Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Taha Akyol: Atatürk cumhuriyet ilanı için neden 29 Ekim gününü seçti?

Ruşen Çakır’ın konuğu gazeteci ve yazar Taha Akyol. Akyol’un “Neden 29 Ekim: Cumhuriyete Giden Yol” kitabının konuşulduğu yayında, Gazi Mustafa Kemal’in planladıklarını, müttefikleriyle ilişkilerini, basını kullanarak ve onunla savaşarak çizdiği yolu, Nutuk’ta yazılanlar ele alındı.

Merhaba iyi günler. Taha Akyol stüdyoda konuğumuz. Kendisiyle Doğan Kitap’tan yeni çıkan Neden 29 Ekim? Cumhuriyet’in ilanına giden yol kitabını konuşacağız. Taha Bey merhaba. 

Taha Akyol: Merhaba.

Bu stüdyoya ilk defa geliyorsunuz.

Akyol: Evet, hayırlı olsun, gayet güzel olmuş. Eski stüdyodan daha güzel. Nasıl denir, terfi etmişsiniz. 

Çok teşekkürler, sağ olun. Kitabınızı hızla okudum ve gerçekten çok etkilendim. Öncelikle üzerinde konuşacak çok şey var, onu söyleyeyim ve izleyicilerimize de kitabı tekrar önereyim; özellikle yakın tarih meraklıları için. 

Açık söyleyeyim, ilk başta, kitabınızın Neden 29 Ekim? başlığını görünce, ‘’Böyle soru mu olur? Günün ne önemi olabilir?’’ diye düşündüm. Ama okuyunca günün önemini anlıyoruz. Şöyle özetlemek isterim kitabı: Gazi Mustafa Kemal… Artık değişik isimler kullanılıyor.

Akyol: O dönemde daha çok ‘’Gazi’’ deniliyor. 

Evet. Gazi nin kafasında bir fikir var ve o fikrini gerçekleştirmek üzere adım adım, kimi zaman müttefiklerini değiştirerek, kimi zaman eski müttefiklerini karşısına alarak, medyayı kullanarak ve medyayla savaşarak -o dönemde ismi ‘’Medya’’ değil tabii, ‘’basın’’ diyoruz- Cumhuriyet’i ilan ediyor. Doğru özetledim mi?

Taha Akyol: Evet, gerçekten iyi özetledin. Mustafa Kemal’in kafasında bir fikir var. Kendisi Nutuk’ta buna ‘’milli sır’’ diyor. Cumhuriyet fikirleri, radikal laiklik fikirleri, Mustafa Kemal’in daha gençliğinde teşekkül ediyor. Ama mesela Erzurum Kongresi’nde öyle bir konuşma yapıyor ki yanında en yakın isimlerden birisi, ‘’Paşam Müfit Efendi gibi konuştunuz’’ der. Mazhar Müfit bunu hatıralarında anlatır. Mustafa Kemal şöyle cevap verir: ‘’Hiçbir şeyi zamanından evvel yapmamak, zamanı geldiğinde de kaçırmamak lazımdır.’’ Bu bir kurmay dehâsı. Cumhuriyet’i de bu şekilde planlıyor ve 29 Ekim gününe stratejik olarak karar veriyor. ‘’Hadi arkadaşlar, Cumhuriyet’in de zamanı geldi. Ne zaman ilan edelim? 29 Ekim olsun’’ gibi değil. 28 Ekim akşamı Türkiye’yi öyle bir noktaya getiriyor ki hükümet krizini çözmenin tek yolu Cumhuriyet. İşte o noktada ‘’Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz’’ diyor.

Yani o krizi de kendisi yaratıyor.

Akyol: Evet, o krizi kendisi yaratıyor.  

Gerçekten çok çarpıcı. Burada çarpıcı olan hususlardan birisi de Cumhuriyet’in ilanından önce, Cumhuriyet’i isteyenlere, dile getirenlere karşı da çok sert. 

Akyol: Evet, çok sert. Mesela 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldığında, daha İttihat Terakki zamanında Cumhuriyet’i savunan Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul’da liberal bir gazeteci. ‘’İşte bu Cumhuriyet’tir. Nihayet adı konmasa da Türkiye Cumhuriyet’e geçti’’ diye sevinçli bir yazı yazıyor. Atatürk buna çok sinirleniyor. Çünkü Atatürk o sırada Cumhuriyet’e karşı konuşmalar yapıyor.  Saltanat kaldırılınca ‘’Bunun adı Cumhuriyet’tir’’ diyen Hüseyin Cahit’e öfkelenmesi, aynı stratejik sebepten kaynaklanıyor. Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kendisinin tanımladığı şekliyle ilan etmek istiyor. yani Reis-i Cumhur, parti başkanı, Halk Fırkası’nın Başkanı olacak. Kuvvetler birliği olacak; Yasama, yürütme, yargı erkleri Cumhurbaşkanının elinde toplanacak. Cumhuriyet’i bu şekliyle uygun hale getirinceye kadar kimsenin bahsetmesini istemiyor. Hüseyin Cahit bir bakıma ‘’erken öten horoz’’ oluyor Hüseyin Cahit o zamanki makalelerinde de ‘’Bunu konuştuğum için ve bir daha Cumhuriyet’ten bahsetmemem için bana Ankara’dan çok baskı yaptılar’’ diye bahsediyor.

Yani sizin araştırmalarınızdan şu çıkıyor: ‘’Atatürk ilk başta Cumhuriyet’e mesafeliydi, Cumhuriyet’i sonra tercih etti’’ şeklinde düşünülmemeli. 

