Türkiye’nin hava savunmasını güçlendirmek üzere oluşturulacağı ilan edilen “Çelik Kubbe” geçtiğimiz haftanın en çok tartışılan gündem başlıkları arasındaydı. Tümleşik bir hava savunma sistemi kurma kararı başlı başına önemli bir gelişme. Emekli Büyükelçi Fatih Ceylan’ın Panaroma’daki yazısında tespit ettiği gibi bu Türkiye’nin uzun süre uyguladığı taaruzi caydırıcılık stratejisinden bir sapma anlamına geliyor. Caydırıcılığı büyük ölçüde taaruz yetenekleri üzerine kurgulayan bir hava gücü anlayışı yerini savunma yeteneklerinini içeren karma bir yaklaşıma bırakıyor. İlk yaklaşım literatürde “cezalandırmaya dayalı caydırıcılık” (deterrence by punishment) olarak sınıflandırılır. Diğer anlayış ise “men etmeye dayalı caydırıcılık” (deterrence by denial) olarak anılır.
1991’deki Körfez Savaşı sonrası Türkiye, cezalandırmayı, dolayısıyla da taarruzi yetenekleri öncelikleyen bir hava stratejisine yöneldi. Bu yönelimi iki ana nedene bağlamak mümkündür. Birinci ekonomik kaynakların sınırlı oluşudur. Kabaca savunma sistemlerine dayalı caydırıcılık, taarruz sistemlerine dayalı caydırıcılığa göre üç kat maliyetlidir. İkinci neden elastikiyet ihtiyacıdır. Elastikiyet hava kuvvetlerinin diğer kuvvetlere göre mukayeseli üstünlüğüdür ve geniş bir tehdit yelpazesine karşı hızlı ve etkin yanıt verebilme becerisi olarak tanımlanabilir. Hava savunma sistemleri elastikiyet bakımından savaş uçaklarının gerisindedir. Türkiye’nin 1990’larda karşı karşıya bulunduğu güvenlik tehditleri ve sınamaları düşünüldüğünde cezalandırmaya dayalı caydırıcılık kapsamlı bir çözüm sunuyordu.
Bu nedenlerle 1991’de Türkiye’nin Körfez Savaşı’ndaki desteğine karşılık oluşturulan Türkiye Fonu’na Körfez ülkelerince yapılan petrol bağışları ile elde edilen bir milyar dolar ilave F-16 savaş uçaklarının alımında kullanıldı. Oysa beklenti o dönem Irak’ın Scud füzelerini önlemedeki başarısı allanıp pullanan Patriot hava savunma füzelerinin alınmasıydı. CNN aracılığıyla dünyaya Patriot’ların “attığını vurduğu” imajı verildiyse de gerçekte bu sistemin geliştirilmeye muhtaç bir çok yönü olduğu kısa sürede anlaşıldı.
Toplam 240 F-16’yı envanterine katan Türk Hava Kuvvetleri ise izleyen 20 yıl içinde bu temel tercihinden dolayı pişmanlık duymadı. Eski Yugoslavya’daki çok uluslu harekatlardan, Ege’ye ve sınır ötesi terörle mücadele operasyonlarına dek geniş bir yelpazede görevleri etkinlikle yürüttü. Tek uçak tipine bağımlı kalmamak için ilk örnekleri tam 50 yıl önce hizmete girmiş olan F-4E Phantom II av bombardıman uçakları da modernize edildi. Amaç, envanterde iki farklı tipte çok rollü muharip uçak bulundurmaktı. F-35 projesine katılım da bu mantığın bir sonucuydu. Yaşlanan F-4’lerin yerini F-35’ler alacak, kuvvet iki farklı tip çok rollü muharip uçakla görev yapmaya devam edecekti. F-35’ler gecikince 30 F-16 daha alındı. Maksat caydırıcılığı sürdürmekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrası hava gücü konusunda uzun erimli plan yapma, hedef belirleme, yani strateji oluşturma imkanı kalmadı. 2017’de Rusya’dan S-400 hava savunma füzelerinin alınacağının ilan edilmesiyle tüm planlar çöktü. Aslında Türkiye çok uzun süredir uzun menzilli hava savunma sistemleri edinme gayreti içindeydi. LORADMIS rumuzlu bu proje kapsamında ihale yapılmış ve 2013’de Çin’in FD-2000 sisteminin kazandığı ilan edilmişti. Ancak mühendislik ve teknik mülahazalarla alındığı anlaşılan bu kararın Türkiye’nin mevcut stratejik bağlantıları ile bağdaşmayacağı anlaşılınca, ihale iptal edilmişti. Bu arka planda gerçekleşen S-400 alımının Türkiye’nin ABD ile ilişkilerine etkisi yıkıcı oldu.
