Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Siyasetname (30): Türkiye’de ve dünyada seçimler & Seçim ittifakları

Siyasetname’nin bu haftaki bölümünde Edgar Şar, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Türkiye’nin çokpartili siyasi hayatında seçimlerin rolünü ve özellikle 2017’de başkanlık sistemine geçilmesiyle beraber daha önemli hale gelen seçim ittifaklarını konuşuyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar, “Siyasetname”nin yeni bir bölümüyle daha karşınızdayız. Bu ay 30. bölümümüzü sabit konuğumuz, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu hocamla birlikte yapıyoruz. Hocam merhaba, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk.

Edgar Şar: Bugün Türkiye’de seçimler ve seçim ittifaklarını konuşacağız. Bu konu, aslında bu programda, zaman zaman program içi konularda gündeme gelmiş, ama özellikle sizi bulmuşken, daha bütünlüklü olarak incelemekte fayda gördüğüm bir konuydu. Çünkü siz bu konuda, özellikle eserlerinizle Türkiye’de sayılı uzmanlardan birisiniz.

Neredeyse 2019’dan beri konuşuluyor, sürekli bir seçim ortamındayız. Belki o açıdan emsali görülmemiş bir durumdayız. Çünkü en son yapılan yerel seçimlerden beri neredeyse araya giren pandemiye rağmen, sanki gelecek hafta seçim varmış gibi bir ortamdayız. Bir yandan böyle bir ortamda seçimleri ayrıca konuşmamak çok da mantıklı olmaz diye düşündük. O bakımdan bu yayını yapıyoruz.

İlk olarak şöyle bir soruyla başlayayım: Dünyada demokrasinin ortaya çıkışını ve ilerleyişini konuştuk. Belki bunu da bütünsel olarak başka bir programda ele alırız. Fakat Türkiye’deki demokrasi anlayışında ve özellikle 1946 ve 1950’den sonraki çok partili yaşamda, herhalde seçimlerin müstesna bir yeri var diyebiliriz. Nedir bu? Seçimlerin bizim demokrasimizdeki yerinin, başka ülkelerdekine göre farklı olduğunu iddia edebilir miyiz?

Ersin Kalaycıoğlu: Böyle bir iddiada bulunmak zannederim abartı olur. Fakat seçimler son derece önemli bir siyasi süreç. Aynı zamanda önemli bir kurum. Seçimlere kurum diyebilecek durumdayız, çünkü istikrarlı bir şekilde tekrarlanıyor. Erken seçim olarak da tekrarlanması bu istikrarı bozmuyor. Aynı zamanda, gerek genel olarak halk, gerekse Türkiye’deki siyaset erbabı, seçimleri son derece önemli bir meşrulaştırıcı araç olarak görüyor. Onun için değer veriyor. Değer verilen, istikrarlı bir şekilde tekrarlanan davranışlara ‘’kurum’’diyoruz. Dolayısıyla seçimler, Türkiye’nin önemli bir siyasal kurumudur.

Türkiye’de yapılan her türlü siyaset girişimi, egemenliğin millet eliyle kullanılacağı ilkesi üzerinden hareketle gerçekleştiriliyor. Bunun dışına çıkan bir siyasi parti veya bir siyasal söylem yok. Bugünkü iktidar da milli iradeden bahsediyor. Bu, o kavramın, daha çok Jean Jacques-Rousseau geleneğinden gelen kolektif ortak çıkarbağlamında vurgulandığı ve Kurtuluş Savaşı’ndan beri kullanılan bir ifade tarzıdır. Dolayısıyla orada da seçimlerin ne kadar önem taşıdığını, özellikle siyasal meşruiyet sağlamak açısından, hükümetlerin yönetebilme yeteneği olduğunu ifade etmeleri açısından, kritik bir rol oynadığını görebilecek durumdayız.

Ancak bu, seçimlerin tek başına adil ve hakça yapılma noktasına veya aşamasına getirmiyor. Onun için burada dikkat etmemiz lazım. Her seçim demokrasi için kabul edilen standartlarda bir seçim değildir. Demokratik standartlarda kabul edilen bir seçim olabilmesi için, seçimlerin hem adil hem de özgürce yapılabiliyor olması lazım. Yani özellikle muhalefet ama genelde seçmenin tamamı, her türlü konuda fikrini çekincesiz olarak, korkmadan, açıkça ifade edebilmek ve bundan dolayı başına bir şey gelmeyeceği güvencesiyle hareket edebilmek durumundadır.

Bu, her zaman gerçekleştirilemiyor. Gayet iyi bildiğiniz gibi, son yıllarda Türkiye’nin özellikle ifade özgürlüğü konusunda son derece sorunlu bir karnesi olmaya başladı ve bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar giden davalar var. Burada Türkiye’nin aleyhine verilen kararlar giderek artmaya başlıyor. Dolayısıyla genel olarak ifade edilecek olursa, ifade özgürlüğü sorunlu olan bir ülke durumundasınız. Böyle bir durumda seçime gittiğiniz zaman, seçimlerin özgürce konuşularak yapılan bir ortamda olduğunu iddia edebilmek giderek zorlaşıyor. O da, Türkiye’nin demokrasi olarak algısını hem içeride hem dışarıda önemli ölçüde zedeliyor.

Aynı zamanda, seçimlerin hakçayapılabilmesi lazım. Bundan kast ettiğimiz, İngilizce level playing field diye ifade edilen, bütün seçim kurallarının seçime girecek tüm adaylar ve partiler için eşit olması ve eşit şekilde uygulanıyor olması. Bunların içerisinde herhangi bir ayrıcalık olmaması. Örneğin, gerek muhalefet gerek iktidarın olabildiğince serbest bir şekilde kendi fikirlerini, düşüncelerini, politika önerilerini açıklayabiliyor olması lazım. Bunu her türlü platformda ve kamuoyunun tamamının rahatlıkla izleyebileceği bir şekilde yapabiliyor olması lazım. Burada bir ayrıcalığın bulunmaması, iktidar için başka kurallar, muhalefet için başka kuralların olmaması veya muhalefet partilerinin bir kısmının bazı kurallara, bir kısmının başka kurallara, iktidarın da apayrı kurallara göre yarışmadığı, seçim sath-ı mailine giden kampanya sürecinde, hepsinin tek bir esasa ve kurala göre eşit olarak yarıştığı bir düzlemden bahsediyoruz. Örneğin, demokrasilerde, iktidarda bulunan siyasal partilerin seçim sırasında devlet olanaklarını kendileri için kullanmaları, demokrasiyle bağdaşmaz. Böyle bir uygulama hakça olan bir seçimin olmadığını ve dolayısıyla bu seçimlerin hakça ve demokratik olarak kabul edilemeyeceği sonucuna yol açar. Böyle uygulamalar içerisine girildiğinde, iktidar partilerinin seçim kurallarını eğip bükerek kendilerinin iktidarda kalmasını daha kolaylaştıracak şekilde kullanması söz konusudur. Bu da kabul edilemez.