Akyol: Atatürk’ün kafasında baştan itibaren Cumhuriyet fikri var. Mazhar Müfit Kansu Erzurum Kongresi’nden itibaren her dönemde Atatürk’ün yanında. Söylediklerini not almış. Mazhar Müfit Kansu baştan itibaren Cumhuriyet yanlısı. İzleyicilerimiz merak edebilirler, Mazhar Müfit Kansu’nun Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le beraber isimli hatıraları iki cilt olarak yayımlanmıştır. Ama mesela Atatürk’ün Samsun’dan İstanbul’a çektiği bir telgraf var. Telgrafın altını ‘’Kulları Mustafa Kemal’’ diye imzalıyor. Niye? Padişahın verdiği yetkileri devam ettirmesi lazım. Henüz padişaha kafa tutacak, padişaha karşı gelecek gücü elinde toplamış değil. Gücü nereden geliyor? Olağanüstü yetkilere sahip ordu müfettişi olmasından geliyor. İstanbul, Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’dayken hatta Havza’dayken azletseydi, Mustafa Kemal Paşa yoluna devam edemezdi Erzurum Kongresi’nde liderliği onaylandıktan sonra, artık İstanbul’u dinlememe gücünü elinde topluyor. O ândan itibaren padişahla değil, Damat Ferit’le çatışmaya başlıyor.  

Mustafa Kemal’in hiçbir adımı hesapsız değil; her adımını hesaplayarak atan bir kurmay dehâ. Bunu en yakındaki isimlerden Yakup Kadri de anlatıyor. Yakup Kadri meslektaşımız; gazeteci yazar biliyorsunuz. Falih Rıfkı Atay da anlatıyor.  Bu ‘’Hiçbir adımı hesapsız değil, her adımı hesaplıydı’’ diye yazan Falih Rıfkı Atay. En yakınındaki isimlerden.  

Geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi’nden yeni emekli olan Prof. Hakan Yılmaz’la bir yayınhttps://medyascope.tv/2023/10/31/rusen-cakirin-konugu-prof-dr-hakan-yilmaz-cumhuriyet-olmasaydi-ne-olurdu/ yaptım bu stüdyoda. Hakan Yılmaz, ‘’Mustafa Kemal, Machiavelli’nin Prens’inin Türkiye’deki vücut bulmuş hâlidir’’ demişti. İnsanlar genellikle Prens’i, Machiavelli’yi bir küçümseme olarak gösterir ama orada tarif ettiği Prens bayağı güçlü bir kişilik. 

Akyol: Çok doğru bir tespit, katılıyorum. Aklıma gelseydi ben de yazardım.Machiavelli’yi iyi anlayan olur kötü anlayan olur, bu bir kenara, ama Mustafa Kemal Paşa’nın bir kurmay dehâsı olduğunu, Sakarya Savaşı’nın lojistiğini yaparak nasıl planladıysa, Cumhuriyetin ilanını da öyle bir kurmay stratejisiyle yaptığından anlıyoruz. Atatürk’ün… Aslında Mustafa Kemal demek lazım. Çünkü henüz Atatürk değil. ‘’Atatürk’’ dediğimiz zaman, 1930’larda, eleştirilemeyen, muhalifi olmayan çok yüksek gücü ifade etmiş oluyoruz. Hâlbuki Cumhuriyet ilan edilirken, Gazi Mustafa Kemal Paşa büyük bir karizmaya, saygınlığa sahip, ama henüz Atatürk değil; muhalifleri var eleştiriliyor, arkadaşları karşı çıkıyor. O dönemde ona ‘’Atatürk’’ dediğiniz zaman hak etmediği bir gücü kendisine vermiş oluyorsunuz. Halbuki o gücü olmadığı halde, Cumhuriyeti kendi istediği şekilde ilan etmeyi başarıyor. Onun için bir tarih metodu olarak, tarihin aktörlerinin, o işi, o eylemi yaptıkları sırada sıfatı neyse onu kullanmak lazım.

Mustafa Kemal’e muhalif olanlar değişiyor. Bazıları sabit, hep muhalif olanlar var. Ama yanında olup sonra karşısına geçenler var ve eleştirilerini genellikle Mustafa Kemal’in kendisine doğrudan yapmıyorlar. Fakat benim gördüğüm kadarıyla, Mustafa Kemal’in bütün gücü elinde toplama eğilimini görüp, onu yumuşak bir şekilde engellemeye çalışıyorlar.

Akyol: Evet, aynen bu şekilde. Bu söylediğiniz ekip, Kazım Karabekir. Hatta Mustafa Kemal Paşa, her şeyin bittiğini zannettiği sırada, İstanbul’dan azledilmiş, tevkif edilip İstanbul’a gönderilmesi emri Kazım Karabekir’e geliyor. Burada Mustafa Kemal Paşa ve karşısında da Rauf Bey oturuyorlar. Dışarıdan ‘’Komutan geliyor’’ diye bir ses geliyor. Bir müfreze askerle Kazım Karabekir geliyor. Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklamaya geldiğini zannediyorlar. Kazım Karabekir kapıdan içeri giriyor. ‘’Paşam emrinizdeyim’’ diyor. İşte bu liderlik. Kazım Karabekir’le, hele de Fevzi Paşa’yla Mustafa Kemal arasında böyle askeri bir hiyerarşi yok. Bunlar hem arkadaşlar hem de rütbeleri birbirlerine çok yakın insanlar. Karabekir, ‘’Paşam Emrinizdeyim’’ diyor. Niye? Onun lider olduğunu biliyorlar, ama onun ileride ne yapacağını bilmiyorlar. Zafer konusunda, vatanın kurtulması konusunda Sevr Antlaşmasının yırtılarak Lozan Antlaşması’nın imzalanması konusunda aynı fikirdeler. 

