Ticaret devletini, İngilizce’deki “trading state” kavramına karşılık olarak kullanıyorum. Yoksa tüm devletler ticaret yapar. Richard Rosecrance 1986 yılında yayımladığı, “Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in Modern World” (Ticaret Devletinin Yükselişi: Modern Dünyada Ticaret ve Fetih) adlı kitabıyla uluslararası ilişkiler literatürüne bu kavramı kazandırdı. Ticaretin barışı pekiştirdiğini savunan liberal uluslararası ilişkiler düşüncesini yansıtan eser, Japonya örneğinden hareketle oldukça ikna edici bir önerme ortaya koyuyordu.
Japonya’yı ilginç kılan, büyük devlet olma yolunda önce askeri güç ve genişlemeyi deneyip başarısız olması; II. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomi ve ticarete yoğunlaşarak dünyanın önemli ülkelerinden birisine dönüşmesiydi. Askeri güç ve işgal ile yapamadığını, ekonomi ve ticaret ile başarmıştı Japonya. Bir diğer örnek Almanya’ydı. Bir dönem askerlikle özdeşleştirilen Prusya/Alman kültürünün yerini barışçı ve askeri güce oldukça mesafeli bir toplumsal anlayış almıştı bu ülkede. II. Dünya Savaşı’nın iki yenik ülkesi, kısa sürede dünyanın en ileri ekonomileri arasına girmişti. Öte yandan gerek Almanya, gerekse Japonya’nın savunma ve güvenlik ihtiyaçlarının müttefikleri ABD tarafında üstlenilmesi, bu ülkelerin ekonomik refahına ciddi katkı sağladı. Dolayısıyla Almanya ve Japonya yakın zamana dek savunma ve silahlanmaya kendi sıkletlerindeki diğer ülkelere göre çok daha az kaynak ayırabildiler.
Japonya’da değişim rüzgarları Shinzo Abe’nin başbakanlığı döneminde başlamıştı. Japon Öz Savunma Kuvvetleri’nin karakterini değiştirecek bazı adımlar onun döneminde atılmıştı. Daha önce salt savunma yeteneklerine sahip bir güç olan Japonya giderek daha fazla taarruz yeteneğine kavuştu. Örneğin, aslen bir saldırı silahı olan uçak gemisi edinme konusunda neredeyse tabu sayılabilecek çekinceler dahi zayıflamış durumda. Japonya, açık açık uçak gemisi sahibi olma hevesini dillendirmiyor. Ama daha önce helikopter taşımak üzere inşa edilen İzumo sınıfı iki gemi, F-35B harekatına uygun uçak gemilerine dönüştürülüyorlar. Japonya uzun bir aradan sonra denizden güç aktarım yeteneğine kavuşuyor. Başlangıçta atılan adımlar Japonya’nın tereddütlü halini yansıtıyordu. Ancak geçtiğimiz hafta Japonya, askeri güç konusundaki anayasal kısıtlamaları yürürlükten kaldırdı. Japon silahlı gücünün asli amacı “öz savunma”dan “karşı taarruza” kayıyor. 2027 yılına dek savunma harcamalarının GSMH’nin yüzde 2’sine çıkartılması hedefleniyor.
Yüzde 2 hedefi, Washington’un neredeyse on yıllardır Avrupalı müttefiklerinden talep ettiği savunma harcaması düzeyi aynı zamanda. “Yük paylaşımı” tartışmaları bağlamında dile getirilen bu talep, aslında NATO üyeleri için de bir hedef. Rusya’nın Ukrayna işgali öncesi bu hedefi tutturabilen pek az üye vardı ittifak içerisinde. Almanya, bu hedefe ulaşma konusundaki isteksizliği ve ipe un seren tavrı nedeniyle ağır biçimde eleştiriliyordu. 24 Şubat 2022’den sonra bu isteksizlik buharlaşıverdi. Alman Şansölyesi Scholz, tarihi konuşmasında ülkesinin savunmaya 100 milyar Euro ilave kaynak ayıracağını duyurdu. Japonya’dan farklı olarak Almanya’nın ticaret devleti olarak refahı ucuz Rus doğalgazı tedariğine bağlıydı. Rusya’ya uygulanan yaptırımlar nedeniyle bu imkandan vazgeçilmesi gerekti. Alman vatandaşları hiç hazır olmadıkları bir durumla karşı karşıya kaldı. Alternatif enerji kaynaklarına yönelmenin yüksek maliyeti orta vadede ciddi refah kayıplarını getirecek. Üstüne savunma ve güvenlik için çok daha fazla para harcamaları gerekecek. Bu ise Alman hükümeti için ciddi bir sınama anlamına geliyor.
