Şimdi akademisyen olan Halide Kaya, 11 yaşından 16 yaşına kadar gittiği farklı cemaatlere ait Kuran kurslarında yaşadıklarını ve bu ortamdan kopuşunu anlatıyor. Halide, “Yaşadıklarımı anlatacağım çünkü benzer şeyleri yaşamış ama anlatacak dili olmayan binlerce kadına karşı yakınlık ve sorumluluk hissediyorum” diyor.
Sizi Halide Kaya’nın Medyascope’a yolladığı yazıyla baş başa bırakıyoruz:
Okulsuzluk ve çocukluk üzerine
Nasıl başlamalı böyle bir hikâyeye? “Dikkat dikkat, bu yazı öfkeyle kaleme alınmıştır” diye kitabın ortasından başlasam anlatmaya mesela, olur mu? Her vesileyle itidali telkin eden politikacılarımız, genellemelere ve sinirlenmelere katiyetle karşı olan kanaat önderlerimiz gıyaplarında rahatsız olurlar mı? Bilemiyorum. Belgelemesi, hakkında konuşması zor konular bunlar. Yine de, mutlaka eksik ve yarım kalacak da olsa bir dizi anıyı, tecrübeyi, yorgunluğu şuraya bir yere bırakmak istiyorum: Şimdi hayatı bambaşka mecralarda akan bir kadın akademisyen olarak, ama her şeyden önce, on bir yaşında yatılı Kuran kursu kariyerine başlamış, şaşkın ve sersem bir kız çocuğu olarak. Gelişme çağının önemli yıllarını, on bir yaşından on altı yaşına kadar, şu sıra devlet büyüklerinin çok saygın addettiği, o zamanlar ise büyük dikkat ve gizlilik içinde faaliyet gösteren çeşitli dini gruplar ve cemaatler içinde geçirmiş, hem resmi, hem gayriresmi Kuran kurslarına mensup hocalar elinde eğitim almış, bunlar bitince, yine çok muteber bir anadolu imam hatip lisesini kazanıp kısa bir süre de orada sürünmüş bir laik Türkiye çocuğu (!) olarak. Yaşadıklarımı anlatacağım, çünkü benzer şeyleri yaşamış ama anlatacak dili olmayan binlerce kadına karşı yakınlık ve sorumluluk hissediyorum. Anlatacağım, çünkü dinleyen kadınlar.
- Okuyun: İsmailağa Cemaati’nden ayrılan kadınlar anlatıyor (1): “Altı yaşında çarşaf giydirdiler, mavi bir çarşafım vardı”
- Okuyun: İsmailağa Cemaati’nden ayrılan kadınlar anlatıyor (2): “Okuyabilseydim eminim akademisyen, belki de gazeteci olabilirdim”
Vaize hanım, seçimler ve örtü
Çocukken dünyayı fethetmek ne kadar kolay. Okul öncesi yıllarda, annemle babamın çalışma odasında yere bağdaş kurup oturur, büyüyünce kitaplıkta ne var ne yoksa okuyacağıma dair kendime söz verirdim. Bu ihtimal karşısında içimin nasıl sevinçle dolduğunu hâlâ hatırlıyorum. Yetişkinlere yönelik yayınların sıkıcı olduğunu duymuştum ama 80’lerin sonunda Ankara’nın bir kenar mahallesinde, üçüncü kattaki evimizin penceresinden sokağı izleyerek geçen hayatımdan daha sıkıcı olacak değillerdi ya! O zaman tek eğlencem, TRT dublajlı Susam Sokağı’nı izleyerek harflerin okunuşunu öğrenmek ve hayal kurmaktı.
Derken, 90’ların başında, babamla yaşadığımız evden ayrılıp İstanbul’a taşındık. Bakımımızı tek başına üstlenen annem, kamuda iş aramaya başladı. O zamanın siyasi ikliminde, başörtülü bir kadın olarak, göz önünde bir yerde işe girmesinin kolay olmayacağı kısa sürede anlaşıldı. Sancılı geçen bir yılın sonunda, İstanbul’un uzak bir köşesinde, ancak geniş bir ormanın içindeki virajlı yollardan geçerek varılan, işçi ve göçmenlerin kurduğu bir ilçeye yerleştik. Burası yerel seçimlerde ortalığı kasıp kavurmasına az kalmış Refah Partisi’nin kalelerinden biriydi. Annem burada bir iş buldu.
