Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (36): Türkiye’nin bitmeyen anayasa meselesi

Siyasetname”nin yeni bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile son günlerde CHP’nin kamuda başörtüsü serbestisi hakkında verdiği yasa teklifiyle başlayan ve birçok diğer meseleyle devam eden anayasa tartışmalarını ele alıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar. Siyasetname’nin yeni bir bölümüyle daha karşınızdayız. Her zaman olduğu gibi bu ay da siyasetbilimci, Bilim Akademisi Üyesi, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’yla birlikteyiz. Hocam, merhaba, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk. İyi günler dilerim.

Edgar Şar: Çok teşekkürler. Biz de iyi günler dileriz. Bu ay, şöyle bir başlık attık: Türkiye’nin bitmeyen bir anayasa meselesi var. Aslında adı bu şekilde konmasa da bunun üzerinden yapılan bir rejim meselesi var. Ne zaman böyle bir tartışma olsa, tabii ki siyasetçiler “Rejimi tartışmaya açalım” demiyorlar tabii ki. Ama 1982 Anayasası’nın asker tarafından yapılması ve çok kez değiştirilmesi, artık bambaşka bir Anayasaya dönüşmüş olması, siyasetçilerin, Türkiye’de bir sivil anayasa eksikliğine dikkat çekmesine sebep oluyor ve bu, genelde siyasetçilerin kendi gündemlerini bir şekilde ya empoze ettirmek ya da tartıştırmak için bir vesile olarak kullanılmaya başlandı diyebiliriz.

En son bununla ilgili CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kamuda başörtüsü serbestisi üzerine verdiği bir kanun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başlattığı “Gelin bunu anayasayla çözelim. İçine aileyle ilgili birtakım maddeler koyalım” demesi, daha sonra yine başka birtakım konular, bu tartışmaları yeniden başlattı. Biz de bu ay bu konuyu konuşalım dedik. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tartışma döngüsü sizce neyi işaret ediyor? Siz nasıl okuyorsunuz?

Ersin Kalaycıoğlu: Buna çeşitli açılardan bakmak mümkün. Anayasa hukuku açısından da bakabilmek mümkün; o, anayasa hukukçularının yapacağı iş. Biz siyasetbilimi açısından baktığımız zaman, ortada çok ciddi bir siyasal rejime ait meşruluk bunalımının mevcut olduğunu görüyoruz. Bu bunalım, özellikle 1961 Anayasası’ndan itibaren Türk siyasal hayatının değişmez unsurlarından biri haline geldi. Bu bunalımla birlikte, anayasaların tarafında olan ve karşısında olan siyasi partiler belirdi. Bu, 1980’e kadar böyle devam etti. 1982’den itibaren bütün kurulan siyasal partiler, 82 Anayasası karşısında yer aldı ki, bu Anayasa aslında en büyük sayıda seçmen katılımı ve en büyük sayıda oy desteğiyle kabul edilmiş Anayasamızdır. %90 oranı civarında bir katılma, %90 küsür “Evet” oyuyla kabul edilmiş bir Anayasadır. Ona rağmen, ilk günden itibaren bu Anayasa’yı meşru olarak görmediklerini ifade eden siyasi partiler, bu beyanlarda bulunmaya başladılar. Bunların sayıları giderek arttı, hemen hemen her siyasal parti, 82 Anayasası’nın meşruluğunu tartışan, kabul etmeyen ve ellerine geçen ilk fırsatta bunu değiştirme sözü veren bir siyasi platformda hayatlarına başladılar, sürdürdüler. Bir kısmı artık siyasal hayatımızda değil, çıktılar. Ama onların izi hâlâ devam ediyor.

Şu anda sizin de belirtmiş olduğunuz gibi, Anayasa 1990’lardan itibaren referandumlarla ve Meclis oylamalarıyla çeşitli defalar değiştirildi. 1982 Anayasası’nın temel özellikleri artık kalmadı. Kurulduğu zaman bir yarı parlamenter siyasal rejim öngörmekteydi. Bugün Türkiye, sultanizmle yönetiliyor. Yarı parlamenter bir rejimle ilgisi yok. Parlamentarizmle de bir ilgisi yok. Zaten 16 Nisan 2017 Referandumu’nda parlamenter rejimi ortadan kaldırmak, yerine başkanlık üzerine inşa edilmiş yeni bir rejim kurmak için girişimde bulundular ve bu kurdukları rejim, demokrasinin başkanlık rejimi yerine, bir tür modernlik öncesi sultanizm rejimi şeklinde bir başkanlık rejimine dönüştü. Temel özellikleri bu şekilde belirlenmeye başladı. Dolayısıyla 82 Anayasası’na ilişkin meşruluk tartışmaları katmerlendi.

Şimdi bunu 82 Anayasası’na geri dönmek şeklinde değil de, 82 Anayasası’nı değiştirerek demokratik ve hukuk devletiyle bağdaşık bir demokratik çerçevede çalışacak bir demokrasi esaslı– buna siyasetbilimi literatüründe ‘’Liberal demokrasi’’diyoruz –bir rejim kuracak şekilde değiştirmek için girişimde bulunan siyasi partilerimiz mevcut. Millet İttifakı ve Emek ve Özgürlük İttifakı gibi onun dışında kurulan diğer ittifakların ifade ettiği çerçeveden bakacak olursanız böyle bir iddiayla ortaya çıkıyorlar. Bir de bunlara direnen Cumhur İttifakı partileri, iktidar var. Ancak onlar da bu uygulamada reform yapılması gerektiğini ileri sürüyorlar ve dolayısıyla yine kökten bir şekilde, siyasal rejim unsurlarını tartıştığımız bir dönem yaşamaya başladık.

Bu tabii aynı zamanda iktidardaki siyasal parti blokunun çok işine geliyor. Çünkü siyasal gündemi değiştiriyor. Sürekli olarak yapmakta oldukları şey de zaten bu. Türkiye son derece ciddi fay hatlarıyla bölünmüş, kültürel bakımdan ayrışmış, ayrışma içinde yaşayan bir siyasal yapıya sahip. Bu, aynı zamanda bir toplumsal yapı. Toplumsal yapının bir siyasal yansımasından bahsedebiliriz. Çeşitli seçmen bloklarına ayrılmış durumdayız ve bu konudaki farklılıkları olabildiğince kendi amaçları için kullanarak, çeşitli seçmen bloklarına bunlar üzerinden ayrıştırıcı mesajlar göndermek suretiyle, ‘’böl ve yönet’’ taktiğiyle Türkiye’yi yönetiyorlar. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi ve lideri, bunda çok mahir. Son 20 yıldır da gayet başarılı bir şekilde bölerek, ayrıştırarak yönetme başarısı gösterdi.