Öte yandan Scholz’un müjdelediği ilave bütçenin 100 civarında F-35 savaş uçağı alımı için de kullanılacağı ifade ediliyordu. Geçen hafta Almanya 35 uçaklık kesin siparişini verdi. 35 adet F-35 için Almanya 8 milyar Euro civarında para ödeyecek. Bu siparişin en ilginç yanı Almanya’nın uzun bir aradan sonra ilk kez Amerikan yapımı savaş uçağı satın alıyor olması. Tornado ve Eurofigher gibi ortak Avrupa projelerini tercih eden Berlin bir kez daha yüzünü Atlantik’in diğer yakasına çevirmiş oldu. Bu siparişin ABD-Alman askeri ilişkilerini güçlendirmesi beklenebilir. Önümüzdeki on yıl Atlantikçi bir çizgiye yakın bir Almanya görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Almanya’da siyasi iktidar, değişen uluslararası koşullara uyum konusunda kısa zamanda bir hayli mesafe kat etti. Rus doğalgazına bağımlılığı azaltma konusunda birbiri ardına önemli adımlar atılıyor. Katar ile 15 yıllık sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) anlaşması yapılmıştı. Dün ise Almanya’nın doğal gaz ihtiyacının yüzde 6’sına karşılık gelen bir LNG terminali hizmete alındı. Normal şartlarda yapımı beş ila yedi yıl sürecek bir tesis neredeyse altı ayda faaliyet geçirildi. Önümüzdeki günlerde yeni terminallerin devreye girmesi ile Rusya ile enerji ilişkisi iyice zayıflayacak.
Ukrayna Savaşı’nın ilk yılı dolmadan eski düzenden hızlı bir ayrışma yaşandığı gözleniyor. Bu durum, genişleme konusunda uzunca süredir rehavet sergileyen AB için dahi geçerli. Geçtiğimiz hafta Bosna, nihayet AB adayı ilan edildi. Ardından Kosova’nın üyelik başvurusu geldi. Rus tehdidinin şekillendirdiği yeni Avrupa güvenlik mimarisi için hızlı hareket edilmesi, ezberlerden vazgeçilmesi gerekiyor. Almanya ve AB düzeyinde gözlemlenen uyum yeteneği, Fransa örneğinde ortalarda yok. Macron, yeni dünya düzeninde ülkesine ve kendisine prestij ve statü sağlama peşinde. Fransa belli ki “stratejik özerklik”ten hala umudunu kesmemiş. NATO’nun bitkisel hayattan çıkıp “beyin ölümünden” kurtulması, ABD’nin Avrupa’ya yeniden güvenlik sağlayıcısı olarak dönmesi Rusya sayesinde oldu. Kendine bir rol arayan Macron ise hala Rusya’nın güvenlik kaygılarının dikkate alınması gerektiğinden dem vuruyor. Fransız Cumhurbaşkanı’nın tarihe geçmek istediğine şüphe yok ama böyle giderse tarih ondan hiç de umduğu gibi söz etmeyebilir. Ankara’nın büyük bir küresel dönüşümü, bölgesel perspektife saplanıp kalarak ıskalama olasılığından kaygıyla söz edip duruyorum yazılarımda. Fransa da aynı da aynı dertten muzdarip. Böyle giderse Fransa, Avrupa’nın dönüşümünü dahi ıskalayabilir.