Dini cemaatlerle ilişkim daha ilkokula devam ederken başladı. İsmailağa (Çarşamba) Cemaati tarafından idare edilen bir Kuran kursunda yapılan sohbetlere büyüklerimle katılıyor, vaize hanımın coşkuyla anlattığı mevzulara kafa yoruyordum. Mesela doğum kontrolü neydi? Neslimizi kurutmak isteyen dış güçlerin bir oyunu idi (bu konuyu hiç ama hiç anlamasam da aynı sözlerle tekrarlayacak kadar öğrenmiştim). Ya da Bosna Savaşı’nda Sırplar kadınlara neden tecavüz etmişti? Çünkü yeryüzünde İslam hakim olmazsa olacağı buydu. Devamında bu vaize hanım yapılan işkencelerin detaylarını anlatıyor, dinleyen kadınlardan çıkan “ah” seslerine benim çocuk yüreğim dayanmıyor, gözümden pıt pıt yaşlar düşüyordu. Anneme bir kere “ya Sırplar buraya da gelirse?” diye sorduğumu hatırlıyorum. O zaman annem bana Türk ordusunun kudreti hakkında oldukça rahatlatıcı şeyler söyledi – ki esasen çevremizde devletle ilgili pek iyi şeyler duymadığımdan, annemin ordumuza bu kadar güvenmesi beni biraz şaşırtmıştı.
Bu Kuran kursunda hayat akıl almaz biçimde yavandı ama ben her şeyi ilginç buluyordum. Mesela kadınların giydiği bol kesim elbiseler, Emine Şenlikoğlu’nun roman görünümüne sokmaya çabaladığı siyasi nutuklar, paslanmaz çelik kaplardan yenen yemek, istisnasız her konuda daha makbulü bulunan davranışlar (sünnet) ve vaize hanımın otoritesi. Sıvasız, çıplak tuğladan dış cephesiyle ilçenin tam merkezine yerleşmiş bu kurumun iaşesi artık Refah Partisi tarafından idare edilen belediye tarafından sağlanıyordu – ve bunu da hak etmişlerdi. Vaize hanım beni sevimli bulup sürekli yanında gezdirmeye başladığı için, hatta bazı geceler yanında kaldığım için, her şeyi hatırlıyorum. Seçim çalışmaları sırasında, ilçenin daha da uzak yerlerine, köylerindeki barakalara varana kadar, lastik çizmelerimiz çamura bata çıka giderdik. Çalmadığımız kapı kalmazdı. Vaize hanım, kapısını açan her evde Müslümanların Refah Partisi’ne oy vermek dışında bir seçeneği olmadığını uzun uzun anlatırdı.
İşte bu sıralar başımı öyle sadece özel günlerde değil de sürekli olarak örtmek gerektiğini öğrendim. Bir bayram arifesiydi. Bütçesi ne olursa olsun bayramlarda bize yeni şeyler giydirmek için çabalayan annem, o bayram için aldığı kıyafetin yanına bir de pudra renkli başörtüsü ekledi. Yazlarım Refah Partisi seçim çalışmalarında ve vaize hanımın dizinin dibinde geçmesine rağmen, kendimi görece hür saydığım için, çocukça bir içgüdüyle bu sürekli örtülmesi icap eden örtünün pek iyi bir haber olmadığını sezdim. Ağladım ve itiraz ettim, ama sonunda ikna oldum. O bayram kendimi ne kadar çirkin ve yaşlı hissettiğimi hâlâ hatırlıyorum.
