Bugün depremin kırkıncı günü. Ne yaralar sarıldı ne de aslında sarılabilecek bir yara söz konusu. Deprem kalplerde çok derin çizikler açtı. Asla bağışlanamaz olan bu tablo karşısında, “helallik” isteyenleri duydukça, Kemal Varol’un Aşıklar Bayramı romanında yer alan ve çokça paylaşılan şu cümlesini hatırlıyorum: “Kalbinde derin bir çizikle gezenin, günün birinde her ne pahasına olursa olsun yaranın müsebbibini affetmesi kadar kederli ve ağır bir şey yoktu dünyada.”
Ülkenin bugünkü halinde herhangi bir yarayı sarmak çok zor. Bugün yedi torununu, iki kızını ve damadını, birçok akraba ve yakınını depremde kaybetmiş bir kadının videosuna rastladım. Mezarların ortasında konuşuyor. “Biz ikinci gün el ayak öptük, vinç getirttik Sincik’ten, valilik el koydu, vermedi. Çocuklarımızın sesi geliyordu. Belki verselerdi, belki yardım etselerdi, bizim çocuklarımız kurtulurdu” diyor.
Ailesi enkaz altındayken ellerinin kollarının nasıl bağlı olduğunu, daha da beteri cenazelerini defnetmekte bile sonsuz sorun yaşadıklarını anlatıyor. “Bütün gençler gitti, biz yaşlılar kaldık” diyor. Fakat bu zalim gerçeklik sanki onun dışında bir yerde yaşanıyormuş da o da öylece rapor ediyormuş gibi… Duygularıyla dili belki de kalbi arasında Çin Seddi var adeta. Yaşanan felaketten onun payına düşen öylesine ağır ki o acıyı üstlenemiyor bile…
Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan Adıyaman’dan sonra bu hafta da Hatay’da “Eğer sıkıntılar yaşadıysanız bize düşen sizlerden helallik istemektir” diyor. Koskoca devlete düşen buymuş işte, helallik istemek. Gerçekten akıl alır iş değil, 50 binden fazla can gitmiş, helallik ne demek? Kim, kimin canını helal edecek? Dünyası yıkılmış ve enkazın altından hâlâ hiçbir türlü çıkamamış, duygularıyla ilişki kuracak gücü bile bulamamış, o şok halindeki insanlardan neyin helalliğini istiyorsunuz? Her “helallik” dediklerinde, “Neyin derdindesiniz siz, ahiretinizin mi?” diye haykırası geliyor insanın.
Bağışlama, affetme, helal etme sınırı misliyle aşılmış… Devlet bu kadar çökertilmemiş, ülke bu denli ranta, asfalta, inşaata boğulmamış, liyakat sahibi herkes bulunduğu makamdan koparılmamış olsa, bu felaket bugün yaşandığından çok ama çok daha az zararla atlatılırdı. Bunu herkes biliyor. Daha iki gün evvel Urfa’da yaşanan sel felaketi de aynı şeyi söylüyor. Şu linki tıklayın ve Urfa’yı görün. Bu tablo üzerine Tarım ve Orman Bakanının şu sözlerini de dinleyin: “Yağışların düzensizliği var. Kuraklık riski de vardı. Bir taraftan 15 canımızı aldı ama diğer taraftan toprak suya kavuştu. Atatürk Barajı’nda su 300 bin metreküp arttı. Bu önemli bir şey.” An itibarıyla 18 olduğu açıklanan can kaybının tesellisi olarak “toprağın suya kavuşması” olayı, karayollarını ve köprüleri de bir anda yuttu. Erdoğan’ın üç ay evvel alayı vala ile açılışını yaptığı kavşak ve altgeçit su altında kaldı. Böyle devam edilirse, ileride yaşanılması kaçınılmaz olan afetlerin bugünkünden de ağır sonuçları olacak. İki kere iki dört… Böyle gidemez.
Dayanıksızlık, ölüm, cezasızlık ve sonsuz adaletsizlik inşaat imparatorluğunun kimsenin artık şüphe duymadığı kesin sonuçları. Adalet… Dad… Nasıl ve ne menem bir şey olduğunu unuttuk.
“Dad” Kürtçe’de adalet demekmiş. Yazar ve siyaset insanı Selahattin Demirtaş’ın yeni yayınlanan öykü kitabının adı DAD. AKP’li yıllarımızda her birimizin başka bir veçhesine maruz kaldığımız ve artık tiksinti verici bir hâl almış adaletsizliklerin üzerine DAD iyi geliyor.
