Sevilay Çelenk yazdı: Ayaklarımızın dibinde devasa obruklar açılıyor – Kurak Günler

İstanbul’u son ziyaretimin üzerinden bir yıldan biraz fazla bir zaman geçmiş. Bu hafta Demokrasi İçin Birlik platformunun “Savaşa Karşı Hayat” konferansı vesilesiyle birkaç günlüğüne oradaydım. Coğrafyamızı kıskaca alan savaşlar üzerine kimsenin pek bir cümle kurmadığı bir zamanda “Savaşa Karşı Hayat” demek önemli gerçekten ve gün boyu oldukça etkili biçimlerde bu temenniye ses verildi. Savaş derken sadece sınır ötesi operasyonlar ya da Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan türden savaşlar anlaşılmasın. Tam bir altüst oluş yaşayan İran’da ve ekonomisi dibe vuran Türkiye’de de milyonlar gerçek bir savaş veriyor. Yaşama savaşı… 

Ankara’ya dönünce nihayet Emin Alper’in Kurak Günler filmini de izleyebildim. Fakat Kızılay’daki sinemanın fuayesinde beklerken yaşama savaşının ciddiyetini bir kez daha anladım. Salona geçmeden evvel bir su alayım demiştim. Fuayenin bir köşesindeki çay-kahve standında bildiğiniz markalardan bir küçük şişe su tam 12 lira! İnanamadım. Çünkü sokaktaki büfelerde 3.5 liraya satılıyor. Mecburiyetten parayı verip suyu aldım. Yanımda bekleyen genç kadın 12 lirayı duyunca su almaktan vazgeçti. “Ayıp değil mi bu ya dedim, 12 lira niye olsun fuayede satılan su. Havaalanı mı burası, beş yıldızlı bir otelin kafesi mi, nitekim oralarda bile yadırganıyor bu fiyatlar. Ayıp bence.” Tabii bir yıla yakındır yurtdışındaydım. Sonunda döndüm ki ne dönüş, giderken bıraktığım fiyatların tamamı üçle çarpılmış. Çarpılmışız resmen… Her gün şaşırıyorum. Bir müddet daha şaşırmaya devam eder sonra alışırım sanırım. 

Böyle işte, Kurak Günler filmini, susamış bir izleyici yanına küçük bir şişe su bile alamadan izlemek zorunda kaldı. Tanığıyım. Ekonomi çökünce kontrol kalkıyor anlaşılan… Herkes tutturduğu fiyattan… Kurak Günler… Neyse Ankara’ya da filme de döneceğim. Şimdilik İstanbul’da kaldığımız yerden devam edelim.

İstanbul yolculuğu bana hep memleket üzerine ve insan hikayeleri üzerine düşünme fırsatı veriyor. Genellikle hızlı trenle gidip gelirim İstanbul’a. Dört saatlik yolda başka ne yapacaksın? Uzaklara bakarak düşünüyorsun. Doğru dürüst düşünebilmek için uzaklara bakabilmek şart. Her anlamda. Sadece kendinden biraz uzaklaşıp etrafındaki seslere kulak versen yeter. Sesler…

Hiç hesapta yokken Sabancı Üniversitesi SU Gender biriminin Minerva Han’da düzenlediği Şirin Tekeli Araştırma Ödülleri törenine de denk geldim İstanbul’da. Arkadaşım Feryal Saygılıgil ile orada buluştuk çünkü. Güzel bir törendi doğrusu. Çıkışta Feryal’in genç akademisyen dostları ve öğrencileri ile yemek yedik. Aralarında yazılarımı epeyce düzenli okuyan iki arkadaşımız vardı. Biri bir yere gidip gelirken, sokakta ve gündelik hayat içinde filan yakalayıp anlattığım hikayeleri sevdiğini söyledi. Ben de Susan Sontag’ın “Hikayeler her yerdedir, sadece bazılarımız onları daha çok görürüz” minvalindeki sözlerini hatırlattım yine. Gerçekten hikayeler her yerde… 