Kuran kursu “kariyerim”
Pek tabii bu hissetmeler, sezmeler, sıkılmalar, bir geleceğe işaret ediyordu. Sekiz yıllık eğitimin zorunlu olmadığı yıllardı. İlkokul beşinci sınıfı bitirir bitirmez, akranlarım orta okula başlarken, Fatih’te yatılı bir Kuran kursuna “yazılmış” bulundum. Hâlâ faal olan bu kurum öyle bir yerdi ki, 90’larda burada bir kız çocuğu olarak kalmış olsanız, “Esaretin Bedeli” filmindeki mahkumların sıkıntılarına gülersiniz. (Amma da yaptın! diyecek olanlara geçtiğimiz yıllarda bu kurumla ilgili çıkmış korkunç bir haberin linkini göndermek isterim).
Burada fazla barınamadım – belki bir, belki iki ay. O süre içinde zihnime yerleşen yüzler var: Mesela bir hocanın merdiven boşluğunda kıstırıp dakikalarca bağırdığı, iteklediği bir kız çocuğunun korkudan kaskatı olmuş beyaz yüzü. Sonradan öğrendim ki bu öfkeye sebep eşarbını yanlış bağlamasıydı. Eve gidişlerimde o kadar ağladım ki, en sonunda başka bir Kuran kursuna, bu sefer İskender Paşa Cemaati’nin himayesinde olan, disiplinin daha gevşek olduğu söylenen bir yere transfer oldum. Şimdi bu iki Kuran kursunun bazı ortak özelliklerinden bahsedeceğim size.
On veya on bir yaşlarında kız çocukları düşünün. Hepsinin sırtında tek renk, bol elbise biçiminde üniformalar bulunurdu – gri veya lacivert. Ayaklarda namaz vakitleri beyaz, diğer vakitlerde siyah veya ten rengi çoraplar ve terlik olurdu. Başlardaki örtüler de bir örnekti. Geniş bir odada -ki bunlara koğuş demek son derece yerinde olur- ranzalarda altlı üstlü yatıyordu çocuklar. Bazen on beş, yirmi kişi birden. Çocuklardan bir kişi yatakhaneden sorumlu yapılıyordu, bu kişi aynı zamanda gece baskını aramalarında da görevliydi. Eğer kursa izinsiz bir muzır şey sokulmuş ise -mesela bir kitap veya bir oyuncak- çoğunlukla yatak odasına saklanırdı. Bunların kimisinin esrarengiz biçimde yok olmasının nedeni söz konusu baskın aramalardı.
Sabah namazından önce soğuk ve karanlık bir yerde, demir ranzalara gürültü çıkarsın diye vurulan anahtarların sesiyle ve bağırışlarla gözünüzü açardınız. Asker gibi kalkardınız – kalkmazsanız cezası vardı. Buz gibi suyla topluca abdest alınır, namaz kıyafetleri giyilir, sabah namazına gidilir, topluca kılınırdı. Ardından kıyafetler değiştirilir ve günün rutini başlardı – önce yemekhane: Çelik kaplarda dolaştırılan ve hem miktar hem içerik olarak çocukların beslenme ihtiyacını karşılamaktan uzak olan yemekler ve yine çelik bardakta gelen kötü kokulu çay. Her yemekten önce ve sonra dua okunur, şükür edilirdi. Sonra etüt saatleri, beş vakit namaz, gündüz dersleri, akşam etütleri. Bu derslerin içeriklerinden bağımsız olarak, sürekli tekrarlanan öğreti şuydu: Tesettür, hareketlerinde ve giyim kuşamında kendini saklamaktır ve iyi ahlakın olmazsa olmaz şartıdır. Kadının en kutsal görevi anneliktir ve başlıca yeri evidir.
Bu dersler arasında belki bir saat “bahçede” (avluda) serbest vakit geçirmenize olanak vardı. Dört duvarla çevrelenmiş, hapishaneden farkı olmayan açık hava mekanlarıydı bunlar. Beşiktaş’taki ikinci Kuran kursumun bahçesinin köşesinde, tek başına duran yaşlı bir ağaç vardı. Serbest vakitlerde bu ağacın karşısındaki derme çatma banka oturur, olan biteni anlamaya çalışırdım. Mesela radyomun kaybolması olayını. Dedemin hediye ettiği bu aleti bir gece sakladığım yerden çıkarıp dinlemeye başlamış, yorgunluktan belki birkaç dakika kulak verebilmiş, sonra uyuyakalmıştım. Sabah uyandığımda yoktu. Neden? Hem yetişkin gibi davranmamız isteniyordu, hem de hiçbir özgürlüğümüz yoktu.
