Adını Koyalım (83): CHP’nin yeni vizyonu

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 3 Aralık’ta yaptığı “İkinci Yüzyıla Çağrı” toplantısı beklentileri karşıladı mı? Altılı Masa’nın ortak ekonomi programı nasıl şekillenecek? CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olma konusunda ısrarlı mı?

“Adını Koyalım”da Ayşe Çavdar, Ruşen Çakır, Burak Bilgehan Özpek ve Edgar Şar değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhaba, “Adını Koyalım”dan herkese iyi akşamlar. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Ruşen Çakır’la birlikteyiz. Kemal Can âilesîndeki sağlık sorunları nedeniyle bu akşam aramızda olamayacak. Umarım gelecek hafta yine yayında olacak. Ona selâmlarımızı ve geçmiş olsun dileklerimizi iletelim. 

Bugün, CHP’nin 3 Kasım’da düzenlediği ve daha çok ekonomi ağırlıklı “İkinci Yüzyıla Çağrı” vizyon toplantısı üzerine konuşacağız. Bu tanıtım toplantısı bekleyenleri tatmin etti mi? Bütün bunlar, muhâlefet kanadında haftalardır, aylardır –hatta neredeyse yıl olacak– tartıştığımız meselelerde nereye oturuyor? Bâzı soru işâretlerine cevap verecek mi? Bu konuları tartışacağız. İyi akşamlar hepinize. Hoş geldiniz.

Çavdar- Özpek-Çakır: İyi akşamlar.

Edgar Şar: Ayşe, seninle başlayalım. Biliyorsun her zaman ilk başlangıç için favorim sensin. Bu toplantıyla ilgili bir sürü eleştiri yapıldı; övenler de oldu. Bir de şöyle bir görüş var: “Tamam, çok güzel, vizyonunuz müthiş. Ama ne olacak? Aday kim olacak?” gibi, hani “Artık sadede gelin” diyen bir yaklaşım da var. İçinde bulunduğumuz bu durumda, muhâlefetin iktidâra karşı, henüz azınlığa düşmese de görece güç kaybettiği bir dönemde –ki çeşitli araştırmalar ve aynı zamanda moral üstünlüğü de bunu gösteriyor– bu toplantı bir dönüm noktası oldu mu? Olabilir mi? Ne düşünüyorsun?

Ayşe Çavdar: Dönüm noktası olabilmesi için geç kalındı. Şu ândan îtibâren tek bir dönüm noktası var, o da adayın açıklanacağı gün. Bu kadar geciktirerek, her şeyin gücünü zayıflatmış oldular. Umarım buna değer bir süreç yaşanır. Ben “Daha önce açıklasalardı, niye geç açıkladılar?” demiyorum. Geç açıkladılarsa bile, süreci iyi yönetemedikleri için, o zamâna kadar yaptıkları her şey maalesef havada kalıyor. Böyle bir meseleden bahsediyorum. Bu arada ricâ ediyorum, beni ekranda tek başına bırakmayın mümkünse. 

Dolayısıyla, hayır, bu bir dönüm noktası değil. O dönüm noktasını bekliyoruz. Herkes aday tartışmasına bu kadar kitlenmişken, aday tartışması yüzünden insanlar birbirleriyle, muhâlefet içerisinde de birbirleriyle gerilmişken, her şey bir şekilde havada kalıyor. Adayın kim olduğunu öğrendiğimizde… Bu bana şöyle görünüyor: Önce elini, ayağını gösteriyor. Sonra gözünün birini gösteriyor, en sonunda bedenini gösterecek. Yani aday açıklandığında, biz Altılı Masa’nın nasıl bir bedenle bu işe gireceğini görmüş olacağız. 

Dün akşam Geniş Zaman’da https://medyascope.tv/2022/12/06/ayse-cavdar-aysuda-kolemen-ile-genis-zaman-101-umutlansak-mi/ Aysuda (Kölemen) ile aynı meseleyi konuştuk. Birçok insan bu vizyon toplantısının sunum şeklini problemli buluyor. Açıkçası, ben iyi olduğunu düşünüyorum. Şu içinde bulunduğumuz zaman için, akademik ayağı ile siyâsî ayağının yan yana olmasının o kadar da kötü bir fikir olmadığını düşünüyorum. Klasik bir seçmenden bahsetmiyoruz. Muhâlif seçmeni, Erdoğan’ın kendi vizyonunu açıkladığı seçmenden ve o politik kadrodan ayrıştıran bir hayli özelliği var. Bilerek mi yaptılar, bilmeyerek mi yaptılar bilmiyorum, ama bir şekilde bize, “Şu şu yolları, şu şu sebeplerle, şu verilere dayanarak şöyle alacağız” demeye getiren, dolayısıyla kendisini îzah eden, seyircisini, muhâtabını ciddîye alan bir programdı. Organizasyonda bâzı problemler varmış; insanlar yer bulamamış. Keşke onları da iyi yapsalarmış. Ama olur, zamanla o pratik de kazanılır. Dolayısıyla o şekl ü şemâiliyle ilgili benim bir îtirâzım yok. Belki de artık böyle yapılması gerekiyordur. 

Bir îtirâzım, sürekli herkesin ekonominin siyâset üstü olduğunu söylemesiydi. Ekonominin siyâset üstü bir şey olduğu fikrine zâten îtirâzım var. Olup olabilecek en siyâsî eleştirilmiş şey, ekonomi programını sunarken bunu sürekli söyleyip durmaları tuhaftı. Aslında şunu söylemeye çalışıyorlardı zannediyorum: “Bu program, Altılı Masa’nın en büyük ayağının, yani CHP’nin programıdır. Dolayısıyla baskın olan program büyük oranda bu olacaktır”. Zâten diğerlerinden çok farklı bir şey de söylemiyor. Sâdece kamu tarafını biraz daha ön plana çıkartıyor. “Dolayısıyla biz bu programı partizanca yapmayacağız. Yani diğerlerinden de alacağımızı alacağız, ama program böyle bir program olacak. Bu program partizan bir program olmayacak.” Bu bence, seçmenden çok, Altılı Masa’yı oluşturan partilerin teşkilâtlarına, onların ekonomi kadrolarına verilen bir mesajdı. “Bizim bu programı yapmamızın bir sebebi var. Sonuçta o Altılı Masa’nın etrafında en kalabalık olan, seçmene en çok ulaşan da biziz. Dolayısıyla bizim açıkladığımız bu vizyon, ekonominin dilini oluşturacak.” Bu arada, bir hükûmet programı açıklamıyor bu program. 

Edgar Şar: Bir araya girebilir miyim Ayşe? Bu soruyu Burak’a da soracağım. Belli ki biz özelden genele doğru gideceğiz ve hepinizin genelde söyleyeceği çok şey var, biliyorum. Ama Burak’a söz vermeden önce şu tartışmayı sana da sorayım dedim. Ekonomiyle ilgili Altılı Masa içinde bir gerginlik vardı. Aday meselesinden önce, asıl gerginlik orada gibiydi. “Muhâlefet ekonomide ne yapacak?” meselesinden ziyâde, “Ekonominin başında kim olacak?” tartışması bence daha öndeydi. DEVA Partisi ve Ali Babacan’ın başını çektiği bir ekiple, Bilge Yılmaz’ın başına geçtiği İYİ Parti’nin ekonomi ekibi arasında sanki bir soğuk savaş gibiydi bu. CHP burada sus pusu oynuyor gibiydi. Şimdi yüksek profilli bir çıkış yapmış gibi oldu. Bilge Yılmaz’ı hep, dünyaca bilinen bir okuldan gelen biri olarak tanıyorduk. CHP’de Daron Acemoğlu’nun, Ufuk Akçiğit’in, Refet Gürkaynak’ın  olması… Biraz önce CHP’nin verdiği, “En büyük ortak biziz. Seçmene en çok biz ulaşıyoruz. Bu program ekonomi ayağında asıl program olacak” mesajından bahsettin. Burada bir mesaj var mı? Bu tartışma bu noktaya nasıl değiyor?

