Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Serhat Güvenç yazdı: “Yeni” milli güvenlik devletinin denizaşırı boyutu

İki hafta kadar önce, Türkiye’de milli güvenlik devletinin dönüşümünü ele alan bir derleme kitap okuyucu ile buluştu. İletişim Yayınları’ndan çıkan bu kitap, değerli meslektaşlarım Özlem Kaygusuz ve Behlül Özkan’ın çabalarının ürünü*. Çevrimiçi gerçekleştirilen iki çalıştayda sunulan ve tartışılan bildirilerin yayına hazır hale gelmesi neredeyse 2,5 yıl aldı. Biraz uzun sürdüyse de, ortaya çıkan eser gerçekten ufuk açıcı oldu. Bu derlemenin en çarpıcı yönü, Türkiye’de milli güvenlik devletinin 20 yıllık AKP iktidarı döneminde geçirdiği dönüşüm. Özellikle AB ile tam üyelik müzakerelerinin gazıyla sivil-asker ilişkilerinde demokratikleşme ve milli güvenlik devletinin zayıflamasını beklerken, karşımızda baştan aşağı yenilenmiş, sivilleşmiş ama demokratikleşememiş bir milli güvenlik devleti bulduk. 

Kitaba ve yazarlarının görüşlerine sayfalarında yer veren BirGün Gazetesi “Günümüzdeki milli güvenlik devletinin eskisinde farkı nedir?” sorusunu bizlere yönelttiğinde, benim ilk aklıma gelen bu son sürümde askerin sahneden çekilmiş olmasıydı. Eski milli güvenlik devletinin, zihinsel tahkimat odağı ve temel aygıtı TSK idi. Bir diğer ifadeyle öznesi, orduydu. Ordunun bu rolü zamanla aşındı ve nihayet siyasi otoriteye tâbi bir kıvama geldi. Buna bağlı olarak ordunun iç güvenlik ya da asayiş sorumluluğu da kalmadı. Daha önce ordunun elinde yoğunlaşan bu yetki ve sorumluluğun başka kurumlara paylaştırılmasıyla, askerin iç siyasetteki ağırlığı da neredeyse hissedilmez bir düzeye geriledi. “Yeni” milli güvenlik devletinin gözde kurumları artık MİT, Emniyet ve Jandarma. Bu kurumlar geçmişte, iç güvenlik, istihbarat ve asayiş görevlerini ordunun gölgesinde ve belli dönemlerde uzantısı olarak yürütürlerdi. Artık üzerlerinden ordunun gölgesi çekildiği için, onlara da öznelik atfetmek yanlış olmaz herhalde. 

“Yeni” milli güvenlik devletinin bir diğer önemli farkı, çok güçlü bir lidere sahip olması. Türkiye’de milli güvenlik devletinin oluşumunda ve pekişmesinde askeri darbelerin önemi yadsınamaz. Cumhurbaşkanı Erdoğan sivil bir siyasetçi olarak, bugüne dek hiç bir askeri darbe liderinin yapamadığı (hatta düşleyemeyeceği) ölçüde topluma ve tercihlerine nüfuz edebildi. Bu öyle bir nüfuz ki, toplumun bir bölümü iç ve dış politikadaki karar ve tercihlerini, ani dönüşlerini sorgulamadan benimseyip destekliyor. Yeni milli güvenlik devletinin bu özelliğini derlemede, Alper H. Yağcı, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Güvenlik Siyasetinin Kurumsal Anatomisi” başlıklı bölümde işliyor.

Lideri merkeze koyan bu milli güvenlik devletinin en güçlü ve en zayıf yanı da bu yönü aslında. Bu model, Erdoğan iktidarda olduğu ya da toplum üzerindeki nüfuzunu koruduğu sürece işleyebilir. Başka bir siyasi figürle bu modelin sürdürülmesi kaçınılmaz olarak zora girecektir. 

Öte yandan başat aktörün kim ya da hangi kurum olduğundan bağımsız olarak, Türkiye’de her daim “milli güvenliği” öncelikli mesele (ki bekâ olarak da tarif edilebilir) görmeye ziyadesiyle yatkın bir toplumsal altyapı bulunduğu da kesin. Özlem Kaygusuz bu altyapıya “milli güvenlik habitusu” adı veriyor. Bu habitus, kimi zaman askerlerin kimi zaman ise Erdoğan gibi otoriter eğilimli liderlerin milli güvenlik gerekçesiyle siyasetin sınırlarını alabildiğine daraltmasına uzunca süre tepkisiz kalabiliyor. Ancak “Manisalı Gençler Davası” gibi kırılma noktalarında, toplum milli güvenlik aktörlerine sınırlarını anımsatma gereği duyuyor.  