Bu, Türkiye’de her zaman için sorunlu olmuştur. Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda da, 2018 seçimlerinde de, ondan önceki seçimlerde de, aynı şekilde, iktidar partilerinin yapmış olduğu bazı açılışları kullanmak suretiyle siyasi propoganda yapmaları, iktidarda bulunan Başbakan ve Bakanların devlet olanaklarını kullanarak ülke içinde seyahat edebilmelerini, toplantılar düzenlemelerini, hükümet faaliyetlerini seçim sırasında partizan bir şekilde kullanarak, bunlar için ayrılmış olan devlet kaynaklarını da kullanmak suretiyle propoganda yapmalarını bunlara örnek olarak verebiliriz. Bunların sayısı fevkalade çoktur. En son yapılan seçim yasasındaki değişiklikle, Meclis, (eğer aday olursa) Cumhurbaşkanı’nın seçimlerde diğer adaylarla eşit koşullarda yarışmayacağını bir yasa maddesi olarak kabul etti. Bunun demokrasideki ‘’adil seçim yapma’’ ilkesiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Dolayısıyla Türkiye’nin bundan sonraki seçimde, özellikle başkanlık seçiminde adil bir seçim yaptığını iddia edebilmek, maalesef giderek zorlaşacaktır. Bizatihi bu seçimin bir yarış olduğunu kabul edecek olursak, adaylar arasında, partiler arasında, seçmeni oluşturan geniş kitlenin onayını almak suretiyle belirli iktidar pozisyonlara gelerek Türkiye için bağlayıcı kararlar alabilme hak ve etkisini elde etmek için yapılan bir yarış. Ve bu yarışın kuralları, seçimi oluşturuyor. Demokrasinin de temel özelliği bu kurallar. Bu yarışın olabildiğince hakça olması, haksız rekabet içermemesi demokrasi için temel bir ilke. O nedenden dolayı, yarışın kurallarının son derece büyük önemi var. Ama 1940’lardan itibaren bu kurallar üzerinde tartışıyoruz.

1950 seçimlerine giderken bir genel mutabakat ortaya çıkmış bulunmaktaydı. Bu kuralların sadece, demin bahsettiğim şekilde özgür ve adil olarak uygulanması değil, aynı zamanda bu uygulamanın, yargı denetimi altında olması ilkesi kabul edilmişti. 1961’de de, seçim kampanyası sırasında üç kritik rol oynayan İçişleri, Adalet ve Ulaştırma Bakanlarının, görevlerini tarafsız, yani partizan olmayan ki bu, kamu bürokrasisinden gelmiş olan kişilere devredilmesi anlamını taşıdı ve bu şekilde 2018’e kadar uygulandı. 2018 seçimlerinde bunu tekrar terk ettik. Dolayısıyla 1950 mutabakatının arkasına düşmüş durumdayız. Şu anda 1940’lar standardındayız ki, biliyorsunuz, o standart Türkiye’de demokrasi olarak kabul edilmiyor. Özellikle 1946 seçimleri, ‘’milli irade’’ savını çok sık kullanan partilerin vurguladığı bir husus. 1946’dan sonra yapılmış olan ara seçimler ve bunların koşullarının ne kadar adaletsiz olduğu, sık sık dillendiriliyor. Ama benzer uygulamaları yapmaktan imtina etmediler. Dolayısıyla Türkiye, seçimlerle ilgili sorunlarını, kurala ilişkin sorunlarını çözmekte zorlanan bir görüntü içine girdi ve bu da demokrasiyi başından itibaren yaralıyor.

Çünkü demokrasi, adil ve özgür seçimle başlar. Onunla bitmez. Yani demokrasi olacaksanız, serbest ve adil seçimlerle yola çıkacaksınız demektir. Bu, gereklidir ama yeterli değildir. Çünkü bugün anladığımız demokrasi, seçimle başlayıp biten bir süreç değildir. Buna eskiden ‘’sandıksal demokrasi’’diyorduk, güzel bir tabirdir. Sandıksal demokrasi, bugün anlaşıldığı anlamıyla, çağdaş dünyadaki hukuk devletiyle bağdaşık ve onunla bir arada çalışan, kısaca ‘’liberal demokrasi’’dediğimiz temsili sistemin temel özelliklerini bünyesinde bulunduruyor. Seçimlerden sonra, bu özgür ortamın sürdürülebilmesi, olabildiğince geniş bir kitlenin, alınacak olan kararlara seçim sonrasında da katılmasını sağlayacak siyasal katılma kanallarını açık açık tutulması, yani bu kitlelerin, çeşitli şekillerde alınmakta olan kararlara ne şekilde yaklaştıklarını gösterme imkânlarının geniş olması gerekiyor. Dilekçeyle, fikirlerini orada burada yazarak veya sözlü olarak ifade ederek, elektronik posta mesajı göndererek, sosyal medyada mesaj atarak veya çeşitli kuruluşlar içerisinde bunları bir araya toplayıp getirerek, sonra bu kuruluşlar aracılığıyla fikirlerini ifade ederek, bu sürece sürekli ve düzenli olarak katılmaları sağlanabilir. Karar alma sürecinin, halkı sürekli olarak sürece dâhil eden bir içerikte olması, bugünkü çağdaş demokrasi için temel bir unsur olarak kabul ediliyor.

Bunun bir uzantısı olarak, temsilcilerle, yani seçimlerde seçilmiş olan milletvekilleriyle ve başka seçimle göreve gelen kimseler varsa onlarla ilişkilerinin olabildiğince sıkı ve düzenli olarak tesis edilmesi ve sürdürülebilmesi gibi bir başka ilkeyi de içeriyor. Dolayısıyla temsil kurumunda, olabildiğince halkın etkilerine açık ve katılmayı teşvik edici nitelikte çalışması, haftalık toplantılar yaparak seçim çevresini bilgilendirmeleri, seçim çevresinde milletvekillerinin sürekli olarak nabız tutmaları ve dolaşmaları, buradan gelecek olan tepkileri dikkate almaları suretiyle bir yönetim anlaşılıyor.