Ayşe Çavdar: Ben olduğunu düşünüyorum. Ama şöyle bir durum da var: Dışlayan bir dilde değil o. Olamıyor. Zâten o yüzden, “Bu iş siyâsî bir iş değil” deyip duruyorlar. Aslında “Partizanca bir iş değil” demek istedikleri halde, başka türlü söylüyorlar. Dışlamaya çalışarak da değil. Ama dışarıdan baktığımızda bizim kafamızda hep şu vardı: DEVA Partisi’nin ebâdı belli. Yöneylem’in son araştırmasında %1,2 çıkmış. İYİP, Altılı Masa’nın ikinci ortağı, tamam. Fakat CHP Masa’nın hem en büyük parçası hem de, 5’i sağa yatan, CHP’nin de solun merkezine doğru olduğu tuhaf bir dengesizlik vardı. Sonuçta CHP, sâdece vizyon programının bu kadar geniş olmasından değil, programda bütün o teknokratların, dünyaca ünlü iktisatçıların, anlı şanlı insanların yanında, Hacer Foggo’yu ve Selin Sayek Böke’yi konuşturarak bir mesaj vermiş oldu aslında. Çünkü oradaki teknokrat tâifenin, hocaların söyledikleriyle, Bilge Yılmaz’ın ya da DEVA Partisi’nin söyledikleri arasında, en azından ekonomiyi anlama ve anlatma dilleri arasında çok büyük bir fark yok. Ama bu vizyon programının tonunu veren şey, Hacer Foggo’nun ve Selin Sayek Böke’nin konuşması. Hacer Foggo, sosyal devlet tarafından bahsediyor. Selin Sayek Böke de, hem yeşil dönüşümden, temelinde yeşil dönüşümün olduğu yeni bir kalkınma hamlesinden bahsediyor. Hem de “kamu, kamu, kamu” diyor. O “kamu” dedikçe, benim içime ferahlıklar geliyor.  Dolayısıyla, evet, burada bir mesaj var. O programları da içeren daha geniş bir program sunuyor. DEVA Partisi’nin ve İYİP’in vizyonlarını da içeren daha geniş bir vizyon sunmuş oluyor. 

İçeriği konusunda ne kadar hemfikirim? Zannediyorum benim öyle bir şansım yok. Ben sadece sunumdan bahsediyorum, ben iktisatçı değilim. Ama pek çok eleştiri var. Özellikle AKP’nin 2007’ye kadar gittiği yolu temel alıp, oradan devam eden, o sapmayı bertaraf eden bir yaklaşımı olduğu meselesinde, pek çok insan hemfikirmiş gibi görünüyor. Bu da biraz akla yatıyor. Benim tespit ettiğim, emek ayağı yok. Emek nasıl örgütlenecek? Emek hakları nasıl kullanılacak, nasıl güçlendirilecek? Sendikalar meselesi ne olacak? Çünkü oralarda bir sürü sorunumuz var. Selin Sayek Böke’nin, bir yerde grevlerden bahsettiği cümlesi dışında başka bir şey yok. Eğer emeğin örgütlenmesinden, önünün açılmasından bahsetmiyorsanız, Hacer Foggo’nun açıkladığı sosyal devlet vizyonu, uygulamada hayır hasenat işine dönüşme riskini taşıyor. Dolayısıyla, hâlâ birbiriyle konuşması gereken birtakım ayakları var.

Edgar Şar: Burada bir virgül koyalım istersen Ayşe. 

Ayşe Çavdar: Evet. Notlarımın hepsini söyledim zâten. Bir tek Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Adayım” dediği kısmı kaldı, ama onu sona saklamak istersin. O yüzden ben şimdilik sözlerimi burada bitireyim.

Edgar Şar: Evet, genele doğru gidiyoruz ve konu illâki oraya gelecek.

Ayşe Çavdar: Özetle CHP, “Evet, ben buradayım. Mekânın sahibi burada” dedi. Bunu geç söylediği için bence iyi yapmadı. CHP’nin programı dışlayıcı bir program değil; ortaklarının programını içeren bir program. Buna rağmen, sâdece ortaklarının yaptıklarını değil, esâsında belli bir noktaya kadar, AKP’nin başlangıçtaki vizyonunu da içeren bir program. İyi olup olmadığını iktisatçılar söylesinler. Ama bu programın siyâsî mânâsı, böyle bir anlam taşıyor.

Edgar Şar: Çok teşekkür ederim. Burak hep kitabın ortasından konuştuğu için, ben şimdi onu kitabın başına çekeceğim. Kitabın ortasını kapatalım ki, ortasına daha sonra gelelim. Şimdi Bilge Yılmaz ve Ali Babacan arasındaki şu ekonomi tartışmasında ne düşündüğünü merak ediyorum. Bu kadar kişiselleştirmeyelim tabiî; ama bence kişisel yönü güçlü bir tartışmaydı. O tartışmadan sonra CHP böyle bir giriş yaptı. Bu, o tartışmada bir şey söylüyor mu? Yoksa adaylık ve diğer meseleler hâricinde konuşulmaya değer hiçbir şey yok mu diyorsun? Nasıl bakıyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Orada bir sonraki dönemde ekonominin yönetiminde kimin olacağı tartışması var. İYİ Parti, Bilge Yılmaz ile çalışarak burada iddialı bir çıkış yaptı. Öte taraftan Babacan da kendisine göre bir başarı hikâyesine sâhip ve o da bu konuda iddialı. Son zamanlarda DEVA Partisi’nin muhâlefete katkısı, oydan ziyâde, çalışılmış eylem planları olarak oraya çıkıyor. Bu eylem planları üzerinden en hazırlıklı parti olduklarını kendileri söylüyorlar. Dolayısıyla daha teknik, daha teknokratik bir yerde konumlanmayı seçiyorlar. Ama tabiî, teknik ve teknokratik olmak, tek bir partinin tekelinde değil. Gerekli hazırlıkları yapıp gerekli isimlerle çalıştığınız zaman, İYİ Parti de, Cumhuriyet Halk Partisi de bir ekonomi programı ortaya koyabiliyor. Yani bu çok istisnâî bir şey değil. Sâdece belirli kişilere nasip olmuş, sâdece belirli kişilerin üzerinde yorum yapacağı bir mesele değil. Dolayısıyla, İYİ Parti ile DEVA Partisi arasındaki meselede mutlaka ekonomi anlayışları açısından farklılaşan taraflar var, ama daha çok, bir sonraki dönemde ekonomi yönetiminde kimin belirleyici olması meselesi var. 

Bildiğim kadarıyla, Bilge Yılmaz 2002 sonrası dönemi eleştirmekte çok çekingen değil. Yani Türkiye’deki birçok sorunun, başarı hikâyesi olarak gözüken 2002-2010 seneleri arasında yanlış atılmış adımlardan kaynaklandığını söylüyor. Dolayısıyla daha kapsamlı bir politika öneriyor. Ali Bey ise kendi bakanlık dönemindeki başarı hikâyesinin terk edildiğini, o hikâyeye geri dönüldüğü zaman, yeni dünyanın, değişen dünyanın koşullarına adapte olacak ilâve politikalar izlendiği zaman tekrar başarılı olabileceğini iddia ediyor. Ama Ayşe’nin dediğine katılıyorum. Genel îtibârıyla aynı paradigmanın ekonomi anlayışları bunlar. Yani birbirleriyle çatışan, uzlaşmaz anlayışlar değil. Dolayısıyla, o çatışmanın bir ekol çatışması ya da program çatışması olduğu kanaatinde değilim. Bana sorarsanız gayet siyâsî bir çatışma. Hattâ böyle kanlı canlı bir siyâsî çatışma — seçimlerden sonra ekonominin kimde olacağı tartışması. Onun adını bu şekilde koyalım. 

Ben, vizyon belgesinin içeriğini ayrı tartışmak, vizyon belgesine yüklenen siyâsî anlamı da ayrı tartışmak taraftarıyım. Buradan da onu söyleyeyim. 

Edgar Şar: İçerikle ilgili tespitlerini alalım. Zaten siyâsî anlamını ikinci turda ayrıntılı bir şekilde masaya yatıracağız.

Burak Bilgehan Özpek: Ben bir liberal olarak çok hoşnutsuz değilim. Açıklanan programdan memnunum. Çünkü neoliberalizm, aslında kurumlar rejimidir. Her ne kadar insanlar, Tayyip Erdoğan yönetimini neoliberalizm ile eleştirse de, aslında o keyfî bir yönetim. Daha “neopatrimonyal” dediğimiz, insanların kamu kaynaklarına bağımlı olduğu, kamu kaynaklarının da keyfî şekilde dağıtıldığı, bize daha modern devlet öncesi ekonomik anlayışı hatırlatan bir ekonomi var burada. Dolayısıyla Türkiye’de neoliberal bir kurumsallaşma süreci yaşanmadı. Daha doğrusu, yaşanmış olan, yani hayâtın bazı alanlarında hâkim olan kurumları da Tayyip Bey son 10 senede sırasıyla yıktı. O yüzden yeniden kurum inşâ etme süreci başlıyor. Yani Kemal Bey’in “sistem” dediği mesele aslında bu. Bu kurumları yeniden inşâ etmek, bürokratik kurumların özerkliğini sağlamak lâzım. Kamu bankalarının özerkliği, Merkez Bankası’nın özerkliği, bürokrasinin otonomisi… Bu konular son derece önemli ve “sistem” denirken bahsedilen şey aslında bu.