Bunun sonucunda gelmiş olduğumuz noktada siyasal gündem, sürekli olarak kaygan bir zeminde değişime tabi tutuluyor. Her hafta başka bir kültürel ayrımı ön plana getiren bir çıkış yapıyorlar. En son, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden Mahir Ünal’ın birdenbire, nereden çıktığı belli olmayan bir şekilde Harf Devrimi’ni hedef alan birtakım gerçek ötesi açıklamalar yaptığını gördük. Bunların olgusal bir temeli yok. Türkçe düşünerek insanların düşünmeyi beceremediklerini iddia etti. Tuhaf bir iddia… Çünkü burada sadece bugünün Türkçesi değil, aynı zamanda eskiye giderseniz Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i gibi ortada birçok eser var. Bunlar yüzyıllardır verilmiş. Bunların içinde epeyce enteresan düşünce önerileri, düşünce biçimleri, düşünce kalıpları var. Geniş bir kitlenin de, o metinleri okumamış olsalar bile, bunları zaman zaman onlardan süzülerek gelen sonuçları kullandığını da görüyoruz. Onun için, garipsenebilecek birtakım tuhaf açıklamalar…

Ama içinde yaşadığımız bu çok bölünmüş kültürel ortamın fay hatları üzerinden yapılan bir seçmen seferberliği olarak irdelenecek olursa, son derece farklı bir görüntü bize arz ediyor. Burada temel itibarıyla, çeşitli cephelere ayrışmış; özellikle dini duygular, mezhebi duygular, kimlikler, aynı zamanda etnik kimlikler, demokrasiyle otokrasi konusundaki düşünceler, yaşam biçimleri üzerinden fevkalade parçalanmış bir yapı. Bu yapının saflaşmalarının yaratmış olduğu çokça sayıda çatışma alanı var. Bazı meslektaşlarımız kutuplaşma diyor. Evet, bir kutuplaşmadan söz edebilirsek bunun böyle toplu kutuplaşmalar olarak ifade edilmesi söz konusu. Tek bir kutuplaşma pek söz konusu değilmiş gibi gözüküyor. Esasında bunlar ‘’farklı, iyi toplum imgeleri’’ diye ifade edebileceğimiz şekilde birleştirilmeye de zaman zaman çalışılıyor. Eskiden daha kolay yapılabiliyordu. Daha çok bilimi, insan aklını, ussal düşünceyi, akla uygun düşünceyi ön plana getiren; bireysel özerklikleri, bireysel düşünce sistemlerini ön plana çıkaran ve bunun çizdiği çerçeve içerisinden düşünerek hayatı yaşamaya çalışan, daha seküler bir ‘’iyi toplum’’ algısı, düşüncesi ve tasarımı var. Bunun karşısında ise, özellikle içinde Sünni mutekit anlayışların derin rol oynadığı bir geleneksel muhafazakâr, daha çok din etkisi altında oluşmuş bulunan bir ‘’iyi toplum’’ algısı, imgesi, bir hayâli olarak ifade edebileceğiniz bir ayrımdan bahsedebilirsiniz. Ancak bu o kadar basit olarak ortaya çıkmıyor. Artık daha da bölünmüş durumda. Özellikle her ikisi içerisinde daha demokratik, daha otoriter talepleri olanlar var. O bakımdan da parçalanmış vaziyetteler. Onun için, çok farklı, böyle sırça gibi dağılmış, çeşitli seçmen bloklarına bölünmüş bir yapıdan bahsediyoruz ve bunların bu farklılıklarını kullanarak, o farklılıklar üzerinden bunları bölüp yönetmek ve çatıştırmak suretiyle oy devşirme stratejisi güden bir iktidar bloku söz konusu. Onun için neredeyse her hafta, bazen her gün, farklı ağızlardan farklı açıklamalar yapılıyor.

Bunlar ulemadan, Diyanet İşleri Başkanlığından birileri olabiliyor. Bunlardan birtakım açıklamalar yapılıyor. Bazı medreselerde, şurada, burada bazı etkinlikler yapılıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi veya MHP’den böyle açıklamalar çıkıyor. Bir kısmı dini mezhebi, bir kısmı etnik Türkçülük üzerinden yapılan açıklamalar. Bunların tetiklediği çeşitli tartışmalar siyasal gündemi belirliyor veya hızla değiştiriyor ve bu gündem, birdenbire çok da güncel olmayan bir şekilde, yani seçmenin öncelikli kaygılarıyla bağlantısı pek de kuvvetli olmayan bir şekilde kamuoyu tartışmacılarının üzerine atladı. Medyanın, özellikle ana akım medyanın, basının üzerine hızla yöneldiği ve onun üzerinden günlerce tartışma programları yaptığı ve dolayısıyla kamuoyunun dikkatini, onları ilgilendiren temel konular olan, özellikle ekonomi veya politik ekonomi diyebileceğiniz konulardan alıp, bu kültürel kimlikler üzerinden ayrışmışlık temelindeki böl-yönet gündemine taşıyor.

Edgar Şar: Hocam, çok kısa araya girebilir miyim? Mutlaka söyleyeceğinizi tamamlayın ama bir de şöyle bir durum var: Bizdeki bu anayasa tartışmalarının da araçsallaştırılması gibi bir durum var. Sizin de söylediğiniz bu bölünmeler veya çoklu kutuplaşma, bir tarafın alıp istediği gibi anayasayı çevirmesine müsaade etmiyor. Mecliste de hiçbir tarafın böyle bir çoğunluğu yok. Baktığınız zaman bugün ülkeyi yöneten otoriter bir blok diyebileceğimiz Cumhur İttifakı’nın, basit çoğunluktan, bir salt çoğunluktan biraz fazla bir çoğunluğu var ama anayasayı değiştirebilecek, bunu referandum şartı ile dahi değiştirebilecek 5’te 3 çoğunluğu yok. Tabii öbür tarafın da yok. Bu durumda bir anayasa değişikliği olması için 2 blokun Anayasa değişmesi için anlaşması gerekiyor. Siz bu 2 bloku biraz daha demokrasiye yönelik bir anayasa değişikliği yapmak isteyen ittifaklarla, otoriter blok olarak ayırdınız. Acaba doğası gereği iki farklı yöntemle, yöntemi geçtim vizyonla hareket eden ittifakının anayasa yapması, anayasa değiştirmesi doğası gereği mümkün mü?

Ersin Kalaycıoğlu: Bunların anlaşabilmeleri kolay ve mümkün değil. Onun için anlaşma yerine “Orasından değiştirelim, burasından değiştirelim” şeklinde, 82 Anayasasını yamalı bohçaya çevirdiler. O meşruiyet sorununu çözmüyor. İşleyebilecek bir anayasa yapacaksanız, temel itibarıyla meşhurluk sorunu olmaması lazım. Çok geniş tabanlı bir meşru olup algısı kucaklaması gerekiyor. Seçmenin özellikle çok büyük çoğunluğunun, mümkünse tamamının, anayasanın temel değerleri üzerinde uzlaşmış olmaları gerekir. O zaman anayasalar çalışıyor. Yani ilk yazılı anayasa, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası. Bugüne kadar fazla bir değişiklik geçirmeden gelmiştir. Zaten çok zor değişebiliyor ama o anayasa 230 yıldır uygulanmaktadır. Son zamanlarda ciddi bir defiyle karşılaştı. Cumhuriyetçi Parti, galiba anayasanın temel bazı kurumlarıyla çatışma içerisine girdi. Anayasanın bu çerçevede Amerika’daki siyasal rejimin demokratik özelliklerini kaybetmeden ayakta kalıp kalamayacağını meslektaşlarımız tartışıyorlar. Biz de dışarıdan izliyoruz. Ama öyle bir sorunla karşı karşıyalar. Orada bile meşruiyet temeli zedelendiği vakit, anayasanın uygulanabilmesi mümkün değil. Çünkü anayasa sadece meşruiyetle ilgili değil, aynı zamanda toplumda çıkan çatışmalarla da ilgili ki, toplumda çatışma olmadan yaşantı pek uzun süreli olarak mümkün değildir. Bütün toplumlarda niza vardır, farklı çıkarlar çatışır. Bunları nasıl bağdaştıracaksınız, nasıl çözeceksiniz? Onun için çatışma çözümü için kurumlar, kurallar, yöntemler, normlar üretmek durumundadır. Anayasa bu konuda önemli bir siyasal rejim aracıdır. Onun sağladığı bu olanaklardan, bu kanallardan geçmek suretiyle etkili bir biçimde ortaya çıkan çatışmaların çözülmesi sağlanabilirse, o anayasalar daha etkili ve daha güçlü bir şekilde, kuruldukları siyasal rejimi koruyarak yollarına devam ederler. Aksi takdirde çok büyük sorunlarla karşılaşırlar. Çünkü siyasal sistemde uzun süreli olarak çatışma konularını giderek daha vahim bir içeriye dönecek şekilde çözmekten aciz bir durumda kalınırsa, o zaman ülke, yarışan siyasal partilerin değil, çatışan siyasal orduların ülkesi haline dönüşür. Oradan da hem rejim yıkılır hem aynı zamanda iç savaş gibi bir koşula savrulursunuz. Bunu engellemek için anayasanın belli önlemleri almış bulunması gerekir ve bu önlemler konusunda da yani çatışma çözümü, kurumları, kuralları, normları, değerleri konusunda da toplumun çok büyük bir kısmının, en azından temel kuvvetlerinin tamamının hemfikir olması gerekmektedir. Dolayısıyla onlara bunları benimseteceksiniz.