Türkiye’deki yeni milli güvenlik devletinde ordu özellikle iç siyasette çok geri planda kalmış olmasına rağmen, militarizasyon olanca hızıyla sivil ve siyasi aktörlerce pompalanıyor. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası Türkiye’nin “yerli ve milli” savunma sanayisinin sürekli gündemde tutulması, yeni militarizasyonun bir tezahürü olsa gerek. Yine darbe girişimi sonrası, 1990’ları andırır biçimde dış politikada askeri güce yaslanılması, komşularla ilişkilerde takınılan tehditkar tavır aynı bağlamda değerlendirilebilir. Bu yeni militarizasyon, gönlü “eski” Türkiye’de kalan kesimlere bile hitap edebiliyor.

Dış politikaya da sirayet eden militarizasyon, orduya sürekli olarak yeni sınır ötesi ve denizaşırı görev ve sorumluluklar yüklüyor. Böylece askerin dikkati ülke içi yerine uzak coğrafyalara yoğunlaşıyor. Bugün TSK, muharip gücünün önemli bir bölümünü denizaşırı üslerde ve cephelerde konuşlandırmış durumda. Denizaşırı konuşlanma, ordunun doğal afetlerin sonuçlarıyla mücadele yeteneğini de etkilemişe benziyor. 6 Şubat Kahramanmaraş depremi sonrası yaşananlar bu açından önemli bir örnek. Kamuoyunun ısrarlı çağrılarının da etkisiyle olsa gerek, iktidar deprem bölgesine birlik kaydırdı. İlginç olan bu birliklerin çevre illerden değil, KKTC ve Trakya’dan getirilmeleriydi. 

Kıbrıs’tan geçici amaçla da olsa birlik kaydırabilmek eski milli güvenlik devletinin alışkanlıklarında ciddi bir sapma anlamına geliyor. Eskiden şartlar ne olursa olsun Kıbrıs’taki birliklerin Türkiye’ye kaydırılması söz konusu dahi edilemezdi. 1990’larda Türk Kara Kuvvetleri, Tümen-Alay kuruluşunun bırakıp Tugay-Tabur kuruluşuna geçtiğinde, KKTC’deki iki piyade tümeni dönüşümden muaf tutularak, eski kuruluşlarını aynen muhafaza etti. 6 Şubat depremi nedeniyle, Ağustos 1974’de Kıbrıs’a Tank Gösteri ve Tatbikat Alayı olarak intikal eden zırhlı birlik, 14’üncü Zırhlı Tugay olarak 49 yıl sonra Türkiye’ye yeniden ayak bastı. 

Benzer şekilde, Suriye krizi nedeniyle neredeyse Trakya’daki tüm birlikler zaten güneye kaydırılmış ve sınırötesi harekâtlarda görev almışlardı. 6 Şubat depremi nedeniyle, Trakya’daki (belki de kalan son) birlikler deprem bölgesine kaydırıldı. Bu tercihler aslında Türkiye’nin Trakya ya da Güney Kıbrıs’tan ciddi bir askeri tehdit beklemediğine de işaret ediyordu. Bu açıdan değerlendirildiğinde Erdoğan’ın son Atina gezisinde sergilediği ılımlı tutumda aslında şaşıracak bir yön yok. 

Eski milli güvenlik devletinde, Kara Kuvvetleri ve onun bir uzantısı olarak Jandarma tahkim edilirdi. Yeni milli güvenlik devleti emperyal hevesler de taşıdığı için Deniz Kuvvetleri denizaşırı müdahaleler en uygun kuvvet olarak giderek öne çıkıyor. Mayıs 2023 seçimlerinin hemen öncesinden başlayarak hemen her vesileyle halkın ziyaretine açılan TCG Anadolu tam da bu tür heveslerin bir sonucu ve simgesi. Türkiye’nin stratejik güç aktarım yeteneği, kamuoyuna uçak gemisi diye sunulan bu gemide vücut buluyor. 

TCG Anadolu gemisi.

Emperyal heveslerin odağında ise Afrika var. Gerçi Türkiye’nin NATO müttefikleri donanmalarını, yükselen Çin’i dizginlemek için sürekli olarak Asya-Pasifik’e gönderedursun, Türkiye bu eğilime bir istisna oluşturuyor. Batı’nın Çin’i denizden çevreleme çabasına şimdilik mesafeli duruyor. Belki de bu stratejide mukayeseli üstünlüğünü denizde değil, karada (orta asyada) gördüğü içindir Ankara’nın bu mesafeli tavrı.  

Afrika’nın öncelikli coğrafya olduğu Türk Deniz Kuvvetleri’nin görev ve gemi tercihlerinden de anlaşılıyor. Mart 2014’de Rusya’nın Kırım’ı işgali dahi, Ankara’yı Afrika’nın çevresini dolaşmak üzere ciddi bir görev kuvvetini denizaşırı göreve yollamaktan alıkoymamıştı. 

