Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Burası müesses nizam buradan çıkış yok (mu?)

Geçtiğimiz haftanın en heyecan veren gelişmesi Millet İttifakı içinde yaşanan krizin hiç vakit kaybetmeden hızla aşılmasıydı. Bir önceki yazıda masanın dağılmasının daha demokratik ve kapsayıcı bir ittifak için bir imkan olduğunu yazmış olsam da bugünkü sözlerimde aslında bir çelişki yok. Çünkü Akşener’in bir hışım terk ettiği Altılı Masa’ya kısa süre içinde geri dönmesiyle sonuçlanan süreç aynı noktalarda umut verici. Umudun bir kısmını Kemal Kılıçdaroğlu’nun krizin hemen arkasından yaptığı sakin ve kararlı konuşma yaratmıştı zaten. Partide ardı ardına yaşanan istifalar ve Akşener’in o acayip sert konuşmasının yurttaşlardan hiçbir olumlu tepki almadığı gibi esefle kınanması, İYİP’i masaya geri döndürdü. Genel olarak toplumsal muhalefetin istismarcı beka siyasetiyle yola devam etmeyeceğini gösteren açık tepkisi gerçek bir kırılma anıydı ve müthiş bir heyecan yarattı.

Yaşanan gelişmeler, kafamızın içinde “Burası müesses nizam, buradan çıkış yok” diye uğuldayan o meşum sesi susturur gibi oldu. Müesses nizamı ister devlet olarak, ister ulusal ve uluslararası bütün dengeler ve sermaye çevrelerinin tercihleri doğrultusunda oluşan yerleşik düzen olarak alalım, bunun yurttaş lehine bir sonunun olması gerektiği düşüncesi giderek daha çok kabul görüyor sanki. Bundan sonra, eğer süreç doğru yönetilir ve kapsayıcılık konusunda gerekli adımlar atılırsa Kemal Kılıçdaroğlu’nun birinci turda cumhurbaşkanı seçilmesi kuvvetle muhtemel. Fakat geriye kalan zaman zarfında ortaya çıkabilecek bütün riskleri de bertaraf edebilmiş değiliz. Öyle olsak bu yazı da burada biterdi. Seçimler bu kadar yakınken ikinci bir krizi daha atlatmamız ise çok zor. Bu yüzden de yazmak gerektiğini düşünüyorum.

Yandaş medyanın kalemşörlerinden Abdulkadir Selvi ve Mahmut Övür gözlerini yeni bir kriz ihtimaline dikmişler bile. Benzer başlıklara sahip yazılarında, neredeyse HDP’nin hakkını aramaya ve Selahattin Demirtaş’ın Akşener’e yönelttiği sorulara nasıl cevap verileceğini sorgulamaya başlamışlar. Mahmut Övür “Binde 4’lük partilere en az 1 cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, 1 de bakanlık verilirken, yüzde 10’luk HDP’ye hiçbir şey verilmemesi, onların da istememesi ilginç ötesi bir durum” diyerek bunun bir tür aldatmaca olduğunu ima ediyor gibi görünerek, potansiyel hassasiyetleri özenle kaşımaya yelteniyor. Neredeyse demokrat olduklarını bile düşünebilirsiniz.

Gelişmeler birbirini takip ediyor. Önceki gün, HDP’nin hazine yardımına koyulan blokenin kaldırıldığını duyduk. AYM’deki bu karar değişikliğini, rüzgarın Millet’ten yana esmesine bağlamaktan yanayım. Gerçi AKPMHP iktidarının ortamı soluma ve hamle yapma yeteneğini de göz ardı etmemek lazım. Yapılması gereken hamleyi tam zamanında yapma yeteneği muhalefette olsa, değil cumhurbaşkanlığını Buckingham’ı bile alabileceğimizi de gördük. Ama geçen haftaki muazzam gelişmelerden sonra kaç gündür hâlâ Kılıçdaroğlu HDP’yi ziyaret eder mi etmez mi diye papatya falı bakmaya devam ediyoruz. Eder tabii ki niye etmesin? Büklüm Caddesi, numara 117. Çok kolay, yürüyerek bile gidersin. Kılıçdaroğlu adalet için günlerce yürümüş, HDP’ye mi yürüyemeyecek? Türkiye’nin Gandi’si o. Zaten “Not ediyorlarmış! Not etseniz ne yazar? Siz hala anlamadınız, hepimiz tutuklanmaya hazırız” dediğinde, Gandi’ye selam gönderdiğini de görmedik değil. Gandi Güney Afrika’da Hintli göçmenlere yönelik haksızlıklara karşı toplumu sivil itaatsizliğe davet ederken, hapishanelerin belirli bir kapasitesinin olduğu gerçeğinden hareket etmişti. Herkes hapse girmeyi göze aldığında esasen matematik olarak bile bunun sürdürülemez olacağını ve yeni tutuklamalar için hapishanelerde yer kalmayacağını biliyordu.

