Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (117): Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun soru-cevap düellosu, KONDA anketi, aday tartışması

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın sorduğu 10 soruya yanıt verdi, Erdoğan’a 10 soru yöneltti.

KONDA’ya atfedilen ankete göre AKP yüzde 30’un altına indi, İYİ Parti ise yüzde 20’yi geçti. AKP ile CHP arasındaki fark da giderek kapanıyor.

Siyasette aday tartışması sürüyor.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız ve Kemal Can’la haftanın öne çıkan konularını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Böyle stüdyoda olunca daha iyi oluyor. Uzaktayken yayına rüzgâr sesi, ezan sesleri falan karışıyor… Konumuza dönersek, aslında iç siyâsetle ilgili bayağı bir mesele var. İstersen KONDA anketiyle başlayalım: Önce sosyal medyaya sızdı; sonra biz onu haberleştirdik ve birtakım başka araştırma şirketi sâhipleri, “Böyle bir anket yok. Bu fabrikasyon” dediler; ama doğru çıktı. Orada birkaç tâne çok çarpıcı husus var. Anketin doğru ya da yanlış olmasını bırakalım, ama KONDA önemli bir kurum olduğu için, onu veri olarak alırsak, aslında en yüksek parti %27’yle “Kararsızlar”. “Kararsızlar”ı oransal dağıtıyorlar, onu da belirtmişler. “Aslında bu sorunlu bir şey, ama diğerlerinden daha kullanışlı” diye söylemişler. “Kararsızlar” dağıtıldıktan sonra, AKP’yi %30’un altında gösteriyor; CHP ile arasında çok büyük fark yok; İYİ Parti %21 gözüküyor; HDP barajı aşıyor; MHP’nin durumu çok parlak değil. “Oy kullanmam” diyen bir %5 var. 

Bir diğer çarpıcı husus, CHP + İYİ Parti’nin, MHP + AKP’den bayağı ileride olması… Eğer Millet İttifakı iki partiden oluşsa, Cumhur İttifakı’na göre %46 ile önde oluyorlar. Cumhur İttifakı ise %36-37 gibi bir oy alıyor. Bu, başlı başına önemli bir şey. Bir diğer husus neydi? “Muhâlefetin adayına oy veririm” diyenlerin oranı da %57. Aslında üzerinde konuşulacak çok husus var; ama bildiğim kadarıyla İYİ Parti’nin bu kadar yüksek görünüyor olmasına senin aklın tam yatmıyor sanki, değil mi? 

Kemal Can: Şöyle bir şey var: Bu anketlerin tek tek ölçtüğü şeyle ilgili değil. İYİ Parti oylarının genel olarak bütün anketlerde ve birbiriyle de kıyaslandığında, özellikle son bir yılda, hattâ son altı ayda çok fazla iniş çıkışlı bir tablo gösteriyor olması iki türlü açıklanır. O yüzden %12 bulan da var, %21 bulan da var. Yine aynı şekilde, aylar îtibâriyle hem aynı anket şirketinin kendi anket grafiğinde, hem de farklı anketlerde böyle bir dalgalanma var. Bu kadar çok hareketli olmasının birkaç nedeni olabilir. “O aralık içerisinde gerçek yeri nedir?” konusunda karar vermeyi zorlaştıran birkaç faktör var: Birincisi, bu hareketlilik örneklemden mi kaynaklanıyor, yoksa siyâsî gündemde İYİ Parti’ye biçilen rolün seçmen tarafından algılanmasındaki bir belirsizlikten mi doğuyor? Meselâ bir dönem İYİ Parti “Ömer’in Yolu” hattına girdiğinde bir oy kaybına uğradı, pek çok anket bunu ölçtü. Ondan sonra, ondan tekrar dönüldü, parti içinde birtakım değişikliklerle ve özellikle Akşener’in söylemindeki belirgin bir tarzın öne çıkmasıyla tekrar değişmeye başladı. 

Bu kadar gündelik değişimlerle hareketlenmesi iki faktörle bağlantılı olabilir: Bir, senin söylediğin gibi, genel olarak KONDA anketi, “kararsız” blokun daha yüksek çıktığı anketlerden biri. Daha önce yaptığı anketlerde de görüyoruz bunu. Onun örneklemi içerisinde kararsız seçmen bloku hep yüksek çıkıyor. Ama kararsız seçmen bloku, tıpkı İYİ Parti’de olduğu gibi çeşitli anketlerde de çok hareketli. Anketlerde iki tâne çok hareketli seçmen grubu var: Biri kararsızlar; bâzı anketlerde 8’e kadar düşüyor, bâzı anketlerde 28’e kadar çıkıyor. Diğeri de İYİ Parti. CHP ve AKP’de ise daha düzenli bir trend izliyoruz. Orada da birtakım farklar var, ama erimenin devam ettiği –kiminde daha fazla, kiminde daha az–, 30’un altında ya da üstünde tutunmaya çalışan bir AKP görüntüsü var. Buna karşılık, 25’in üstünü zorlamaya çalışan ve hafif bir yükselme trendine sahip –ama bazı anketlerde daha da yüksek çıkıyor– bir CHP var. Ama diğer iki blokta da, yani “kararsız” blokta ve İYİ Parti blokunda büyük bir hareketlilik görüyoruz. 