Ama iş Cumhuriyetin nasıl olacağı konusuna gelince yollar ayrılıyor. Muhalifler, yani Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Halide Edip’in eşi Adnan Adıvar ve kendisi siyasetin içinde olmamakla beraber Halide Edip, ‘’Kuvvetler ayrılığına dayalı, partisiz Cumhurbaşkanı olmalı’’ diyorlar. Hüseyin Cahit’in şöyle bir yazısı var: ‘’Meclise hâkim olan bir fırkanın, bir partinin reisi Cumhurbaşkanı olursa, o meclis denetim yapamaz’’ diye yazısında açıkça belirtiyor.  Bunu bugün daha iyi anlıyoruz değil mi?

Evet. Zaten kitabı okurken, insanın aklı hep bugüne, bugünün tartışmalarına geliyor. Mesela Kuvvetler birliği savunusu ve kuvvetler ayrılığı ısrarı var ki çok değerli tartışmalar. Bunlar 100 yıldan önceki tartışmaları. Şöyle bir şey görüyorum: ‘’Tamam, Gazi Mustafa Kemal bir lider ama bizim de bir iktidarımız olsun’’ gibi bir arayış var sanki. Ne dersiniz?

Akyol: Bu, şahsi bakımdan öyle. Ama bunu sadece şahsi bir ikbal mücadelesiymiş, Mustafa Kemal onları lâyık görmeyip makam mevkii vermedi, onlar da kızdılar’’ gibi göremeyiz. Onlar baştan itibaren, Mustafa Kemal’in otoriterleşmesinden endişeleri olan, ama Millî Mücadele, Başkomutan… Zaten Başkomutanlık yapacak başka birisi yok. Millî mücadelenin siyasî yönü, askerî yönü kadar önemli. Mustafa Kemal’in yaptığı siyasi liderliği yapacak adam yok. O dehâ onda var. Onun için onu destekliyorlar. Ama yetkileri artmaya başladıkça, ‘’Bu da Enver Paşa mı olacak?’’ endişesine kapılıyorlar. Çünkü kafalarında bir Enver Paşa var. Seçimle gelmiş bir Meclis. Ama Harbiye Nâzırı Başkomutan Vekili Enver Paşa, diktatör. O korkuyu açıkça ifade ediyorlar. Birinci Meclis’te, Napolyon örneğini, Enver Paşa örneğini vererek, ‘’Askerî komutanların diktatör olmasından, diktatörlük kurmasından endişeliyiz’’ diye ifade ediyorlar. Bu endişe, bilhassa Hüseyin Cahit’in, Ahmet Emin Yalman’ın yazılarında var. 

Meclisten bahsettiniz. Kitapta iki Meclis dönemi de var. Cumhuriyeti İkinci Meclis ilan ediyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Mustafa Kemal, işleri Birinci Meclis’le istediği gibi geliştirmeyeceğini düşünüyor ve bir seçimle İkinci Meclis’i… 

Akyol: Evet. Nisan 1923’te seçim kararı alınıyor. 

Bu, yakın tarihte de Kemalizm tartışmalarında karşımıza çok çıktı. Birinci Meclis savunucuları var. Birinci Meclis’in demokrasiye daha yakın olduğunu savunuyorlar. 

Akyol: Bu bir gerçek. Bilhassa tarihçi Ahmet Demirel’in Birinci Mecliste Muhalefet adlı kitabı bu konuda öncü bir eser. Mete Tuncay hocamız başta olmak üzere, onun gibi birçok tarihçi bunu savunuyor. Buradan Mete Tuncay Hoca’mıza saygılarımı sunuyorum. O da çığır açan değerli bir tarihçidir. Onlar Birinci Meclis’in daha demokratik olduğunu söylüyorlar. Çünkü Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal Paşa’nın milli mücadeleyi güçlendirmeye yönelik bütün teşebbüslerini kuvvetle destekliyorlar. Ama yetkilerini kendi elinde toplamaya yönelik bütün teşebbüslerine de ‘’Enver Paşa olmasın’’ endişesiyle itiraz ediyorlar. Bunun en açık örneği Başkumandanlık Kanunu. 

Kütahya Eskişehir Savaşı’nda Türk Ordusu mağlup olmuş. Milli Ordudan 30 bin Mehmetçik ‘’Yunan bizim köye gelecek, tarla, namus’’ gibi anlaşılır sebeplerle, silahını bırakıp kaçmış. Ordu perişan olmuş. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ne yapacağına karar veremiyor. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa’yı yanına alıp trenle acele Eskişehir’e geliyor. İsmet Paşa durumu anlatıyor ve ‘’Savaşa devam edersek yenileceğiz. Ama çekilirsek, Eskişehir’i Yunan’a bırakacağız’’ diyor. Düşünün daha Millî Mücadele, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi tam hâkim olamamış duruma. ‘’Eskişehir’i de Yunan’a verdiler’’ propagandası nasıl tahripkâr olur. İşte orada Mustafa Kemal’in askerî dehâsı karşımıza çıkıyor. ‘’Askerlik ilminin icabı neyse onu yapacağız; Eskişehir’i bırakıp Sakarya’nın doğusuna çekileceğiz. Bunun, Millî mücadelenin, Milli hareketin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin itibarını sarsacağını biliyorum. O siyasi bir mesele, onunla başa çıkarız’’ diyor.

