Yirmi yıla yakın bir zamandır, Judith Butler’ın “Hangi hayatlar hayattan sayılır” ve “Hangi hayatların yası tutulur” soruları, özellikle Batılı olmayan halkların kitlesel sivil ölümleri karşısında Batı’nın kayıtsızlığını anlamak ve bunun üzerine konuşmak bakımından birçoğumuza oldukça elverişli bir bakış açısı sundu. Butler, sanırım bu soruları ilk kez Kırılgan Hayat kitabında 11 Eylül olaylarını değerlendirirken sormuştu. Sonra başka eserlerinde de aynı sorularla karşılaştık.
“Hayattan sayılır hayatlar” diye bir şey olduğunu ve de bazı hayatların hayattan sayılmadığını kuşkusuz her zaman içten içe biliyorduk. Fakat yine de daha etraflı bir kavrayışa sahip olabilmemiz için birinin onu daha net bir ifadeyle bir kıyaslamaya konu etmesi gerekiyordu. Bugün ikiz kulelerden neredeyse çeyrek yüzyıl sonra, orijinali ilk kez 2023 yılında yayımlanmış tam da şu anda bu satırları yazarken elimin altında olan bir başka kitapta da bu tür bir kıyas yazar Antony Loewenstein tarafından basit bir hakikat olarak şöyle dile getiriliyordu: “Batı, İsrail’e neredeyse koşulsuz destek verdi. Washington, Almanya, Hollanda, Avustralya ve Birleşik Krallık İsrail’in mücadelesine arka çıkmak için süratle silah desteği sağladı. Filistinlilerin yaşamının onlar için hiçbir anlam ifade etmediği açıktı. İsrailli Yahudiler çok daha kıymetliydi.”
Butler’ın bundan yıllar evvel sorduğu sorular bu hakikati açığa çıkarma ve sorgulama gücü yüksek sorulardı. Tarihin o güne dek görüp gördüğü en yıkıcı ve en profesyonel “terör” saldırısının arkasından gelmişti. Butler bu saldırıyı layıkıyla konuşabilmek için ikiz kulelerde kaybedilen hayatların her şeye rağmen hayattan sayılır ve yası tutulur hayatlar olmasından başlıyor, şiddetten söz edebilmek için devlet şiddetini sorunsallaştırmak gerektiğini söylüyordu. Bu saldırının ve bu öfkenin bir şekilde yası tutulmayan hayatlarla ilişkili olduğunu dile getirmeye cüret ediyordu.
Evet, 11 Eylül’de ikiz kuleleri vuran ölüm, ortak bir duyarlılığı müthiş bir hızla harekete geçirmiş, bütün dünyanın bakışını kulelere kilitlemiş, günler geceler ve yıllar boyu kulelerde ölenlerin yası tutulmuştu. Fakat o soruların sorulduğu tarihlerde her şey o kadar yeniydi ki, Butler kelimelerini olağanüstü bir özenle seçmiş, bu soruların tam da o gün sorulmasının önemine neredeyse çekingen bir şekilde dikkat çekmeye çalışmıştı. O güne kadar kitlesel biçimde yok edilip duran hayatlar hayattan sayılmaksızın, kuleleri vuran ölüm üzerine konuşmanın anlamını sorgulatmaya çalışıyordu.
Sanırım bugün artık çok daha vahim bir hakikati idrak ediyoruz. Kuşkusuz hâlâ bazı hayatlar diğerlerine göre daha fazla hayat sayılıyor ve yası tutulmaya daha uygun görünüyor. Fakat yeri geliyor dehşetle fark ediyoruz ki en çok hayattan sayılır hayatlar en fazla araçsallaştırılıyor. Fark ediyoruz ki yeri geldiğinde hayattan sayılır hiçbir hayat yok!
Yeniden Loewenstein’in kitabına dönecek olursak, onun Filistin’i dev bir silah test laboratuvarı olarak okuduğu kitabında, “11 Eylül’den kârlı çıkanlar” başlıklı bölümün bu hakikati berrak bir biçimde açığa vurduğunu da görürüz. Oradan bir iki paragrafı, biraz uzun bir alıntı yapmak pahasına aktarmak istiyorum:
“11 Eylül 2001’de New York ve Washington’da gerçekleşen terör saldırıları, İsrail savunma sanayisinin gücüne güç katmış, Yahudi devletinin onlarca yıldır sürdürdüğü terörle mücadeleyi de uluslararası bir boyuta taşımıştı. Terör eylemlerinin gerçekleştiği gece eski Başbakan Netanyahu’ya bir Amerikan televizyon kanalında bu saldırıların iki ülke arasındaki ilişkiler için ne anlama geldiği soruldu. ‘Çok iyi’, dedi Netanyahu duraksamadan. Sonra hemen toparladı: ‘Yani iyi değil elbette ama bir duygudaşlık sağlayacağı ortada.’ Saldırılarla ilgili şöyle düşünüyordu: ‘…halklarımız arasındaki bağı güçlendirecek, zira biz onlarca yıldır terörle mücadele içindeyiz, Amerika ise böyle büyük bir terör saldırısıyla ilk kez karşı karşıya kalıyor.’” (s.69).