Evet, bizim çatışmalarımız olacaktır. Çatışma doğaldır. Çıkarlarımız farklıdır, farklı kültürel kimliklerden bahsettik. Bunların birbirlerini görüş biçimleri, kendilerini tanımlamaları; kendilerinin hedefleri, yaşam şartları, yaşam koşulları ve çıkarları olarak tanımladıkları şeyler birbirleriyle her zaman örtüşmez. Bazen de çatışır. Aynı zamanda toplumda sosyal sınıflar var. Bunların da çıkarları uyum içerisinde değildir. İşçinin çıkarıyla işverenin çıkarı zaman zaman çatışmaktadır. Zaten bunların çeşitli örneklerini görüyoruz. Sendikalar grev yapıyor, lokavtlar yapılıyor… Bunları hangi kurumlarla, ne şekilde, etkili ve büyük çoğunluğun adalet duygularını güçlendirecek şekilde çözeceksiniz? Bunun kurumlarını, yollarını, kanallarını, anayasanın döşemesi lazım. Onun için anayasada genellikle bağımsız, tarafsız, ehil çalışan, dürüst karar veren yargı vurgusu yapılmaktadır.

Tabii bu norm olarak söylenmesi kolay da bunu hayata geçirmek, bu normu bir yaşam olgusu haline dönüştürmek ayrı bir mesele. O, siyasetin işi. Siyaset bunu beceremezse, anayasada yazdığıyla kalıyor. Bunu çeşitli anayasalarda yaşadık; 61 Anayasası’ndan beri görüyoruz. Bugün de Türkiye’de bağımsız, tarafsız bir yargının olmadığını; özellikle muhalefet partileri başta olmak üzere geniş kesimler, barolar ifade ediyorlar. Çeşitli uluslararası karşılaştırmalarda bunu görüyoruz. Ama Anayasamıza bakarsanız, Türkiye bağımsız ve tarafsız yargı ilkesine sahip gibi gözüküyor. Dolayısıyla oraya sadece yazmak değil, oraya yazacaksınız. Ama onun ötesinde bu, kâğıt üzerinde mürekkep olarak kalmayacaksa bunu kabul edecek çok geniş bir kitleye ihtiyacınız var. Sadece seçmen kitlesinden bahsetmiyorum. Aynı zamanda, siyasal seçkinlerin, siyasal partilerin, parti liderlerinin, belli başlı toplumsal baskı gruplarının çıkar gruplarının, işçi ve işveren sendikalarının, sanayicilerin, iş adamlarının, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının, bunun dışında, kamu bürokrasisinde rol oynayan sivil-asker bürokrasisinin tamamının bunları içselleştirmesi, mahkeme kararlarına uymayı bir norm olarak kabul etmesi, seçmenin de bunu kabul etmesi, bunlar yapılmadığı zaman yapmayanı cezalandırması esasının getirilmesi gerekiyor.

Siyasi çalışmaları yetersiz olarak görülen bir hükümetin, bunun maliyeti olarak seçimde oy kaybetmesi söz konusu olmayacaksa, demokrasinin çalışma imkânı bulunmayacak demektir. Dolayısıyla bu ilkelerin üzerinde uzlaşan geniş bir kitle yaratmanız gerekiyor. Onun için bu konuda biraz tartışılması tezekkür, tefekkür edilmesi gerekiyor. Buna Frenkçesiyle deliberasyon deniyor. Üzerinde uzun boylu tartışarak bunun neden böyle makul bir şey olduğunu, neden etik olduğunu, hatta ahlâki bir zorunluluk olduğunu, geniş kitlelerin kabul etmesi ve içselleştirmesi gerek. Aynı zamanda anayasada beklenen, kamu malı üretimlerinin kolaylaştırılması, maliyetinin düşük olması, olabildiğince kolay yapılabilmesi ve büyük destek görmesinin sağlanmasıdır.

Özellikle maliyede, iktisatta veya siyasetbiliminde ‘’kamu malı’’ dediğimiz zaman, kimsenin kullanımından engellenemeyeceği ve herhangi bir şekilde bir olumsuz rekabete konu olmayacak bir mal ve hizmet üretiminden bahsediyoruz. Yani bu herkese sunulacak bir hizmettir. Kirli havanın temizlenmesi: Havayı temizlerseniz herkes bu temiz havadan soluyacaktır. Bu, bir tercihe konu olabilecek, “Sen soluyamazsın” diyebileceğiniz bir kitlenin olamayacağı, birtakım kimseleri dışarıda bırakmanızın lazım mümkün olabileceği bir üretim değildir. Aynı şey savunma için, güvenlik için, adalet için düşünülebilecek meseleler. Dolayısıyla, adaleti bir kamu malı olarak görmemiz lazım. Yani herkesin kucaklayacağı, herkesin kullanmasını sağlayabilecek olan ve bu konuda herhangi bir şekilde olumsuz bir rekabetin olmayacak bir üretimden bahsediyoruz. Bunu sağlayacak çerçeveyi, kurumları, düzenlemeleri ve temel anlayışları anayasada yansıtabilmek söz konusu.

Aynı zamanda bunların anayasayı uygulayacaklar için içselleştirilmesi, doğal olarak kabul edilmesi ve adeta kendiliğinden bu konuya başından beri kabul etmişlermiş gibi dâhil olması söz konusu ki, meşruiyet oradan kaynaklanıyor. Siyasi mekanizmalar, kurumlar, çeşitli bürolarda, farklı mercilerde, mevkilerde, ofislerde çalışırlar. Bu çalışmaların olabildiğince hizmet ve yönetim için üretim yapması ve bu üretimin olabildiğince düşük maliyetle yapılmasını sağlayacak bir çerçeveyi anayasalarının oluşturabilmesi beklenmektedir. Özellikle çağdaş anayasalar. Yani bu mevkiler, o mevkilerde bulunanların belirli kimseleri kayırması için, belirli seçmen gruplarına özel hizmette bulunması yahut kendisine kişisel çıkar temin edecek şekilde birtakım yararlar temin edecek işlerinde çalışmasının engellenmesi esasına göre kurulmak durumundadır.