Gelelim müesses nizam meselesine. Kılıçdaroğlu’nun -Kemal Can’ın sözleriyle– kazanamayacak değil kazanacak aday olduğunun belirginleşmesinin bazı çevrelerde yarattığı rahatsızlık zaten sır değildi. Bu ihtimalin adeta toplumun kurucu sözleşmesine aykırı olduğu yönünde bir kabul de dayatmaya çalışıldı. Fakat bu dayatmanın karşısında duran ve Cumhuriyetin yüzüncü yılında yeni bir toplum sözleşmesi ve yeni bir hikaye kurgusunu dillendirmekten hiç vazgeçmeyenler de hep var. Yeni bir toplum sözleşmesine duyulan ihtiyaç güçlü biçimde dillendirildiği ölçüde, müesses nizamın da teminatı olan Türk ve Sünni nüfusun imtiyazları üzerine kurulmuş o zımni sözleşme ya da yazılı olmayan anayasa da kendini yenilemenin yollarını arıyor. Müesses nizam yerli yerinde dursun ve Türklük Sözleşmesi terk edilmesin isteniyor. “Türklük Sözleşmesi”ni elbette Barış Ünlü’nün şu günlerde yeniden dönülmesi ve üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken çalışmasına referansla kullanıyorum.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı ihtimalinden maalesef rahatsızlık duyanlar var. Cumhurbaşkanlığının yüzde 10 ila 13 bandında olduğu kabul gören Kürt oylarına ihtiyaç duymasından duyulan rahatsızlık da buna ekleniyor. Yüzüncü yılında siyasi iktidarın Sünni ve Türk oylarla yenilenemiyor olmasını -iyi saatte olsunlar- kolay hazmedemeyecekmiş gibi görünüyor. Yine de geçtiğimiz hafta ufkumuzu dalga dalga aydınlatan gelişmeler, söz konusu rahatsızlığın toplumun ya da yurttaşların rahatsızlığı olmadığını da gösterdi. Fakat maalesef toplum düzenli aralıklarla provoke ediliyor ve değişime karşı direnç kışkırtılıyor. Depremle birlikte yıllar yılı sürdürülen dünya devleti iddiasının birçok veçhesiyle çökmesi ve bunun ulusal gururu iyiden iyiye incitmekte olması da başka tehlikelere kapı aralıyor. İşimiz oldukça zor gerçekten… Barış Ünlü “Kürt hareketinin meydan okumasına karşı ortaya çıkan ve vicdan azabı, suçluluk duygusu, kayıp duygusu, güçsüzleşme-anlamsızlaşma-önemsizleşme duygusu, içine kapanma, delilik, açık ırkçılık vb. biçimler alan Türklük krizleri”nden ve bunların üzerine çalışılması gerekliliğinden söz ediyor ki bugünlerde bu gerekliliği çok daha derinden kavrıyoruz.

Allah’tan Kürt siyaseti müthiş bir olgunluk ve kararlılıkla yoluna devam ediyor. Bu siyasete dört duvar arasından umut ve güven dolu bir ses kazandıran Selahattin Demirtaş’ın Akşener’e yazdığı mektupta da bu olgunluğu görüyorsunuz. Demirtaş basitçe soruyor: “Bizim oyumuzu istemiyor musunuz?” Üstelik istenen şey atla bakan değil, zaten olması gereken şey. Oylarına talip olunduğu ve HDP tabanını oluşturan Kürt yurttaşlardan destek istendiği, adlı adınca söylensin isteniyor. Bu yok saymanın haksız ve abes olduğu konusunda tümüyle sessiz kalan bir kesim de düzenli aralıklarla, “AKP’ye yine inanacaklar mı bunlar, ay anlaşacaklar mı?” diyerek ortalığı velveleye vermekten geri kalmıyor. Bunların bir kısmı böyle bir anlaşma olsa gerçekten ama gerçekten ırkçı ve ayrımcı ezberleri nihayet doğrulandı diye zil takıp oynar. Fakat boşuna heveslenmesinler, HDP seçmeninin kimsenin zil takıp oynamasını seyretmek gibi bir fantezisi yok. Bu ergen siyasetinin Türkiye’de yeterince temsilcisi var zaten.

