Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Serhat Güvenç yazdı: Türkiye-AB ilişkileri göç anlaşmasından mı ibaret?

Aslında niyetim geçen hafta Ruşen Çakır’ın Brüksel izlenimlerini paylaştığı videoyu izleyince aklıma gelenleri hemen paylaşmaktı. Ama yapamadım. Bu aralar yazılarım aksıyor. Biraz dağınıklık, biraz da tembellik sebebiyle. 

Ruşen, özetle, Türkiye-AB ilişkilerinin artık iki tarafta da heyecan yaratmadığını aktardı. Ona göre ortada ilişkilerin günü birinde düzeleceğine dair herhangi işaret yok. Hatta beklenti de yok. 

Galiba 2012 yılıydı. Türkiye’deki AB Temsilciliği yeni tam üye olan Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden medya mensupları için bir gezi düzenlemişti. O sırada Türkiye hâlâ AB adayı olarak bu tür programlara dahil ediliyordu. Programın İstanbul ayağında taze AB üyelerinden gelen medya çalışanları ile Türkiye’de AB konularında çalışan akademisyen ve gazetecilerin bir araya getirilmesi öngörülmüştü. Prof. Dr. Mustafa Aydın da etkinliğe davet edilen isimlerden biriydi. Ancak o sırada Kadir Has Üniversitesi rektörlüğü görevini de yürütüyordu. Üniversite ile ilgili işlerin yoğunluğu nedeniyle toplantıya katılamayacağı ortaya çıkınca, “Gider misin?” diye bana sordu. Türk katılımcılar arasında bir hayli tanıdık isim vardı. Toplantı Boğaz kıyısında bir yerde yapılıyordu. Dolayısıyla “giderim” dedim. 

Sanıyorum bu etkinlik AB kurumlarının davetiyle katıldığım ya son toplantı oldu ya da son toplantılardan biriydi. Bu kadar net hatırlamamın bir nedeni var. Onca davetli arasında toplantıya katılan tek Türk bendim. Diğerleri katılacaklarını teyit etmelerine rağmen ortalarda görünmediler. Bir tek gazeteci çok uzun bir süre sonra katıldı. Ama o gelene dek ben yaklaşık 10 medya mensubuna, hiç de hazırlıklı olmadığım bir sunuş yapmak zorunda kaldım. Sorularını da aklım erdiğince, dilim döndüğünce yanıtlamaya çalıştım. Bana çarpıcı gelen toplantıya akademik çevreden ve medyadan ilginin bu kadar düşük kalmasıydı. Türkiye-AB ile ilişkilerinde yaşanan tıkanma, entelektüellerin AB’den gelen muhatapları ile sosyalleşmeye hevesini bayağı törpülemiş diye yorumlamıştım. 

Doğu ve Orta Avrupa’nın önde gelen medya kuruluşlarında çalışan gazetecilerin büyük bölümü, aslında Türkiye’yi ve sorunlarını yakından biliyordu. Sordukları sorular, ilgi ve bilgi düzeylerini yansıtıyordu. Aklımda kalan sorulardan bir tanesi, Türkiye’nin İran gibi olma ihtimaline ilişkindi. Bu, Türkiye’nin eksen kaydırdığı yorumlarının yüksek sesle dillendirildiği bu dönemde sık karşılaştığımız bir soruydu. Özellikle dış politikada İran’ı kollayan bir görüntü veriliyordu. Bizler de aynı konuya kafa yoruyorduk. Aramızdaki tartışmalardan vardığımız sonuç, yeni Türk siyasi seçkinlerine İran’dan çok Rusya’nın cazip bir siyasi model oluşturduğuydu. Bu düşüncemi paylaştım. “Putin’in yönetim tarzı, Erdoğan için daha çekici bir örnek olabilir” diye ekledim. 

Aklımda kalan diğer soru sanırım Slovak bir kadın gazeteciden geldi. “Size Türkiye’nin AB’ye üyelik ihtimalinin tabutuna çakılacak son çivi ne olur?” Duraksamadan yanıt verdim: “O son çivi Avrupa Birliği düşüncesinin tabutuna da çakılan son çivi olur.” Düşünülmüş bir yanıt değildi. Hatta biraz öfkeli bir ruh haliyle verilmiş bir yanıttı. Aslında 2012’de Türkiye-AB ilişkilerinin bir çıkmaza girdiğini görüyorduk. Ama bunun tarihteki diğer örnekler gibi siyasi iradeyle içinden çıkılabilecek bir çıkmaz olmadığını yüzüme çarptığı için bu soru acıtmıştı. Tabut metaforu, geleceğe dair umutlu olmak için pek olanak bırakmıyordu. Türkiye’nin AB üyelik umudu ölüme terk edilmişti. Bunu başaranlar da Avrupa bütünleşmesinin iki lokomotifi sayılan Fransa ve Almanya’ydı. Tam üyelik sürecini raydan çıkarmayı becermişlerdi. 

Bir dönem NATO bile Türkiye’nin AB üyeliğini kolaylaştırma gayretine girmişti. Türkiye’nin kara kaşı kara gözü için değildi gayretleri elbette. Türkiye, AB dışında kaldıkça NATO-AB işbirliği, daha doğrusu stratejik ortaklığı bir türlü mesafe kat edemiyordu. 2000’lerin başında İstanbul’da NATO Kamu Diplomasisi Birimi desteğiyle düzenlenen bir yuvarlak masa toplantısında bu konu tartışıldı. İş dünyası, STK, üniversite ve medyadan katılımcıların bir araya geldiği bu toplantıda bir iş insanı Türkiye’nin AB’ye ne zaman üye olacağı konusunda çok kesin bir önerme ortaya attı. Bir anlamda bizlere “boşuna konuşuyorsunuz” demeye getirdi. Avrupalıları iyi tanıdığını ifade eden bu iş insanı Avrupa’da okumuş, on yıllardır Avrupa şirketleri ile iş yapmıştı. Kafalarının nasıl çalıştığını iyi biliyordu. “Avrupalılar rasyonel insanlardır. Hesap kitap yaparlar. Türkiye’nin tam üyeliğinin kârlı olduğunu anladıkları gün Türkiye tam üye olacaktır” dedi.