Tabii burada 21. yüzyıl için yönetim esaslarını belirleyen Birleşmiş Milletlerin Genel Kurulu’nda kabul edilmiş bir belge söz konusu. Bu belgeye göre, buradaki temel kriterler sayılmıştır. Bunların anayasalarda, özellikle yeni yapılacak anayasalarda yer alması ve bunların geniş kitlelere benimsetilmesi, anayasa yapım süreci içerisinde yapılan tartışmalarda benimsetilmesi, iyi anlatılması gerekmektedir. Bunların başında gelenlerden bir tanesi şeffaflıktır. Olabildiğince şeffaf olma, özellikle demokrasiyle yönetilecek temsili hükümetlerde, geniş kitlelere yapılmakta olan uygulamalarda olabildiğince ayrıntılı bilgi vermek söz konusu. Ne yapılacak, kime ne yararı olacak, kime ne zararı olacak? Bu zararın katlanılmasının neden zorunlu olduğunun açıklanabilmesi lazım. Bu kabul edilmezse, bunda ısrar edilmemesi lazım. Rızaya dayalı bir yönetim şeklinden bahsediyoruz. Onun için şeffaflık esas.

Dolayısıyla bir yasa yapımı sürecinde öncelikle şeffaflık, yasa uygulamasında ortaya çıkan sorunların veya başarıların incelenmesi, araştırılması, bunların sürekli ve düzenli olarak kamuoyuyla paylaşılması, çalışmayan yönlerin giderilmesi için hangi kurumların, başta Türkiye Büyük Millet Meclisi olmak üzere nasıl bir mesai harcayacakları, nasıl önlemler alacaklarının araştırılması ve bunun da, kurumsal olarak yapısının, mekanizmalarının anayasaya monte edilmesi gerekiyormuş gibi duruyor. Aynı zamanda hukuk devleti. Hukuk devletini demin saydık. Temel ilkeleri bağımsız, tarafsız, ehil ve dürüst çalışan bir yargı sisteminden bahsediyor. Bunu gerçekleştirmek için nelerin gerekeceği, nasıl çalışacağı, hangi kurumların olması gerekeceği, bunların nasıl izleneceği, bu izlemelerde nasıl bir denetim mekanizmasının uygulanacağı; bu denetimin olabildiğince yürütmeden bağımsız olarak nasıl yapılacağı, nasıl hayata geçirileceğinin esaslarının ortaya konulabilmesi lazım.

Bunlar yapılırken Birleşmiş Milletler dokümanına göre olabildiğince geniş bir kitlenin kendi endişelerini, düşüncelerini, şikâyetlerini, taleplerini yansıtabilecekleri, onları karar alma sürecinin içine alan – buna inclusivity deniyor –bir içkin mekanizma kurulması gerekiyor. Bunu seçimler kısmen yapmaktadır. Ama seçim ötesinde siyasal katılmanın çeşitli şekillerde özendirilmesi; özellikle barışçıl protesto içeren, aynı zamanda dilekçe vermek, elektronik posta ile, medya ve sosyal medya üzerinden fikirlerini ifade etmek gibi özgür bir ortamda gerçekleşmesini sağlayacak temellerin neler olabileceğini belirtmek, esas itibariyle önemlidir. Tabii bu çerçevede, özellikle demokrasi olacaksanız, muhalefetin nasıl çalışacağı, iktidarla aynı koşullarda nasıl yarışacağının temel özelliklerini, temel mekanizmalarını oluşturmak mecburiyetindesiniz. Dolayısıyla bu unsurları gerçekleştiren bir siyasal rejim yapısı ve bunun da tam merkezinde bir yazılı anayasa, doğal olarak önemli bir rol işlemektedir.

Şimdi biz, bu saydığım unsurların tamamı itibarıyla 82 Anayasası’nda bunların dışına düşmüş durumdayız. Şu anda uyguladığımız 1982 Anayasası, iki önemli değişiklikten geçti: 2007’deki 21 Ekim Referandumu ile yarı başkanlık sistemine hukuken döndük. Yani cumhurbaşkanının veya devlet başkanının doğrudan halk oyuyla seçildiği, hükümetin ve yasamanın ayrıca doğrudan halk oyuyla seçildiği, daha doğrusu yasamanın doğrudan halk oyuyla seçildiği, başbakan ve bakanlar kurulunun yasamanın içerisinden çıktığı ve ona karşı sorumlu olduğu, aynı zamanda cumhurbaşkanına karşı da sorumlu olduğu bir yapıya geçtik. 2014’te uygulamaya konuldu. 4 yıl sonra veya 16 Nisan 2017 referandumunu alacaksanız 3 yıl sonra bunu da değiştirerek başbakan ve Bakanlar Kurulunu iptal etmek suretiyle başkanlık türü bir yapıya geçtik. Ama bu melez bir yapıdır, demokratik bir yapı değildir. Siyaset sosyolojisi açısından temel özellikleri, söylediğim gibi sultanizm yapısı.

Edgar Şar: Hocam çok kısa araya girebilir miyim? Bir şey dikkatimi çekti de… Geçenlerde YouTube’da 32. Gün’ün, rahmetli Mehmet Ali Birand’ın zamanında çektiği belgesellerini ya da televizyon programlarını toplayan bir YouTube kanalında eski bir belgesele gözüm takıldı. Orada “Eğer Özal yaşasaydı…” başlıklı bir belgesel vardı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal öldükten 1 yıl sonra yapılmış bir belgesel. 1994 yılında. Yakın çalışma arkadaşlarıyla yapılan röportajlar var. “Eğer yaşasaydı ne yapacaktı?” sorusuna cevap arıyorlar ve aslında ölümünden hemen önce, çok ciddi bir şekilde başkanlık sistemi üzerinde çalıştıklarını, hatta kendisinin cumhurbaşkanlığından istifa edip parti kuracağını ve daha sonra anayasa değişikliğine götüreceğini söylüyorlardı. Tabii bunlar biraz spekülatif de sayılabilir ama böyle iddialar var. O belgeselde, Türkiye’de başkanlık sistemi zaman zaman savunulurken kullanılan birtakım argümanları göstermesi açısından önemli gördüm. Turgut Özal’ın bir kurmayı şöyle diyordu: “Türkiye’de yasama ile yürütmeyi ayırmamız lazım. Şu anda her şey yasamadan çıkıyor. Hükümet de meclisten çıkıyor. (O zamanlar Türkiye’de parlamenter sistem var) Ayırmamız lazım. Bunu ayırırsak daha etkin olur. Hem yasama hem yürütme birbirlerinden daha özgür olur”

Tabii buna literatürde hem anayasa hukukunda hem siyasetbiliminde ‘’katı güçler ayrılığı’’ deniyor ve başkanlık sisteminin bunu sağladığı iddia ediliyor. En azından Amerika Birleşik Devletlerindeki model, bunu bir bakıma sağlıyor. Çünkü Kongrede yürütmeden bağımsız bir yasama gücü var. Fakat şunu gördüm: O zaman nasıl bir şey planlandığını bilemeyiz ama bugün Türkiye’de bu başkanlık sistemi konusunda çok daha dejenere olmuş bir hâliyle gerçekleştirilmiş durumda. Acaba Türkiye’de başkanlık sistemini isteyen politikacılar – buna Özal, hatta belki başkaları da dâhil – şunu kabul edecekler miydi? Bugün AKP bunu kabul etmedi. Biz katı bir güçler ayrılığı sağlansın istiyoruz. O bakımdan parti disiplinini de çok daha gevşek hâle getirecek, başkan adayının parti lideri olmasını engelleyecek mekanizmalar kuracağız ki bence bu kültürel olarak mümkün değil. Böyle bir şey olacak mıydı? Başkan Meclisi kendi haline bırakacak mıydı ki Meclis yasama yapsın? Oradan aklıma geldi de size de onu söylemek istedim.