Bu, dediğim gibi benim açımdan şöyle bir sonuç doğuruyor: Ya buradaki dalgalanma çok konjonktürel bir dalgalanma ya da örneklemde bunu tam seçemiyoruz. 

Ruşen Çakır: Benim düşüncem şu: Dün akşam Twitter sohbet odasında tam da bu konu üzerine bir konuşma yaptım. O konuşmamda söylediklerime İYİ Partililer çok bozulmuş. Bu rakamlar doğruysa, İYİ Parti hak ettiğinden ya da normalde alması gerekenden daha fazla alıyor gibi geliyor bana. Seçimden bu yana geçen süre içerisinde oylarını ikiyle çarpacak kadar bir performans ortada yok bence. Burada büyük ölçüde Meral Akşener’in birtakım söylemlerde dilini kontrol etmesi, daha sert çıkış yapanların geri plana itilmesinin de önemi var. Türkiye’de siyâset zâten hep böyle oluyor: Özneler daha çok başka öznelerin hatâlarıyla başarılı oluyor. AKP’nin ilk girdiği seçimde tek başına iktidâra gelmesi, kendi başarısı olduğu kadar, diğerlerinin hep birlikte başarısız olmasıyla alâkalıydı. Burada da öyle. Bir tarafta, sağı büyük ölçüde kontrol eden AKP ve onunla birlikte hareket eden MHP’nin eridiğini görüyoruz. Yeni partiler Gelecek ve DEVA da ilk başta yakalar gibi oldukları rüzgârı şu ya da bu nedenle yakalayamadılar. Sonuçta, birçok insan için İYİ Parti tek adres gibi geliyor. İniş çıkış dediğin hususlarda da hep bu etkili oluyor. Birtakım insanlar, sanki kerhen, başka bir seçenek görmedikleri için yöneliyorlar, sonra belki “Acaba şu mu olsun?” diye bakıyorlar. Ama her halükârda şurası muhakkak ki, var olan partiler içerisinde yükseliş gösteren ilk parti İYİ Parti. Onun dışında senin söylediğin gibi, CHP oyunu koruyor; artıyor eksiliyor, ama hep bildiğimiz %25 gibi bir yerde. MHP ve AKP’nin kaybettiğini biliyoruz. Gelecek ve DEVA’nın bekledikleri çıkışı yapamadığını biliyoruz. HDP’nin durumu, anketlere baktığımız zaman biraz CHP gibi. Bir istisnâ Zafer Partisi; o da geçici bir durum bence. O kısa süre içerisinde Gelecek ve DEVA’ya atfedilen oylara yakın, belki de daha fazla oyu alabildiğini görüyoruz. Ama o apayrı bir olay. Sonuçta, İYİ Parti şu anda toplumun belli kesimleri için câzibe merkezi gibi.

Kemal Can: Ben onu kavram olarak şöyle açıklıyorum: İYİ Parti, kuruluş sürecinde çok benzer bir yere oturmuştu. Hatırlarsan, o dönemde hem Akşener’in bireysel oyu hem İYİ Parti’nin oyu pek çok ölçümde tıpkı şimdiki gibi çok tuhaf grafikler izliyordu; %20’lere kadar, hattâ bazı anketlerde potansiyel olarak %20’yi aşabilecek bir noktayı işâret ediyordu. Ama bâzı anketlerde de çok düşük çıkıyordu. O zamanki ölçümlerde de tıpkı şimdiki gibi bir hareketlilik vardı. Sonunda %10 kadar partisi, kendisi de beklenenin aksine %7,5 civârında bir oy aldı. Ama bu, anketlerin hatâsı değildi. Ben bunu şöyle bir kavramla ifâde ediyorum: Bu, “imkân partisi” olma hâli. O zaman da, iktidârı zorlayabilecek ve sağdan çıkmış, MHP’nin içinden kopmuş ve muhtemelen AKP’den kopabilecek sağ seçmeni toparlayabilecek bir seçeneğin adresi olma, böyle bir imkânın partisi olma hâli. Sen “kerhen” diyorsun, ama aslında seçenek arayanlar, kopmuş ya da kopmayı düşünenler için bir imkân. “Benim partim bu” diyerek onun çizgisiyle, programıyla, kadrosuyla ilişki kurmak değil, onun alabileceği sonuçla ilişki kuran bir seçmen oluşturmuştu. Bu seçmen, bu imkân büyüdüğü zaman daha büyük teveccüh gösteriyor, başka bir imkân öne çıktığı zaman tercihlerini değiştirebiliyor ya da daha geriye çekiliyor, tekrar kararsız alana giriyor. 