Düşünürdüm: Bundan sonra hiç oyun oynayamayacak mıydım? Arkadaş olmaya çalıştığım bir kızla mescidin köşesinde gizlice beş taş oynarken yakalandıktan ve azar yedikten sonra taşlarımızı fırlatıp atmıştık. Bazen namaz kılmak zor geldiğinde, kılıyormuş gibi yapınca çok günaha giriyor muyduk? “Mazeretli olmak” ne demekti? Bu bir ödül müydü? Her isteyen mazeretli olabilir miydi? Neden sürekli ama sürekli bağırıyordu hocalar? Mesela ince çorap giymek veya eşarbını iğnesiz bağlamak niçin büyük bir suçtu?
Gözümün önüne gelen sahneler -ki aradan geçen yirmiden fazla senenin ve aktif unutma çabalarımın filtresine rağmen- nasıl bir bedensel ve duygusal istismara maruz kaldığımızı anlamamı sağlıyor. Bedensel istismar çoğunlukla mahrumiyet şeklindeydi: Fiziksel hareket alanımızın ve hareketlerimizin ciddi oranda kısıtlanması, uykudan mahrumiyet, beslenme yetersizliği, hijyen yetersizliği, aşırı yorgunluk. Duygusal istismar hayatlarımızın arka fonunu oluşturan sözlü şiddet (bağırma, hakaret, aşağılama, küçümseme) şeklinde kendini gösteriyordu en çok. Bunun ilk sonucu da çoğumuzun hissettiği ağır suçluluk duygusuydu. Eğer yorulursan, sıkılırsan, hele ki ağlarsan, bu Allah’ı ve davayı yeterince sevmiyorsun demekti. “Dışarıdaki dünyayı” bilmek istemek, mesela aslında göbeğinde olduğumuz Beşiktaş’ın çarşılarını görmek, deniz havasını solumak yasaktı.
Bir akşam kurstan gizlice kaçıp birkaç saat dışarıda dolaştıktan sonra dönen iki kızı hatırlıyorum. Bu kızlardan biri müdürün odasından kıpkırmızı bir yüzle çıkmış, saatlerce ağlamış, günlerce kimseyle konuşmamıştı. Aileler özel ziyaretler dışında girişteki kabul odasından sonrasına geçirilmezdi. İçeride olan biteni anlatmaya çocuk gücümüz yetmezdi. “Alışmak” diye bir toplu ve bireysel bir ayin vardı: “Alışmaya başlayınca, alışırsın, alışır, ben alıştıktan sonra.” Alışamamak benim en büyük eksiğim ve utancımdı. Esasen hafta sonu eve gitmeyi istemek bile bir ayrıcalık ifadesiydi. Mesela ailede şiddet ve taciz varsa, öğrenci gitmeyi istemezdi. Böyle kızları tanıdım. Cumartesi sabahı koğuşun soğuk odasında uyanmayı, ayaklarını çamaşırhaneye sürüklemeyi ve yemekhaneden soğan-ekmek gibi açıkta duran şeyleri aşırmayı, hocalar tarafından itilip kakılmayı, eve gidip baba dayağı yemeye yeğ gördükleri için orada kalırlardı.
Hafızlık
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Kitaplarımı çok özlüyordum. İlkokul kütüphanesinden alıp iştahla okuduğum O. Henry hikayelerini, Alexandre Dumas veya Jane Austen romanlarını. Bunların yerini tek bir kitap almıştı şimdi. Onu okumak, mümkünse ezberlemek, sonra çocuklarına öğretmek “dava”ya en büyük hizmetti. Hafızlık bir kızıl elma gibidir bu çevrede. Ben de çok ufak yaştan beri çevremden hafızlığın ne kadar kutsal ve erişilmesi zor bir “makam”, bir statü olduğunu dinledim.