Yazar bize bu konuşmadan yedi yıl sonra Netanyahu’nun başka bir konuşmasında aynı mesajı şöyle yinelediğini belirtiyor:
“Şüphesiz ki ikiz kuleler ve Pentagon saldırılarından ve Amerika’nın Irak’taki mücadelesinden fayda sağladık.”
Netanyahu bu olaylara işaret ederek “Amerikan kamuoyunun görüşlerini bizim lehimize çevirdi” demiştir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu ifadelere baktığımızda, kulelerde kaybedilen binlerce ABD’linin hayatına herhangi bir değer atfedildiğinden söz edebilir miyiz? İkiz kulelere saldırıyı “Allahın lütfu” olarak gören bu anlayışı hiç yabancılamadığımızı da ayrıca not edelim.
Yine de hayattan sayılır hiçbir hayat olmadığını, paradoksal bir biçimde en fazla Ukraynalılar üzerinden görebiliriz.
Ukrayna’nın Rusya tarafından işgaliyle birlikte Batı’nın savunma ve güvenlik teşkilatları yanında, demokrasi ve insan hakları alanındaki tüm kurum ve kuruluşlar da Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı ve Ukrayna’nın işgaline yoğunlaştı. Deyim yerindeyse Ukrayna ile yatıp Ukrayna ile kalktılar. Uluslararası parlamenter meclisleri gündemlerini neredeyse tümüyle bu konuya kilitledi. Rusya’nın Ukrayna’ya dönük saldırganlığını kışkırtan NATO’nun genişleme eğilimini her şeye rağmen paranteze alırsak, bu kilitlenmenin haklılığını da elbette teslim etmemiz gerekir. Fakat aynı dönemde Gazze’de onbinler korkunç biçimde hayatını kaybediyordu. Suriye’de on yılı aşkın savaşın yol açtığı sivil ölümlerin, başta Kuzey ve Doğu Suriye’de olmak üzere sonu gelmiyordu. Bütün bu hayatların bu kurumların gündeminin bir parçası olabilmesi için büyük bir mücadele verilmesi gerekiyordu. Kısacası “Hangi hayatlar hayattan sayılır” sorusunun, kristal gibi bir hakikat üzerine düştüğü ve cevabın da oradan yansıdığını düşünmek için her tür nedenimiz vardı.
Oysa yukarıda da söylediğim gibi gün geldi şaşkınlıkla idrak ettik ki aslında Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden vekaleten savaşan NATO ve AB üyesi Batılı ülkeler, Ukrayna’da savaşın başından bu yana sadece öldürülen asker sayısının 40 bini aştığı gerçeğini de feci biçimde görünmez hale getirmeyi başarmıştı. Ukrayna Devlet başkanı Volodymyr Zelensky, Rusya’nın topyekün işgalinin başlamasından bu yana yaklaşık 43 bin Ukraynalı askerin öldürüldüğünü söylediğinde bu rakam hakkında ne kadar az bir fikrimizin olduğunu düşünmemek de elde değildi. Nitekim linkteki BBC haberi bunun Ukrayna’nın kayıplarına ilişkin nadir bir itiraf olduğu bilgisini de ekliyor. Zelenski ayrıca kimisi birden fazla kez ve kimisi de hafif yaralanmalar olsa da savaşta 370 bin yaralanmanın rapor edildiğini de açıklamıştı.
Uzunca bir müddet “zafere kadar Ukrayna ile” diyerek Ukrayna ile yatıp kalkan ve bu savaşın Ortadoğu’da yaşananlarla ilişkisine tek cümleyle olsun değinmeyen Batılı müttefikler bu büyük kaybı da (Zelensky’nin sözlerini veri alırsak) bir anlamda gölgede bırakıyordu. Ukrayna savaşının Ortadoğu’da yaşananlarla ilişkisini hemen hiç kurmamakla ve bu savaşın ana aktörü Rusya’nın Ortadoğu’da da önde gelen aktörlerden biri olduğunu bu alamda hiç dikkate almamakla Ukrayna savaşını izole ediyordu. Oysa bir yarısını tümüyle görmezden geldiğiniz bir realitenin diğer yarısını da tam olarak göremezsiniz. Kısacası sadece Ukrayna’ya baktığımızda bile, “Hayattan sayılır hiçbir hayat yok” demek için yeterince nedenimiz var. Hâl böyleyken, ondört yılı tamamlamak üzere olan savaştan sonra bir haftada “çöküveren” Suriye’de de suratımıza çarpan hakikat bu oldu. Layığınca yası tutulan hiçbir hayat yok…
Gerçekten de bir bilgisayar oyununun başında oturmuş savaşın aktörlerinin elini ama serbest bırakan ama yönlendiren, birinden elini çekerken diğerini meydana süren “küresel güçler” nezdinde, hiç ama hiçbir hayatın büyük bir kıymeti yok. Hayatlar gider, hayatlar gelir… Milyonlarca yıllık dünya tarihinde birkaç milyonun hayatla erkenden vedalaşmasının kıymeti harbiyesi nedir? Üstelik zaten her ölüm erken bir ölüm değil midir? Üç gün erken üç gün geç… Yanıbaşımızda Suriye’de yaşanan budur, Gazze’de 40 bini aşan sivil ölümün, soykırımın söylediği budur. Görünüyor ki Ukrayna’da da olan tam olarak bu.