İkinci olarak, Türkiye’nin, Avrupa’nın bir parçası olarak hareket etmesi gerekiyor ve Avrupa’da bir yeşil dönüşüm rüzgârı var. Sizler Almanya’dasınız. Ben de Almanya’da bunu yakından gördüm. Birçok araştırma merkezini ziyâret ettim. Berlin Bilim Zirvesi’ndeki sonuçları da dinledim. Hakîkaten çok farklı konulardan konuşuyoruz. Yani Türkiye’deki insanlarla Almanya’daki insanlar farklı bir evrende yaşıyor gibiler. Hattâ benim katıldığım Berlin Bilim Zirvesi’nin öğle yemeğinde, hamburgerin içerisine et koymamışlardı meselâ. Mantardan yapılmış, ete benzeyen bir şey vardı. Tatlı ikram ettiler, tatlı değildi. Bu yeni dönemde, hakîkaten böyle şeylere hazırlıklı olmak gerekiyor. Bilim ve kaynaklar, genel îtibâriyle dünyayı daha yaşanılabilir hâle getirmek için seferber ediliyor. Yani biz bilimi teknolojiye çevirirken, onun piyasalaşması, piyasada gördüğü rağbet üzerinden bir ölçüm yapıyorduk ve bizim ana motivasyonumuz, bilimi teknolojiye çevirirken daha fazla kârlılıktı. Ama çevrenin ve iklim konularının konuşulduğu, artık üzerimizde baskı yarattığı dönemde; bilimin teknolojiye dönüşümü, açıkçası bu tip bir motivasyondan kaynaklanacak. Meselâ okyanuslardaki plastikleri yiyen bakteri üretimi gibi tezlerle daha çok muhâtap olacağız ya da yenilenebilir enerji, enerji depolama teknolojileri konusunda yeni projeler olacak. 

Bunlar kârlılıktan ziyâde, genel îtibâriyle çevreyi korumak için ya da iklim konularındaki hassâsiyetleri tatmin etmek için atılacak adımlar. Neoliberalizmi bir anlamda Avrupa’nın güncel meseleleriyle harmanlıyor. Bu, Türkiye açısından bir noktada da mecbûriyet. Çünkü Avrupa Yeşil Mutâbakatı var, biliyorsunuz. Türkiye’nin Avrupa Yeşil Mutâbakatı’na uyum sağlaması; fantastik, çevreci bir kapristen ziyâde, Türkiye’nin Avrupa ile olan iktisâdî ilişkilerinin devam etmesi için elzem. Çünkü Türkiye’de ekoloji meseleleri –tâbirimi hoşgörün–, rahatı yerinde, tuzu kuru insanların soyut, fantastik aktivizmi olarak değerlendirildi çoğu zaman. Halbuki artık Yeşil Mutâbakat’la berâber, ciddî anlamda kendisini disipline etmeyen bir sanayi, Yeşil Mutâbakat şartlarına uymayan bir üretim standardı, Avrupa ile ilişkilerini de zora sokacak ve bunun iktisâdî mâliyetleri olacak. Bu açıdan, ben bu vizyonu son derece pragmatik, neoliberal kurumsallaşma açısından da olumlu buluyorum. Ama bu vizyon üzerinden inşâ edilmeye çalışılan siyâset, tabiî bambaşka bir şey. 

Son olarak, aklımdaki iki soruyu söylemem lâzım. Vizyon toplantısından hemen sonra, Muharrem İnce’nin 2018 yılındaki beyannâmesini okudum. Aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin açıkladığı vizyon, seçmenin ilk defâ muhâtap olduğu konuları içermiyor. 2018 yılında Muharrem İnce de Cumhuriyet Halk Partisi mensubu kişiler, uzmanlar, akademisyenler ve dışarıdan akademisyenlerin desteğiyle bir beyannâme hazırlamıştı. Orada da Endüstri 4.0, iklimle barışık kalkınma, yenilenebilir enerji, hattâ akıllı araba yapmak yerine, bunların enerji sistemlerinin üretilmesi gibi politikalar önermişti, hatırlayacaksınız. Dolayısıyla bu vizyon, aslında yeni ortaya çıkmış bir vizyon değil. 2018 senesinde seçmenle buluşturuldu. Şu anda ortaya konan yenilik, aslında bir anlamda bu projenin takdim edilme tarzı ve dünya çapındaki akademisyenlerin projeye verdiği destek. 

Orada da ikinci soru ortaya çıkıyor. Hakîkaten bu projedeki insanların, bir sonraki hükûmette ya da bir sonraki yönetimdeki rolünün ne olacağı. Çünkü hatırlayacaksınız, Ufuk Akçiğit ve Hacer Foggo, İYİ Parti’nin Kalkınma Kongresi’nde de konuşmuşlardı. Yani yine Ayşe’nin dediği gibi, aslında çok benzer şeyler söylüyorlar. Orada bir ayrışma yok. Dolayısıyla Hakan Kara gibi, Refet Gürkaynak gibi, Ufuk Akçiğit gibi akademisyenlerin, gerçekten burada siyâsî bir figür mü olduğu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin uygulayacağı siyâseti bir anlamda desteklemek için mi orada olduğu, yoksa dışarıdan profesyonel hizmet alınan, sâdece görüşlerini insanlarla paylaşan bağımsız akademisyenler mi olduğu konusuâhâlen daha muallakta. Bunu söylemek lazım. Çünkü vizyon toplantısıyla berâber, sanki bu isimler yeni yönetimin bir parçasıymış ya da parçası olacakmış gibi takdim edildi. Bu aslında çok nezâketli bir tavır değil. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, bu isimlerin böyle Cumhuriyet Halk Partisi siyâsetinin bir parçası olmak gibi bir niyetleri yok. Ama insanlar tabiî ki o mutluluğu, o coşkuyu bozmamak için de îtiraz etmiyorlar. Ama bu hâlâ muallakta olan bir konu. 

Bilge Yılmaz ile, Hacer Foggo ile, bu isimler arasında bir fark var. Hacer Hanım da Bilge Bey de aslında inisiyatif aldılar ve siyâsî bir kimliği kabul ettiler. Yani Hacer Hanım, Cumhuriyet Halk Partisi’nde danışman oldu. Bilge Hoca da İYİ Parti’de Genel Başkan Yardımcısı. Dolayısıyla bu iki isim aslında siyâsî bir risk alıyorlar. Siyâsî parti angajmanı bir risktir. Dolayısıyla politik karakterler olarak projelerini uygulamakla mükellefler. Bu, şu demek: Hem halkla temas edecekler hem teknik bir alanda icrâcı olacaklar. Bu zor bir iş. Ama Daron Acemoğlu gibi, Akçiğit gibi, Kara gibi profesörler, dünya çapında ismi olan insanlar, bu yolu tercih ettiler mi etmediler mi bunu bilmiyoruz. Etmediklerini düşünüyoruz. Eğer etmedilerse, bu vizyon belgesinin bir akademik dayanağı olarak ya da teknik dayanağı olarak lanse edilmelerini, ben ciddî anlamda sorunlu görüyorum. Bunu da söylemek lâzım.

Edgar Şar: Teşekkürler. Ruşen Abi’ye döneyim. Burak’ın son sorduğu sorular önemli. Bir de tabiî bu toplantı, Altılı Masa’nın ekonomi politikasına nasıl bir etkide bulunacak? Bu vizyon belgesi seni tatmin etti mi? Bu konuyu geçen günkü yayınında https://medyascope.tv/2022/12/05/rusen-cakirin-izleyicilerle-ortak-yayini-chpnin-ikinci-yuzyila-cagri-programi-beklentileri-karsiladi-mi/  ele aldın ama, bu konu Altılı Masa’daki ekonomi tartışmasına nasıl bir etki yapacak? Bu birinci soru. İkinci soru: Daron Acemoğlu, Ufuk Akçiğit, Refet Gürkaynak gibi akademisyenlerin orada olması ne anlama geliyor? Burak’ın söylediği gibi, Bilge Yılmaz’la aynı kategoride değiller. Partiye girmiş değiller ama, herhalde bu programın bu şekilde olacağını da biliyorlardı. Bu tercih bir şey ifâde ediyor mu sence?