Bu yapı, temelde muhalefete de geniş bir çalışma alanı veriyor. Zaten demokrasileri ayıran unsurların başında, güçlü, sesli, sürekli, düzenli muhalefet geliyor. Muhalefet olmadığı zaman demokrasinin olma olanağı yok. Dolayısıyla, demokrasiyi oluşturabilmeniz için hem adil ve serbest seçime hem de güçlü, saygın, geniş destek bulan muhalefete ihtiyacınız var. Seçimler bu açıdan Türkiye için de, dünyada demokrasiyle yönetilmek istenen bütün ülkeler için de önemli bir kurum.

Edgar Şar: Hocam, ‘’Sandıksal demokrasi’’ ifadesini kullandınız. Şu anda da literatürde electoral democracy olarak geçiyor.

Ersin Kalaycıoğlu: Stanford Üniversitesi’nden Terry Karl, buna electoralism diyor. Latin Amerika ülkeleri için onun önerisi. Seçimle başlayan, seçimle biten, seçimden sonra halkın sesinin pek duyulmadığı, muhalefetin de pek duyulmadığı rejimlere electoralism diyor. Bunu Türkçeye ‘’sandıksal demokrasi’’ olarak çevirebiliriz.

Edgar Şar: Tabii bir de şu mesele var: “Halk sandık haricindeki katılım mekanizmalarına ne kadar ilgi duyuyor?” sorusu ayrı bir soru olarak duruyor. Türkiye’de de herhalde pek duyulduğu söylenemez, ya da en azından çoğunluk ilgi duymuyor. Belki bunun denemeleri vardır.

Ersin Kalaycıoğlu: 1970’lerde başlattığımız araştırma bulgularımız var, Benim de bu konuda çeşitli yayınlarım oldu, siyasal katılımla ilgili kitap da yayınladım. Oradaki veriler, yine 2022’de Oxford Handbook of Turkish Politics’de yayınlandı. Onun içerisinde, benim de, başka arkadaşların da siyasal katılma üzerine makalelerimiz var. Oya katılma ölçüsünde bir katılma olgusu, dilekçe vermek, kamu bürokratlarıyla veya milletvekilleriyle düzenli temasta bulunmak, fikirlerini yayınlamak, yazmak veya seçim kampanyalarına katılmak – fiilen emekle katılmak olabileceği gibi, para yardımı yapmak suretiyle de katılmak – gibi faaliyetler mevcut değil. Bu çerçevedeki bulgularımız, seçime katılmayla kıyaslanabilecek durumda değil. Tabii şunu da hemen ekleyeyim: Bizde seçimler, 1983’ten itibaren katılma zorunluluğu olan süreçler. Onun da bir etkisinin olması lazım.

Edgar Şar: Hatta 1982 Anayasası’nın referandumunda, seçimlere katılmayanlara bir para cezası öngörülüyor. Ama galiba fiiliyatta pek uygulanmıyor, onu görüyoruz. Ama zaten diğer Batı demokrasileriyle karşılaştırıldığında, Türkiye’de katılım oranları da görece yüksek.

Şunu sormak istiyorum: Rejim olarak, bazı siyasetbilimcilere göre electoral democracy’den electoral autocracy’ye, yani ‘’seçimli otokrasiye’’ geçmiş gibi gözüküyoruz. Ama sizin tanımladığınız seçim, bu otoriter rejimdeki seçim, adil ve özgür ortamlarda gerçekleşen bir seçim değil. Ama buna ragmen, bu rejimde de, az da olsa, çok zor da olsa, seçimlerde iktidarın değişme ihtimali var olarak kabul ediliyor literatürde. Bunun örnekleri başka ülkelerde az da olsa var. Siz bunu nasıl görüyorsunuz? Mesela şu anlık elimizde 2019 seçimleri var, yerel seçim olsa da önemli olduğunu söyleyebiliriz. Bu çerçevede baktığımız zaman, seçimlerin rejimle ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

Ersin Kalaycıoğlu: Demin yapmış olduğumuz tanım, demokrasinin seçimleri. Orada hakça rekabet söz konusu, haksız rekabet değil. Otoriter ve totaliter ülkeler de seçim yapıyor. Niye? Çünkü onların da temel savı, kendilerinin, halkın iktidarı olduğu, halk yönetimi oldukları savıdır. Yani Körfez Arap ülkeleri veya Brunei Sultanlığı gibi çok az sayıda mutlak monarşi dışında, dünyadaki 193 Birleşmiş Milletler üyesinin %98’i gibi bir oran, rejim tipi ne olursa olsun, hakın desteği ve halkın rızasıyla yönettiklerini iddia ediyorlar. Onun için seçim yapıyorlar. Seçim, bunun göstergesi. Ama bu yapılan seçimlerin adil ve özgür olduğunu iddia edebilmek her zaman mümkün değil.

Orada haksız rekabet koşulları devreye giriyor. Örneğin, seçim kurallarıyla, seçim çevreleriyle oynuyorlar. Bu, bazı demokrasilerde de yapılıyor ve orada çok ciddi tartışmalara da neden oluyor ve onların demokratik seçim yapma ve demokratik seçimlerin dürüstlüğü konusundaki imajlarını büyük ölçüde etkiliyor. Amerika Birleşik Devletleri bunun en önemli örneklerinden bir tanesi. O konuda yapılan bir araştırma var, Harvard Üniversitesi’nden Pippa Norris başkanlığında Perception of Electoral Integrity, yani Seçimlerin Dürüstlüğü Hakkındaki Algılar diye biliniyor. Bu değerlendirme sonuçları yayınlanıyor, bu sonuçlarda, Amerika Birleşik Devletleri 55. sırada. Dünyada 55 tane liberal demokrasi yok. Yani birçok hesaplamaya göre yok. Dolayısıyla ABD, seçim uygulaması dolayısıyla bir defolu demokrasi görüntüsü veriyor. Şu ânda da ABD’de çok yoğun bir şekilde, belli seçmen gruplarının oy vermesini zorlaştıracak şekilde, eyaletlerde seçim kurallarının eğilip bükülmesi konusundaki bir tartışma sürüyor. Dolayısıyla bu, sadece otoriter ülkelerin yaptığı bir uygulama değil. Ama demokrasi geleneği daha uzun olan ülkelerde de haksız rekabet koşulları yaratacak şekilde, kuralların iktidardaki partiler tarafından eğilip bükülmesi olayına rastlıyoruz. Bunun amacı, kendilerine oy verebilecek olan seçmenlerin oranını olabildiğince yükseltmek. Dolayısıyla öyle seçim çevreleri üreteceksiniz ki, bir daha seçime gitmeden %55-60’lık bir çoğunluk, iktidar partisine oy verebilecek şekilde, zaten orada mukim. Onun için, seçim formaliteden ibaret bir nitelik kazanıyor.