Bugünkü oynaklık da benzer bir şey. Yine bugün de İYİ Parti, asıl bir imkân olarak önde. Seçmenle ilişkisini, programı, kadroları ve politik perspektifiyle öne çıkmaktan çok, bu iktidârın değişiminde toparlayıcı motif olarak çok elverişli bir enstrüman olup olmaması belirliyor. Bu “imkân partisi” ilişkisi de bu oynaklığı yaratıyor. Hem kendi yaptıkları, söylem değişiklikleri, konjonktürde aldıkları pozisyonlar hızlı değişimlere neden oluyor, hem de kendi dışındaki aktörlerin davranışları o bloku etkiliyor. Ama bir süredir bir ivme yakaladığını görüyoruz. Bu da, dediğin gibi CHP ve İYİ Parti olarak görülen Millet İttifakı’nın toplam gücünün iktidâra denk hâle gelebileceği fikrinin bir tür satın alındığını gösteriyor. CHP düşerek İYİ Parti yükselmiyor. CHP daha az yükselirken, İYİ Parti de yükseliyor. Bu da önemli bir gösterge.

Ruşen Çakır: Açıklama yapılana kadar bitmeyecek bir tartışma hâline gelen adaylık meselesine geçelim: Bu anketi veri alırsak, Meral Akşener’in eli iyice güçlenmiş oluyor. Dolayısıyla o aday masada saptanacaksa, kimilerine göre, orada da daha fazla ağırlığı olacak. Şu ihtimâli hep düşünüyorum: Akşener “Başbakan olacağım” dedi ve çekildi. Ama yine de bir şekilde Meral Akşener’in adaylığının önümüzdeki süreçte gündeme gelebileceğini, yani onun %0 ihtimal olmadığını düşünüyorum. Bir diğer düşüncem de, şu anda oylarının artıyor gözükmesi tabii ki güvenini ve gücünü artıracaktır, ama büyük bir ihtimalle Kılıçdaroğlu-Akşener pazarlığı, esas seçim sonrası olacak. Seçim öncesinde cumhurbaşkanı adayı diyelim ki Ekrem İmamoğlu oldu, ama Meral Akşener’in onayıyla olacak. İmamoğlu’nun, Mansur Yavaş’ın ya da Kılıçdaroğlu’nun ekibinde, cumhurbaşkanı yardımcısı olarak, Kabine’ye, hattâ Merkez Bankası gibi önemli birtakım kurumlara kimlerin geleceği konusunda pazarlığını önceden daha güçlü bir şekilde yapacaktır diye tahmin ediyorum. Ama esas, seçimden sonra, çıkan sonucun ışığında, eğer kendine güveniyorsa, %20’yi aşan bir parti olarak ağırlığını daha fazla koyacağını düşünüyorum. Tabii buna bağlı olarak Meclis’teki grubu da o kadar kalabalık olacak.

Bir diğer teorim de şu, bunu daha önce de çok söyledim: Eğer AKP bâriz bir yenilgi yaşarsa, yaşanacak olan çözülmeden en çok istifâde edecek olan parti bence öncelikle İYİ Parti olacak. Şöyle düşün: AKP kaybediyor, İYİ Parti %20’yi aşıyor ve birden “Ne yapacağız?” diye düşünen insanlar oradaki güce yönelecekler. Öyle bir senaryoda, İYİ Parti muhtemelen hızlı bir şekilde Türkiye’nin birinci partisi olabilir. Akşener’in Kılıçdaroğlu ile kurmuş olduğu belli bir hukuk var, bunu anlıyoruz. Geçenlerde Ankara’da yapılan anketi sen de gördün. İnsanlara ikinci parti seçeneği sorulduğu zaman, CHP’lilerin ikinci partisi İYİ Parti, İYİ Partililerin ikinci partisi de CHP gözüküyor. Tabanlarında da bir yakınlık var. İki parti ortak bir platform oluşturdular. Ona halel getireceğini sanmıyorum. Ama bu demek değildir ki Kılıçdaroğlu ne derse, “Tabii, siz ne derseniz o olur” diyecek. Pozitif bir ilişki olacağını, ama seçim sonrasında gerçekten umduğu gibi, hattâ umduğundan daha fazlasıyla oy alırsa, daha güçlü bir şekilde daha etkili olacağını düşünüyorum. 

Kemal Can: Yakın zamana kadar yapılan analizlerde iki varsayım vardı; hattâ yerel seçimden sonra yapılan yorumlarda da iki temel nokta vardı: Birincisi, İYİ Parti ve CHP’nin, 2018 ve 2019’da oy artışını sağladıkları coğrafyaya bakıldığında, çok benzer bir seçmen profilinin üzerine yerleştikleri ve dolayısıyla birbirlerinin kaçınılmaz rakibi hâline gelecekleri ve onun bir daralmaya neden olabileceği varsayımı vardı. İktidar da böyle bakıyordu, muhâlefetin içindeki bâzı yorumcular da böyle değerlendiriyordu. İkinci mesele ise, Akşener’in, 2018’in tersi şekilde, çok erken bir evrede cumhurbaşkanlığı adaylığından çekildiğini açıklaması. Bunun da, İYİ Parti’nin iddiasını zayıflattığı, CHP’nin rotasında bir görüntü vererek kendi siyâsî alanını küçülttüğü iddiası vardı. 