Mustafa Kemal orada ‘’Yedi düvele meydan okuyacağız, kan dökmeden bir karış toprağı terk etmeyeceğiz’’ hamasetini yapsaydı, Ordu, Yunan tarafından tamamen imha edilecekti, bitecekti. Ama Mustafa Kemal 30 bin askeri zaten kaçmış olan 50 bin kişilik ordudan 20 bin kişiyi kurtarıp Sakarya’nın doğusuna çekti. Bir yıl içerisinde onları silahlandırdı ve dünya tarihinin en önemli Meydan Muharebelerinden olan ve geceli gündüzlü 22 gün devam eden Sakarya Zaferi’ni kazandı. Ondan sonra Büyük Taarruz yolu açılmıştı. 

Zaten onu da görüyoruz: Sakarya’yı kazanmış bir Mustafa Kemal tam anlamıyla bir dokunulmazlık kazandı.  

Akyol: Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanınca müşîr (Mareşal) oluyor. Müşîr, Osmanlı’da, o zamanki askerî kültürümüzde -ki halen de öyle- en yüksek askerî makam. İki tane Mareşalimiz var. Birisi Mustafa Kemal, diğeri Fevzi (Çakmak) Paşa. Aynı zamanda ‘’Gazi’’ unvanını alıyor.

Biraz önce ‘’dokunulmazlık’’ derken, Birinci ve İkinci Meclis’te kimse onun komutanlığına ve liderliğine hiçbir şey söyleyemiyor. Kitapta çok ilginç ayrıntılar var. Bir iki tanesinin üzerinde konuşalım istiyorum. Mesela Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanını ilk olarak Avusturyalı bir gazeteciye söylüyor. Avusturyalı gazeteci daha yayınlamadan, bir Türk gazeteci öğrenip haber yapıyor. Çok ilginç.

Akyol: Evet. İzin verirseniz bir parantez açarak bu Sakarya Muharebesi konusuna dönmek istiyorum. Ordu perişan olmuş, 30 bin asker kaçmış, 20 bin kişi güç kurtarılmış, Sakarya’nın doğusuna çekilmiş. Bütün Meclis, hem Meclis’teki Mustafa Kemal’ci grup, yani Birinci grup, hem muhalif İkinci grup, ‘’Artık siyasetti, Meclis Başkanlığıydı filan bunları bırak, tam yetkiyle ordunun başına geç ve şu işi hallet’’ diyorlar. Ama Mustafa Kemal kabul etmiyor. Nutuk’ta bunu çok anlatır. Diyor ki: ‘’Bir şartla kabul ederim. Meclis’in yetkilerini 3 ay süreyle bana vereceksiniz.’’ Yetkilerini maksimize etme. Trabzon ve Karadeniz’deki Pontus olaylarını bastırıp İngiliz işgalini önlemesi için Samsun’a tayin ediliyor. Mustafa Kemal kabul etmiyor. ‘’Bir şartla kabul ederim. Yetkilerimi ben tayin edeceğim’’ diyor. 

Bu tür adamların hepsinde var bu. İstikametleri doğru olsun yanlış olsun, sonucu ülke lehine olsun veya olmasın, bu tür adamlar, güç kokusunu çok iyi alırlar ve her adımlarında güçlerini artırırlar. Şevket Süreyya Aydemir bunu ‘’İhtiras adamı’’ olarak tanımlıyor. Gerçekten öyle. Mustafa Kemal de her adımda gücünü artırıyor. Cumhuriyeti de gücünü maksimize edebileceği 29 Ekim’de yapıyor. Bunu bir ay önce yapsaydı o yetkilerle Cumhuriyeti ilan edemezdi. Muhtemelen kuvvetler ayrılığı, ‘’Partisiz Cumhurbaşkanı’’ fikri ağır basardı. O da onu istemiyordu.

Biraz önce bahsettiğim Avusturyalı gazeteci meselesine girecek olursak: Avusturyalı gazeteci, herkesten önce duyuyor.

Akyol: Mustafa Kemal önce ona açıklama yapıyor. Orada muhtemelen ‘’Yeni Türkiye Batı dostu olacak’’ mesajını vermiş olabilir. Böyle bir kayıt yok tarihte; bu benim yorumum. Bunu da şuradan çıkarıyorum: Millî mücadelede antiemperyalist, Antikapitalist sloganlarla bir savaş yürütüldü. Çünkü Ruslardan yardım alındı. Rusya’nın da başında Lenin var; Bolşevik idaresi kuruldu. O zaman Mustafa Kemal Paşa’nın ‘’Kapitalist zulüm’’, ‘’Kapitalist emperyalizm’’, ‘’Şark milletlerinin emperyalizmden kurtulması’’ diye yaptığı konuşmalar var. Batı’da ‘’Mustafa Kemal de Bolşevik mi acaba?’’ diye endişeler oluşuyor. Bu endişeyi gidermek için, Lozan Antlaşması devam ederken, İzmir İktisat Kongresi’nde ‘’Batı sermayesine açığız. Özel sektöre dayalı bir kalkınma yapacağız’’ mesajını veriyor. İşte bunlar askeri dehânın yanı sıra diplomatik dehânın tarafı. 

Şimdi de Cumhuriyet’in ilan edileceğini ilk defa Batılı bir gazeteciye açıklıyor. Ama bizim gazeteciler bozuluyor. Ama haksız mıyım, biz bozulmaz mıyız? 

Güzel bir anekdot da galiba iki yerde oluyor. İsmet İnönü Lozan’dan geliyor ve herkes onun Başbakan olmasını beklerken Mustafa Kemal onu Başbakan yapmıyor ve ona gerekçe olarak da kulağının ağır işitmesini söylüyor.