Onun dışında seçim gününün koşulları, sandık kurullarının oluşturulması, seçim denetimi sırasında çalışan çeşitli mekanizmaların iktidarın oyunu düşürmeyecek şekilde ayarlanması gibi bazı önlemler alınıyor. Bunun sonucunda, seçmenin sadece iktidarı destekleyecek kısmının sandığa gitmesi temin edilmeye çalışılıyor. Bu, bir seçimin yapılmasına imkân veriyor, ama adil bir seçim olması olanağı büyük ölçüde yok. Onun dışında, otoriter rejimlerde muhalefetin sindirilmesi, bastırılması, belli konularda etkili bir şekilde kamuoyuna mesajlarını duyurmasının engellenmesi söz konusu. Bu, medya üzerinden, basın üzerinden yapılıyor ve oradaki özgürlük alanı daraltılıyor. Böylece, seçmenin, iktidar tarafından duyulmasını istemediği konuların duyulmamasının temin edilmesine çalışılıyor. Bu da seçimi haksız rekabet koşullarına indiriyor. Dolayısıyla iktidar partilerinin iktidarda kalma olasılığı yükseliyor. Burada vurgulanan, temel itibarıyla bu. İktidar partilerinin haksız rekabet koşulları içerisinde seçime gitmesi ve bu şartlar altında da, muhalefetin kendisini hem seçmene anlatabilmesi hem de seçmenin farklı görüşleri duyup, işitip onları beyninin bir kenarına kaydedip, seçimde karar verirken hatırlamasının önüne geçilmesi yoluyla seçmenin belli bir tarafa yönlendirilmesi söz konusu oluyor.

Onun ötesinde, otoriter rejimler seçmen kayıtlarıyla oynuyorlar. Belli seçmenlerin kaydolmasını zorlaştırmaya çalışıyorlar. Özellikle belli bölgelerden oy alamıyorlarsa, o bölgelerde sandığa ulaşımı zorlaştırmak, sandık listelerini yaparken, belli kişilerin o listelere girmesini engellemek gibi bazı uygulamlar içerisine giriyorlar. Bunların hepsi, seçimlerin adil bir koşulda yapıldığının garantisi olabilecek adımların atılmaması anlamına geliyor. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, bu seçimlerin, demokrasinin seçimi olma özelliğini ortadan kaldırıyor. Sorun bu.

Edgar Şar: Hocam, burada şöyle bir ayrım da yapılıyor, sizin buna katılıp katılmadığınızı merak ediyorum. Çünkü daha önce hem sizinle çok sohbet etmiş hem de bazı konferanslarda dinlemiş biri olarak özellikle bunu sormak istiyorum: Otoriter rejimler arasında bir sınıflandırma yapıldığı zaman da, seçimlerin rolü, bu sınıflandırmada bir parametre olarak görülüyor. Mesela, biraz önce söz ettiğimiz seçimli otoriter rejimlerde ya da bunların altında daha kısıtlı bir kategori olan rekabetçi otoriter rejimlerde, seçimlerin halen muhalefet açısından da bir sonuç doğurma ihtimalinden çok az da olsa bahsedilirken, bir de tamamen görüntü amacıyla yapılan seçimler bazı rejimlerde görülüyor. Mesela Rusya’da yapılan seçimleri burada nereye koymak lazım? Mısır’da ve Suriye’de yapılan, oradaki diktatörlerinin %90’larla seçildikleri seçimler de var. Bunu bir skalada mı düşünmek lazım? Yoksa “Aslında temelde hepsi aynıdır, Türkiye de artık bu gruptadır” mı demek lazım? O konudaki görüşünüzü merak ediyorum.

Ersin Kalaycıoğlu: Bu kadar ayrıştırmak anlamlı mı, ondan emin değilim. Karşılaştırmalı siyaset üzerinde çalışan ve önemli katkıları bulunan meslektaşımız Giovanni Sartori’nin karşılaştırmalarda degreeism (derecelendirme) diye bir tanımı var. Bazı kavramların bu tür derecelendirmeyle anlamlarının içeriklerinin değiştiğini, iyice çekilip uzatıldığı ve sonuçta hemen her şeyin aynıymış gibi görülmesi riskiyle karşılaşıldığı o zaman da, yapılan ölçümlerde, özellikle nicel araştırmalarda aranan sonuçların doğal olarak bulunamadığını iddia ediyor. Dolayısıyla, otoriter rejimler arasında bu şekilde bir sınıflandırma yapmanın temelde büyük bir yararı olabileceği kanısında değilim. Ama bu rejimlerde de bir değişme, bir çöküş oluyor. Otoriter birçok rejimin içinde bulunduğu koşullar değiştiğinde, bunlara uyarlanma becerisi gösteremediği ve büyük ölçüde değişiklik geçirdiği veya çöktüğü görüldü.

Mısır örneğini verdiniz. Biliyorsunuz, 2011’den sonra Mısır’da çok ciddi değişiklikler oldu. Ama gerisingeri otoriter yapıya döndüler. Aynı şekilde Tunus’ta bu olay 2018 senesi Aralık’ında başladı. Tunus’ta uzun bir süre demokratikleşme yaşandı. Demokratikleşme ölçümlerinde de Tunus bir hayli ilerlemiş bulunuyordu. Ama geçtiğimiz yaz, onlarda da bir çökme söz konusu oldu. Bunun dışında İspanya, Portekiz gibi ülkelerde biliyorsunuz ki otoriter rejimlerin çöktüğünü gördük.