Kitapta, “Çöplük” başlıklı ilk öyküde yer alan karakter, insanı sanki sığınmış olduğu şehir çöplüğünde değil de ülkenin bugünkü enkazında dolaştırıyor gibi. Başka bir öyküde yer yarılıp içine giren ve kaybolan bir karakter var. Belki de zihnimde deprem olunca, depremden önce kaleme alınmış bu öyküleri de yer yer bir deprem kehaneti gibi okudum. Selahattin Demirtaş ne yazsa, ne zaman yazsa okurum zaten, orası ayrı. Zira o rehin tutulduğu yerde boyun eğmemenin, “Ömrümü yiyemezsiniz” demenin yolu olarak aralıksız yazmış ve altı yılda beş kitap çıkarmışsa, kendi adıma okumak bir nevi görevdir diye düşünürüm doğrusu.
Fakat DAD, sekiz öyküyü bir araya getiren bu kitap, bir inadın ve cezaevinin duvarlarını aşma çabasının çok ötesine geçen bir eser. Selahattin Demirtaş’ın politik hikayesinden ve cezaevi süreçlerinden ayrı da değerlendirilmeyi hak eden, yine salt edebiyat olarak selamlamamız gereken bir çalışma. Çok şaşırtıcı öyküler. Türkiye’de en tanınmış erkek yazarlarda dahi hemen her eserde tekrar eden “kendini çeşitleme,” kendi içine dönme, içini dökme, arayış, yitiklik, ıssızlık, tutunamayış ve bulamayışlardan uzak, yazarın kendi hikayesinin somut çizgilerinden uzak bir edebiyat. Demirtaş birbirlerinden çok farklı kadınları, aldatılmış adamları, üçkağıtçıları, üç beş kuruş için bir kadını ve bir çocuğu ölüme sürükleyebilecek tıynetteki katilleri, kısacası her biri birbirinden taban tabana zıt karakterleri şaşırtıcı bir ustalıkla betimliyor. Onlara gerçek bir hayat ve hak ettiklerinde gerçek bir ölüm veriyor.
Kitaba adını veren DAD başlıklı öykü, şiddete bilhassa kadına şiddete, “Böyle sürüp gidemez” diyor. Cezasızlığın ilelebet devam etmeyeceğini ve adaleti en nihayetinde tecelli ettiren birinin elbette olacağını, polisiye bir kurgu içinde çok etkileyici bir biçimde işliyor. Agatha Christie’nin bir tür kült dedektif romanı diyebileceğimiz On Küçük Zenci romanında bir hukuk adamı hukuk içinde tecelli ettiremediği adaleti nasıl kendi krallığında, küçük bir adada tecelli ettiriyorsa, kitaptaki birden fazla öyküde de adalet bir şekilde planlı programlı ve “özenli” biçimde, mizahı da elden bırakmadan tecelli ettiriliyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
DAD’ı okurken Demirtaş gibi siyasetçileri, bu ülkenin onurlu, yaratıcı, dürüst ve pırıl pırıl insanlarını “terörist” olarak yaftalama iktidarını elinde tutanlara insan bir kez daha isyan ediyor. Domuz bağıyla onlarca insanı katletmiş, Konca Kuriş’i korkunç işkencelerle öldürmüş, insanları diri diri betona gömerek üzerine sofra kurmuş siyasetlerle ya da on binlerce insanımıza mezar olan beton, rant ve inşaat terörüyle bir sorunu olmayanlar, Selahattin Demirtaş’a “terörist” diyor! Muazzam bir tiksinme ve bulantı hissiyle isyan ediyorsun.
İsyan ettiren çok şey var. Şimdi sanki bunlar yeni yeni oluyormuş gibi ya da henüz birkaç ay evvel başlamış gibi Nagehan Alçılar ortaya dökülüp “Osman Kavala ve Hakan Altınay’a zulmeden, rakiplerine siyasi yasak getiren bir siyasi tarafta bulunamam; bunları alkışlayan bir AK Parti’den yana olamam” diyor. Oysa bu zulüm yıllardır sürüyor… Bu zulüm sürerken neleri nasıl alkışlayıp durduklarını, paçoz tartışma programlarında sürdürülen sefil gazeteciliklerle muhalefetin sesini nasıl boğduklarını herkes biliyor.
Günaydın demek gerekiyor, hepinize günaydın! Türkiye’de sabah oluyor! Çok yakında DAD, adalet de gelecek. Kimse getirmezse onu biz kadınlar getireceğiz.
PS: Önümüz seçim, siyasette eşit katılım ve temsil hakkı her zamankinden de önemli bir mevzu. İktidarla pazarlığını pervasızca kadınların kazanımları üzerinden yapan Cumhur’un yeni ortaklarını görüyoruz işte. Kadın Koalisyonu’nun, kadınların karar ve çözüm süreçlerine eşit katılım ve temsil hakkının hayata geçirilmesi için yaptığı çağrıyı okuyalım ve her yerde paylaşalım. Bu hafta yazdığımız bütün köşelerde bu çağrıya link verebilsek keşke…
e-mail: sevcelenk@yahoo.com