Ersin Kalaycıoğlu: Şimdi bu tamamen spekülasyon. Bilimsel hiçbir tarafı yok. Bilim olgularla uğraşıyor. Bunların hiçbiri olgu değil. Yaşasaydı ne olur bilmiyorum; hiçbir şekilde bilebilmek mümkün değil. Bu fikirlerin arasında tutarlılık yok, problem orada. Bugünkü Cumhur İttifakı’nın demokratik bir başkanlık sistemine müsaade etme şansı yok çünkü denetim istemiyor. Oysa başkanlık sisteminin üzerine oturduğu temel, hesap verme, denge ve denetlemedir. O bir denge ve denetlemeler sistemi. Bu konuda yazılmış olan Federalist Papers var. “Başkanlık sistemi” diye ayağa kalkanların bunu okumaları lazım. Ben bunları defaten onlarla 1980’lerden itibaren çeşitli forumlarda, hem akademik formlarda hem televizyonlarda hem yarı akademik toplantılarda tartıştım ve gördüm ki, bunlardan haberdar değiller. Yani Amerika’nın sisteminin ne olduğunu bilmiyorlar.

Ben karşılaştırmalı siyaset üzerinde çalışıyorum. Örneğin Iowa ve Minnesota Üniversitelerinde 10-12 dönem karşılaştırmalı siyaset dersi verdim ve bu dersler içerisinde Amerikan siyasal hayatını Amerikalı öğrencilere de anlattım. Dolayısıyla nasıl çalıştığını biraz biliyorum. Bu sistemin Türkiye’de uygulanma şansı sıfır bile değil. Mümkün değil. Çünkü orada güçlü bir başkan yoktur. Tam tersine, yetkileri fevkalade sınırlandırılmış bir başkanlık kurumu söz konusudur. Başkan çok karizmatik birisi olursa, ona rağmen yetkilerini aşarak birtakım şeyler yapabilir. Ama çok aştığı zaman Başkan Trump’ın içine düştüğü durumla karşı karşıya kalırsınız. Bugün çok ciddi soruşturmalar devam ediyor ve iki defa azledildi. Bizde tam anlaşılmıyor. Impeachment denilen süreç, Türkçeye ‘’azil süreci’’ olarak çevriliyor. Bu kararı veren, Amerika’daki Kongrenin alt meclisi olan Temsilciler Meclisidir. Üst meclis olan Senato ise mahkeme olarak toplanır. Azil kararının gereği olarak suçlu bulursa başkanı görevden alır ve ondan sonra yargılanması için süreç başlar. Şimdi senato partizan bir şekilde karar aldı. Temsilciler Meclisi de partizan şekilde karar aldı ama ciddi kuşkular uyandıran kanıtlar bulunmaktaydı ve iki defa senatonun mahkeme olarak toplanması ile sonuçlandı. Daha önce bunu yaşamış bir Amerikan Başkanı yok.

Peki, bizde böyle bir süreci çalıştırabilecek misiniz? Bizde, 100 senedir devam eden disiplinli parti uygulaması var. Nasıl geçeceksiniz disiplinli parti uygulamasından disiplinsiz parti uygulamasına? Bu mümkün mü? Yasamayı nasıl çalıştıracaksınız? Yani her kafadan bir sesin çıktığı yasamada, çeşitli koalisyonlar oluşturmak suretiyle belli yasaların çıkmasını nasıl temin edeceksiniz? Hükümet politikası olarak seçmene sunulmuş olan çeşitli platformları gerçekleştirmek için yasamayı nasıl çalıştıracaksınız? Basit olarak ifade edeyim: Kısa dönemde yapabilme şansınız yok. Onun dışında, yasama çoğunluğu başka bir partinin elinde olursa, yürütme başka bir partinin elinde olursa, bu ikisi arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde gördüğümüz gibi kenetlenme (gridlock) denilen bir olay ortaya çıkıyor. Bütçe bile geçiremiyorlar. Clinton döneminde, Obama döneminde, Trump döneminde, Amerika bütçe yasalarının ki, oradaki bütçe yasası bizim gibi bir tek yasa değildir. 13 yasaydı, yanılmıyorsam şimdi 12’ye indirdiler. Bu yasaların mali yıl sonuna kadar, yani 30 Haziran’a kadar Kongreden geçmesi gerekiyor. Geçirememeye başlandı. 1976 senesinde Jimmy Carter’ın Başkanlığı döneminde, Demokrat çoğunluğunun bulunduğu bir ortamda karar aldılar. Bu tarihi 30 Haziran’dan 31 Ekim’e attılar, yani olabildiğince sarkıttılar. Onu da başaramayınca, bazı bütçe yasalarını geçirme, diğerlerini geçirememe durumuyla karşı karşıya kaldılar. Geçiremedikleri yasaların uygulandığı kamu kurumlarındaki memurlara yol verdiler. 4 ay, 5 ay boyunca bu insanlar gitti evlerinde oturdu ve 5 kuruş maaş ödemediler. Amerika’da bu iş böyle çalışıyor.

Amerika’da bunun çok büyük ölçüde bir sistem sorununa dönüşmemesinin birkaç nedeni var: Bir tanesi, Amerika’da liberal kapitalizm uygulanıyor. Piyasa, yargı hariç, olabildiğince devlet mekanizmalarından soyutlanmış durumda. Orada yargı çatışmaların çözümü için kullanılan temel mekanizmadır; doğal olarak bu sürecin parçası. Ama onun dışında, büyük ölçüde bazı konularda düzenlemeler yapan yasama -tabii piyasa düzenlemesi de yapabiliyor- büyük ölçüde bağımsız, kendi kurallarına göre çalışıyor. Liberal bir uygulama sistemi içerisinde. Dolayısıyla piyasa bu süreçlerden çok etkilenmiyor. Bir miktar etkilemiyor ama etki sınırlı kalıyor.

İkincisi Amerikan sistemi Türkiye’nin tam tersi. Yani merkeziyetçi değil, adem-i merkeziyetçi. Âdem ölüm, yokluk demektir Arapçada. Yani merkeziyetçiliğin yokluğu üzerine oturmuştur. Yerinden yönetim esastır. 50 eyaleti var. Bu eyaletler esasında devlettir. Bunların 50 devleti var, o devletlerin kendi anayasaları var, benzer şekilde üretilmiş olan kendi kurumları var. Onlar kendi yasalarına, anayasalarına göre yönetiliyor.

Bizde böyle bir durum yok, olabilme şansı da yok. Fevkalade yerinden yönetime müsait bir yapıda çalışan bir sistem alacaksınız, her şeyin ulusal olarak merkezde çözümlendiği bir sistem olan ve bir yönetim kültürü olan Türkiye’ye getirip monte edeceksiniz ve bunun çalışmasını bekleyeceksiniz. Piyasada liberal iktisat uygulayacaksınız, büyük ihtimalle piyasayı temel kurumlardan özerkleştireceksiniz. Bu mümkün mü? Bugün Türkiye’de tamamen piyasa manipülasyonu üzerine çalışan bir ahbap-çavuş kapitalizmi uygulanıyor. Bunu uygulayanlar Amerikan sistemi diyorlar. Yani ya bu uygulamayı yapmayın, ya Amerikan sistemini yapmayın.