Akyol: Evet, çok güzel yakalamışsın. Kulağını işaret ederek ‘’mâlûldür’’ diyor. 

Hatta ‘’Peki o zaman onu Lozan’a niye yolladık?’’ diye soruyorlar.  Ama sonra, Cumhuriyet ilan eder etmez, İsmet İnönü’yü Başbakan olarak atıyor.

Akyol: Lozan dönüşü, İsmet Paşa’nın Başvekil olacağı konusunda Mecliste yaygın bir kanaat var. Ama Mecliste İsmet Paşa karşıtları da var. Yeni bir Enver Paşa korkusunu taşıyanlar, İsmet Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa’yı bu yönde destekleyeceği şeklinde bir duyguya sahipler. Bu bir ölçüde doğru da çıktı. Onun için Mecliste İsmet Paşa’nın muhalifleri var. Mustafa Kemal Lozan’dan gelen İsmet Paşa’yı başvekil yapsaydı, -o zaman başvekili Meclis seçiyor- seçilemeyebilirdi veya düşük bir oyla seçilebilirdi. Yeni rejim için bu riskli bir durum. 

Mustafa Kemal, herkesten oy alabilecek liberal Fethi (Okyar) Bey’i geçici bir süre Başbakan yapmak istiyor. Bunun için de kulis yapıyor. Yusuf Kemal Tengirşenk, Millî mücadele sırasında Mustafa Kemal’in Dışişleri Bakanı, Yakup Kadir Karaosmanoğlu ve üçüncü tanık da Yunus Nadi. Mustafa Kemal onları çağırıp ‘’Kimi başvekil yapalım?’’ diye soruyor. Onlar da ‘’İsmet Paşa olacak. Lozan’ı o imzaladı. Şimdi de o bunu tatbik etmeli’’ diye cevap veriyorlar. Mustafa Kemal ‘’Ama onun kulağı işitmez’’ diyor. Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl kitabında ‘’Saygımızdan, ‘Öyleyse onu niye Lozan’a gönderdin?’ diyememiştik’’ diye anlatıyor. Demin söylediğim gibi, o sırada Mecliste bir muhalefet oluşmasın diye İsmet Paşa’yı Başbakan yapmıyor. O muhalefetin oluşmasını engelleyecek birleştirici isim, Fethi Bey. Ama Meclis’e girerken, İsmet Paşa’yı yanına alarak giriyor. Yine de esas güvendiği kişiyi gösteriyor. 

Şimdi 29 Ekim tarihine gelelim. O öykü çok çarpıcı. Daha doğrusu kriz değil, hükümetle ilgili bir sorun çıkıyor ve Mustafa Kemal bu durumu bir fırsat olarak görüp bir krize çeviriyor. Hatta ‘’içinden çıkılamaz,’’ ‘’belirsizlik’’ anlamına gelen Osmanlıca bir laf kullanıyorsunuz orada. Neyse, Mustafa Kemal kısa süreli bir hükümet krizi planlayarak, kendisini sorun çözücü olarak görevlendiriyor. Ama bunu 7 kişiyle yapıyor, değil mi?

Akyol: Evet. Çankaya’da 7 kişiyle. Sekizincisi de Mustafa Kemal Paşa. Evvela, Fethi Bey’in şahsiyeti. Fethi Bey hakkındaki bütün kaynaklar onun liberal olduğunu söylüyor. Kendisi de ‘’Ben Hürriyetperverim’’ diyor. Hürriyetperverin bugünkü karşılığı liberal. Yakup Kadri, Fethi Bey’in eğilmez bükülmez bir liberal olduğunu söylüyor. Halbuki Mustafa Kemal’in karşısında, otoriter, radikal bir devrim programı var. Bu, Fethi Bey’le olmaz. Nitekim Şeyh Said isyanı çıktığında da Fethi Bey Başvekildi. İsyan olan 6 ilde sıkı yönetim ilan etti. Gazi ‘’İrtica bütün memleket için tehlikelidir. Bütün memlekete Takrir-i Sükûn Kanunu getirmemiz lazım’’ dediğinde Fethi Bey, ‘’Efendim ben Hürriyetperverim, elimi kana bulayamam. Ben istifa edeyim bunu başka bir arkadaşa yaptırın’’ dedi ve İsmet Paşa’yı getirdi. 

Böyle bir Fetih Bey mecliste toplayıcı oluyor. Ama Mustafa Kemal’in kafasındaki radikal inkılâp programını Fetih Bey uygulamaz. Mesela basını susturmayı kabul ettiremezdiniz Fethi Bey’e. Bunu İsmet Paşa, Takrir-i Sükûn Kanunu ile gazetecileri İstiklal Mahkemesine göndererek yapacaktı. Onun için Fetih Bey’i getirdi. Ama Fetih Bey böyle bir adam olduğu için çok eleştiriliyor. Bu bizim kültürümüzdeki bir zaaftır. Yani gücün karşısında susmak, boyun eğmek, serfürû etmek ama yumuşak davranana karşı da kendini güçlü göstermek için haksız hücumlarda bulunmak. Meclis’te böyle bir zayıf hükümet görüntüsü var. O sırada Mustafa Kemal Paşa, muhalefetin de Meclis’te bulunmadığı bir dönemde, Fetih Bey’i ve bakanları çağırarak ‘’İstifa edin’’ diyor. İstifa ediyorlar. Mustafa Kemal ‘’Yeni hükümet kurulmasında da görev almayacaksınız’’ diye tembih ediyor. Böylece hükümet kurulmasını engellemiş oluyor. Çünkü bakanları ve başvekili Meclis seçecek. Seçilebilecek isimler Mustafa Kemal’in emriyle aday olmayınca, hükümet kurulamıyor. 