Ruşen Çakır: İkinci sorundan başlayayım. Bu konuda benim bildiğim, duyduğum birtakım şeyler var. Bir kere, normal şartlarda bunların bir CHP kurmayı gibi gösterilmesi umulmuş, ama orada birtakım ârızalar çıkmış. Her şeyden önce, çok fazla dillendirilmiyor ama bilenler biliyor: Ufuk Akçiğit, Bilge Yılmaz’ın ekibinde. Yani İYİ Parti’ye angaje durumda. Zâten orada biraz işler karışıyor. Çünkü CHP’nin bir olayında kurmaymış gibi gözükme ihtimâli üzerine, bir gün önce Tuncay Özkan’ın yaptığı bir açıklamayla, bu kişilerin sâdece akademik kimlikleriyle katkıda bulundukları söyleniyor. Refet Gürkaynak ve Hakan Kara’nın CHP ile düzenli bir ilişki kurmaya çok karşı olduklarını düşünmüyorum. Üzerinde çok konuşulmadı, ama orada şöyle bir şey oldu biliyorsunuz: Bir gün önce Prof. Özgür Demirtaş’ın Kılıçdaroğlu ile yemek yediği haberi çıktı. Yani bir kadın gazeteci, ismiyle bunu yazdı ve “Kılıçdaroğlu ona ekonominin başına geçmeyi, yabancıları iknâ etmeyi söyledi” dedi. Bu haber yalanlanmadı. 

Şimdi bu kişiler, böyle bir olay söz konusuyken CHP’nin kurmayında olurlar mı, olabilirler mi? Bu ayrı bir tartışma konusu. Bu isimlerin Ankara’dan online bağlanmaları da bir anlamda CHP ile bir mesâfe koyma ihtiyâcından kaynaklanıyor. Bunu çok kişi dile getirdi. Ama o mesâfeyi koyma ihtiyâcını baştan îtibâren düşünmemiş olabilirler. Yani pekâlâ, bu seçim sürecinde, hattâ iktidâra gelinirse seçimden sonra CHP ile birlikte hareket etmeyi düşünüyor olabilirler. Fakat o gün iş biraz karıştı. Ufuk Akçiğit olayıyla berâber bir şeyler değişmiş. 

Benim bildiğim, hattâ bunu bugün Transatlantik’te https://medyascope.tv/2022/12/07/transatlantik-abdden-f-16-karari-chpnin-yuzyil-vizyonu-muhalefet-ve-dis-politika/ de söyledim: Daron Acemoğlu’nun CHP ile olan ilişkisi daha yakın bir ilişki. Yani doğrudan, kurumsal olarak CHP’nin içerisine girmesi herhalde söz konusu olmayacak; ama Daron Acemoğlu, bu süreçte CHP’ye açık bir şekilde destek verecek. Yani bu desteğini tabiî ki birtakım vizyonlar sunarak da yapabilir. Meselâ en son, Kılıçdaroğlu’nun Amerika gezisinde de Daron Acemoğlu’yla yaptığı görüşme haberleştirildi. Halbuki onun öncesinde Ankara’da buluşmuşlardı; o haber olmamıştı. Belli ki orada bir yakınlaşma var. Yani Daron Acemoğlu’nun bu seçim sürecinde CHP’ye daha fazla omuz vermesi ihtimâli olduğunu düşünüyorum. Tabiî burada en angaje olan isim, en az tanıdığımız isim: Jeremy Rifkin. O, açık bir şekilde başdanışman olarak tanımlanıyor. Ama bunu nasıl yapacak? Bu fiilen nasıl olacak? Türkiye’ye mi gelecek, uzaktan mı olacak? Bir de Rifkin, bir ekipten bahsediyor — oralar biraz muallakta. 

Açık söylemek gerekirse bu olayı, bir anlamıyla İYİ Parti’nin Bilge Yılmaz’la berâber yakalamış olduğu ekonomideki inisiyatifi bir ölçüde törpüleme girişimi olarak da görmek lâzım. Ayşe’ye katılıyorum: CHP’nin çok önceden yapması gereken bir şeydi bu. Kılıçdaroğlu’nun daha baştan bunu söylemesi, ondan sonra birtakım kampanyalarını yapması gerekirdi. Ayşe de Burak da bahsetti; burada her ne kadar söylenenler üç aşağı beş yukarı DEVA Partisi ile ya da İYİ Parti ile benzer de olsa, ekonomiyi kimin yöneteceği meselesi bambaşka bir şey. Sonuçta sizin nasıl baktığınızdan ziyâde, kimlerle bu işi yapacağınız meselesi önemli olacak. Kilit yerlere, Merkez Bankası’na, Hazîne’ye, kamu bankalarına kimler yerleştirilecek? Buraları kimler kontrol edecek? Türkiye’de siyâsetin finansmanı meselesi diye bir şey var ve kimse buraları kolay kolay bırakmak istemeyecek.

Bir diğer husus da şu: Herkes buralara teknokrat isimlerin getirileceğini ve liyâkate dayalı olacağını söylüyor. Ama ne İYİ Parti ne CHP ne DEVA ne Gelecek partilerinin, “Buralara hiç karışmayalım. Burada işini bilen insanlar, istedikleri gibi yönlendirsin. Biz buralara hiç müdâhil olmayalım, kadrolaşmalarına müdâhil olmayalım” diyeceklerini sanmıyorum. Bunu sanan varsa da çok saftır. Dolayısıyla burada şu olacak: İktidârın değişmesi durumunda, Altılı Masa koalisyonu, diyelim ki bir görevlendirmede anlaşacak, ama ondan sonra görevlendirilen kişiler hem bir yandan işlerini yapmaya çalışırken, diğer yandan farklı farklı partilerden gelebilecek olan siyâsî baskılara karşı direnmeye çalışacaklar. Burada şunu da özellikle vurgulamak istiyorum: Diyelim ki ekonomi CHP’ye verildi ve CHP birisini oraya getirdi. Diyelim Özgür Demirtaş… Özgür Demirtaş’ın sorunu sdece İYİ Parti, DEVA, Gelecek olmayacak; CHP’nin kendisi de olacak. Ya da Bilge Yılmaz ya da bir başkası… Dolayısıyla, şu anda meseleyi büyük ölçüde, ekonomiyi nasıl yönetmekten ziyâde, kimin yöneteceği meselesinde kartların açılması olarak görmek mümkün. 

Bu gövde gösterisiyle CHP, geç de olsa bu alana girdi ve bence etkili bir çıkış yaptı. Parti kadroları da bundan memnun kaldılar. Ben o salondaydım. Mesela Rifkin’in İngilizce konuşması, akademisyenlerin akademik konuşması sebebiyle, açıkçası insanlar biraz sıkıldı. Ama şu havayı yaşadılar: “Ya, bizim parti dünya çapında iş yapıyor. Dosta düşmana gösteriyor. Helâl olsun, ne muazzam iş” gibi bir duygu yaşadılar ve çok ciddî bir güven tâzelemesi oldu. Ama önümüzdeki dönemde, burada dile getirilen görüşlerden ziyâde, burada alınan pozisyonla Altılı Masa’daki diğer partilerin pozisyonları arasında iktidar mücâdelesi sürecek diye düşünüyorum.

Edgar Şar: Evet, zâten bu toplantı, bu açıdan birtakım soru işâretlerini gidermekten ziyâde, daha yeni soru işâretlerinin katılması şeklinde oldu. Şimdi mâdem başından ortasına geldik, kitabın ortasından devam edelim. Ayşe, seninle devam edelim. Kemal Bey, adaylık meselesinde çok uzun zamandır bir propaganda yürütüyordu. Son aylarda, biraz da Altılı Masa’daki, özellikle İYİ Parti’den buna karşı çıkan seslerin iyice yükselmesiyle ve karşı çıkan sesler yükselirken ona destek veren seslerin aynı oranda yükselmemesiyle, aslında bir geri düşüş yaşamıştı. Şimdi bu geri dönüşe karşı, tekrardan bir çıkış çabası olduğu da ortada. Çünkü sizin o kişilere, “Ekonominin başına geç” diye teklif edebilecek durumda olmanız da, aynı zamanda adaylık yarışındaki pozisyonunuzu anlatan bir şey. 

Biz yaklaşık yarım saattir “Ekonomiyi kim yönetecek?” diye tartışıyoruz. Muhtemelen aday belli olmadan zâten bu soruya cevap çıkmayacak. Altılı Masa’nın herhangi bir ortak beyannâmesinde de bu yazıyor olmayacak. Dolayısıyla Kemal Bey’in burada bu işi devam ettirdiğini görüyoruz. Şimdi buradan ne anlamamız lâzım? Altılı Masa’nın bir dahaki toplantısının ne zaman olacağı da belli değil. Ama birtakım gazeteciler, aldıkları kulis bilgilerine göre Ocak ayının ilk iki haftasında artık bu konu yavaş yavaş belli olur demişlerdi. O tarihlere de bir ay var. Sen ne dersin? Burada nasıl bir yol izlenecek?