Onun ötesinde, Amerikan sisteminde Yüce Mahkeme, 1803’te kendi kararıyla kendisini Anayasa Mahkemesi ilan etmiştir. Anayasal konuların nihai görüşülme merkezidir. Atamalar dışında bunun üzerinde yasama ve yürütmenin hemen hemen hiçbir etkisi yoktur. Atamalar zaman zaman ortaya çıkmaktadır ve bunun sonucunda ,Yüce Mahkeme de daha partizan çalışan bir çerçeveye dönüşebiliyor; onu da son dönemlerde gördük. Onun aldığı kuralların çalışmasında yine yerinden yönetimin büyük ölçüde etkisi var. Birçok insanın hayatı, yaşadığı eyaletin yasaları tarafından Amerikan federal yasalarından ziyade daha fazla etkileniyor.

Amerika’nın bir üçüncü özelliği var: Amerika çok büyük bir yer. Çatışma ortamı içerisine giren insanlar, belli bir yerde yaşamalarının zor olduğunu, komşularıyla geçinemediklerini gördüklerinde, oradan toparlanıp başka bir eyalete gidiyor ve o eyalette kendilerine yeni bir hayat kuruyorlar. Kendi kurmak istedikleri gibi bir hayatı orada yaşamaya başlıyorlar. Bunu özellikle din grupları gösteriyor. Çeşitli, tuhaf tuhaf kiliseler çıkmış durumda. Biz dışarıdan baktığımız zaman bize tuhaf gözüküyor ama kendi yapıları içerisinde gelişen birtakım kurumlar. Bu kurumlar, Amerika Birleşik Devletleri’nin farklı yerlerinde birbirleriyle çatışmadan çok farklı şekillerde yaşantılar sürüyorlar. Toprağının çok büyük olması dolayısıyla başka yerlere göçen insanların eliyle çatışma yoğunluğunu azaltıyor. Bu bir sosyolojik durum, yani anayasanın belirlediği bir unsur değil.

Bizde bunu nasıl oluşturacaksınız? Bizde, az sayıda kente çok büyük bir nüfus yığışımı oldu. Burada çok farklı kökenlerden gelen, birbirini tanımayan birçok insan, günlük çalışma ortamlarında veya şehir içerisindeki gezintilerinde sürekli olarak birbirleriyle karşılaşıyorlar. Birbirleriyle uyuşma ve uyuşmama zeminleri, çok hızlı bir şekilde, dar bir coğrafyaya sıkıştırıldı. Böyle bir ortamda Amerikan başkanlık sistemi nasıl uygulayacaksınız? Amerikan başkanlık sistemini hayata geçirebilecek koşulların büyük çoğunluğu yok. Ankara Enstitüsü benden bu konuda bir yazı istedi, yayınladım. Bizi izleyenler Ankara Enstitüsü’nün bu yayınına ayrıca bakabilirler.

Amerika’daki meslektaşlar Amerika’da da başkanlık sisteminin uygulanmasında ciddi sorunlar olduğunu ve çok da başarılı olmadığını ama demin saymış oldu adem-i merkeziyet, geniş coğrafya, bağımsız kurumlar, bağımsız ekonomik yapılanma ve çalışmalar dolayısıyla, bunların üretmiş olduğu sonuçların Amerikan siyasal hayatında ve ekonomik yaşantıda önemli başarılara neden olabildiğini gösterdiğini vurguluyor. Bu, başka toplumlarda yerine getirilebilmesi mümkün bir örnek değildir. Nitekim Pasifik Okyanusu’nda Palau takımadaları devleti var. Türkiye’de pek bilinmiyor. Bu Palau, bizdekiler gibi Amerikan Anayasası’nı çok beğenmiş ‘’Alalım bunu aynen uygulayalımdemişler ve 1990’lardan itibaren almışlar, uygulamışlar. Palau’nun nüfusu çok küçük. Bir müddet sonra herkes her türlü siyasi görevde bulunmuş. Yani kendi hayatlarını yaşayamaz hale gelmiş durumdalar. ‘’Kurtarın bizi’’ diye bağırıyorlar. Yani her rejim her yerde uygulanmaz. Buradaki uygulamada, siz esas itibarıyla rejimin temel özelliklerini ve demin saydığım Birleşmiş Milletlerin 21. yüzyıl için iyi bir yönetim modelinin temel ilkelerini nasıl hayata geçireceğinizi, hangi kurumlar vasıtasıyla hayata geçireceğinizi, kendi sosyokültürel ve iktisadi ortamınıza uyumlu olarak geliştirmeniz ve üretmeniz gerekiyor.

Edgar Şar: Biraz da deneyimle, değil mi hocam?

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii. Türkiye’de bu insan kaynağı mevcut mu? Bana sorarsanız, evet. Kullanılıyor mu? Hayır. Onun yerine çeşitli parlak fikirlerle ortaya çıkan, gerçekle bağlantısı çok da olmayan iddialarla ortaya çıkan; “Yasama ile yürütmeyi birbirinden ayırırsak bunlar çok iyi çalışır. O zaman yasama yürütmeden hesap sorar.’’ Hesap vermeye hazır mısınız? “Hayır. Biz hesap vermeyiz” diyen bir zihniyet, bugün Türkiye’yi yönetiyor. Hiçbir konuda hesap vermek istemiyorlar. Dünyanın yolsuzluk dosyaları ortaya çıktı, hiçbiri üzerine doğru dürüst gidilemiyor. Böyle bir şey yok. Tam tersine, hesap vermemeyi temel değer, temel şiar, temel endişe edinmiş olan bir iktidarla karşı karşıyasınız. Bunların başkanlıktan bahsediyor olmaları, demokratik başkanlık açısından abesle iştigaldir. Eğer demokratik başkanlık istiyorsanız, en büyük saygı göstereceğiniz husus, bir, hesap verebilmek; iki, insanların özgürlüklerine katiyetle dokunmamaktır. Başta ifade özgürlüğü… Amerikan Anayasası’nın birinci değişiklik maddesinde ifade özgürlüğü vardır ve herkes kabul etmektedir. Sınırsızdır, sınırlandırılamaz. Amerika’da bu konuda sınır hemen hemen yok gibidir. Bunu Türkiye’de uygulayabilecek misiniz?

Yeni ‘’dezenformasyon yasası’’ çıkmış olan bir ülkede konuşuyoruz bütün bunları. O zaman başkanlık diye yola çıktığınız zaman, sultanizme varıyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? Çünkü sizin buradaki zihniyet ortamınız, siyasal seçkinlerin siyasal kültür ortamı, seçmenin siyasal kültürü ortamı, böyle bir yapıya müsait değil. Onun için biz Türkiye’de kendi özelliklerimizi ön plana koyarak düşünmemiz lazım. Onun içinden başından beri diyorum ki, Türkiye’de çok başarıyla uygulanmış, Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş bir meclis hükümeti modeli var ve aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, bu çerçeve içerisinde son derece kritik rol oynamış bir kurum olarak görüyor. Onun için Meclis etrafında bir rejim kurmamız gerekiyor. Öbür türlü Cumhurbaşkanı, Başbakan gibi kolayca özerkliğini yitirecek ve kolayca kişiselleşecek çerçeveden uzaklaşarak ,kurumsal bir çerçeve, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin daha etkin bir şekilde muhalefet içeren bir yapı haline dönüştürülmesi, bunun bu yapı ile hem halk adına yürütmeden hesap sorabilmesi hem aynı zamanda yürütmenin, meclis çoğunluğunun desteğiyle daha etkili bir şekilde çalışabilmesi gerekiyor. Hem yasamaya hem yargıya yatay olarak hesap vermesi hem de aynı zamanda medya ile, sosyal medya ile bundan etkili bir şekilde hesap sorulabilmesi, seçmenin dikey olarak hesap sorabilmesi… Bütün bu hesap sorma yöntemlerinin açık olduğu bir yapı, demokrasidir. Eğer hesap sorma yoksa demokrasi yok. Siyasetbilimi bunu bugün temel ilke olarak kabul etmiş durumda. Dolayısıyla bilimsel olarak kabul etmiş olduğumuz noktaları göz ardı etmeden, Türkiye’nin temel kazanımlarını, temel değerlerini, temel kurumlarını göz önünde bulundurarak yola çıkmak, hareket etmek durumundayız.