S-400’lerin ilk partisinin Mürted’e varışı TV’lerden canlı yayınlanırken, Ankara’nın Washington’un baskılarına boyun eğmeyeceği mesaj veriliyordu. Kısa süre sonra Türkiye, F-35 Müşterek Taarruz Uçağı projesinden çıkarıldı. S-400’lerin F-35’lerle aynı coğrafi bölgede faaliyet göstermeyeceği, Türkiye’nin NATO ile tümleşik çalışan hava savunma sistemine bağlanmayacağı gibi teminatlar da sonucu değiştirmedi. S-400 tasarım amacına pek uygun olmayan bir tarzda – yalnız (stand alone) işletilecekti.
S-400’ler bir çok konuda Türkiye’nin başını ağrıttı, ağrıtmaya da devam ediyor. Ancak en geri dönülmez etkisi Türk Hava Kuvvetleri’nin iki farklı tip çok rollü muharip uçakla cezalandırmaya dayalı caydırıcılık stratejisine oldu. F-35’ler olmadan bu strateji sürdürülemezdi. Tek başına çalışacak (stand alone) S-400’ler ise men etmeye dayalı caydırıcılık stratejisi için yetersizdi. Türk hava gücünün geleceği belirsizliği bürünmüştü.
Bu arada Ege ve Doğu Akdeniz’de askeri güce dayalı dış politika uygulamaları Yunanistan’ı askeri gücünü modernize etmeye yöneltti. Hızlı biçimde Fransa’dan 4.5 nesil Rafael savaş uçakları temin etti. Yakınlarda da Washington’a 20 F-35 alma niyetini bildirdi. Bu alımlarla Yunanistan, Ege’de hava gücü dengesini kendi lehine değiştirmiş oldu. Ege’de biraz 1974 sonrasını çağrıştıran bir ortam oluştu.
Türkiye’nin parasıyla bile savaş uçağı satın alma imkanları bir hayli daralmıştı. Mevcut altyapı ile uyumlu muharip uçak seçenekleri arasında Fransız Rafael, İsveç JAS-39 Gripen ve Avrupa ortak projesi Eurofighter Typhoon vardı. Fransa, siyasi ve stratejik tercihini Yunanistan’dan yana yaptığı için Türkiye’ye Rafael satması söz konusu değildi. İsveç, Türkiye’ye uçak satarak ABD ile başını derde sokmak niyetinde değildi. Geriye Eurofighter kalıyordu. Batı dışı seçenekler olduğu dile getirilse de, Rusya ve Çin’in Türkiye’nin modern savaş uçağı gereksinimi karşılayabilmesi mevcut şartlarda mümkün değil.