Anketler üzerinden gerçekleşen sonuçlara baktığınız zaman, oranlar nasıl olursa olsun, bu iki varsayımın da karşılık bulmadığını görüyoruz. Oranlar değişebilir, ama İYİ Parti ve CHP aynı profile yöneldikleri için birbirlerinin kaçınılmaz rakibi olmalarına rağmen, birbirlerine açık rekabet siyâseti yürütmedikleri için –bunun heveslileri iki partide olsa bile, Genel Merkez’in ve liderlerin tavrı îtibâriyle söylüyorum– ikisi birbirine çok hasar vermeden rekabet edebilirler. Ha, şöyle olur: Rekabet etselerdi biri daha fazla alırdı, biri daha az alırdı; belki bugün anketlerde daha farklı sonuçlar çıkardı. Ama ikisi de bu alana girmeyerek, kendiliğinden rekabetin ikisine de zarar vermediği bir tablo oluştu. Aynı alana yükleniyor olmalarına rağmen, ikisi de farklı oranlarda oy artışı sağlayabildiler. Birincisi bu.

İkincisi, Meral Akşener’in “Aday olmuyorum” demesiyle siyâsî olarak partisini ve iddiasını geri çektiği görüntüsünün de tam öyle oluşmadığını görüyoruz. Bu açıklamadan sonra, İYİ Parti’nin tam tersine bir grafik izlemekle birlikte, genel olarak ivme artıran tek parti görüntüsünün değişmediğini görüyoruz. Meral Akşener’in başbakanlık iddiası tabii ki değişebilir, tamâmen devreden çıkmış olduğunu düşünmüyorum. Önümüzdeki konjonktürde masaya konulacak bir şey hâline gelebilir, o ayrı. Ama aslında Akşener’in başbakanlık iddiası, sonraya dâir, seçimden sonrasını işâret eden bir iddiaydı. Biraz önce bahsettiğim “imkân”ı, yani Türkiye’nin merkez sağ çoğunluğunu alarak Türkiye’nin birinci partisi olduğu, senin dediğin gibi AKP’nin iktidardan düştüğü, o tabanın parçalandığı, onun önemli bir kısmının adres aradığı bir konjonktürde, “geleceğin imkânı” olarak kendisini daha ileriye taşıyan bir perspektifi açma iddiasıydı. Akşener, bu rejim ya da bu iktidar devrildiğinde, CHP birinci parti olsa bile, devrildikten sonraki birinci parti olmaya aday olduğunu söylüyordu aslında. Dolayısıyla o imkânı oraya, kendisini daha ileriye taşıyordu. Meral Akşener’in, 2018’den bugüne kadar üstüne oynadığı ve seçmenini büyük ölçüde toplandığı imkân, bu iktidârı değiştirebilecek önemli bir odak olmak. Bu, başından îtibâren Millet İttifakı’nın önemli bileşeni sayıldı. 

Hatırlarsan, Akşener daha parti kurmadan bile kendisiyle politik olarak yakın olmayan çoğu CHP’li pek çok muhâlif çevre, Akşener’e büyük bir ilgi gösteriyorlardı. Hattâ Akşener’e gösterilen ilginin en büyük kısmı da kendisinin seçmeni olacaklar değil, muhâlefet blokunun diğer kesimleriydi. Çok dikkatle tâkip ediyorlardı, onun varlığına büyük rol atfediyorlardı. Sonuçta, yerel seçimde ve 2018’de de bunun etkilerini gördük. Bugün ise İYİ Parti üzerine yapılan analizleri belirleyen iki öngörünün çıkmadığını düşünüyorum. Bunlardan, İYİ Parti’nin nasıl sonuç çıkardığını bilmiyorum. Şu anda İYİ Parti, birbiriyle temâsı biraz zayıf olan üç odaktan oluşuyor: Meral Akşener ve onun yürüttüğü bir strateji var; büyük ölçüde tamâmen başka reflekslerle kurulmuş ve Akşener’in yürüttüğü stratejiyle ve seçmenin beklentileriyle tam entegre olmayan bir teşkilât var. Üçüncüsü de, biraz önce söylediğim gibi daha geniş bir alana yayılmış seçmen tercihi var.

Bu seçimde, bu blokların birbiriyle ilişkisinin nasıl kurulduğunu göreceğiz. Şu anda hâlâ onun çatılmasıyla karşı karşıyayız. Resmi tam olarak gördüğümüz, hiçbir parçanın da tam olarak kendi pozisyonunu algılayabildiği bir tablo henüz netleşmedi. 