Hafızlık pratiği, basılı ve dijital teknolojinin mevcut olmadığı yıllarda Kuran’ın orijinal metnini koruma amacıyla geliştirilmişti. Zaman içinde hafızlara, ezberledikleri metnin içeriğinden de bağımsız olarak, kutsal “söz”ü taşıdıkları için belli bir kutsiyet ve/veya önem atfedilir olmuş. Bu aynı zamanda hafızların çalışma disiplinine duyulan saygıdan ileri gelmekteydi: Ayetleri ve cüzleri akılda tutmak için bir sistem geliştirilmişti ve hele ki ezberleyen Arapça bilmiyorsa, yoğun bir çalışmayla bile hafızlığın tamamlanması en az iki yıl alıyordu. Küçük çocuklar ezberlemeye daha yatkın olduğu için hafızlığa öncelikle onlar teşvik edilirdi. Bu eğitimi kız çocukları açısından daha çekici kılmak için eğitim bitiminde “hafızlık töreni” yapılır ve çiçeği burnunda hafızlara süslü elbiseler, hatta mümkünse gelinlik ve taç giydirilirdi. O taç, on veya on bir yaşlarındaki bir kız çocuğu için en değerli, en arzu edilesi nesneydi.
Kuran kursundaki ilk yılımı tamamladığımda, yatılı okula “alışmanın” benim için normalden uzun sürdüğüne kanaat edildi ve kendimi bu sefer de gayriresmi bir hafızlık eğitiminin içinde buldum. Beşiktaş’taki Kuran kursunda daha önce hocalık yapmış bir genç kadının evine her sabah gidiyor, ezberlediğim sayfaları okuyordum. İki yıllık ilişkimiz süresince bu kadının bana bir kere bile gülümsediğini hatırlamıyorum (ne başarı, bana sorarsanız!). On bir yaşından itibaren hayatımda giderek yeri azalan arkadaşlar ve oyun, on üç yaşımda tamamen ortadan kalktı.
O yıllara dair anılarımda dört duvar arasında dilini anlamadığım bir kitabı ileri geri sallanarak -bu ezberlemeyi kolaylaştırdığı söylenen bir harekettir- saatler boyu okumak, tekrarlamak, hatırlamaya çalışmak ve kendime bunun iyi ve önemli bir şey olduğunu söylemekten başka pek bir şey yok. Şiir karaladığımı öğrenen hocamdan soğuk bir ikaz aldıktan sonra defterimi dürüp çöpe attım. Bazen penceremin hemen dışındaki kavak ağaçlarının rüzgârda sallanan dallarına bakıp, beni kitap sevgisinin yakmış olabileceğini düşünüyordum. Hani o kütüphanenin önünde oturup bütün kitapları okumaya söz verdiğim gün, diyordum, belki de bu yüzden bir kitabı sonsuza dek okumaya mahkum oldum ben.
İki senede bitmesi hesaplanan hafızlığın dördüncü senesine gelindiğinde pek de yaşamayı ummayan yaralı bir hayvanın zincirinden yine de boşanmak istemesi gibi, hafızlığı bırakmak istediğimi ilan ettim. Bunun sebebi sadece yorgunluktu. Ne geleceğimin başka nasıl şekillenebileceğine dair bir öngörüm vardı, ne de yaşadığımın bir çeşit istismar olduğuna dair açık bir bilincim. Sadece her gün aynı kitabı okumaktan ve süslü bir tacın pesinde koşmaktan usanmıştım. Pek tabii ne hocam, ne de ailem, dört sene sonunda “neredeyse bitecek olan” hafızlığın terk edilmesine sıcak bakmadı.
Uzun ikna çabaları, ağlama seansları ve ikazlardan sonra annemin vicdanına ve aklına seslenmeyi başardım. Bana göre bunun bir sebebi, yaşadığımız ilçeden ayrılıp İstanbul’un daha merkezi, görece müreffeh bir semtine yerleşmiş olmamızdı. Bu esnada çeşitli hocalar değiştirmiş, cemaat kursuna bir kere daha girmiş ve çıkmış, sonunda her türlü dini eğitimden ölesiye soğumuştum. Yine de hayatımın (bence çok uzun) yıllarını bir kitabın başında geçirmiş olmama rağmen, o pek ışıltılı tacı ve süslü elbiseyi hak etmemiş olduğum hissinin yarattığı hayal kırıklığını belli belirsiz hatırlıyorum.