Bu kez en etkileyici hikayeyi hızlı trende yakaladım yine. Tam arka koltuğuma düştü. Kulak vermekten başka yolu da yoktu. Dört saatlik tren yolculuğunda sanırım en az dört kez annesi ile uzun uzun telefon konuşması yapan benden epeyce genç diyebileceğim (ama kaç yaş olduğunu da kestiremediğim) bir kadın tam arkamda oturuyordu. Biz duymasak da kısa aralarla yeniden ve yeniden “Efendim” diyerek başladığı konuşmalardan telefonunun mütemadiyen çaldığı anlaşılıyordu. Kadın her defasında annesiyle gerçekten sonsuz sabırlı konuşmalar yapıyor, “Tren henüz yeni kalktı anneciğim,” “Bir saat oldu anneciğim,” “Az kaldı anneciğim” diye başlıyordu söze. Sonra konuşmalara “O senin halan anneciğim, o senin büyüğün anneciğim, ‘olur’ de geç anneciğim, 90 yaşında anneciğim. Ne de olsa senin büyüğün anneciğim, niye kendini üzüyorsun anneciğim, o seni düşünüyor anneciğim, sevdiğinden yapıyor anneciğim. Anneciğim… Bir saat kaldı anneciğim… Eryaman’dayız anneciğim…” diye devam ediyordu. Annesine annelik görevi yapan yorgun ve muhtemelen derdi de başından aşkın olan kadının hâli dışarıdan üzücü görünüyordu. Anne ve evladın rollerini bu şekilde alt üst edip değiştirten sebebi, annenin rahatsızlığının ne olabileceğini filan düşünmeden edemiyordunuz. 

Niye bilmiyorum benim bütün işleyişini çağrışımlar üzerine oturtan dalgın zihnim, anneye annelik eden evlattan, devlete sahip çıkmaya çalışan yurttaşa gitti. Oysa devlet dediğin tam tersi mümkün olsun diye var olan bir teşkilattır. Yurttaşa ve yurttaşlığa sahip çıksın diye. Rollerin tersine döndüğünü düşündüren çok şey oldu.

Gerçekten son on yıldır neler neler yaşandı. Bilhassa militarist, milliyetçi, dinsel veya cinsel şiddetin hiçbir türünün mağdurlarını koruyup kollayacak bir devlet yoktu… Yok. Ben bu satırları yazarken, üyesi olduğum bir WhatsApp grubuna bir mesaj düştü. Mesaj içeriği kampanya uyarınca Twitter üzerinden de defalarca paylaşıldığı için burada yer verebileceğimi düşündüm. Mesajda şöyle diyordu: 

…Diyarbakır’da 40 gündür yakalanmamış olan bir kadın cinayeti faili var ne yazık ki. Tüm çabalarımıza rağmen savcının tam anlamıyla etkin bir soruşturma yürüttüğünü düşünmüyoruz...”

Görüyorsunuz, yurttaşlar elinde avucunda olanı kaybetmekle kalmıyor. Bilhassa kadınlar ardı ardınca hayatını kaybediyor. Katiller ise ortalıkta.

Kurak Günler… Bir su 12 lira. Ayaklarımızın dibinde devasa obruklar açılıyor.

Devlet mekanizmasının yurttaşı koruyup kollamak gibi iyicil işlevlerini tümden yitirmesi çok fena işte. Tıpkı hızlı trendeki kadın gibiyiz. Devleti bir bulsak karşımıza oturtup saatlerce konuşmamız gerekecek. “O senin yurttaşın Devletçiğim… neden böyle yapıyorsun?” 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Yurttaşın ülkesi için ve başka yurttaşlar için bu derece kaygılanmak, düşünmek, kendini yiyip bitirmek gibi bir mesaisi olabilir mi? Türkiye’de oluyor işte. Hâlimiz uzun zamandır bu. Çok acıklı bir hâl. Çökertilen devlet teşkilatı, ele geçirilen kurumlar, liyakatsizlik, katillere ve soygunculara cezasızlık, muhalefete bütünüyle ideolojik nedenlerle verilip duran son derece keyfi ve artık gülünç olmaya varan cezalar… 

Muhalif kişilere de kurumlara da ceza yağıyor. Gündemimize son düşen ceza RTÜK’ün “mimikle terörü övmek” gerekçesiyle Medya Mahallesi programına verdiği üç kez yayın durdurma ve ayrıca para cezası. RTÜK Başkanı bunun kasıtlı bir dezenformasyon olduğunu söylese de olayı aydınlatmak üzere üst kurul görüşmelerini açıklama çağrısına da bir yanıt vermiş değil. Mimiklerinize sahip çıkın anacığım… 

Kurak Günler filmini böyle izledim, arka planda işleyip duran yoğun bir kaygı, itiraz ve hatta dehşet duygusuyla. Filmle ilgili birini bu linkte bulabileceğiniz çok iyi yazılar yazıldı. O yüzden uzun uzadıya bir şey yazmayacağım. Fakat hiç yazmadan geçmeye de içim elvermiyor. Hele bir de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın filme sağladığı finansal desteğin geri istendiğini öğrenince, yazmak görev oluyor doğrusu. 