Dolayısıyla önemli bir gelişme olduğunda, örneğin uluslararası ilişkilerde büyük değişiklik olduğunda, Soğuk Savaş bitmeye yüz tuttuğunda, Soğuk Savaş bittiğinde ve dünyadaki devletler arasındaki ilişkiler değiştiğinde, bu değişimden siyasal rejimler de etkileniyor. Doğu Avrupa’da otoriter, hatta totaliter olma özelliği bulunan ülkelerin birçoğu demokratikleşme yönünde değişim geçirdiler. Bir kısmı daha demokratik bir platoya eriştiler. Bir kısmı Macaristan’da veya Polonya’da olduğu gibi, bu başarıyı gösteremediler. Daha otoriter bir yapı içerisinde kaldılar. Ama buna rağmen, Avrupa Birliği üyesi oldular. Dolayısıyla, onların da bir tür liberal olmayan demokrasi olarak kabul edileceği gibi tartışmalar yapıldı. Bunların karşılaştırmalı siyaset açısından ne kadar akademik geçerliliği olduğu, ayrıca tartışılabilecek içeriktedir. Ama bunlar daha ziyade siyasi değerlendirmeler. Ben Sartori’nin pozisyonuna daha yakın düşünüyorum, burada koyacağınız kuralda, ya demokrasisiniz ya değilsiniz. Değilseniz, bunun çeşitli türleri ortaya çıkabilir. Hepsini aynı kefeye koymayabiliriz. Bu rejimlerin bir kısmı demokrasiye daha yakın, bir kısmı daha uzak olabilir. Ama temel itibarıyla demokrasi olmayan rejimlersiniz. Eğer seçimleri adil ve özgür bir biçimde yapamıyorsanız, doğal olarak, demokrasi olarak kabul edilme şansınız kalmıyor. Ondan sonra, ‘’melez’’tabirini kullandığımız, yarı otoriter, tam otoriter, otoriterin ötesinde çok güçlü bir resmi ideolojiyi kullanmak suretiyle, ütopik bir siyasal rejimi halkın tamamına empoze etmek için çalışan, her şeyi kontrol eden bir totaliter rejim var. Bu ayrımlar önemli, yapılabilir. Ama sonuç itibarıyla demokrasi olan-olmayan ayrımını yapmak, en azından bizim açımızdan son derece önemli.

Türkiye, 1950-54-57’de demokratik seçim yaptı. 1960’lardan itibaren, 65-69-73-77 seçimleri yine demokratik içerikli seçimlerdi. 61 ve 83’teki demokrasiden ayrılmış olan dönemlerde, tekrar geri dönüş seçimleri özgür ve adil seçimler olarak kabul edilmiyor. Ama ondan sonraki seçimler, bu özelliklerini yakın tarihe kadar korudular. 1 Kasım 2015’ten itibaren, seçimlerin standartları yine 1950 öncesi standartlara doğru evrilmeye başladı ve Türkiye’nin genel yapısı da bu evrilmeyi destekleyecek şekilde, 2017’deki referandumla birlikte daha otoriter bir yapıya doğru değişmeye başladı. Şu anda içinde bulunduğumuz nokta bu. Bu çerçevede yapılacak seçimlerde, özgür ve adil bir ortam bulma olasılığımız düşük. Üstelik son yasal değişiklikten de bahsettim: Orada Cumhurbaşkanı’na devlet olanaklarını kullanarak kampanya yapma olanağı sağlanıyor. Bunu muhalefet partileri de ciddi olarak eleştirmiş durumdalar. Hatta Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu hususta Anayasa Mahkemesi’ne yapmış olduğu bir başvuru da var. Nasıl bir karar verileceğini ve ne yapılabileceğini göreceğiz. Ama hukuken bu değerlendirme nasıl yapılırsa yapılsın, siyaset bilimi ve özellikle seçimle ilgili karşılaştırmalı siyaset bilimi açısından, oyunun kuralları farklı kişilere ve farklı partilere farklı şekillerde uygulanırsa, karşılaştırma açısından bunların hakça rekabet içerdiğini ve dolayısıyla adil seçimler olduklarını kabul etmek mümkün değil.

Edgar Şar: Biraz da seçim ittifakları meselesine girelim hocam. Aslında sistem değişikliğiyle birlikte, ittifaklarının 2017 sonrasında siyasal hayatımızda daha çok yer aldığını söyleyebiliriz. Hatta şu anda bir bloklaşma ve ittifaklar yarışından söz edebiliriz. Ama Türkiye tarihinde çok az da olsa bu ittifakları gördük. Şu ankilerin yapısı ve doğası biraz farklı. Yine de öncekileri de ele almak faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

Ersin Kalaycıoğlu: Demokrasi çok uzun zamandır mevcut olan bir rejim. Yani Aristo’nun “Politika” kitabında ayrıntılı olarak anlatılıyor. Pek de o kadar övülerek anlatılan bir rejim de değil. Aristo’yu çok etkilememiş durumda. Aristo demokrasi için “Kolay dejenere oluyor. Temel itibarıyla, halkın yönetimi, güruhun yönetimine dönüşebiliyor; mobokrasi hâline gelebiliyor. Sokaktaki kitlelerin ruh haline göre değişen, pek de erdemli olmayan bir rejime dönüşebiliyor. Böyle riskleri var” diyor.

Burada, demokrasinin değişimi içerisinde, çeşitli aşamalarda farklı uygulamalar ortaya çıkmış durumda. 17. yüzyılda yeniden çağdaş demokrasi düzenlenmeye başladığında, siyasi partiler yok, adaylar var ve adaylara oy veriliyor. Daha sonra siyasi partiler ortaya çıkınca, temsil, adayların delege olarak seçilip yasama kurumlarında, halkın istediklerini dillendiren birer vekil, avukat veya ajan olarak düşünüldüğü bir temsil sistemini kökten değiştirdi. Burada seçilenler, siyasi partilerin nefherleri durumunda. Yani artık bireysel seçmenle onun temsilcisi arasındaki bağ, doğrudan bir bağ değil, parti içinden geçerek oluşan bir bağ. Karşılaştırmalı siyaset biliminde Buna manda tipi temsil adı veriliyor. Türkçeye nasıl çevireceğimizi pek bilmiyorum ama parti aracılığıyla temsil söz konusu. Esas olan, parti listesine oy verme olanağı doğdu. Bununla birlikte, temsil olgusu da büyük ölçüde değişti. Ama siyasal teoride de, demokrasi konusunda felsefi kökenlerden gelerek yazılmış olan çalışmalarda da, aynı zamanda genel olarak halk arasında da, delege usulü temsil, yani partiler yokken, temilciyle seçmen olarak birey arasındaki doğruğdan ilişki idealolarak kabul edilerek, ona göre düşünme ve düzenlemeler devam etti. Bu, yaşadığımız gerçekle pek uyuşmuyor ve sürekli olarak o esastan hareketle bu ilişkinin iyi gitmediği, düzenli olmadığı, temsil ilişkisinin aşındığı iddia edilmeye başlandı. Partileri devrenin içine aldığınız zaman, olgu farklılaşacaktır. İster istemez farklılaştı. En azından son yüz elli senedir bu tür bir değişme söz konusu. Bu, tekrar başka bir içeriğe döner mi, dönmez mi bilmiyorum. Ama ittifaklar, bunun bir aşama ötesi gibi gözüküyor. Orada siyasal partilerin bir araya gelerek ortak listeler üretebilmesi ve bu ortak listeler üzerinden oy paylaşımı yapabilmesi olanağı doğuyor. Bunun temel nedenlerinden bir tanesi, seçmen tercihlerinin giderek farklı partiler arasına bölünmesi. Dolayısıyla parçalanmış meclisler ortaya çıkıyor. Örneğin, bundan 10-15 sene kadar önce, Hindistan’da alt mecliste 95 tane siyasal parti mevcuttu ve bu 95 partiden yanılmıyorsam 24 tanesi iktidar koalisyonunu oluşturmuştu. Bu çok parçalı bir yapı ve bunun sürdürülmesi biraz zor. Hükümet istikrarı da tehlikeye girebiliyor ve bu, özellikle siyasal seçkinlerin ve mesela büyük sanayinin, iş insanlarının, tüccarların, tarım sektöründeki büyük firmalar gibi diğer önemli siyasal güçlerin, bu konuda ne düşündükleri de önem kazanmaya başlıyor. Onlar hükümet istikrarının olmadığı dönemlerden pek hoşlanmıyorlar. Demokrasinin çalışması açısından hükümet istikrarı o kadar kritik bir olgu değil. En azından karşılaştırmalı siyasette böyle bir şey bulamıyoruz.