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Ayşe Çavdar: Ben iki şey söyleyeceğim. Bir tânesi, bu aday tartışmasını hakîkaten çok yanlış bir şekilde yürüterek muhâlif seçmene çok büyük zarar verdiler. Dolayısıyla, bu zarar verme hâlini devam ettirmeyecek bir yöntem bulmaları lâzım artık. Verdikleri zarar şu oldu: Tanıdıklarım arasında bile var. Çok yakın arkadaşlarımdan biri Ekrem’ci, biri Kılıçdaroğlu’cu ve birbirlerine girmeye başladılar. Mansur’cuları hiç saymıyorum bile. Bu, muhâlif seçmene yapılabilecek en büyük kötülüktü. Şu anda bile, düşüşe geçtiği anda bile, muhâlefetin 3 aday adayı var. Yöneylem’in araştırması elime dün geldiği için söylüyorum; bu 3 aday adayı da farklı oranlarda Erdoğan’ı geride bırakıyorlar. Bu, muhâlefet seçmeni olarak çok neşelenmemiz gereken bir durumken, bizi kederlere ve öfkeye gark eden bir hâle dönüştü. Bu Altılı Masa’nın tamâmının bir arada kotardıkları bir felâket. Böyle iş yapılmaz. Kendi aralarında güç mücâdelesi yapacaklar diye, bir seferberlik olarak yaşanacak seçim sürecini bu şekilde sekteye uğratamazlar. İleride bu konuda kendileriyle hesaplaşmamız gerekecek.

Dönelim adaylara: Üzerinde düşündükçe, bu vizyon toplantısının benim için şöyle bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ikili bir rolü oldu. Bir taraftan, Altılı Masa’nın içeriği dolayısıyla, partisine ve sol seçmene, şimdi Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın bulunduğu segmentteki seçmene, Masa’nın olması gerektiğini savunması gerekiyordu. Bunu meselâ 2019’daki yerel seçimler esnâsında da yaşadık. Yani bir taraftan bir işbirliği, bir seçim ittifâkı var, birlikte bir seçim kazanılıyor. Ama bir taraftan da, o hâlin partiye karşı savunulması gerekiyor. Çünkü parti de muhtemelen, “En nihâyetinde bu iktidar bir şekilde gidiyor. Biz de bunun yenilgiye uğratılmasında en büyük paya sâhibiz; çünkü muhâlif seçmen içerisinde payımız daha büyük. O zaman, buradan gelen gücü niye kendimize almıyoruz da paylaşıyoruz” diye düşünüyor. Dolayısıyla Altılı Masa’yı kendi seçmenine ve partisine karşı savunmak zorundaydı.

Tabiî bir de, partisini Altılı Masa’ya karşı savunmak zorunda. Bunu başörtüsü hikâyesinde gördük. Başörtüsü hikâyesinde kanun teklifi konusu tartışılırken, bir sürü muhâfazakâr insan, “Çok garip bir şey oluyor. Biz şu anda Kılıçdaroğlu’nu CHP’ye karşı savunmak zorunda kalıyoruz” dediler. Böyle saçmalıklar yaşandı. Çünkü CHP seçmeni diye bir şey var. O seçmeni, Altılı Masa’nın diğer partilerinin seçmeni beğenmeyebilirler. Ama Masa’nın kurulmasını sağlayan şey, o beğenmedikleri seçmenin en az %20’yi oluşturması. O Masa başka türlü oluşamazdı. Belki Kemal Bey’i aday olmak zorunda bırakan şey de bu. Hafif geriye çekildiğinde, yani partisini Altılı Masa’ya karşı savunmadığında, “Zâten bu adamdan siyâsetçi olmaz. Bu adam ‘demokrat dede’ ” filan deniyor. Mevzûyu kendi güç paradigmasına doğru çevirmeye çalıştığında, bu sefer de, “Çok içten pazarlıklı bir adam. Meğerse bunca senedir adaylığa yatırım yapıyormuş” deniyor. Dolayısıyla, o ikili karakter onun elini kolunu bağlayan bir şey.

Ben bu vizyon toplantısını, Kemal Bey’in, yüzünü nihâyet partisine ve teşkilâtlarına döndürdüğü bir fırsat olarak görebileceğimizi düşündüm. Çünkü en sonunda, Kemal Bey kendi partisinin adayı olacak — eğer olacaksa. Şimdi döndü; belki de partisini, arkasında ne kadar hissedebileceğini araştırıyor bence. Ben hâlâ mevzûnun ortada olduğunu düşünüyorum. Kimin aday olması gerektiği konusunda da gerçekten hiçbir fikrim yok. Bence fark etmez. Bu adaylık meselesi yüzünden kavga etmenin çok kötü bir fikir olduğunu düşünüyorum. Gerçekten çok kötü bir fikir. 

Dün akşam Aysuda ile yaptığımız programda da söyledim: Şu andan îtibâren bu seçimi seçmen kazanacak. Bu siyâsî partiler, ürettikleri ittifaklar, bu seçmeni hak etmediklerini, bugüne kadar her şeyleriyle, bütün siyâsetleriyle ya da siyâsetsizlikleriyle gösterdiler. Dolayısıyla şu andan îtibâren yapmaları gereken tek şey, yapmaları gereken asgarîyi yapıp, seçmene de, “Tamam, biz dersimizi aldık. Yolumuzda gidiyoruz. Söz, bu seçimi sizin için kazanacağız. Yeter ki sâhada bize destek olun” demeye iknâ etmek. Bunun için yapmaları gereken şey, kendi aralarında bir tür bağıtlaşma. Varsa bir düşmanlıkları, biraz ileriye ertelemek. O kadar çok şeyi ertelediler, o kadar çok şeyi geleceğe ihâle ettiler ki, bence artık bu kavgaları da edebilirler. O yüzden, ben bu toplantının, Kemal Bey’in partisine dönüp, “Ben sizi Altılı Masa için o kadar kırdım…” Bence öyle yaptı; partisini Altılı Masa için kırdı. Hem helâlleşme retoriğinin içerisindeki kimi öğelerle, hem belediyelerdeki kadrolaşma tartışmalarıyla, bugüne kadar partisini epeyce hırpaladı. Şimdi oraya dönüp, bir tür, “Hadi berâberiz burada. Birlikte bu gelecek vizyonunu oluşturuyoruz. CHP olduğu için bu iş var. Benimle misiniz?” diye bu sefer partisine sordu. Daha önce yaptığı gibi, “Ya benimlesiniz ya değilsiniz” söyleminden vazgeçti. 

Ama ben hâlâ Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylık konusunda ne kadar ısrarcı olduğundan emin değilim. Adaylık süreci şeffaf olduğu müddetçe, hangisinin aday olacağını cidden hiç önemsemiyorum. Dolayısıyla, bugüne kadar yaptıkları yanlışları telâfî edebilecek bir anlaşma zemini oluşturmaları gerektiğini, bütün tarafların –yani Kemal Bey de, Ekrem Bey de, Mansur Bey de öyle–  taraftarları eliyle bütün kredilerini tükettiklerini düşünüyorum. Çünkü iknâ etmeleri gereken seçmen kitlesi, Erdoğan’ı seçen seçmenden çok, muhâlefetin içerisinde birbirlerinin rakiplerinin seçmeni olmaya başladı. Bu korkunç bir şey. Hiç olmaması gereken bir yere gitti hikâye. Dediğim gibi, Kemal Bey bu kez yüzünü partisine dönmüş gibi görünüyor. Ama mevzû hâlâ ortada. Görelim mevlâm neyler diyeyim.

Edgar Şar: Teşekkürler Ayşe. Sen “Kavgaya gerek yok, çünkü fark etmeyecek aday meselesi” dedin. Ben de bunun tam tersini kuruyorum. Kavga olduğu için fark edecek. Bu tür rejimlerde kavga bu kadar fazla olunca, seçmenin verdiği tepki çok farklı oluyor. Macaristan’da gördük bunu. Yani birlik olmama görüntüsü, sonunda çıkan aday doğru ya da yanlış –her kimse o–, birlik olmama görüntüsünün kazanabilirlik ve yönetebilirlik algısını yıkma gibi bir durumu var. 

Ayşe Çavdar: Ben, o açıdan fark ettiğini söyledim. Benim açımdan fark etmez dedim. O, işin şaka kısmı. O açıdan tabiî ki çok fark ediyor. Mahvettiler ortalığı. 

Edgar Şar: Şimdi bunu da söyleyince, bu sefer de, “Siz kavga çıkmasın diyerek, X adayı öne çıkarıp onu kabul ettirmeye çalışıyorsunuz” diyorlar. Hayır kardeşim, aday kim olursa olsun kavga olunca, sonunda o da ona zararlı olacak ve sonuçta muhâlefete zararlı olacak. Aklıselim ile bir “voltran” oluşturulması lâzım. Zor, hattâ kimine göre apolitik bir şey de olabilir; ama gereken bu, yani reçete bu. Neyse… Burak, kitabın ortasına geldiğimize göre içindekileri boşaltabilirsin, buyur. 