Mustafa Kemal, 28 Ekim akşamı Çankaya’da arkadaşlarını çağırarak planlamayı yapıyor. Mesela, Millî Mücadele kahramanı Kemalettin Sami Paşa’ya ‘’Sen krizi tırmandıracak konuşmalar yapacaksın. ‘Hükümet kurulamıyor. Memleketin şöyle problemleri var, böyle şeyler olur mu?’ gibi şeyler söyleyeceksin’’ diyor. Öbürüne şu görevi veriyor, berikine bu görevi veriyor. Ve sonunda yine Kemalettin Sami Paşa’ya ‘’Sen ‘Gazi’yi çağıralım, çözümü o bulsun’ diyeceksin’’ diye tembih ediyor. Planlandığı gibi,kim ne diyecek, nasıl konuşacak her şey planlandığı gibi hazır. İşte bu, kurmay planlaması. Meclis toplanıyor. Hükümet kurulamıyor kurulamıyor filan.  En sonunda Kemalettin Sami Paşa söz alıp ‘’Gazi’yi çağıralım’’ diyor. Gazi geliyor, ‘’Bana bir saat izin verin’’ diyor.  

Her şeyi planlamış, hazırlamış. O bir saate niye ihtiyacı var? 

‘Akyol: ‘’Cumhuriyet’’ diyecek, ikna etmek için kulis yapıyor. Bir saat içerisinde Çankaya’ya çıkıp uyumuyor yani. O bir saat içerisinde Meclis’te ve az çok lider durumunda olan, 5-10-20 milletvekilini etkileyecek durumda olan isimleri çağırarak kulis yapıyor. Mesela Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’in ilan edileceğinden haberi yok. En yakınındaki isim, ama haberi yok. Yunus Nadi, 29 Ekim tarihli gazetede ‘’Hükümet kuruluyor’’ diye başlık atmış. Gazi, böyle isimleri çağırarak ‘’Cumhuriyet’i ilan etmemiz lazım’’ diye anlatıyor. Cumhuriyet ilan edince ne olacak? Başvekili Meclis seçmeyecek, Cumhurbaşkanı tayin edecek. Gazi Paşa, İsmet Paşa’yı tayin edebilecek yani. Çünkü aklındaki esas isim İsmet Paşa’ydı. Onu yeterli oyu alamaz diye tayin etmedi. İşte şimdi başvekil tayin etme yetkisi, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Gazi Paşa’nın eline geçecek. Zaten kendisi partiliydi. Halk Fırkası’nın da reisi. 

Orada bir madde daha var: Devlet Başkanı sıfatıyla Reis-i Cumhur, yürütme ve yasama kuvvetinin başkanıdır. Kuvvetler birliği yani. Bu, yargının da başkanı demek. Çünkü Meclis aynı zamanda yargı yetkisine de sahip. 

Kitapta çok güzel bir bölüm var. Ben bunu bir sabah burada arkadaşlarla yaptığım haber toplantısında okudum. Hüseyin Avni Ulaş ‘’Bu memlekette tam hürriyet vardır’’ diyor. Tunalı Hilmi, ‘’Doğru olmak şartıyla’’ diyor. Hüseyin Avni, ‘’O kanaate tâbidir Hilmi Bey’’ diye cevap veriyor. Tunalı Hilmi ‘’O da, doğru olmak şartıyla’’ diyor.

Akyol: ‘’Ancak doğru fikirlere hürriyet vardır. O doğruya kim karar verir? Ben karar veririm.’’ Çok güzel yakalamışsın. Ben de okuduğumda güldüm. 

Evet, çok çarpıcı bir şey.

Akyol: Kültürel devamlılığı görüyorsunuz değil mi? Yani kaç arpa boyu yol almışız, görülüyor.

Oradaki tartışmalara gelelim. Mesela şu ânda kimse kuvvetler birliği diye bir şeyi savunmuyor.

Akyol: Savunamaz.

Ama fiilen sanki Türkiye’de bir kuvvetler birliği var. 

Akyol: Venedik Komisyonu’nun 2017 sonlarında açıkladığı Cumhurbaşkanı

Hükümet Sistemine ilişkin raporunda diyor ki: Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi, kuvvetler ayrılığından esaslı bir surette uzaklaşma ve kuvvetler birliğine yakınlaşma istikametinde sonuçlar doğuracak bir taslaktır.’’

Burada şöyle bir şey var Taha Bey. Türkiye’de sağın en temel argümanı tek parti rejiminden çıkmak -zaten Demokrat Parti o gelenekte- ve çoğulculuk, demokrasi… Ama şimdi sanki bütün bu süreç içerisinde 100 yıla baktığımız zaman, tekrar başa, hatta 29 Ekim’in öncesindeki döneme gelmişiz gibi. Ve bunu yapan da esas olarak sağcılar. 

Akyol: Tek parti dönemini otoriter olduğu için haklı olarak eleştirenler, şimdi otorite anlayışı itibariyle tek partiye benzeyen bir yönetim tesis ettiler. Ama tabii serbest seçimler olduğu için, elbette Meclis’te birden fazla parti var. Bu tek partiye benzeyen yönetim sistemine de sağdan bir eleştiri gelmiyor.  Daha doğrusu muhafazakârlar diyelim, çünkü liberal sağ da var. Hatta hatırlayacaksınız, dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, ‘’Atatürk ve İnönü de Türkiye’yi Başkanlık sistemiyle idare etti, biz de onu örnek alıyoruz’’ anlamında konuşmalar yaptı. Atatürk ve İnönü’nün siyasi yönüne, Batılılaşma projesine değil, yönetim tarzına özeniyorlar. Türkiye, demokratik kültürü, rasyonel kültürü yeterince 21 yüzyılın gerektirdiği düzeyde gelişmemiş olan bir toplum. Gücü kim ele geçirirse, o otoritesini maksimize etmeye çalışıyor çünkü onu önleyecek hukuk zayıf, kolay aşabiliyorsunuz.