Ada sınıfı MİLGEM korvetleri, başlangıçta Ege’deki görevler için optimize edilmişti. Askeri tersanelerde inşa edilen ilk dört gemilik paketi, özel bir tersanede inşa edilecek ikinci dört gemilik paket izleyecekti. Ancak bu siparişten vazgeçildi. Gerekçe olarak, Ada sınıfı dört korvetin yeterli olduğu, kalan dört geminin MİLGEM tasarımından türetilen “İ” (İstif) sınıfı fırkateyn ihtiyacının duyulması gösterildi. Bu fırkateynin isterleri arasında İstanbul’dan Aden’e ikmalsiz seyir yapabilecek menzil bulunuyordu. MİLGEM’in evrimi artık ufkun Ege’nin çok ötesine uzandığını gösteriyor. Benzer şekilde, havadan bağımsız tahrik sistemine sahip Reis (Alman 214) sınıfı denizaltıların da tropik sularda görev yapabilmesi talep edildi. 

Cumhuriyetin 100. Yılı’nda yeni donanma ve gemileri, İstanbul Boğazı’nda bir geçit töreni yaptı. Erdoğan donanmayı, alışılmışın aksine Vahdettin Köşkü’nden selamlamayı yeğledi. Bu tercihi, tören geçişinin en tartışmalı yönü olarak kayda geçti. Erdoğan’ın denizaşırı hevesleri, Deniz Kuvvetleri’nin milli güvenlik hiyerarşisindeki konumunu yukarıya taşıyor. Bu süreç, kurumsal olarak Cumhuriyetin kurulduğu günden beri Kara ve Hava Kuvvetleri’ne göre geri planda kalan kalan Deniz Kuvvetleri’nin, yeni rejimin asli unsurlarından birisine dönüşmesine dek gider mi? Deniz Kuvvetleri’nin 28 Şubat’taki rolü ve bu rolü nedeniyle ödediği büyük bedel düşünüldüğünde, böyle bir dönüşüme tanıklık etmek gerçekten ilginç olacak.

Erdoğan, Libya macerasını ustaca eski Türkiye’nin Yunanistan ile sorunlarına eklemeyi başardı. Bu başarısı, izlediği sınırötesi/denizaşırı siyasetin toplumsal tabanını de genişletti. Bugün Erdoğan’ın ideolojik önceliklerini hiç paylaşmayalar arasında dahi Libya’da izlediği siyasetin Türkiye’ye bir denizaşırı üs kazandırdığını teslim edenler çıkıyor. “Yeni Osmanlıcılık” ile “Mavi Vatan” bir anlamda bağdaştırılmış ve belki de iç içe geçmiş oluyor. Bu örtüşme ne ölçüde kalıcı olacak hep birlikte göreceğiz. 

Gemiler ve denizaşırı üsler, toplumları tarih boyunca cezbetmiştir. Bunların Türk toplumuna cazip geldiği de bellidir. Hele denizaşırı topraklara sahip olmuş bir imparatorluğun mirasçısı olan bir toplum için bu neredeyse dayanılmaz bir cazibedir. Bu denizaşırı cazibe sayesinde, Türkiye’de“milli güvenlik devleti yeniden inşa edilirken, Deniz Kuvvetleri ve deniz gücü toplumsal rızanın imalinde çok işe yarayabilir. 

Yazıyı 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ortaya çıkan bir örüntüye değinerek tamamlayayım. Bu örüntüye dikkatimi çeken BirGün Gazetesi’nden İbrahim Varlı oldu. Varlı, Hulusi Akar ve Yaşar Güler örneklerinden hareketle eski genelkurmay başkanlarının savunma bakanlığına getirilmelerinin yerleşik bir uygulamaya dönüşme olasılığını sordu. Elimizde bunun yerleşik bir uygulamaya ya da örüntüye dönüşüp dönüşmediğini söyleyebilmek için henüz yeterli örnek yok. 

Ama madem ki denizaşırı boyuttan söz ediyoruz, genelkurmay başkanlığı örneğinden devam edelim. Yerleşik uygulama Kara Kuvvetleri Komutanları’nın Genelkurmay Başkanı olmasıydı. Hâlâ da devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan diğer teamül ve gelenekler gibi bu uygulamayı da bitirmeye karar verirse ne olur? Toplumda itibarı ve görünürlüğü giderek diğer kuvvetlerinin önüne geçen Deniz Kuvvetleri’nin komutanının genelkurmay başkanlığına atanmasının önünde yasal hiç bir engel yok. Savunmasını sınırlarının çok ötesinden başlatan, denizaşırı yatırımları, menfaatleri ve üsleri olan bir ülkenin oramiral rütbesinde genelkurmay başkanı olur mu? Olur herhalde. Hele Akar ve Güler ile uç veren eğilim yerleşirse, iş denizci kökenli bir savunma bakanının atanmasına dek gidebilir. 

Bir ara “Türkiye denizcileşmelidir” diye bir hareket başlatılmıştı. Bana çok anlamlı gelen, toplumu denizle barışık yaşamaya teşvik eden, kapsayıcı bir hedefi vardı. “Türkiye denizcileşmelidir” diye çıkılan yol, bizi “denizcileşmiş” bir milli güvenlik devletine mi götürüyor?

* Özlem Kaygusuz ve Behlül Özkan, (der.) Devletin Güvenliği Adına: Türkiye’de Milli Güvenlik Siyaseti (İstanbul: İletişim Yayınları, 2023)

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.