Burak Bilgehan Özpek: Bir senedir her hafta konuşuyoruz, ama yine benzer şeyler söyleyeceğim. Aslında kavga etmek fenâ fikir değil. Kurallı bir rekabet çok iyi bir sonuç oluşturabilir. Biz bu işi çok şark kurnazlığı ile götürüyoruz ya da şark duygusallığıyla götürüyoruz — öyle söyleyeyim. Yani aslında hiç kavga etmiyormuş gibi davranıyoruz. Altılı Masa’yı olabildiğince siyâsetten arındırıyoruz. Fakat Altılı Masa dışında, olabildiğince siyâset devam ediyor ve aktörler birbirlerinin niyetlerinden kuşkulanıyorlar. Aslında bu kadar tartışmak, bu kadar münakaşa etmek yerine, en başından îtibâren siyâsîleşen, siyâsîleşmeyi beceren bir ittifak kurabilirdik, bunu söylemek lâzım. Neyi kastediyorum? Yani 6 tâne partinin müstakil olarak siyâsetine devam ettiği, müstakil olarak esnafları ziyâret ettiği, müstakil olarak programlarını açıkladığı, müstakil olarak propagandalarını yaptığı, fakat seçimi kazanmak adına, seçimi kazanmanın gerektirdiği adımları işbirliğiyle atacak bir siyâsî ittifak kurmaları mümkündü. Yani 2019 yerel seçiminden önce olduğu gibi. Geçen haftaki programdan sonra “4 tane partinin oy oranı çok az” dediğim için beni çok eleştirdiler; çoğulculuk karşıtı olduğumu söylediler. Ama ben çoğulculuk karşıtı değilim. Tam tersine, bu 4 siyâsî partinin ittifâkın parçası olması gerektiğini düşünenlerdenim. Fakat siyâsî bir ittifâkın güçleri nispetinde parçası olmaları gerektiğini iddia ediyorum.

Seçimin belli aşamaları var. Meselâ eğer anayasayı değiştirmek istiyorsanız, Parlamento’da anayasayı değiştirecek çoğunluğa sâhip olmanız gerekiyor. Bu çok net. Anayasanın değişmesi üzerine yürütülecek bir tartışmadan daha net olan bir şey, anayasa değişecekse, Parlamento’da bu değişikliği sağlayacak kadar milletvekilinizin olması lâzım. Bu sayıya ulaşmak için de, yeni seçim kanunu gereği, çok sıkı ve ince işlenmiş işbirliklerine, ortak listelere ihtiyâcınız var. 

Farkındaysanız, Türkiye’de seçim kanunu değişti ve konuşulmadı. Türkiye’de seçim kanunu değişti ve biz bunu konuşmadık, tartışmadık. Çok dramatik bir değişiklik oldu. Niçin bunu konuşmadık? Çünkü biz, aslında Altılı Masa meselesinin el yordamıyla gittiği, bir şekilde, bir noktada belirli bir tasarıyla sonuçlanabileceğini bilerek hareket ettik. Yani Altılı Masa kurulurken, aslında amacı, belirli bir tabloyu tamamlaması içindi. Bu bakımdan, seçim kanunu değişmişken, partilerin yeni anayasayı konuşmak yerine, yeni getirilen seçim kanununa nasıl intibak edeceklerini, milletvekili listelerinin nasıl oluşturulacağını konuşması gerekiyordu. Bununla birlikte, Türkiye geçmişte çok önemli sandık güvenliği sorunlarıyla boğuştu ve bugün İstanbul seçimlerini kazandıysa, sandık güvenliği konusunda yeterli tedbirleri aldığı için kazandı. Siyâsî partiler müstakil olarak hayatlarına devam ederken, sandık güvenliği konusunu da konuşup işbirliği yapabilirlerdi ve toplumu bu konuda rahatlatabilirlerdi. Başkan adayının kim olacağı veyahut kabine mîmârîsinin nasıl oluşacağı meselesi de aslında bunun bir parçası, siyâsîleşmenin bir parçası. Siyâsîleştiğiniz zaman, seçimi kazanacak adımları atma konusunda ittifak kurduğunuz zaman, bütün bunları başarabiliyorsunuz. Fakat bunlar başarıldığı zaman, yeni seçilecek başkanın, bir sonraki dönemde nasıl hareket edeceğine dâir büyük kuşkular ortaya çıktı. Çünkü siyâsî devam eden bir süreç, muhtemelen siyâsî niteliği yüksek bir başkan adayı üretecekti. Bunun da, Altılı Masa kurulurken murâd edilen amaçla, murâd edilen son ile uyuşmadığı ortada.

Dolayısıyla Altılı Masa; seçim süreci, seçim günü, seçim sonrası sandık güvenliği gibi aslında son derece gerçek ve somut konularda ittifak yapmak yerine, altı tâne partinin, eşit oy hakkıyla, normlar üzerinden, bizi bekleyen gelecek üzerinden, seçim sonrası Türkiye’nin nasıl yönetileceği, nasıl olması gerektiği tartışmaları üzerinden şekillendi ve en son, bir sonraki yüzyılımızı planlamaya kadar geldik. Yani aslında bir sonraki haftayı planlayamazken, 6 ay sonramızı göremezken, bir yüzyıl sonrasını tartışıyoruz. Böyle olmak zorunda. Çünkü Altılı Masa’daki insanların, siyâsîleştiği zaman kaybedecekleri bir ağırlık var. Yani %0,5 oy alan Demokrat Parti ile %25-30 bandında oyalan Cumhuriyet Halk Partisi’nin aynı oy hakkına sâhip olması siyâseten mümkün değil. DEVA, Gelecek, Saadet partileri ile, %25 oy alan bir partinin, hayır kurumu değilse, kendi oyunu eşitlemesi mümkün değil.

Edgar Şar: Araya girebilir miyim? Böyle liderlerin oluşturduğu masalar, biraz uluslararası düzendeki hükûmetler arası sisteme benziyor.

Burak Bilgehan Özpek: Aynen öyle. Ben de ona dayanarak konuşuyorum. 

Edgar Şar: Şimdi şunu merak ediyorum: Biz böyle görüyoruz ama, bir de dünyadaki örneklerinde de, meselâ o masada bir lider bile kabul etmezse, masa bir yere gidemez. Evet, kararlar genellikle oybirliğiyle alınır. Ama eşit oy hakkına ve eşit etkiye sâhip oldukları konusunda emin miyiz? Meselâ adayı önerecek parti, diyelim CHP. Demokrat Parti’nin aday önerme gibi bir iddiası varsa bile, muhtemelen çok bir anlamı olmayacak. Yine meselâ Kemal Bey’in adaylığına Meral Hanım’ın karşı çıkıyor olması –doğrudan söylemedi ama bildiklerimiz açısından söylüyorum–, örneğin eskiden başbakanlık yapmış olmasına rağmen, Ahmet Davutoğlu’nun karşı çıkması kadar, ne medyada ne de konuşulanlarda yer bulmuyor. Kısmen de olsa, aslında sanki yine de oylara göre bir dağılım yok mu? 

Burak Bilgehan Özpek: Ali Babacan, “Biz başkan adaylarını yavaş yavaş belirlemeye başladık” diyor. Temel Karamollaoğlu, eşgüdüm mekanizması gibi bir şeyden bahsediyor. Demokrat Parti Genel Başkan Yardımcısı, bizzat Sözcü gazetesine mülâkat veriyor, manşet oluyor ve başkanlık tartışmalarının içerisine giriyor. Şimdi fiiliyatta olan böyle bir şey var. Yani başkanlık tartışması, aslında küçük partilerin bizzat içinde olduğu ve harâretle içinde olmaktan mutlu oldukları bir tartışma. Üstelik kâğıt üzerinde de, partilerin eşit olarak masada oturduğuna dâir, kamuoyuyla paylaşılan bir beyan var. Bu bana, siyâsetin mantığına çok uygun gelmiyor. Dediğim gibi, müstakil partiler olarak çalışsalardı ve seçimi kazanmak adına bir araya gelselerdi, orada her partinin farklı ağırlıkları olabilirdi. Çünkü siyâsî bir ittifak bu. Ama bu şekilde tasarlanmadı. Herkesin eşit olduğu, yeni Türkiye yaratmak için büyük bir işbirliği masası gibi tasarlandı. Ve dediğim gibi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kendisini küçük partilerle eşitlemesinin –eğer hayır kurumu değilse– bir karşılığı olması lâzım. 