İmam hatip ve “çıkış”
Bundan sonra ailemin beni yeniden örgün eğitime dahil etme çabası başladı. İşte burada akranlarıma kıyasla önemli bir avantajdan faydalandım: Ailemin mensup olduğu İskender Paşa Cemaati’nde erkek çocuklarının eğitiminin çok daha önemli olduğu inancı hakim olmasına rağmen, kız çocuklarının da (dini eğitimlerini tamamladıktan sonra) bir diplomaya sahip olmaları değerli kabul ediliyordu. Bu da beni Kuran kursundan çıktıktan sonra evlenmeyi bekleyen bazı yaşıtlarımın kaderini paylaşmaktan kurtardı. Yine de önümde zorlu bir patika vardı. Akranlarımın liseye hazırlandığı yıllarda ben çarpım tablosunu bilemiyor, her konuyu içinden çıkılmaz derecede karışık ve yorucu buluyordum. Kendisi de bir süre Kuran kursuna devam etmiş olmakla beraber hafızlık kuyusuna düşmeden ortaokula başlamış olan kız kardeşimin desteğiyle -ve annemin çabalarıyla- İstanbul’daki özel bir ortaokulda birtakım sınavlara girip çıktım, ortaokul üçüncü sınıfı okudum ve sonunda mezun oldum.
Bu yıllar başörtüsü yasaklarıyla ilgili tartışmaların alevlendiği yıllardı. Benim meşhur “dava”ya yönelik ilgim ise giderek azalıyordu. Bir yandan lise sınavlarına hazırlanırken, bir yandan yeniden kavuştuğum kitapları delice öğütüyordum içimde. Yıllar içinde neler, neler birikmişti okunacak! Mesela felsefe, popüler bilim, tarih, hikâyeler.. Kadıköy’deki çeşitli sahaf dükkanlarının önünde arkasında kedi gibi dolanırken bulduğum, bazısını eski kitaplarımla takas ettiğim kitaplar, önümde yeni dünyalar açmıştı açmasına da, siyaset benim aklımın nerede olduğuyla ilgilenmiyordu pek.
Başörtüsü ile okunur mu okunmaz mı kavgalarının ortasında, polisler gösteri yapan öğrencilerin önünde kordon oluştururken, Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne başladım. Güneşin altındaki bütün cemaatlerin içine girip çıkma bahtına ermiş bir çocuk olarak bu kurumun Kuran kurslarının değişik bir versiyonu olduğunu anlamak benim için çok kolay oldu. Hocalardan sürekli işittiğimiz hakaretler (aptallıktan, tembellikten, ahlaksızlığa, kafirliğe kadar giden geniş bir skaladadır bunlar) beni artık rahatsız ediyor ve içimde bir öfke büyüyordu. Biz kız çocukları, önümüze konan kitapları okumak, kıyafetleri giymek, perde arkalarında sessizce yaşamak dışında ne yapmıştık? Neden bitmeyen bir utancın ve öfkenin nesnesiydik? Neden “dava” bizimle bitiyor, bizimle başlıyordu? Yok muydu bu davayı üstlenecek başka bir babayiğit? Neden hayatımız yasaklardan örülü dikenli tellerle çevriliydi? Ben bu soruları seslice sorarken hocaların gazabını üzerime çektim ve küçük bir kıyametin koptuğu derslerden birinin ardından, bir kez daha, itaat etmem gereken yerden kapıyı çarparak çıktım.