Elbette -kullanmaktan hiç hazzetmesem de- bu “küresel güçler” ya da “küresel oyuncular” tabiri güçlü hükümetleri de işaret etmiyor ya da sadece onları işaret etmiyor. Suriye’de Esad rejimi bir haftada çökerken, ülkeyi başta İsrail olmak üzere, Batılı ülkeler ve muhakkak ki biraz da “Türkiye lehine” bölüşmek üzere çoktan sağlanan anlaşmanın da bu anlamda büyük ölçüde çetelerle ve çete artıklarıyla yapılmış olduğu da açıklık kazanıyor. Tabii çok değil daha bir ay evvel Erdoğan’ın Esad’la görüşmek için neredeyse araya adam soktuğu hatırlanırsa, Türkiye’nin de durumdan sadece ihtiyaç duyulduğu anda ve ihtiyaçlar ölçüsünde haberdar edildiği de anlaşılıyor. Zira İletişim Başkanlığı’nın sayfasında “Erdoğan, Esad ile görüşme konusunda umutlu olduğunu ifade etti” haberi hâlâ duruyor. Tarih 13 Kasım 2024. Yani üzerinden henüz bir ay bile geçmemiş. Çetelere gelince, sahne önünde bu çeteleri temsilen HTŞ var, SMO var… Sahne arkasında bilişim teknolojileri üreticileri, AI teknolojileri (Artificial Intelligent) üreticileri, küresel silah şirketleri… Hükümetler de elbette arada bir yerde embedded olarak duruyor. Kimi şirketlere, kimi çetelere embedded. Kimi de Türkiye gibi ikisine birden…
Evet, bugün Türkiye bölgede yeniden bir aktör olarak belirli bir ağırlık kazanacağa benziyor. Fakat Türkiye derken yurttaş ve ülke yararına bir teşkilat olarak bir devletten mi söz ediyoruz? AKP-MHP çıkarlarıyla bütünleşmiş bir parti devletinden mi? Bu parti devletinin nepotik ilişkiler çerçevesinde savunma stratejisini, teknolojisini ve kaderini elinde tutan şirketler kimin? AI teknolojileri, drone’lar, SİHA’lar kimin? Baykar devlet mi mesela? Bu yüksek güvenlik kapasitesinin yurttaş ve ülke yararına yönetildiğini, mazlum halklara zarar vermediğini kim ve ne söylüyor? Buyrun bakın, bize de anlatın. Neyse işte, nihayetinde yapay zekanın “Hayattan sayılır hayat” gibi bir kriterinin olduğunu da hiç sanmıyorum.
Yanı başımızdaki savaş böyle bir savaş, orada daha bundan altı yedi yıl evvel Kürtleri, Ezidileri korkunç katliamlara maruz bırakan, onca kollanıp desteklenmelerine rağmen bu ülkenin askerlerini canlı canlı yakan vahşet örgütlenmesinin artıkları, bugün Şam rejimini ferah feza devirmiş görünüyor. Gasp edilmiş anaakım medyamız bu çeteleri “muhalifler” diye alkışlamaya doyamıyor. “Terör” tanımının ne kadar keyfi ve ne kadar güç ilişkileriyle alakalı olduğunu daha güçlü bir şekilde hiçbir şey gösteremezdi. Şimdi bu tablo içinde kala kala IŞİD karşısındaki direnişin öncü güçlerini, IŞİD’e karşı Kürtler, Araplar, Ermeniler, Süryaniler, Türkmenler, Aleviler, Dürziler lehine yaşam alanlarını koruyan, bütün halklarla birlikte demokratik bir Suriye inşasını ısrarla savunan laik Suriye Demokratik Güçleri’ni “terörist” olarak işaret etmek normal mi? Bu korkunç güç ve iktidar ilişkileri içinden yapılan bütün bu tanımlar dairesinde hayatlarımızın hayattan sayılacağının bir garantisi var mı?
Yok. Belli ki aslında hiçbir zaman da olmamış. İki dünya savaşı ve büyük soykırımlar sonrasında içine yuvarlanmamıza ramak kalan savaş tablosu bunu söylüyor. Kesin olarak dikkate almamız gereken tek hakikat bu. Bu savaşlardan çıkar umanların gözünde, esasen hayattan sayılır hiçbir hayat yok… Bu yüzden de biz bizzat kendimiz, hayatımıza, dostlarımızın ve yoldaşlarımızın hayatına sahip çıkmalıyız. Hayatlarımızı kendi ellerimize almalıyız.