Bunu birkaç kere daha önce de ifade ettim, tekrar anımsatmak için söyleyeyim: Biliyorsunuz, 2008 büyük bir kriz yılıydı, dünyada mali kriz vardı. Avrupa Birliği’ni de etkilemişti. Hatırlayacak olursanız, Avrupa Birliği’nde hükümet istikrarı olan ülkelerde tek başına bir siyasal partinin parti hükümeti olarak çalıştığı Yunanistan’da büyük bir iktisadi bunalım ortaya çıktı. Piyasalar çöktü. Ama 590 küsur gün hükümet kuramayan Belçika’da böyle bir şey olmadı. Belçika krize hükümetsiz yakalanmıştı. Ancak bu krizin mali boyutları Yunanistan’la karşılaştırabilecek boyutlara gelmedi ve hükümet olmadığı halde, daha doğrusu eski hükümet, günlük işleri görebilecek şekilde iktidarda bulunan zayıf bir hükümet olduğu halde, iyi yönetildi. Bu yapı, herhangi bir şekilde sorun oluşturmadı.

Bu da bize hükümetin uzun dönemli siyasal hedefler koyma ve ülkeyi onlara doğru yönlendirebilme konusunda kritik olduğunu, günlük rutin çalışmalarda hükümet istikrarının yerleşik demokrasilerde önemli olmadığını gösteriyor. Belçika yerleşik bir demokrasi. Kurumlarıyla ve kurallarıyla çalışıyor. Yargı etkili olarak çalışıyor. Kamu bürokrasisi, ekonomi bürokrasisi etkili olarak çalışıyor. Makro dengeleri belli bir çerçeve içerisinde tutabildiler. Bunlar iyi çalışmazsa, bunların işlevini, yürütmenin görmesi beklenirse, bu ekonomik kriz dönemlerinde ağır bedeller ödemenize sebep oluyor. Esas sorun bu. Yanlış teşhis koyarsanız, devamlı olarak hükümet krizi çıktığında veya hükümet istikrarsızlığı oluştuğunda, bunu sorun, hatta kriz haline getirmeyi başarıyorsunuz. Oysa bu, o kadar önemli bir şey değil. Bizim bulgularımıza göre değil.

İttifaklar, burada bu hükümet istikrarsızlığını gidermek için düşünülmüş araçlardan bir tanesi. Özellikle seçmen oyunun çeşitli partiler arasında dağılması dönemlerinde, bu dağılmanın engellenmesi, daha az sayıda oy almakta olan siyasal partilerin çeşitli koalisyonlar için önemli ortaklar haline gelmesi ve bu koalisyonlarda kritik roller oynamaya başlaması gibi sorunlar ortaya çıkarsa, bunların giderilmesi için, ittifakların kurulması ve bu partilerin, daha büyük partilerin içinde birer hizip haline doğru gelmeye teşvik edilmesi gibi çeşitli sahiklerle ittifaklar kuruluyor.

Türkiye gibi ülkelerde çeşitli seçmen blokları var. Bu seçmen bloklarının ortaya çıkmasının temel nedeni, Türkiye’nin siyasal gerçekleri. Bunların başında, özellikle ülkenin derin bazı sosyokültürel fay hatlarıyla ayrılmış olması geliyor. Etnik olarak, aynı zamanda mezhep temelinde, Sünni mutekitlerle sekülerler arasındaki farklılıklar dolayısıyla, en az altı bloka ayrılmış durumda. Dolayısıyla eğer her bloku tek parti temsil ederse, kendi haline bıraktığınız zaman çeşitli büyüklükte altı parti ortaya çıkar. Ama bu bloklar arasında ve içinde başka ayrımlar da var: Kentli-kır ayrımı, kentliler içerisinde profesyonel mesleklerinde uzmanlaşmış, sayıca çok yüksek olmasa da insanların yaşadığı, kadınlı erkekli ayrışmaların olduğu, dolayısıyla cinsiyete göre bir miktar ayrışmanın olduğu, özellikle kadınların eğitim düzeylerinin yüksek olduğu yerlerde, bu bloklar içerisinde farklı siyasal partilere doğru eğilim gösterebildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla buradan minimum altı parti, ama bunun üzerine biraz daha eklerseniz 9-10-11 partili, gayet atomize olmuş ve parçalanmış parti sistemi hem Meclis içinde hem Meclis dışında çıkabilir. Siyasal temsili ön plana alır da bunu güçlendirirseniz, o zaman çok partili ve çok parçalı bir Meclis’le çalışacaksınız. Bunun doğal sonucunda da, hiçbir partinin tek başına Meclis çoğunluğuna sahip olmadığı ve dolayısıyla koalisyonlar eliyle parlamentonun yönetilmesi durumunun söz konusu olduğu bir noktaya geleceksiniz.

Bugün de Türkiye’de Meclis, bir koalisyonla yönetiliyor. Adalet ve Kalkınma Partisi ve MHP koalisyonuyla yönetiliyor. Ama Meclis esaslı bir demokrasi uygulamadığımız için, hem yürütmenin seçimle iş başına geldiği hem yasamanın seçimle iş başına geldiği bir yapıdayız. Bu bir tür Başkanlık veya Yarı Başkanlık olarak düzenlenebilir. Ama bizdeki uygulama, bunun başkanlık türünün, daha çok ‘’Sultanizm’’ olarak adlandırılan ve siyaset sosyolojisinde Weber ve onu izleyen Linz gibi siyaset bilimci ve yazarların belirtmiş olduğu türe uyduğu bir yapı oluşturmuş durumdayız. Bu yapıda, parçalı bir siyasal parti sisteminin ve meclis içerisinde de böyle bir sistemin oluşması gayet doğal; eşyanın tabiatı bunu gerektirir. Türkiye’nin siyasal kültürü, tarihten devralmış olduğumuz gelenekler, kendimizin yaşayarak oluşturmuş olduğu gelişmeler bizi bu noktaya getirmiş vaziyette.