Ruşen Çakır: Bu arada şunu fark ediyorum: KONDA anketinden en çok rahatsız olanlar Zafer Partililer. Benim gördüğüm anketleri sen de görmüşsündür, oy oranı %2 gözüküyor. Onun bile bir başarı olması söz konusu. Ama koptukları partinin çok net bir şekilde başarılı olması, onun, ne olursa olsun küçük çaplı başarısını gölgeliyor. Sonuçta ortaya şöyle bir husus çıkacak: İktidara yürüyen bir partiyi terk edip, az da olsa kendi çapında bir başarı göstermenin bir anlamı olmayacak. Çünkü ortada partiden ayrılmanın dışında bir kavga da var. Onun bu kadar yüksek olması, bir başarısı varsa bile onu gölgeliyor. Bir rahatsızlık var, onu çok çıplak şekilde görmek mümkün. “Bu, siparişle yapılmış” diyorlar…

Kemal Can: Ama şu önemli: Örneğini çok gördüğümüz bir şey bu. Özellikle milliyetçi kitle partilerinde daha net görülüyor. Bunun örneği de MHP. MHP, defâlarca kendi içinden gelen kopmaların hepsinden oy artırarak çıkmıştır. Kopanlar, beklenenden daha yüksek performans gösterseler bile. Bu şundan dolayı oluyor: Bâzen partinin içindeki ideolojik tansiyon dışarı çıkartıldığında bir rahatlamaya yol açıyor ve o rahatlama, ana gövdenin imkân olarak görülebileceği çevrelerdeki rahatlamayla bir ivme kazanıyor.

Ruşen Çakır: Ben baştan beri öyle düşünüyorum. Ümit Özdağ’ın İYİ Parti’den ayrılması, aynı şekilde Muharrem İnce’nin CHP’den ayrılması da, aslında bu partilerin işine yaradı. Ümit Özdağ’ın veya Muharrem İnce’nin partilerinde kalıp liderlerini sıkıştırmaya devam etmelerini, onlar bir şey derken başka bir şey demelerini ya da Ümit Özdağ’ın İYİ Partili birisi olarak “Mansur Yavaş” demesini ya da Muharrem İnce’nin kalkıp başka bir şey söylediğini düşünsene… Şimdi, kendi partilerini kurdular. En son bir araya da geldiler, biliyorsun. Ama öteki partileri aşındıramadılar. Belki bir şeyler aldılar, ama meselâ Memleket Partisi kuruldu diye CHP’nin oy oranı azalmış gözükmüyor.

Kemal Can: Şu anda anketlerde “diğer” kategorisinde ölçülen partiler, asıl olarak gri alanda faaliyet gösteriyorlar. Yani muhâlefet ya da iktidârın, kararsızlıktan kendisine çekemediği, hattâ bir kısmı bayağı tepkisel, protesto oyu sınırında durabilecek alanlarda varlık gösteriyorlar. “Lânet olsun, hiç oy vermeyeceğim” demekle, “Gideceğim, şu partiye vereceğim. Görsünler öbürküler günlerini” protestosu benzer protestolar. Dolayısıyla bu tür tepki potansiyelini toparlayan partiler her zaman olur. Bâzen yüklendikleri alanlar ve temalar isâbetliyse, çok ciddî şeyler de kazanabilirler. Türkiye’de de, dünyada da örnekleri var. Ama dediğin gibi, içinden çıktıkları ana gövdelere fazla hasar veremiyorlar. Belki kararsız blokunda kafa karışıklığının devam etmesini ya da seçeneksizlikle bile olsa, buradaki ana gövdeye tekrar eklemlenebilecek birilerini orada tutma sonucunu doğuran bir fonksiyon kazanıyor olabilirler.

Ruşen Çakır: Kemal, son olarak soru-cevap meselesini konuşalım: Erdoğan’ın on sorusu, Kılıçdaroğlu’nun bunlara cevâbı ve sonra kendisinin yönelttiği on soru… Ben bu konuyla ilgili epeyce konuştum, hattâ dün de bir değerlendirme yaptım. Pazar günkü yazımda da buradan referansla bir şeyler yazacağım. Açıkçası, Erdoğan’ın sorularının kendisi için çok olumsuz bir şey olduğunu düşünüyorum. En sondaki, “Karşıma aday olarak çıkacak yüreğin var mı?” sorusunu sorsa yeterdi. Hep yukarıdan bakan, Kılıçdaroğlu’nu “Bay Kemal” diyerek küçümseyen Erdoğan, şimdi Kılıçdaroğlu’nu doğrudan muhâtap alıp, teker teker soru soruyor. Soruların hepsi de aslında hamâset. “Şuna ne diyorsun? Buna ne diyorsun?” dediği şeyler… Ekonomik krizden nasıl bahsediyor? “Dünyada salgın ve savaş nedeniyle yaşanan krizin ülkemizdeki etkilerine karşı yaptığımız mücâdeleye ne diyorsun?” diye, sanki enflasyonla bir mücâdele varmış gibi bahsediyor. O soruları sormasında Erdoğan’ın çok büyük bir özgüven sorunu olduğunu düşünüyorum. Tam tersini düşünen çok kişi var, biliyorum. “Erdoğan hâlâ güçlü” diyorlar. Meselâ Abdülkadir Selvi “Erdoğan, 2023 seçimlerinde rakibini Kılıçdaroğlu olarak belirledi” yazmış. Ben onun güç olduğunu düşünmüyorum. 