Tabii burada bağımsız, tarafsız yargı nasıl oluşturulacağının esasları üzerinde uzlaşmak durumundayız. Bu aynı zamanda hukukçuların, sosyologların, antropologların, yani çeşitli bilim kökeninden gelenlerin katkıda bulunabileceği; Türkiye’yi yönetmiş, geçmiş yönetim tecrübeleri olanların da içine dahil edilebilecekleri bir geniş süreçle ve halkın iyi izleyeceği bir süreçle tartışılarak gündeme getirilmesi gereken bir husustur. Bu şekilde yapabilirsek, bunu bir temelde oluşturabilir ve burada yeni bir demokratik anayasa, meşruiyeti yaygın olarak kabul edilen bir anayasa, aynı zamanda demokratik ve hukuk devleti ilkelerine göre çalışan, temel çerçevesi iyi korunmuş, laik bir yapıyı sürdürebilecek; insanların düşünce özgürlüğünü, vicdan özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü garanti altına alacak bir hâle dönüştürebilecek ve o şekilde yönetebilme imkânı bulabileceğiz.

Aksi takdirde Türkiye’de söylediği farklı, yaptığı farklı olma özelliği gösteren tuhaf bir ayrışma söz konusu. Demokrasi diyorlar, uyguladıkları otokrasi. Başkanlık diyorlar, uyguladıkları sultanizm. Tuhaf bir noktaya gelmiş vaziyetteyiz. Onun için, bugün Türkiye’de konuşmamız, uzlaşmamız, kavramlar üzerinde dahi anlaşmamız mümkün değil; Aynı kavramları kullanmıyoruz. Kullandığımız kavramların adı aynı olsa da, içerikleri farklı. Dolayısıyla kavramların içerikleri üzerinde anlaşmış olduğumuz bir çerçevede tartışma yapabiliyoruz.

Ben bunun bugünkü ortamda demokrasi ve otokrasi taraftarlarının bir araya gelerek, tartışarak becerebilecekleri kanısında maalesef değilim. Dolayısıyla bu tür bir tartışmanın belli bir süreç olarak sürmesi, özellikle demokrasi yanlısı olan kitlelerin, seçmenin; aynı zamanda demokrasi yanlısı olan siyasal güçlerin büyük bir yoğunluğa ulaştığı bir ortamda, onlar arasında yapılacak olan bir tartışma sonucunda gerçekleştirilebilecek bir anayasa olabileceği kanısındayım. Öbür türlü bir anayasa, yine 82 Anayasası’nın birçok defosunu içinde barındıracak bir metin olmaya devam edecektir. Böyle bir anayasanın herhangi bir şekilde Türkiye’ye yararı olacağı konusunda da değilim. Otokrasi anayasası da yapabilirsiniz. Türkiye onunla ne kadar yönetilebilir, zaman itibarıyla görürsünüz. Bu yönetim çok başarılı bir içerik taşımayacaktır.

Biz şu anda temel itibarıyla seçme ve seçilme üzerinden meşruiyete odaklanmış durumdayız. Siyasal meşruiyetin zorluğunu anlamamız açısından, yerleşik bir demokrasideki soruna şöyle bir bakmamızda yarar olduğunu düşünüyorum: Geçtiğimiz hafta içerisinde İngiltere’de Başbakan Liz Truss, 44 gün içerisinde görevini bırakmak mecburiyette kaldı ve şu ânda Muhafazakâr Parti’de yeni bir lider var; yeni bir başbakan olacak diye bekleniyor. Dikkatinizi çekeyim, bu süreç içerisinde, Liz Truss’ın seçimini ilgilendiren herhangi bir meşruiyet sorunu yaşanmadı. Yani oradaki anayasal teamüllere göre, seçilmiş olan bir parti lideri, daha önceki lider Boris Johnson’ın görevden ayrılması dolayısıyla onun yerine geçmiş olan Liz Truss ve aynı zamanda, Kral tarafından teamüllere göre atanmış olan bir başbakan var. Dolayısıyla seçimle ilgili hiçbir meşruiyet sorunu yok. Ama uygulamaya koyduğu ekonomik fikirler sorun yarattı. Bu fikirleri savunarak geldi, ona da dikkatinizi çekeyim. Bu fikirler kendi parti tabanından çok büyük destek de gördü. Fakat kurmuş olduğu kabine ve uygulamaya başladığı bu ekonomik planın piyasalar tarafından neredeyse dehşete varan büyük bir endişe ile karşılanması ve onların gösterdiği tepki, sanki uyguladıkları bu iktisadi modelin çalışmayacağı ve terk edilmesi gerektiği izlenimini yarattı.

Onun dışında, kabinesinin kurulması sırasında, Muhafazakâr Parti’nin içerisindeki bütün kesimlere hitap edecek şekilde karar almamış olması, dar bir kadroyu kendisine çok yakın bağlı olan, uzun seneler beraber çalışmış olan bir kadroyu kabineye taşımış olması dolayısıyla, partisinin desteğini de yitirdi. Dolayısıyla göstermiş olduğu performans, yani çalışmaları yeterli görülmediği için meşru olmadığı kabul ediliyor. Hukuki hiçbir sorunu yok. Seçim meşruiyetinde de hiçbir sorun yok. Ama sadece performansı, hükümet ediş biçiminin getirdiği maliyet aşırı olarak kabul edildiği için, yine kendi parti grubu tarafından görevden el çektirilmek için yeterli baskı uygulandı ve Liz Truss 44 gün içinde görevinden ayrıldı.

Dolayısıyla, meşruluk, Türkiye’de tartışıldığı gibi sadece seçimle iş başına gelmekle sınırlı değildir. Seçimle iş başına gelirsiniz. Hatta seçimler gayet adil ve serbest de yapılmış olabilir. Ama görevde bulunduğunuz zaman zarfında ürettiğiniz maliyet, görev zararı, o kadar müthiş bir noktaya varabilir ki, sizin yönetimde kalma meşruluğunuz ortadan kalkar. Sizi destekleyenler gözünde de ortadan kalkar. O zaman görevden çekilmeyi ve görevi bırakmayı zorunlu hale getiren bir koşul ortaya çıkıyor. Onun için meşruluğun çeşitli türleri var ve hepsi siyaseten aynı derecede önemli. Seçim meşruluğu ne kadar önemliyse performans meşruluğu, görevde bulunduğunuz sürece yapabildiklerinizin ürettiği sonuçlar dolayısıyla bu sonuçların genel kabul görmesi, temel kurumlar ve kesimler tarafından desteklenebiliyor olması, sizin iktidarınızın sürmesi açısından kritik bir nitelik taşıyacaktır. Eğer bu maliyet artarsa, o zaman görevden ayrılabilmeyi kolaylaştıracak bir mekanizmanın, zorlaştıracak bir mekanizmadan daha başarılı olduğunu siyasetbilimciler kabul ediyor.