Burada çeşitli fay hatlarıyla ayrılmış farklar saflar var ve bunlar arasındaki esas farklar, kültürel farklar. Kültürel farklar, uzlaşılması zor olan ayrışmaları ortaya çıkaran farklardır. Çünkü kültürel özellikler, katı bir şekilde insanların belli kimlikler ve inanç sistemlerini geliştirmelerine sebep olur ve onlardan taviz vermek, onlardan bir uyuşmacı orta nokta bulmak fevkalade zordur. Onun için bu ayrışmayı ve farklılaşmayı körükleyen, dayanışmayı ve bütünleşmeyi zorlaştıran, çatışmayı teşvik eden bir altyapı üretiyor. Siyaset bunun üzerine oturuyor. Özellikle bugünkü iktidar, bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu çatışmacı kültür üzerinden yapılan çatışmacı siyaseti çok iyi beceriyor. Almanların bu konuda kulturkampf diye güzel bir kavramı var. O kulturkampfı iyi yönetebiliyor ve öylece bir oy desteği alabilme imkânını buluyor. Ama temel itibarıyla, tek başına iktidar olarak devam etme olanakları azaldı. Onun için ittifak devreye girdi.

İttifakın Türkiye’deki ilk kuruluşu, 1957 seçimlerine giderken olmuştu. Esasında seçimler 1958’de olacaktı. Anımsadığım kadarıyla 1957, Türkiye’deki çok partili yaşantıdaki ilk erken seçimidir. O zamanki Cumhuriyet Halk Partisi ile Cumhuriyetçi Milliyet Partisi, 1958 seçimleri için bir güç birliğine gitme kararı aldı ve 1954 sonrasında, o zamanki yaşanan ekonomik kriz sonrasında Demokrat Parti’den ayrılarak kurulmuş olan Hürriyet Partisi vardı. O zaman bugünkü kadar ayrıntılı ve çok yapılan kamuoyu yoklamaları yoktu ama bunların oyunun toplamının en az Demokrat Parti’nin oyu kadar veya daha fazlası olabileceği tahmin ediliyordu. Daha sonraki dağılımdan biliyoruz ki, bu üç partinin aldığı oy toplamı, Demokrat Parti’nin oy toplamını geçti. Yani eğer bunlar seçime ittifak olarak girebilselermiş, muhtemelen Demokrat Parti yerine, bu ittifak bir koalisyon olarak 1957’de seçilebilirmiş gibi duruyor. Demokrat Parti, bunu engelleyebilmek için, yanılmıyorsam Eylül 1957’de, bütün partilerin her seçim çevresinde aday gösterme mecburiyetini getiren bir seçim yasası değişikliği yaptı. O seçim değişikliği sonrasında, seçimleri de 1958’den 1957’ye çekti. Böylece, bir ittifak kurulamadan seçim yapılmış oldu. Güç birliği yaptılar, birbirleriyle yardımlaşmaya devam ettiler. 1958’de bu partiler birleşti. Cumhuriyetçi Millet Partisi, Köylü Partisi’yle birleşti, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adını aldı. Hürriyet Partisi, Demokrat Parti’den ayrılmış olan milletvekilleri grubu olmasına rağmen, Cumhuriyet Halk Partisi’yle birleşti. Buna karşı da Demokrat Parti, bunu bir cepheleşme olarak yorumladı ve Vatan Cephesi’ni kurdu. Geri kalan siyasi partiler, görüşler, hareketler üretmeye çalıştı ve yine çatışmacı, ayrışmacı, derin çatlaklar üzerine oturmuş bir kültürel ayrışma ve onun çatışma ortamını bunun üzerinden yaratmaya çalıştı. 1960 darbesine doğru giden süreçte, ekonomik bozulma gibi başka etkenlerin yanında, bunun da rolü olmuştur.

Ondan sonra ilk ittifak uygulamasını 1991 seçimlerinde görüyoruz. İttifak uygulaması mevzuatta yok ve yasak. Dolayısıyla 1991’de, o zamanki Refah Partisi şemsiyesi altında, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi, üçü birleşerek seçime gittiler. MHP, 1981 Eylül’ünde kapatılmıştı, 1991 seçimlerinden sonra tekrar açıldı, Milliyetçi Çalışma Partisi olarak örgütlenmişti. Karşı tarafta da SHP, HEP’le birleşti ve beraberce seçime giderek, Kürt hareketinin parlamento içerisine alınması, Meclis’te temsil edilmesi ve Meclis’te bu soruna çözüm bulunması fikriyle hareket etti. Bu Cumhuriyet Halk Partisi içinde Erdal İnönü’yle Deniz Baykal arasında büyük bir ayrışmanın oluşmasına, hatta bir çatışma ortamına neden oldu. Bunu da muhtemelen etkisi vardır. SHP’nin 1987’deki %25 civarındaki oyu, 1991’de %21 civarına düştü. Yani oy kaybetti. Sonuç itibarıyla, bu ittifak çalışmamış oldu. Ama ona karşılık, hem MHP hem IDP’den gelen destekle, Refah Partisi %16 küsür oy aldı. Bu, o tarafta çalışmış oldu. Yani her zaman istenen sonuç elde edilmiyor ama genelleştirmek son derece zor.