Kılıçdaroğlu’nun, verdiği cevaplar ve Erdoğan’a sorduğu sorulardan da, aslında çok önemli bir fırsat yakaladığının tam olarak farkına varamadığını düşünüyorum. Dünkü değerlendirmemde de bunu söylemiştim. Erdoğan’ın o çıkışı, bence aslında çok kritik bir şeydi; rollerin değiştiğini gösteriyordu. Kılıçdaroğlu’nu kendisine eşit, hattâ kendisinden daha ileride gören bir Erdoğan vardı. Sanki neredeyse kendisi muhâlefet, o iktidarmış gibi. Ama Kılıçdaroğlu’nun, bu fırsatın farkına varamadığını, hâlâ eski tarzıyla konuştuğunu düşünüyorum. Erdoğan’ın sorularını, Kılıçdaroğlu’nun psikolojik üstünlüğü yakalamış olduğunun îtirâfı olarak görüyorum. Çoğu insan hâlâ Erdoğan’a çok güç atfettiği için, Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu oyuna çektiğini, onu kutuplaştırma tuzağına çekmek istediğini söylüyor. Orada kutuplaşma tuzağına çekecek bir şey yok. O soruların çoğunu bir şekilde yerel seçimde de sordular. Hiçbir anlamı olmadı. 

Erdoğan’ın stratejik olarak çok büyük bir yanlış yaptığını düşünüyorum. Eski Erdoğan olsa, önüne böyle bir konuşma metni geldiğinde fırça atar ve “Ne gerek var? Ben bunu bu adama niye sorayım ki?” der geçerdi diye düşünüyorum. Tabii bu arada, Gezi’yle ilgili ettiği hakaretler ayrı bir kalem… Aslında bunları bir bütün olarak düşününce, artık kaybettiğinin daha fazla bilincine varan ya da en azından bilinçaltında bu olan ve karşısındakini sıkıştıran değil, sıkışmış birisinin refleksleri gibi geldi bana. 

Kemal Can: Ben çok da öyle görmüyorum. Şu nedenle görmüyorum: Onun daha güçlü olduğu ya da atfedilen gücün haklı olduğu anlamına gelmiyor. Ama bence bir yenilgi kabulünden çok, aslında bildiği yoldan devâmın bir göstergesi. Şu olsaydı çâresizlik refleksi ya da panik içerisinde yapılan bir şey diye yorumlayabilirdim. Bu da yeni değil. Çâresizlik, sıkışma anlarında verilen reaksiyonları şuradan anlayabiliriz: Şimdiye kadar hiç yapmadığı bir şey yapmıştır. Burada yeni olan unsur, Kılıçdaroğlu’nu muhâtap alması olabilir. Ama sorduğu soruların ve sıkıştırmaya çalıştığı alanların hiçbiri yeni değil. Sen de söyledin, yerel seçimde de sorulmuştu. Yirmi yıldır kullanılmış şeyler. Daha eskisi bile var. Son on yıldır, neredeyse her konuşmanın teması olan, hattâ bırakalım Erdoğan’ın konuşmalarını, ortalama sokak röportajında, ortalama bir AKP’linin ya da Kılıçdaroğlu veya Akşener’e rastladıklarında reaksiyon vermek için görevli ya da insiyâkî bütün tepkilerin cümlelerini, Cumhurbaşkanı kürsüden söylüyor. Burada yeni hiçbir şey yok. O yüzden ben bunu bir sıkışma refleksinden çok, bildiğini okuma olarak görüyorum.

“Sürtük” meselesi de aslında tam da onun karşılığı olan bir şey. Hani hep bir kışkırtma, bir galeyana getirme isteği atfediliyor ya. Hattâ mahkeme kararlarından yasaklara kadar, her konuda bu söyleniyor: “İktidar bunu yapmak istiyor. Kaos ortamı yaratmak istiyor” deniyor. Asıl orada saçma bir güç vehmedildiğini düşünüyorum. Bunun kolayca çalışabildiği iddiasını ileri sürmek, aslında orada sorunlu. Çünkü orada yapılan şey, kimseyi galeyana getirmek değil. Aşağılayarak, küçümseyerek, hakaret ederek, kendince bir eşitsizliği devam ettirme çâresizliği aslında. Erdoğan’ın o on soruda yapmaya çalıştığı şey de, Meclis kürsüsünden hakaret ederken de yapmaya çalıştığı şey o. 

Ruşen Çakır: Ama orada şöyle bir fark var: Gezicilere ettiği lafı Gezicilere etmiyor, halka ediyor. “Bunlar var ya, bunlar…” diyor. Ama Kılıçdaroğlu’na doğrudan soru yöneltiyor. Ben bunun, sembolik yönü çok güçlü olan bir fark olduğunu düşünüyorum. “Bay Kemal vatan millet bilmez. Bay Kemal bilmem ne yapmaz” dese anlarım. Dikkat et, Bahçeli de, Erdoğan da, artık doğrudan Kemal Kılıçdaroğlu’na lâf yetiştirmeye çalışıyorlar. Bence mesele o. Orada inisiyatif artık Erdoğan’da değil. Söylemeye çalıştığım o. Garip bir şekilde, son dönemde yaptığı şeylerin hepsi üst üste gelince, Kemal Kılıçdaroğlu bir şeyi yakaladı, ama bence neyi yakaladığının da tam olarak farkında değil. “İyi gidiyor, sıkıştırıyorum” diyor olabilir. Abartıyorum gibi gelebilir, birçoğu öyle düşünüyor, ama ben kendimden çok eminim: Bir eşik geçildi, ama henüz bunun farkında değiliz diye düşünüyorum. Bunu anlatması çok zor. Çünkü yirmi yıldır ülkeyi yöneten ve karşısındaki insanı da seçimlerde yenmiş birisi var. Baktığın zaman, tüm sağlık durumuna rağmen daha dinamik görünümlü, prompter’dan okuyan, acayip imkânlarla çalışan birisi var. Ama Kılıçdaroğlu, üst üste yaptığı son hamleleriyle, canını çok acıttı. Erdoğan son yaptığı konuşmalarında TURKEN Vakfı ile ilgili o konulara cevap vermeye çalışıyor. Ne dedi? “Çiftliği öğrenciler için yaptık” dedi. Niye bunu söylüyor? Öğrenciler çiftlikte ne yapacak Kemal? Ortada bir çiftlik var, bir soru var. Soruya verdiği cevap bu: Öğrenciler kullansın diye çiftlik yapmak… Manhattan’daki inşaatı da öğrencilerin kalması için yapmış ya…

