partili cumhurbaşkanıyla, onun Meclis grubu seçiyor. Sen istediğin kadar yargı bağımsızlığıyla ilgili maddeler koy, boşta kalıyor. Aynı şekilde, Anayasa Mahkemesi karar veriyor da uygulamıyorsan, istediğin kadar öyle söyle. 

Bugünkü anayasada özgürlüklerle ilgili bir problem yok. Özgürlüklerin yaptırımlarıyla, korunmasıyla ilgili de bir problem yok. Ama uygulamaya gelince, işte orada Parlamento’nun yetkileri devreye giriyor; iktidârın kuvvetler ayrılığını ne kadar içine sindirdiği meselesi devreye giriyor. O yüzden, ben Türkiye’nin en azından 2028 yılına kadar yeni bir anayasa yapabileceği kanaatinde de değilim, temennîsinde de değilim.

Çok sağ olun Taha Bey, çok teşekkürler.

Akyol: Ben teşekkür ederim.

Evet Taha Akyol’la, Atatürk’ün Anayasası 1924: Tek Partiden Cumhurbaşkanlığı Sistemine 100 Yıl (Doğan Kitap, 2024)kitabını konuştuk. 20 Nisan 1924’te îlân edilmişti Anayasa. Yüz yıl sonra, o tartışmalara bakmak gerçekten çok ilginç. Maalesef biraz da hayıflanmamıza neden oluyor. Açıkçası, o dönemdeki tartışma zenginliğini bugün özlediğimizi düşünüyorum. Taha Bey’e tekrar teşekkürler. Sizlere de, bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.