Ondan sonra gördüğümüz örnek 2018 seçimleri ve 2019 yerel seçimleri. Orada da Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti; MHP, Büyük Birlik Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi ittifakları olarak seçime girmeleri olgusu yaşandı. Fakat bu seçim sonucunda, özellikle ittifakların, daha az oy alan partilere büyük ölçüde yaradığı sonucu çıktı. Adalet ve Kalkınma Partisi, “Böyle bir şey maazallah yine parçalanma yaratacak, yine koalisyonlar ortaya çıkacak. Yine koalisyonlarda önemli pazarlık gücü elde etmiş olan ve az oy alan siyasal partiler ortaya çıkacak. Bunu engelleyelim” diye yeni bir değişiklik yaptı. Bu değişiklikte, siyasi partilerin, seçim çevrelerinde aldıkları oya göre seçilmeleri söz konusu olacak. Dolayısıyla ittifaka girerek düşürülmüş olan %7 barajının üzerinde oy alan bir ittifakın partileri sandalye alabilecek, ama girdikleri seçim çevrelerinde eğer yeterince oy alıp bir sandalye karşılığı oy temin edince bu mümkün olabilecek. Dolayısıyla giderek karmaşık bir hâl aldı. Seçilme hakkını elde edebilecek ama fiilen seçilmesi, 81 ilin herhangi birinde veya seçim çevrelerindeki büyük illerde yeterince oy almalarına dayanıyor. Bu da muhtemelen yeni bazı ittifak içi ittifakların doğacağı sinyalini verdi. Muhalefet, gördüğümüz kadarıyla bunun üzerinde çalışıyor. Orada belli partiler güç birliğine girerek seçmene eğer kendilerini desteklerlerse, diğer partilerden farklı olarak bir tercihle karşı karşıya kalabileceklerini ve dolayısıyla birinci tercihi bu partilerden biri olan seçmene daha fazla seçenek sunacaklarını düşünmeye başladılar. Bunun yanı sıra, daha çok oy alan partilerin içinden aday göstermek gibi bir formül de daha önce yapıldığı gibi düşünüldü. Bunlar arasında henüz kesin bir karar verilmiş değil.

Ama şu ânda gördüğümüz üç tane ittifak var: Bir tanesi AKP, MHP, BBP’den oluşan Cumhur İttifakı. Öbürü, CHP ve İYİ Parti’den oluşan Millet İttifakı. Buraya, dört parti daha katılarak, bir altılı masada, seçim ittifakı olarak değil ama liberal demokrasi koşullarının Türkiye’de tekrar sağlanması için ‘’birlik’’ şeklinde ifade edebileceğimiz, rejimi demokratikleştirme amacını taşıyan uzun dönemli ve uzun soluklu bir tür maraton ittifakı olarak gelişti. Bir de, onun daha solunda oluşan HDP, TİP, EMEP, TKP gibi sekiz partiden oluşan bir sol ittifak oluşuyormuş gibi gözüküyor. Bunların seçime nasıl gireceği, girip girmeyeceği o aşamada belli olacak. Ama parti sayısına baktığınız zaman, yirmi küsür parti var. Bunların hepsi sandalye kazanırsa yine parçalı bir Meclis içi parti sistemimiz olacak gibi gözüküyor.

Sonuç itibarıyla burada demin vurguladığımız türden hususlara dikkat etmemiz esas. Burada koyacağınız teşhis, üreteceğiniz tedavi için önemli. Buradaki tanı, yanlış olarak, hükümet istikrarını, koalisyonun kötü bir şey olduğunu söylemek. Koalisyon, demokrasinin temel hükümet biçimlerindendir. Örnek olarak, demokrasiyle ülkesini yöneten, çok büyük başarı elde etmiş olan Almanya var. Biliyorsunuz ki dünyanın dördüncü büyük ekonomisi haline geldi. Almanya koalisyonla yönetiliyor. G-7 içinde bulunan İtalya var; koalisyonlarla aynı duruma geldi. Dolayısıyla, koalisyonun tek başına böyle bir açıklayıcı gücü yok. Burada esas önemli olan, Belçika örneğini onun için verdim, siz demokrasinin kurum ve kurallarını düzgün oturtursanız, bağımsız, tarafsız, dürüst çalışan bir yargı oluşturursanız; kamu bürokrasisini de aynı şekilde tarafsız ve düzgün, dürüst çalışan bir çerçevede örgütleyebilirseniz, günlük rutin işlerin görülmesi için hükümetin, özellikle yürütmenin başının ağırlık taşıması gerekmez. Onun olduğu yerlerde daha iyi sonuç alındığını gösteren bir kanıtımız da yok.

Sonuç itibarıyla, yanlış bir tanıyla hareket ediyoruz, bir türlü öğrenemiyoruz, öğrenmemekte direniyoruz. Tabii bunları sadece Türkiye’yi yönetmekte olan siyasi efendilerimiz değil, aynı zamanda büyük iktisadi güçler de öğrenmek istemiyor. Bir şekilde uzak durmayı tercij ediyorlar. Israrla “Koalisyon olmayan bir demokrasi üreteceğiz” diyorlar. Bunun pek örneği de yok. En az koalisyonla yönetilen ülke olarak Birleşik Krallık var. Türkiye’de daha ziyade İngiltere olarak biliniyor. Birleşik Krallık’ta 2010’dan itibaren iki tane koalisyon hükümeti geldi. Bir tanesi Muhafazakâr Parti ve Liberal Demokratlar, diğeri de Muhafazakâr Parti ve Demokratik Birlik Partisi olarak bilinen Kuzey İrlanda birlikçisi. Yani Ada’nın geri kalanıyla birlik içinde olmak isteyenler. O ülkede bile koalisyon söz konusu oluyor. Çünkü koalisyonun ortaya çıkmasına karar veren seçmen. Seçmen, oyunu çok oy alan partilerden daha az oy alan partilere kaydırırsa, bu çok oy alan partilere “Sizi tek başınıza yönetimde görmek istemiyoruz, koalisyonlarla yönetilmek istiyoruz” mesajının verilmesi ile sonuçlanıyor. Dolayısıyla ona uygun olarak davranmanız gayet doğal. Bu, demokraside olabilecek bir şey. Ama esas vurgu, diğer temel kurumların bir arada düzgün çalışabilmesi. Yani ekonomide Merkez Bankası, Planlama Teşkilatı, Maliye Bakanlığı, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı gibi anayasal kurumlar, sosyo-ekonomik kurullar, yani paydaşlarla, iktidar arasında kurulmuş olan kurullar düzgün olarak çalıştırılabilirse, hükümetin bir tek kişide mi bulunacağı, bir partinin elinde mi olacağı, yoksa beş partinin elinde mi olacağı, bu kurallarla oynanmadığı sürece önemli değil. O kurallarla oynadığınız zaman, yürütme tek kişiden de oluşsa, Türkiye’de olduğu gibi, kendi başına ekonomik kriz üretmekte gayet mahir olabiliyor. Onun için tanıya dikkat etmemiz lazım. Seçimleri de bu çerçeve içerisinde yorumlamamız, onun sonuçlarını da bu çerçeve içerisinde değerlendirmemiz daha doğru olacaktır.

Edgar Şar: Çok teşekkürler hocam. Bu aylık da zamanımızın sonuna geldik. Gelecek ay izleyicilerimizle buluşmak üzere diyelim ve hepsine iyi akşamlar dileyelim.

Ersin Kalaycıoğlu: İyi akşamlar efendim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.