Bu durumda en güçlü aday Eurofighter’dı. Almanya, İngiltere, İspanya ve İtalya ortaklığıyla üretiliyordu. Türkiye’nin hala AB adayı sayıldığı ve müzakerelere başlamasına karar verildiği 2005 yılında bu dört ortak Türkiye’ye beşinci ortak olarak katılması teklifi götürmüşlerdi. AB ile ilişkilerin tarihinin en parlak döneminde dahi Türkiye, bu teklifi değerlendirmede isteksizdi. Yola F-35 ile devam edildi.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ve 7 Ekim saldırısı sonrası Ortadoğu’da yaşananlar, hava, balistik füze ve İHA savunmalarının önemini gözler önüne serdi. Bu tür silahlarla yapılan saldırıların, kentler ve sivil nüfus üzerindeki etkileri gözönüne alındığında “cezalandırmaya dayalı caydırıcılık” ile yetinilmesinin mümkün olmadığı anlaşıldı. Bu tür saldırıların neden olduğu can ve mal kayıplarının en aza indirilmesi toplamların dayanıklılığının (resilience) artırılması için yaşamsal önemde. Üstelik yoğun kullanıldıklarında yeni tehdit unsurları ile bir ülkenin tek başına baş etmesi pek mümkün görünmüyor. Çok gelişmiş Demir Kubbe hava savunma sistemine sahip olmasına rağmen, İsrail’in İran’ın yoğun füze ve drone saldırısını ABD’nin bölgeye kaydırdığı unsurlar ve komşularının desteğiyle nispeten hafif atlatabilmiştir. Pek çok sensörden ve unsurdan beslenen hava savunma ağının önemi doğrulanmıştır.
NATO içerisinde Almanya’nın öncülüğünde başlatılan Gökyüzü Kalkanı Girişimi Avrupa hava savunmasını güçlendirmeyi hedeflemektedir. Şubat 2024’de Türkiye ve Yunanistan da bu girişime katıldı. Ege üzerinde yoğun rekabet yaşayan iki ülkenin bu girişimde yer alması ilginç bir gelişme oldu. Ancak aynı Almanya, diğer üç ortağın onayına rağmen, Türkiye’ye Eurofighter satılması için hala yeşil ışık yakmış değil. Bu da bir başka ilginçlik. Bu aşamada Türkiye açısından Eurofighter en uygun seçenek gibi duruyor. Bu alım gerçekleştiği takdirde, Türkiye Ege üzerinde hava gücü dengesini yeniden tesis edebilecek. Yunan Hava Kuvvetleri’nin elindeki Rafael uçaklarının sağladığı görüş ötesi (Beyond Visual Range: BVR) avantajını, benzer yeteneklere sahip Eurofighter ile telafi edecek. F-35 projesinden atılma sonrası sekteye uğrayan iki çok rollü muharip uçaktan oluşan kuvvet yapısı mümkün olacak. Yeni alınacak F-16V Block 70’ler ve modernizasyon kitleri ile Block 70 seviyesine yükseltilecek F-16’lar Türk Hava Kuvvetleri’nin vurucu gücünü oluşturmaya devam edecek. Eurofighter alınırsa, elde sadece bir filo kalan F-4E’ler nihayet emekliye ayrılabilecekler. Son olarak F-16 siparişi ile ilgili olarak ABD Kongresi’nde yaşananlar, Ankara açısından ABD’yi makul bir silah sağlayıcısı olmaktan çıkarmışa benziyor. Ankara’da Kongre bıkkınlığı ve yorgunluğu yaşanması şaşırtıcı değil. Ankara’nın bundan sonra Amerikan silahları edinmeye eskisi kadar hevesli olması beklenmemeli. Eurofighter, bu açıdan da daha az eziyetli bir seçenek sunuyor.
Çelik Kubbe’ye dönecek olursak. Yine Fatih Ceylan’ın ifade ettiği gibi “yerli ve milli” bu sistemin NATO hava ve balistik füze savunma sistemi ile tümleşik çalışıp çalışmayacağı henüz belli değil. Teknik olarak mümkün elbette. Türk savunma sanayii ürünlerinden oluşacak bu sistemde S-400’e yer yok. Olması da beklenemez zaten. Başından beri tek başına çalışacağı söylenen bu pahall sistem en son Sinop’ta atış denemeleri için ortaya çıkarıldı. Türkiye hava savunma stratejisini bu ölçüde sekteye uğratan bir silah sisteminin alımına neden gerek duyuldu sorusu hala yanıt bekleyedursun, iki hafta önce Cansu Çamlıbel’e mülakat veren Cavit Çağlar’ın S-400’ler konusunda çok net bir görüşe sahip olduğunu öğrendik. “Ben olsam S-400’leri satarım” diyen Çağlar, “Kime? sorusuna, “Var müşteri, hazır…Pakistan alır. Hindistan alır” yanıtını vermiş.