Kemal Can: Aslında aynı şey.

Ruşen Çakır: Ama çiftlik çok alâkasız. 

Kemal Can: Manhattan’da yurt da çok alâkasız. Aynı kalem yani…

Ruşen Çakır: En azından ona yurt diyorsun. Ötekine ne diyorsun? Yaz tatillerinde gidip kalacakları yer mi diyorsun? Bunların hepsine lâf yetiştirme ihtiyâcı hissediyor. Eskisi gibi, “Ne diyorsun ya? Ben yapıyorum, sana ne?” diyemiyor. Daha önce de yaptı, ama şimdi daha anlamlı bence. “Paraları ödemem diyorsun. Devlette devamlılık esastır. Yargı var, ödeyeceksin kardeşim” demişti. “Sen kendi kendine niye gelin güvey oluyorsun? Sen seçilecek misin ki? Ne diye ‘Parasını ödemem’ diyorsun?” diyebilirdi. Senin deminki tâbirinle, seçilebileceğini satın alıyor aslında. 

Kemal Can: Evet, ama bunu daha önce de yaptı. Kanal İstanbul meselesinde yaptı. Karşıda bir ivme oluşturulduğu doğru. Kılıçdaroğlu’nun önemli noktalara çomak sokarak, bâzıları kritik alanlarda, bâzıları da abartılı olan müdâhaleler yaparak bir ivme yakaladığı doğru. Bu ivmeye cevap verirken, aynı yöntemleri kullanıyor, sadece muhâtaplık ilişkisini değiştiriyor. Çünkü daha önce Kılıçdaroğlu’na saldırmak, muhâlefetin bütünlüğü açısından elverişli bir şey değildi. Daha önce seçmen, ona cevap vermeyi güçten kayıp olarak algılıyordu. Zâten eşitsiz bir durum var. O eşitsiz durumu devam ettirmek istiyordu. Şimdi, cevapsız bırakmanın güçsüzlük görüntüsü olacağını düşündüğü için, aynı yöntemi bu sefer muhâtap alarak yapmaya çalıştığını düşünüyorum. Bu bir güç atfetmiyor, onun güçlü olduğunu göstermiyor, bundan sonuç da alamıyor. Ama cevap verme mecbûriyetini yaratan şey, eğer bunun karşısında sessiz kalırsa, güçsüzlüğünün görüneceğini düşünüyor. 

Meselâ SADAT meselesinde ne yaptı? Beklenen bir şey miydi? Olabilecek bir şey miydi? “Benle ilgisi yok” diyor. Ama “Benle ilgisi yok”un hemen sonrasında şunu ekliyor: Kendisini değil, bütün devleti ve devletin güvelik bürokrasisini işaret ederek, “Türkiye’nin çıkarlarına ilişkin bir dış saldırının parçası bu” diyor. Erdoğan bir süredir, Kılıçdaroğlu’nu muhâtap alırken siyâsî rakip olarak değil, devleti onun karşısına koyarak hareket ediyor. Zâten seçime de öyle giriyor ya… SADAT’çının söylediği “Sandıkta bunlara veremeyiz” sözü ya da, Bahçeli’nin söylediği “Silivri’ye gönderme işleri” filan, aslında Kılıçdaroğlu’nun ya da muhâlefetin karşısında, devleti seçime sokma mantığı. Sonuçta, o on sorunun içinde, politik farkları gösteren şeyleri değil, son derece genel devletin politikalarını soru olarak Kılıçdaroğlu’nun önüne koyuyor. Muhâtabını devlet olarak koymaya çalışıyor. 

Burada bir güçsüzlük hâli var, evet. Ama ben, buradaki mantığın, Kılıçdaroğlu’nu muhâtap alırken, kişisel bir rekabet alanından çıkartmaya çalışmak olduğunu düşünüyorum. Çünkü Erdoğan’ın sorduğu sorular, başka bir partinin politik programına dâir sorular değil. Buna karşılık Kılıçdaroğlu’nun soruları gayet net. Hakkındaki iddialara ilişkin soru soruyor. Erdoğan ise soyut ve belirsiz, Kılıçdaroğlu’nun genel politik konulardaki tavrını sorguluyor. “Bu iktidârı almaya yetkin misin?”i sorguluyor.