Ben bu karşılığın, küçük partilerin Kemal Bey’in adaylığına destek vermesi ya da vermelerinin beklenmesi olduğunu düşünüyorum. Bunu da boş yere düşünmüyorum. Yani Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı’nın, “Eğer Altılı Masa Kemal Bey’i aday göstermezse dağılır” diye verdiği bir mülâkat var. Yani bu bir eğilimi yansıtıyor. Açık konuşmak gerekirse bu beyânâtı ciddîye alıyorum. O yüzden, eğer nihâyetlenme sürecinde Kemal Bey’in adaylığıyla noktalanacak bir Altılı Masa ise, bu, seçimi kazanma ittifâkına dönüşmemesi gereken bir ittifaktı ve biz aslında şu anda onun tartışmasını yaşıyoruz. Halbuki Kemal Bey, geçtiğimiz sene Meral Hanım’la karşılıklı otursaydı, aday olmak istediğini söyleseydi, her partinin müstakil politikasına devam etmesi gerektiğini, seçim sürecinde ise berâber çalışabileceklerini beyan etselerdi; diğer partilere, bu sürece katılmak istiyorlarsa ortak aday listelerinde kendilerine yer verilebileceği söylenseydi, çok daha sağlam, sağlıklı, seçimi kazanmaya yönelik bir siyâsî ittifâkımız olabilirdi. Maalesef şu anda bir siyâsî ittifâkımız yok. Meselâ “Masa dağılırsa”söylemi var. Masa dağılırsa Türkiye neyi kaybedecek? Yani muhâlefet ittifâkı neyi kaybedecek? Ortaklaştığı bir süreç yok, kampanya süreci yok, başkan adayı yok, seçim listeleri yok, sandık koordinasyon kurulu gibi bir şeyden bahsediliyor ama kamuyla paylaşılan bir şey yok. Neyi kaybedecek? Masanın dağılması durumunda, insanlar hayallerini kaybedecek. Bu… O yüzden bunu bir an evvel somutlaştırmak gerekiyor. Siyâsî bir karaktere bürünmesi lâzım. 

Vizyon belgesinin siyâsetle ilişkisini eleştirdiğim nokta da açıkçası burası. Yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin müstakil bir politikası olabilir, olmalı, olmak zorunda. Cumhuriyet Halk Partisi, müstakil olarak neoliberalizme karşı mücâdele mi etmek istiyor, yoksa neoliberal kurumsalcılığı Türkiye’ye getirmek mi istiyor, anlayabilmiş değilim. Çünkü birkaç ay önce neoliberalizmle mücâdele edeceğini söyleyen bir Kılıçdaroğlu vardı. Vizyon belgesinde ben pek bir mücâdele görmedim. Pek bir mücâdele sinyali de görmedim. Ama sol popülist bir çizgiden, neoliberalizme karşı mücâdele edeceğini söyleyerek bir politika yapabilir, bu olabilir. Gayet normal. İYİ Parti başka bir yol tutturabilirdi, DEVA Partisi kendi politikasını uygulayabilirdi. Her neyse… Partiler müstakil olarak çalışabilirlerdi ve seçim için bir araya gelip, seçimden sonra da dağılabilirlerdi. Çünkü seçimden sonra, Türkiye’nin parlamenter demokrasiye geçmesi, bana sorarsanız liderin kişiliğiyle alâkalı değil, Parlamento kompozisyonuyla alâkalı olacak. Ve muhâlefete düştükleri andan îtibâren, AKP ve MHP herhalde parlamenter sistemi isteyecekler. Dolayısıyla Meclis’te grubu olan şimdinin muhâlefet partilerinin, o zamanki iktidar partilerinin, başkanın üzerinde büyük bir kontrolü olacak. Yani düşünerek, tasarlayarak demokrasiyi gerçekleştirmek çok zor bir iştir.

Dün okuduğum bir kitabın yazarı bir hikâye anlatıyor, onu paylaşmak istiyorum: Yaşlı bir adam ölüm döşeğindeyken, çocuklarına, evinin yanındaki boş, kullanılmayan, artık bataklığa dönmüş bir arâziye bir sandık gömdüğünü söylüyor ve diyor ki: “Bu sandığın içinde büyük bir hazîne var, bunu kazıp bulun”. Sonra da son nefesini verip ölüyor. Çocuklar saatler boyunca bu tarlayı eşeliyorlar, çapalıyorlar, bir şekilde toprağı kazmaya çalışıyorlar, fakat sandığı bulamıyorlar. Ancak, sandığı bulmaya çalışırken toprağı havalandırdıkları için toprak birdenbire verimli hâle geliyor ve bir şeyler yetişmeye başlıyor. Yazar da bunu demokratikleşmeyle ilişkilendiriyor ve diyor ki: “Demokrasi bizim tasarlayarak, düşünerek gerçekleştirebileceğimiz bir süreç değildir. Demokrasi arayışla, kendi içinde adımlar atarak gerçekleşen bir şeydir”. Dolayısıyla, altı siyâsî parti liderinin ortak bir demokrasi hedefine kilitlenmesi, seçim sonrasında oluşacak tablo karşısında hiçbir anlam ifâde etmeyebilir. Ama kendi rekabet realitesi, siyâset kurumunun kendi realitesi, demokrasiyi onların düşüncelerinden daha hızlı ve daha sağlam bir şekilde bize sunabilir.

O yüzden, ben bu sürecin bir an evvel siyâsallaşmasını bekleyenlerdenim. Başkan adayının açıklanması bunun sâdece bir parçası. Ama ben ortak aday listeleri olacak mı, partiler kaç milletvekili alacak, hangi illerde berâber girecekler, hangi illerde müstakil listelerle girecekler? Sandık güvenliği konusunda, yaklaşık 10 bin sandığa müşâhit gönderemeyen bir muhâlefetten bahsediyoruz. Ne tür tedbirler alacaklar? Artık bunları görmek istiyorum. Ama bunları görmek için, bir şeylerden fedâkârlık yapacağız. Meselâ partilerin eşit oy hakkından, Türkiye’nin geleceğini belirleme hakkından. Bunlardan fedâkârlık yapacaklar maalesef. “Hem eşit ortak olarak masada kalayım, hem de bu süreç siyâsîleşsin’’diyemiyoruz. 

Son olarak bir şey daha söyleyeyim: Bütün bu süreç, en çok da kazandığını düşünen küçük partilere zarar veriyor. Altılı Masa öncesinde, aslında oy oranları fenâ olmayan partiler iyice küçülmüş durumdalar. Kendi içlerinde büyük bir kriz yaşıyorlar, bunu söylemek lâzım. Yani bugün son anketlere baktığınız zaman, bu 4 siyâsî partinin oy toplamı, hakîkaten geçen seneki oy toplamlarının yarısına düşmüş durumda. Çünkü siyâset yapmak yerine, yani müstakil olarak, kendi kimlikleriyle, kişilikleriyle oy toplamak yerine, siyâsî ikballerini Altılı Masa’nın seyrine göre belirlemeye çalışıyorlar. Onlara en çok da bu kaybettirdi. Bu partinin destekçisiymiş, çok yanındaymış gibi gözüken insanlar, aslında Altılı Masa’yı desteklerken, bu parti içindeki birkaç kişinin milletvekilliği hayâline hizmet ettiklerini akıllarında tutsunlar. Bu partilerin genel îtibâriyle kurumsal altyapıları, seçmenle kurdukları ilişkiyi çok derin bir şekilde tahrip ediyorlar.

Edgar Şar: Çok teşekkürler Burak. 

Burak Bilgehan Özpek: Yeteri kadar konuştum mu kitabın ortasından?

Edgar Şar: Kitabı bitirdin, yeni kitaba geçiyordun az daha. Evet, Ruşen Abi, seninle bitirelim. Bu vizyon toplantısı, Kılıçdaroğlu’nun adaylık yarışına tekrar hızlı bir dönüşüm yapmasını sağladı. Şunu merak ediyorum: Altılı Masa’nın bir sonraki toplantısının târihi belli değil. Târih belli olsa, “O toplantıda adaylık konuşulur mu?” diye sorabilirdik. Bugüne kadar hep söyledik ya? Altılı Masa’daki belirsizlik, biraz da Kılıçdaroğlu’nun stratejisinin bir parçası. Bu konu, seçime kadar ne kadar geç konuşulursa, Kılıçdaroğlu’nun şansı diğer adaylara göre o kadar fazla olacak. Dolayısıyla uzun zaman daha konuşulmayacak. Sence bu iki seçenekten hangisi olacak?