Dikkatli okuyucular anımsayacaktır, uzunca bir süre önce S-400’lerin Hindistan’a devredilme seçeneğini tartışmıştım. O yazı bir hayli ses getirdi. Bir hayli tepki de aldı. Okuyucu yorumlarından iki nedenle S-400’lerin Hindistan’a devredilemeyeceği sonucunu çıkarmıştım. İlk neden Türkiye’de gerçekten çok güçlü bir “Pakistan lobisi”nin varlığıydı. Diğeri ise S-400’lerin Yunan S-300’lerine benzer biçimde Türk ve müttefik hava kuvvetlerinin eğitimleri için kullanılabileceğine dair güçlü kanaatti. Benim için konu kapanmıştı. Ancak Cavit Çağlar’ın söyledikleri yabana atılmamalı.
Sonuç olarak Türk hava gücünün yeniden tasarımı bir ölçüde S-400’leri akıbetine bağlı. Bugünün dünyasında Türkiye gibi orta ölçekli bir ülkenin son derece karmaşık ve maliyetli, tümleşik hava savunma sistemini tek başına kurması ve işletmesi zor görünüyor. Ancak böyle bir sisteme ihtiyaç olduğu tartışma götürmez. Böyle sistemlerin hatasız çalışmasını beklemek de gerçekçi değil. Arada hedefine ulaşan bir kaç füze ya da İHA her zaman olacaktır. O yüzden cezalandırmaya dayalı caydırıcılık yeteneği, men etmeye dayalı caydırıcılığı bütünleyecek ve tamamlayacak şekilde yeniden düşünülmeli ve kurgulanmalıdır. Bu açıdan en akılcı çözüm Eurofighter gibi durmaktadır. Ancak gün olur Türkiye stratejik rotasını yeniden Batı’ya çevirirse, S-400’lerden kurtulur, ABD ile ilişkilerini düzeltirse F-35 edinme olasılığı ortaya çıkar. Bu ise caydırıcılığın her iki boyutuna da katkı sağlayabilecek bir platformun ağa eklenmesi demektir. F-35’lerin Ege’deki hava gücü dengesine etkisi sınırlı olacaktır. Zira F-35, kullanıcı ülkeyi neredeyse tamamen ABD’ye bağlayan bir muharip uçaktır. ABD’nin onayı olmadan F-35’in ABD’nin herhangi bir müttefikine karşı kullanılması mümkün değildir. Bu, Yunanistan ve Türkiye için de aynen geçerlidir.
Bu vesileyle 9. Yaşını kutlayan Medyascope için de düşüncelerimi paylaşmak isterim. Çok basmakalıp olacak ama zaman ne kadar çabuk geçmiş? 9 yıl dile kolay. Ruşen’in Oto Sanayi’de bir atölyeye kurduğu ilk stüdyonun müdavimlerindendim. Duvarında Rahmetli Manuel Çıtak’ın bir plaj fotoğrafı bulunan stüdyodan yapılan yayınlara katıldım. Çok kısıtlı olanaklarla, çok emekle, ama en çok da dostlukla oluştu, gelişti, büyüdü ve bugünkü durumuna geldi. Ben bazen yoruldum. Ruşen hiç yorulmadı, bezmedi, pes etmedi. Onun ve çalışma arkadaşlarının azminin önünde saygıyla eğiliyorum. 9 yılda bir sürü genç gazeteci yetişti. Bazıları hâlâ Medyascope’da, bir bölümü başka mecralara geçti. Benim için doğru haber, nesnel yorum demek Medyascope. Ben en çok “Çünkü Özgür” sloganını sevdim. Onca kez yayına çıktım, onca yazı yazdım en ufak bir müdahale yaşamadım. Söyleyecek sözümüz oldukça, sözümüzü söylememize aracı oldu. Düzenli yazı yazmayı da Medyascope sayesinde öğrendim. Yazma disiplinim gelişti. 9 yıldan bana Türk medya tarihinin önemli bir dönemecine tanıklık kaldı. Bir de üzerinde “Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler” yazan bir kahve kupası. Nice yaşlara Medyascope… İyi ki doğdun. İyi ki varsın.