Ruşen Çakır: Yani şunu demeye getiriyorsun: Erdoğan devlete, “Bakın, ben bunlara sâdığım. Ama bu değil.” Yani Erdoğan’ın burada muhâtap aldığı yer, Kılıçdaroğlu üzerinden… 

Kemal Can: Evet,iş çevreleri açısından da. “O paraları ödeyeceksin” hikâyesi…

Ruşen Çakır: Kemal, bu arada ne biçim para kazanmışlar? Bankaların kârları, büyük sermâyenin kârları…

Kemal Can: Hatırlıyorsan, burada “nas”, “liyâkat”, “Merkez Bankası” tartışmaları arasında bunu birkaç kere konuştuk. Bir-iki yıl içerisinde akıl almaz bir servet transferi yaşandı. Bunun beceriksizlik kısmı ayrı, ama becerilen kısmında da neyin becerildiğine, kimden alıp kimden verdiklerine bir bakmak gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Kimden aldıklarını biliyoruz.

Kemal Can: Kime verdiklerini de biliyoruz. Görüyoruz yani.

Ruşen Çakır: “Kimden alıp kime veriyor?” denince, sadece kendisine sâdık olanlara değil, her türlü büyük sermâyeye ve bankaya da veriyor. Kurlar o kadar iniyor, çıkıyor, fâizler diyorsun, bir bakıyorsun bankalar acayip kâr etmişler. Banka neyin üzerinden kâr ediyor? Oraya para yatıranların üzerinden. Para yatıranlar ne oldu? Para yatıranlar yoksullaşıyor.

Kemal Can: Parası olup para yatıranlar kazanıyor. Parası olmayıp para yatıranlar kaybediyor. 

Ruşen Çakır: Bunlar bu rejimin değişmesini istemez. 

Kemal Can: Ekonomi biliminin kurallarına aykırı davranmak, çok tartışıldı ya, ekonomi biliminin kuralları dediğin şey, herkes için aynı şey değil. Ekonominin kuralları, kimin kazanıp kimin kaybedeceğini belirleyecek kurallar. Dolayısıyla, herkes için geçerli kurallardan bahsetmiyoruz. Birtakım teknik gerekleri var. Onu yaparsan bu olur, bunu yaparsan bu olur. Ama onu yaparak bu nedene yol açan şeyin, niye yapıldığı, kimin işine geldiği ve kimin bunu hâlâ desteklemeye devam ettiği tartışması, biraz daha derin bir tartışma. Ona hiç girilemeyen, Bakan Nebati’yle, Merkez Bankası’nın özerkliğiyle ilgili bir sorundan ibâret gibi konuşulan şeyin biraz eksik kaldığını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Bu arada, gazeteci Emin Varol’u bilir misin? O, geçen günkü grup toplantısından sonra Meclis’te bir fotoğraf çekmiş. AK Partili Samsun Milletvekili, Nebati’yle bayağı harâretli tartışıyor. Sonuçta AKP milletvekilleri, ne kadar istemeseler de seçmenle muhâtap olmak zorunda. Ve belli ki, seçmenler sürekli enflasyondan, pahalılıktan şikâyet ediyor. Bugün bakan Nebati’nin “Enflasyon inme eğilimine girdi” açıklaması vardı.

Kemal Can: Söylemeden duramayacağım: Bu sistem tartışmaları için de şöyle bir lâf ediliyor, “Vatandaş ekonomiyle ilgileniyor. Sistem tartışmaları çok soyut kalıyor. Sistem tartışması diye bir şey yok, Parlamenter Sistem çok önemli değil. Ona karşılık, Merkez Bankası’nın özerkliği çok daha önemli.” Allahını seversen, Merkez Bankası’nın özerkliği insanların çok umurunda olabilir mi? Önemli olan, sistemde de Merkez Bankası’nda da bunun olmasından kaynaklanan sorunla ilgili olması. Dolayısıyla işin tartışmasını yaparken, çok teknik detayları çok önemli vaatler gibi ortaya koymak da saçma bir şey.

Ruşen Çakır: Tam boomer’lık olacak da, bunu Türkiye’ye sokan da Özal oldu, biliyorsun. Esas meseleleri tartışmak yerine teknik detayları konuşmak… Neyse. Yine enflasyon açıklandı. %70 küsur gözüküyor, ama resmî rakam oysa… bu ülkeye yazık. 

Kemal Can: O resmî rakam, yine birinden alıp birine vermenin aracı olarak kullanılıyor. Çünkü resmî rakam böyle açıklandığında, ücretlere yansıması da bu resmî rakam üzerinden olacak. Gerçek rakam üzerinden olan ise, onlardan alıp başkalarına verilenin parası.

Ruşen Çakır: Evet, Temmuz ayında yeni asgarî ücretin belirlenmesi bekleniyor. Artışı da resmî enflasyon rakamına göre yapacaklar. Peki, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İzlediğiniz için teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.