Kurak Günler. Çok başarılı ve doğru bir film. Sinemada flashbacklerle gelen kabus sahnelerini, hatta genel olarak kabus sahnelerini nedense hiç sevmem, bu filmde de esas olarak bir miktar buna takıldım. Fakat bu söylediğim sonuçta filmin bir kusuru değil, son derece öznel bir sevip sevmeme ifadesi. Üstelik filmin temel gerilimi de hatırlama ve unutma aralığında çakıp duran bu flashlar aracılığıyla kuruluyor. Ben sevmesem de bu sahnelerin kurgusu çok iyi.

Kurak Günler açık seçik bir Türkiye alegorisi. Türkiye’nin üzerimize kabus gibi çöken boğucu atmosferini küçük, yer yer komik ama yine de sonsuz kasvetli bir kasabaya taşıyor. Dünyanın her köşesinde varlığını sürdüren, eşitsiz iktidar ve güç ilişkileri üzerine oturmuş homofobik, cinsiyetçi, tecavüzcü, rüşvetçi, gaspçı küçük yerleşimler. Taşra… Dogville. The Village. Tepenin Ardı. Adına ne derseniz deyin. Güzelliğini ve sıcaklığını da yaşamışsınızdır bu yerlerin. Hatta belki en mutlu günleriniz orada geçmiştir filan. Ama emin olun tümünde bu dehşet potansiyeli vardır. Henüz harekete geçmemişse bile orada uyandırılmayı bekliyordur. Ama Kurak Günler’de bundan fazlası var. Bu ülkenin yakın tarihine damgasını vuran müthiş adaletsizliğin ve cezasızlığın, ayağımızın altından toprağın çalınışının, en mağdurun en büyük suçlu ilan edilişinin alegorisi… Yazının bundan sonrası biraz spoiler içerir. Okumayı burada bırakabilirsiniz.

Kasabaya gelen idealist genç ve güleç savcı Emre (Selahattin Paşalı). Kocaman gülümseyen, gülen gözleriyle birlikte güzelleşen bir adam… Bir linç ve tecavüz kültürünün onu tuzağa düşüreceğini, daha ilk buluşmada “misafir” filan demeden ve hiç zaman tanımadan, ses ve video kayıtlarıyla rehin alacağını anlıyorsunuz. Şahsen ben savcı, belediye reisinin yemek masasına oturduğu dakikada bunu anladım. Rehin alınacağını düşündüm ve müthiş gerildim. Bu yüksek gerilim de filmin başarısıydı bence. Adaletin elini kolunu bağlayan kaset siyaseti. Son zamanlarda herkesin öğrendiği tuzaklar. Ayağımızın altından çalınan toprak, başımızın üstünden çalınan gök. Hepsi Kurak Günler’de… Coğrafyanın süregiden çirkinliklerinden ya da kasabayı susuz ve geleceksiz bırakan siyasi düzenden hiçbir tehdit algısı ve kaygı üretmeyen kasaba ahalisi, güleç yüzlü, kırılgan savunmasız bir savcıyı, sadece cinsel yönelimine ilişkin kimi imalar ve işaretler yüzünden en büyük tehlike addediyor. 

Filmin en etkileyici sahnesi genç savcının aralarında yoğun bir cinsel çekim olan muhalif yerel gazeteci Murat’la (Ekin Koç) birlikte kuşatıldıkları evden, azgın kalabalık tarafından yakılmaya ramak kala ve “Burası Yanıklar, buradan çıkış yok” bağırtıları arasında öylece çıkmalarıydı. Tümden savunmasız iki beden olarak… Bu müthiş cesur bir hareket olsa bile korkusuzmuş gibi de görünmüyorlardı. Sadece başka seçeneği olmayanlara gelen türden bir cesaretle evden çıkarak arabaya yürüdüler ve kalabalığın arasından sıyrılıp gittiler. Haklı olanın, dışarıdaki güruhun hiç bilmediği türden cesareti, bir süreliğine o güruhu durdurmaya yetti. 

Yeraltı suları hoyratça tüketilen kasabada açılan dehşet obrukları, doğaya ve bilumum kaynaklarımıza yönelik talanın sadece bizim değil, iktidar ve güç sahiplerinin de dibini oyduğunu ve onları da geleceksiz bıraktığını gösteren çok güçlü bir metafordu aynı zamanda.

Sözün özü Sivas ve Madımak Oteli atmosferinde ilerleyen finalde kötülük kazanmıyordu ki filmin finaline bu yönde yapılan dramatik yatırım da açıkça politik bir seçimdi. Film kötülüğün ilanihaye kazanmayacağına ilişkin güveni tazelememize de yardımcı oldu doğrusu. Buna ihtiyacımız var. Zira önümüz uzun bir kış…