Bu da genellikle Avrupa’nın batısında görmüş olduğumuz parlamenter rejimlerde daha çok gözüküyor. İngiltere örneğinde olduğu gibi… Başbakanı değiştirmek çok kolaydır. Başkanlar ise 4 yıllığına gayet katı bir şekilde seçilirler. O dönemin sonuna kadar görev yaparlar, erken seçim, demokratik başkanlık uygulamalarında yoktur. Amerika’da hiçbir zaman erken başkanlık seçimi olmadı. Hep 4 yılda oldu, hep Kasım ayının ilk pazartesinin takip eden Salı günü oldu. Hiç değişmedi. Bu, büyük bir istikrar ve aynı zamanda katılık da sağlıyor. Dolayısıyla bir başkanın görevden ayrılması gerekiyorsa, bunun görevden ayrılması fevkalade zor. Ya azil süreci ile görevden ayrılacaksınız yahut bir anayasa değişikliği maddesi var, ona dayanarak ayrılacaksınız. Genellikle ‘’Alzheimer oldu, bunadı veya sağlık durumu el vermiyor’’ gibi nedenlerle yönetme ehliyetiniz kalmamıştır.

Edgar Şar: Incapacitated.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet. Belki bir sağlık belgesiyle yönetme yeteneği gösterebilecek durumda olmadığını bir belgeyle kanıtlayacaksınız. Ondan sonra görevden uzaklaştırılabilmesine Kabine karar veriyor. Bizde Kabine de yok, biliyorsunuz. Anayasal bir kurum değil. Gayri resmi bir kurum. Kabine bir karar alabilir mi, alamaz mı, onu da bilmiyoruz.

Amerikan demokratik başkanlık sisteminde, başkan yardımcısı da başkanla beraber seçiliyor. Bizde atandı. Onun için bizdeki başkan yardımcısı, Cumhurbaşkanlığının memurudur. Halkın tercihine şayan olmuş, seçilmiş bir siyasi kişilik değildir. Bizde çeşitli zorluklar içeren defolu bir uygulama söz konusu. Bunun herhangi bir şekilde demokratik bir çerçevede çalışabileceğini gösteren bir kanıt da şu âna kadar maalesef ortada bulunmamakta. Bu konuda anayasacılar çeşitli ikazlarda bulundular. Kemal Gözler’in “Referandumdan önce, referandumdan sonra” diye güzel bir kitabı var, ilgilenenler okuyabilirler. Neler tartışmışız, ne ikazlarda bulunulmuş, ona rağmen nasıl ısrarla bunu hayata geçirmişler… Bütün defoları biliniyor.

Şu ânda benim de içinde bulunduğum Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği’nin (Anayasa-Der) yapmış olduğu bir çalışma var. Orada öngörülen ne varsa hepsi gerçekleşti. Bütün bu defolar biliniyor. Şimdi Adalet ve Kalkınma Partililer itiraz ediliyor. Bu biliniyordu. Bu yola niye girdiniz? Mânâsı yok… Birçok iddia gerçekle bağlantılı değildi, çalışma imkânı da yok. “Onun için katı bir şekilde bu yasama ve yürütmeyi birbirinden ayıralım, bunun sonucunda çok daha etkili olarak yasama yürütme çalışır” yaklaşımında bulunuldu. Doğru, çok daha etkili olurlar. Birbirlerini denetlemeye başlarlar. Oysa biz denetlemeden hoşlanmayan bir siyasal kültürdeyiz. Bu denetimi nasıl idare edeceksiniz? Yasama, yürütmeyi daha etkili bir şekilde denetlemeye başlarsa, bu değişikliği gerçekleştirmek için ileri sürülen nedenlerin hepsi ortadan kalkar. Hızlı karar almak, etkili karar almak, kararın tartışılmaması, bu süreç biter. Bunun sonucunda Amerika’da olduğu gibi, daha çok birbiriyle çatışan kurumlar ortaya çıkar. Bunun bir sorun olacağı Amerikan Anayasası’nın yapımı sırasında, Federalist Papers dediğim o kaynakta yazılı. Bunu James Madison’a sunmuşlar. ‘’Olsun. Bizim amacımız halkın özgürlüklerini teminat altına almaktır, yoksa hükümetin çalışması önemli değildir’’ demiş.

Bu varsayımı Türkiye’de yapabilecek misiniz? Hükümet çalışsa da olur, çalışmasa da olur. Önemli olan, halkın özgürlükleri hiçbir şekilde sınırlandırılmasın ve halkın özgürlükleri tehlikeye girmesin. Bunu söyleyebilecek misiniz? Hayır. Şu ânda bunu söyleyebileceğimiz bir ortam yok. En son dezenformasyon yasası tartışmalarında gördük. Halkın özgürlüklerini nasıl sınırlanabildiğini yaşayarak biliyoruz ve bunun herhangi bir garantisi Türkiye’de mevcut değil. Amerikan Anayasası’nda mevcut ve Amerika’da halkın çok büyük çoğunluğu bu birinci değişiklik maddesinde öngörülen, neredeyse mutlak ifade özgürlüğünü savunuyorlar ve ondan taviz vermeye niyetli hiç kimse yok. Dolayısıyla orada özgür bir ifade ortamı söz konusu. Başka özgürlükler sınırlandırılıyor, onlara hiç girmeyeyim şimdi. Onun için, bizimle hedef olarak, yapı olarak, vizyon olarak hiçbir şekilde uyuşmayan bir uygulama biçimi, bence biraz siyasilerimizin yanlış değerlendirmeleri ve algılamalarından kaynaklanıyor. Yahut oradaki birtakım kurumların çalışmasını ve birtakım ofislerin görevlerini işlerine geldiği gibi eğip bükmeleri nedeniyle böyle bir algılama ortaya çıkmış. “Biz de onlar gibi olabiliriz” diye övünüyorlar. Bunun temeli yok.

Allah rahmet eylesin, Turgut Bey’in vefatından önce bu konuda bu kadar ısrarcı olduğunu gösteren fazla bir kanıt olduğunu da zannetmiyorum. Etrafındakiler belki ısrarcıydılar. Çünkü kendisiyle tartışılan konularda ben de bulundum. Orada bunun sakıncalarını ifade ettik. Kendisinin de bunu algılamış olduğu kanısındayım. Bu konuda söylendiği kadar büyük bir güçle çalıştığı gibi bir izlenim bulunmuyor. Ama onun da hesap verme konusunda çok niyetli, bunu bir erdemli faaliyet olarak gördüğünü gösteren fazla bir kanıt da mevcut değildir. Orada da bir defomuz var.

Siyasal kültür konusu, yönetim kültürü konusu çok daha geniş bir konu. Orada, demokrasiyle zor bağdaşan zihniyet ve aynı zamanda bir takım uygulama örneklerimiz mevcut. Maalesef bunların giderilebilmesi de çok kolay değil.

Edgar Şar: Hocam isterseniz burada noktayı koyalım. Bunları konuşmaya devam ederiz. Çok çok teşekkürler, sevgili izleyicilerimize de çok teşekkürler diyelim ve Siyasetname’ye bu aylık da noktayı koyalım. Gelecek ay görüşmek üzere.

Ersin Kalaycıoğlu: Herkese iyi akşamlar.

Edgar Şar: İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.