Bunun arkası biraz yas, biraz sis, biraz duman. Açıköğretim lisesini bitirip, üç kere girdiğim üniversite sınavını da en sonunda kazanıp yeni bir çevre edinene kadar -ilk gençliğim bana ait olmayan siyasi mücadelelerin içinde- bana ait olmayan davaların peşinde, çeşitli istismara ve baskıya maruz kalarak, ama hep kitapları düşünerek, kitaplarla yoldaşlık kurarak geçti. Arkadaşlarım çok azdı ama yalnız hissetmemiştim. Üniversiteyi bitirip akademik çalışmalara başladıktan sonra dünyanın her yerinden arkadaşlarım, yüzlerce kitabım ve onlarca öğrencim oldu.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, aslında bana özel zannettiğim travmaların toplumsal yaralarla biçimlendiğini, onların uzantıları olduğunu görüyorum. Küçük bir kızın altı yaşında okuldan alınıp sözüm ona evlendirilmesinin yol açtığı kitlesel tepkiye karşılık olarak, ailesi “gelinliği esasen hafızlık töreninde giymiştir” diye demeç verince içim sızlıyor. Bu açıklamanın cinsel istismara dair gerçeği örtmek, konuyu saptırmak için yapıldığı açık olduğundan değil sadece. Altı yaşındaki bir çocuğun hafızlık töreni adı altında gelinlik giymesinin normal, “‘”çocuk yaşta hafızlık” denen kurumun eleştiriden azade, meşru ve akılcı olduğuna dair genel inancı da yansıttığı için. Yetişkin bir insanın, dinine ait bir geleneği yaşatmak için kutsal kitabını ezberlemesi ile binlerce kız ve erkek çocuğunun bu eğitime itilmesi arasındaki dev farkı muğlaklaştırdığı için. İstismarın başka bir rengini, başka bir tonunu görünmez kıldığı için.
Düşünüyorum, yaşadıklarımdan sonra ne değişti? Bugün imam hatip lisesinde okuyan öğrencileri hafızlık eğitimi için okuldan alıp dört yıl boyunca dört duvar arasında tutmak yasal. Hatta imam hatip paravanına da hacet yok. Devletimiz 4+4+4 sistemini hayata geçirdiğinden beri, çocukları örgün eğitimden koparıp, denetimsiz bir kişinin veya kurumun kucağına bırakmak pekala mümkün, ve yaygın. Esasen hem uluslararası hem ulusal kurumların hazırladığı raporlar yaklaşık 600 bin kız çocuğunun zorunlu eğitim çağında olduğu halde okula gitmediğini söylüyor.
Okuldan mahrum kalan kız çocukları cinsel tacize maruz kalmadılarsa, mağdur değiller mi? Devlet çocukların en temel haklarını korumakla sorumlu değilse -ki bunların içinde yaşıtlarıyla beraber sağlıklı bir çevrede gelişimini tamamlamak da vardır- ne işe yarar? Düşünüyorum: Biz cinsel istismara uğramasak da karşı cinsten akranlarımızı çok geç yaşlarda tanıdık. Kimimiz erkeklerle sağlıklı bir arkadaşlık ilişkisi kurma imkanını elde edemeden evlendik. Ne yeteneklerimizi ve ilgilerimizi keşfetme fırsatımız oldu, ne de geleceğimizi bize iyi gelecek şekilde kurgulama. Çoğumuz cinsellikle ilgili sıkıntılar yaşadı, kimimiz de eşi tarafından tacize uğradığı halde buna bir isim koyamadı. Bu deneyimler çocukluk travmalarının ve istismarın doğrudan uzantısıdır ama hiç konuşulmaz.
O zaman sözü biz açalım. Çocuklar için, ama özellikle istismara en yoğun biçimde maruz kalan kız çocukları için adalet, en önde gelen, en acil adalet talebidir: Benim desteğimi isteyen bir siyasi hareket bu meseleye falanca tarikatın veya cemaatin korkusuyla eğilmekten imtina ederse, kesinlikle o desteği kaybeder. Biz azınlık değiliz. İtilip kakılan kadınlar, sessize alınan kadınlar, dev davaların yüklerini taşıyan kadınlar, zaferden sonra unutulan kadınlar, insafsızca yıpratılan ama hep daha çok vermesi beklenen kadınlar: Bütün yaşadıklarımıza rağmen, biz bu ülkenin yaratıcı gücüyüz.
Editör notu: Halide Kaya’nın gerçek ismi, isteği üzerine gizli tutulmuştur.