Aradan geçen sürede Avrupalıların Türkiye’nin AB üyeliğini bakışını böyle bir rasyonalitenin şekillendirdiğini söylemek zor. Türkiye’nin AB üyeliği hevesi, rasyonelite (ya da akılcılık) ile özdeşleştirilen “Batı” ve duygusallıkla özdeşleştirilen “Doğu” zıtlığının bir kez daha düşünülmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Merak edenler Sarkozy’nin Türkiye’nin AB üyeliği hakkında söylediklerini bir kez daha okusunlar. 

Soğuk Savaş bittiğinde “Batı”nın iki önemli bileşeni olan ABD ve AB uluslararası siyasette farklı nedenlerle sivrildi. ABD, eşsiz askeri gücü (yani sert gücü) sayesinde, AB ise normatif bir aktör olarak biriktirdiği yumuşak gücü sayesinde öne çıktı. Bu güçlerini yerinde kullanmak için zihinsel olarak hiç de hazır olmadıkları bugün yaşadıklarımızdan anlaşılıyor. 

AB’nin normatif güç olma iddiasında zurnanın ilk zort dediği yerlerden bir tanesi Türkiye’nin üyeliği oldu. 2005’de binbir dereden su getirerek açmaya karar verdikleri tam üyelik müzakereleri için icat ettikleri çerçeve, müzakereleri tam üyelik dışında her yere götürebilirdi. Öyle de oldu. Yıllardır AB’yi yakından izleyenler ilk kez bir aday ülke için “açık uçlu müzakere” çerçevesinin kurgulandığını duydular. “Müzakerelerin tam üyelikle sonuçlanacağının garantisi olmadığı” da tekrar tekrar hatırlatıldı. Halbuki önceki örnekler müzakerelerin tam üyelikle sonuçlandığını gösteriyordu. Komisyon’un Türkiye ile müzakelerin başlamasına ilişkin görüşündeki şartı şurtu okuyan bizden kıdemli meslektaşlarımız “Bu çerçeveden tam üyelik çıkmaz” sonucuna varmıştı. Dehşet ve düşkırıklığıyla. 

Maddi veriler, “Batı”nın dünya siyasetinde ve ekonomisinde göreli ağırlığının azaldığını ortaya koyuyor. Moral üstünlüğü de hızla kaybediyorlar. İsrail’in Gazze’de giriştiği büyük kıyıma rağmen, ABD ve bazı Avrupa hükümetlerinin bu ülkeye toz kondurmayan tutumları, “kurallar temelli düzenin” yılmaz bekçileri oldukları iddiasının altını boşaltıyor. Ahlaki zemin altınızdan kayınca bunun sonuçlarını sadece İsrail-Filistin meselesinde yaşamazsınız. Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’ya yaptığınız eleştirilerin dinleyeni de azalır. Son tahlilde bundan en çok zarar görecek olanlar ise ülkelerini savunmak için varını yoğunu ortaya koyan Ukraynalılar.

2012’de Slovak gazeteciye verdiğim yanıtın bir ölçüde haklılık payı içerdiğini düşünüyorum. AB, Türkiye’ye verdiği sözleri tutmayarak, akıldışı (irrasyonel) gerekçelerle tam üyelik sürecini bilerek ve isteyerek baltalayarak aslında bir barış projesi olan Avrupa bütünleşmesi düşüncesine de ağır bir darbe vurdu. Güvenilirliği sorgulanır oldu. Hala bir cazibe merkezi olduğunu yadsımak mümkün değil. Yeni bir genişleme dalgasının Moldova, Ukrayna ve hatta Gürcistan’ı içermesi olası. Geçmişte bu tür haberler, Türkiye’nin bir şeyi ıskaladığı kaygısıyı yaratırdı. Artık AB’nin kimlerle genişleyeceği, Avrupa’dan neyin kastedildiği dahi merak edilmiyor. 

Türkiye, AB açısından göç bağlamında bir tampon ülkeye dönüşmüş durumda. Gündemin tek maddesi göç anlaşmasının yenilenip yenilenmeyeceği. Biz Avrupalı muhataplarımıza dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık zamanında: “İlişkileri tam üyelik çerçevesinden çıkardığınız takdirde, AB’nin Türkiye’ye üst perdeden konuşması mümkün değil. Yatay bir düzlemde Türkiye ile pazarlık etmek zorunda kalırsınız.” Göç tam da böyle bir pazarlık düzlemine karşılık geliyor. Erdoğan’a Avrupalı muhatapları ile müzakerelerde büyük avantaj sağlıyor. O da bu avantajı sonuna dek kullanıyor. AB müktesebatına ve BM sözleşmelerine aykırı hükümler içeren bir anlaşmayı kameralar önünde “bu iyi bir anlaşma” diye savunmak zorunda kalan, Alman Başbakanı’nın “değerler” ve “normlar”dan yola çıkarak dünyaya ahlak dersi vermesi zor. Üstüne ders bile dinlemek zorunda kalmasında şaşılacak bir yan yok. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.