Kitaba baktığımızda, Birinci Meclis’te, İkinci Meclis’te, Cumhuriyetin ilk yıllarında, çok etkili gazeteciler, asker kökenli isimler ya da değişik mesleklerden insanlar var ve bu insanlar fikir üretmişler, tartışmışlar dünyayı yakından takip etmişler.

Akyol: Bu meseleleri çok iyi biliyorlar. Kuvvetler ayrılığı, kuvvetler birliği, parlamentersistemi, Meclis Başkanlığı, Hükümet Sistemi, Amerika’daki Başkanlık Sistemi’ni çok iyi biliyorlar. Bugünkügibi ezberden, ‘’Bizimkiler ne diyorsa ben de öyle söyleyeyim’’ diye yazan çizen gazeteci değiller. Onlarokuyarak, bilerek, referans göstererek fikirlerini savunan gazeteciler.

Onun ardından yaşanan çok partili hayat, darbeleri filan bir kenara koyalım ama Türkiye’nin iyi kötü bir demokrasi serüveni var ve bunlar kolay olmamış. Demokrasi kavramı daha ilk günden itibaren seslendirilen bir kavram. 

Akyol: Evet. Meşrutiyetin bıraktığı kültür sayesinde.

Peki, bütün bu birikim, bu tartışmalar, bütün bu mücadeleler… Çok sayıda insan yetişmiş. Niye böyle oldu?

Akyol: Bizim anayasa ve siyasi tarihimizi izah edebilecek bir temel perspektif olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Meşrutiyet, padişahın yetkilerini sınırlamak esasına dayanıyordu. Onun için kuvvetler ayrılığı diyordu Tefrik-i Kuva. Hâkimiyet-i Milliyeyi, milletin padişaha karşı hâkimiyeti anlamında kullanıyorlardı. Milli iradeyi, sandıktan çıkan iradenin, irâde-i seniyyenin iradesinden üstün olduğu anlamında kullanıyorlardı. Hele Kânûn-ı Esâsî’nin, Anayasanın 1912 tadilatında, tamamen kuvvetler ayrılığını yerleştirdiler. Şartlar İttihat ve Terakkî’yi diktatörlüğe sürükledi, ayrı konu. Ben anayasa ve rejim anlayışı kültürü açısından söylüyorum.

Birinci Meclis’te Mustafa Kemal Paşa’ya itiraz edenler bu kültürden geliyorlar. Savaş şartları sebebiyle kuvvetler birliğini savunmakla beraber, ‘’Aman Enver Paşa çıkmasın’’ düşüncesindeydiler. Çünkü Enver Paşa’nın nasıl çıktığını biliyorlardı. İkinci perspektif, Cumhuriyet. Cumhuriyet, devrimci otoriteyi güçlendirmek kaygısıyla kuruldu. Meşrutiyet ise otoriteyi sınırlamak kaygısıyla kuruldu; onun için kuvvetler ayrılıyor. Öyle olunca otoritenin hukukla sınırlanması fikri söz konusu değil. 

Atatürk döneminin Anayasası 1924. Bir de 1921 var ama o tam Anayasa değil, eksik anayasa. 1924 Anayasasında diyor ki: ‘’Mahkemelerin vereceği idam kararları, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından tasdik edilirse infaz edilir. Bu, dünyanın bütün demokrasilerinde, hukuk devletinde yer alır. Ama İstiklal Mahkemesi’nin idam kararları Meclise getirilmedi. 1935’te çıkan bir Dersim, Tunceli Kanunu var. Dersim’de İstiklal Mahkemeleri yok. Kanunun maddesinde ‘’Mahalli mahkemelerin vereceği idam kararları komutanın tasdiki ile infaz edilir’’ diyor. Hani meclis? 1924 Anayasası? Bu konu Meclis’te tartışılmış. Muğla milletvekili Hüsnü Kitapçı… Bu tür adamlar çok istisnai olduğu için isimler aklımda kolay kalıyor. Hüsnü Kitapçı diyor ki: ‘’Anayasa böyle yazıyor. Siz, ‘Tunceli Kanunu’nda idam kararları komutanın tasdiki ile infaz edilir’ nasıl dersiniz?’’ Onun karşısında Trabzon milletvekili Raif Karadeniz çıkıp ‘’Haklısınız, Anayasa öyle diyor. Ama biz terazinin bir kefesine milli menfaatleri, devletin âli menfaatlerini, öbür tarafa da Anayasayı koyduk, devletin âli menfaatleri ağır bastı’’ diyor. Bugünkü nesiller için âşina geliyor değil mi? Biz Türkiye’de, son 10 yıl içerisinde, Anayasa Mahkemesi’ ni eleştiren, ‘’Yetki gaspında bulundu’’ diyen Adalet Bakanları gördük.