Ruşen Çakır: Kimin aday olabileceği üzerine fikir söylediğin zaman hemen damgalanıyorsun. Ben bir dönem, Kemal Bey’ciydim, şimdi Ekrem’ci damgasını yedim. Kemal Kılıçdaroğlu uzun bir süre Altılı Masa’daki diğer adaylara karşı yarıştı. Meral Akşener zâten aday olmayacağını söylemişti. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın da eli kolu bağlıydı. Çünkü liderleri varken adaylıklarını açıklayamıyorlardı. Bu süreçte Kemal Kılıçdaroğlu bayağı bir ivme yakaladı. O kurumu bastı, şu kurumu bastı, evinden videolar paylaştı, helâlleşme adımları attı. Bayağı iyi işler yaptı. Ama bir an geldi, Erdoğan devreye girdi ve seçim kampanyasını başlattı. Hatırlarsanız, Erdoğan İzmir’de yaptığı konuşmada Kılıçdaroğlu’na, “Cumhur İttifakı’nın adayı benim. Bay Kemal, cesâretin varsa adaylığını açıkla ya da adayını açıkla” dediği anda, aslında seçim kampanyasını başlatmıştı. Bunun iki ayağı var. Bir taraftan seçim ekonomisini uyguluyor, bir taraftan da U dönüşleriyle, dünyada atılması beklenmeyen adımları atıyor. Yani durumu toparlamaya yönelik çok büyük bir çaba içerisinde. Bir taraftan da örgütünü harekete geçirmeye çalışıyor. 

Benim gittiğim “Türkiye Yüzyılı” vizyon toplantısı bence çok başarılı değildi, ama AK Parti İstanbul İl Başkanlığı tarafından düzenlenen “Büyük İstanbul Buluşması” tahminimden daha başarılıydı. O toplantının ertesi günü, Ankara Bilkent Otel’de düzenlenen toplantıda, Altılı Masa kurmaylarıyla konuştuğumda, “Siz anayasa değişikliği önerisi filan diyorsunuz ama, Erdoğan seçim kampanyasını başlattı bile. Siz ne zaman başlatacaksınız?” demeye dilim varmadı. Çünkü bunu söylediğinizde çok öfkeleniyorlar. 

Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’ın karşısındaki adaylık iddiasında bir gerileme oldu; bunu gördük. Kılıçdaroğlu’nun, bu vizyon toplantısını, bir anlamda kendi adaylık iddiasının son büyük hamlesi olarak yaptığını düşünüyorum. Ayşe’nin “teşkilâtlara mesaj verdi” sözüne katılıyorum. Teşkilâtların ötesinde, aslında Altılı Masa’ya, özellikle Meral Akşener’e verilen bir mesajdı. Sonuçta, Burak’ın da söylediği gibi, Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığı konusunda diğer 4 partiyi iknâ etmesi çok zor olmayabilir. Ama Meral Akşener’de bir mesele var. Ve yine çok ilginç, CHP’nin Cumartesi günkü toplantısından bir gün önce, Habertürk’te Meral Akşener’e sorulduğu zaman, Akşener Kılıçdaroğlu’na çok açık bir destek vermedi. Ama belediye başkanları sorulduğu zaman, onlara daha açık destek verdi. Dolayısıyla bu çıkışın böyle bir hedefi olduğunu düşünüyorum. 

Bir yanıyla da aslında güç odaklarına verilen bir mesajdı. Yani iç ve dış odaklara da: “Bakın ben cumhurbaşkanı olabilirim. Böyle birbirinden farklı ismini bildiğiniz insanları bir araya getirebiliyorum”. “Sistem kurucu” demişti ya? “Ben sistem kurucu olabilirim. Benimle çalışabilirsiniz” dedi. Ama ben bunun çok başarılı olduğuna inanmıyorum. Toplantının kendisinin birtakım katkıları olabilir. Ama bu gelinen noktada, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını güçlendirebilmesinde, iddiasını çok daha güçlü bir şekilde Altılı Masa’ya, muhâlif tabana ve onun dışında da gözünü muhâlefete çevirmiş olan kesimlere kendisini kabullendirmede çok işine yarayabileceğini sanmıyorum. Muhakkak bir etkisi olur, ama bence bunun çok daha ötesinde bir olay var — son dönemde bunu yaşıyoruz: Bir yanda Erdoğan var, diğer yanda “Karşısına kim çıkacak?” sorusu artık daha baskın. Erdoğan’ın, yaşadığı bütün krizlere, bütün sorunlara rağmen, sağlığıyla ilgili çıplak gözle görülen o durgunluğuna rağmen, Kılıçdaroğlu’nun onu sandıkta yenebileceği düşüncesi, bence kolay kolay ortaya çıkamayacak. 

Kılıçdaroğlu’nun yenemeyeceğini söylemiyorum. Ama başkalarının daha kolay yenebileceği, Kılıçdaroğlu’nun zorlanacağı, kazanamama ihtimâlinin yüksek olduğu yolundaki görüşleri bertaraf edebilmiş değil. Buradaki temel husus da Erdoğan’ın sâhaya çıkması oldu. Benim konuştuğum Kılıçdaroğlu’na yakın isimler, “Kesin o olacak” diyorlar. Açıkçası ben çok emin değilim. Ama her halükârda çok da geciktirmeden adayı artık açıklamak zorunda kalacaklar. Dikkatinizi çekerim: “Zorunda kalacaklar” diyorum. Yani çoktan açıklamaları gereken bir şeyi, mecbur kaldıkları için yapacaklar. Bu da çok acayip bir şey. Burada boşa geçen bunca zaman ve enerji var. Ben bunu düşünüyorum. Ama Bilkent’teki toplantıda gördüm: Kendileri çok fazla şikâyetçi değildi ya da değilmiş gibi yapıyorlardı.

CHP’nin cumartesi günü toplantısında da, insanlar zâten bu büyük organizasyonla efsunlanmış haldeydiler. Ama meselâ CHP’de, isimlerini vermeden konuşan birileriyle sohbet ettiğimde –ki böyle birtakım kilit yerlerdeki isimlerle sohbet etme imkânım oldu–, “Bunlar iyi güzel de, Altılı Masa olarak ne yapacağız? Aday kim? Masa’nın ortak programı ne? Bunlar hâlâ belli değil. Bu bizi zorluyor” diyen çok kişiyi de gördüm. 

Edgar Şar: CHP’nin masaya getireceği isim belki Kemal Bey olacak, ama o tartışmanın başlaması bence önemli. Biraz önce de söylediğimiz gibi, o tartışmanın geç başlaması, belki CHP’nin stratejisi ya da tercihi de olabilir. Bu durumda, bu konuda şüpheli olan partilerin, meselâ İYİ Parti’nin, bunu ilk fırsatta masanın gündemine getirmesi bir yol olabilir. İllâki CHP’nin teklif etmesini beklerlerse, o zaman büyük bir inisiyatifi de oraya vermiş olurlar herhalde. 

Ruşen Çakır: Altılı Masa’da ne konuşulduğunu çok fazla bilmiyoruz. Meselâ, ben son toplantıdan çok işkillendim. Çünkü çok kısa bir bildiri yayınladılar biliyorsunuz. Kısacık bir şey. Yani içine, “Ortak adayımız 13. cumhurbaşkanı olacak” cümlesini bile koymamışlar. Unutmuş olduklarını sanmıyorum. O toplantıda bir ârıza çıkmış olabilir. Tamâmen spekülasyon yapıyorum. Ama artık bunu konuşmamaları diye bir şey olamaz. Zâten Ayşe’nin dediği gibi, insanların enerjisini yiyip bitiriyorlar. Bu meseleyi konuşmuyorlarsa neyi konuşuyorlar Allah aşkına? 

Ben o gün Ankara’daydım. Bir de Bilkent’ten sonra Demokrat Parti’ye toplantıya gittiler. Altı saat, belki de daha fazla, o süre boyunca, başkan adayı meselesiyle ilgili, Mansur Yavaş’ın ya da Ekrem İmamoğlu adının geçtiği bir cümle kurulmadan, ne konuşuyor olabilirler? Yani akıl alır gibi değil. Eğer bunu yapıyorlarsa, zâten başka bir şey olur. Hani paralel evren dedikleri şey var ya? Tam da o. Bir tarafta insanların gündemi, bir tarafta onların gündemi gibi bir şey. Çok acayip bir durum. 

Edgar Şar: İçeride konuşulursa onun dışarıya sızmaması bana pek mümkün değil gibi geliyor. Özellikle 6 saat tartışarak, ârıza çıkarak filan konuşulduysa… Bakalım nasıl olacak? Bunları daha konuşmaya devam edeceğiz. Son bir şey eklemek isteyen yoksa programı kapatalım. Yok, peki. Çok teşekkür ederiz Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek. Kemal Can’a tekrar geçmiş olsun dileğimizi iletelim. Bizi izleyen herkese de çok teşekkürler. Herkese iyi akşamlar.