Ben geçen pazar, 100. yılla ilgili bir yazıhttps://medyascope.tv/2023/10/29/rusen-cakir-yazdi-cumhuriyetin-ve-tabii-ataturkun-degerini-daha-iyi-anlamamizda-erdogan-iktidarinin-payi/yazdım. Benim kişisel öyküm ve başkalarının da böyle bir öyküsü olduğunu düşünüyorum. O yazıda şunu belirttim: Cumhuriyet’e, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe yönelik çok ciddi eleştirilerimiz vardı ve hâlâ var. Ama son dönemde, Erdoğan iktidarında yaşadıklarımız bir yumuşamaya, bir yakınlaşmaya yol açtı. Bunu sadece kendimde değil, çok kişide görüyorum. Hatta İslâmi kesimden bazı insanlarda da görüyorum.

Akyol: Ben de görüyorum. 

Özellikle laikliği sahiplenme anlamında. Bu son dönemde yaşananlar, bizim, koşulları kabul etmekle birlikte, keşke daha özgürlükçü olsaydı, daha az otoriter olsaydı, tek parti dönem eleştirisi, şunu bunu, bugün yaşadığımız tek partimsi dönem, bayağı değiştirtti ya da en azından revize etti.  

Akyol: Evet. Nitekim bu iktidar zamanında Anıtkabir’e gitmeler, geçmişin her döneminin üstüne çıktı değil mi? Eee Çünkü Anıtkabir’e gitme duygusunda hâkim olan faktör, Mustafa Kemal’in iki özelliği. Bir tanesi, milli kahraman, Millî Mücadele komutanı, Türkiye’nin işgalden kurtarılmasını, kapitülasyonlardan kurtulmuş bir bağımsızlığı kazanmasını sağlayan milli lider. Dünyanın her tarafında, böyle bir lidere, o millet minnettar olur. Ben de minnettarım bu yaptığı işten dolayı. 

İkincisi, Mustafa Kemal aynı zamanda modern devletin kurucusu. Bugün saçınıza başınıza karışılmıyorsa, kadınlar milletvekili olabiliyorsa, belediye başkanı, belediye meclisi üyesi olabiliyorsa, bu hakkı bize Atatürk verdi, İsviçre’de, İngiltere’de bile kadınların bu hakkı yokken. Böylece milli kahraman ve modern devlet kurucusu imajı, bugün Türkiye’de Mustafa Kemal Paşa’yı, bir umut, hatırlanıldığında insanlara özgüven duygusu veren, kitlelere ‘’biz de varız’’ dedirten bir ilham kaynağı haline geldi. O yüzden çok gidiyorlar. Benim akrabalarımın içerisinde, muhafazakâr birtakım kadınlar biliyorum; Anıtkabir’e gitmişler. Niye? Bugünkü iktidara kızdıkları için Neden kızmışlar biliyor musunuz? Çocuğu 92 puan aldığı halde elendiği için. Yani ‘’bizden’’ diyerek insanları şuraya buraya yerleştirip imtiyazlandırıp, ihale verip sadık bir kitle yaratmak mümkün. Ama haksızlık yaptığınız insanlara da böyle öfke çekiyorsunuz. O insanlar milli kahraman ve modern devlet kurucusu imajıyla Atatürk’e gidiyorlar. Bu çok anlaşılabilir, iktidarın dikkate alması gereken milli bir duygu. 

Ancak bir de madalyonun öbür tarafı var: 1930’da hiçbir ayaklanma yoktu. 1930’da çıkartılan Basın Kanunu nedir? Dersim’de hiçbir ayaklanma yoktu, 1938 Ağustos, Eylül ve Ekim’indeki o çok sert harekât nedir? Bunlar Meclis’te eleştirilemedi. Buradan şunu çıkarmamız lazım: Milli kahraman ve modern devletin kurucusu olarak ben de Mustafa Kemal Paşa’ya, Atatürk’e büyük saygı duyuyorum. Ancak, devrimlerin otoriter ortamda yapılmış olmasının, sonraki nesillere devrettiği bir otoriter kültür, bir otoriter alışkanlık var. Türkiye’de darbeler, Atatürk ve İnkılâplarından ödün veriliyor diye yapılmadı. Halbuki bizim tek referansımız, hukukun kendisi olmalı. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasanın bununla ilgili maddeleri… Yani Atatürk dönemini idealize edip, ‘’O dönemde her şey çok iyiydi. Bize çok iyi bir miras bıraktı’’ sözü, bizi bugünkü hâle getirir. Bu yanlış. Ama Atatürk’e milli kahraman ve modern devletin kurucusu olarak saygı derseniz, elbette. 

Son olarak şunu sormak istiyorum. 100. Yılı idrak ettik. Türkiye’de Cumhuriyet’in geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Akyol: Ben çok iyi görüyorum; hiç endişem yok. Tabii ‘’hemen yarın düze çıkacak’’ anlamda söylemiyorum. Ama Türkiye’de şehirleşme, dışa açılma, piyasa ekonomisinin gelişmesi, eğitimin yaygınlaşması, kadının sosyal hayata katılması… Bir Alışveriş Merkezine gidin, orada erkek kadar kadın var. Bunlar çok sevindirici şeyler. Bunlar Türkiye’nin temel dinamikleri. Bunlar, özgür birey düşüncesinin yetişeceği ve otorite olarak da hukukun kabul edileceği temel nesilleri meydana getiriyor. Nitekim genç nesillerde AKP’nin oyları düşük, öyle değil mi? Şehirlerde AKP’nin oyları düşük.

Taha Bey çok teşekkürler, çok güzel bir yayın oldu sağ olun.

Akyol: Ben teşekkür ederim.

Evet, Taha Akyol’la, yeni çıkan Neden 29 Ekim? Cumhuriyet’in ilanına giden yol kitabından hareketle, Cumhuriyeti, Gazi Mustafa Kemal’i ve Atatürk’ü, bazen ikisini birden konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizi de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.