Siyaset sahnesinde bu hafta yaşananlar bu sahnedeki gelişmeleri bir dedektif gibi ustalıkla okuyabilenler dahil herkesi belirli bir biçimde zorladı. Akşener’in masayı neden dağıttığı sorusunu kimi Akşener’in karakteri etrafında cevapladı. Kimisi de meseleyi biraz daha derinlerde yatan “devletçi” reflekslerle ilişkilendirdi ama yine en sonunda bu refleks Meral Akşener’in kişisel refleksine indirgendi. Kısacası çıplak elle kolayca yakalanan balık en nihayetinde ya kasıtlı olarak ama ekseriyetle “bilgisizlikten” dolayı elden kaçırılmış oluyordu. Bu bilgisizliğin anlamına birazdan değineceğim.

Balık demişken bir de kırmızı ringa balığı müptelaları var. Kırmızı ringa balığı, bilhassa polisiye türündeki romanda ve filmde, okuyucu ya da izleyiciyi bilerek yanlış çıkarımlara vardırmak amacıyla kullanılan anlatım tekniği olarak tanımlanır. İYİP’li entelijansiya geçtiğimiz haftanın olaylarını tıpkı böyle yorumladı. Bu ilk de değil. Onlar Akşener hikayesine, “Kılıçdaroğlu kendi adaylığını dayattı,” kendi kişisel hırsına koca masayı kurban etti anlamına gelen akıl almaz bir argümanla başlamış ve bütün yaşananları bunun etrafında eklemlemişti. Söyledikleri neredeyse deneyimli siyaset dedektiflerine bile inandırıcı geliyordu! Anlatının merkezine maharetle yerleştirdikleri kırmızı ringa balıkları yaşanan olayı etraflıca kavramayı geciktirdi. Neyse ki Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığını dayattığı söyleminin ne kadar büyük bir çarpıtma olduğu da sonunda anlaşıldı. Cevabı “millet” verdi desek, hamaset olmaz. Baştan beri sürdürdükleri bu yanıltıcı söylemlerle en büyük zararı da İYİP’e verdiler.

Barış Ünlü Türklük Sözleşmesi kitabında, “Türklükle şekillenen insan, belli şeyleri sürekli görürken, belli şeyleri hiç görmez; belli şeyler hakkında sürekli bilgilenirken belli şeyler hakkında hiç bilgilenmez, belli şeyler hakkında sürekli duygulanırken belli şeyler hakkında hiç duygulanmaz. Kişinin çoğu zaman farkında olmadan yaşadığı bu negatif Türklük hallerinin, Türklük Sözleşmesi’nin alt-sözleşmeleri olarak kavramsallaştırabileceğimiz duygusuzluk sözleşmesi ve bilgisizlik sözleşmesi tarafından şekillendirildiğini düşünüyorum” der (s.216). HDP’nin neredeyse kuruluşundan bu yana tanık olduğumuz şey de işte bu. Kürtlerin yaptığı ya da yapmadığı birçok şey “anlaştılar, anlaşacaklar” teranesi altında mütemadiyen büyüteçle görülürken, en demokrat kesimlerde bile HDP ve Kürtler çoğu kez yeterince “görülmüyor.” En iyi ihtimalle, “Aman şimdi sırası değil” deniyor. Bu seçim alındıktan sonra görülüp görülmeyeceği de meçhul. Zira bu seçimden sonra da hep yeni seçimler kapıda olacak. Kürdün sırası hiç gelmeyecek. O yüzden de Kürtler esasen kimseden sıra beklemiyor, siyaset üretiyor. Cezaevinde rehine tutulan Demirtaş da dışarıda darbe üzerine darbe yiyen parti de sonsuz bir sabırla siyaset üretiyor.

Şimdi yapılması gereken şey, yerleşik düzenin çıkışsız olmadığını göstermenin yolunu bulmak. Dışlayıcı ve inkarcı toplum sözleşmelerinin dışında yeni bir söz imkanı aramak. Bunun için de olanların üzerini kapatmak değil, örtüyü çekip almak ve hakikati ışığa çıkarmak gerek. Bu dışlamanın bugün bir şekilde sonu geliyor gibi görünürken, Bursa’da Amedspor maçı sırasında açılan beyaz Toros ve Yeşil posterleri, dehşet ve korku içindeki bir Kürt çocuğa “…ölünüzü si.erim” gibi galiz küfürler arasında, “Bursasporluların hepsinden özür dilerim” dedirten ırkçı saldırganlık tesadüf değil. Her ne kadar PFDK’nın Bursaspor’a verdiği ceza haftanın olumlu gelişmeleri arasında olsa da yaşananların iki takım arasındaki husumetin olağan bir dışavurumundan ibaret olmadığını akılda tutmak lazım.

Sadece bu da değil. Sol ve sosyalist kisvesi altında istikrarlı biçimde nasyonal sosyalizmin dilini konuşturan sosyal medya fenomenleri de boş durmuyor. Kılıçdaroğlu’nun beşli çetelere çok güçlü bir dille meydan okumasını müteakip bu “cevval” insanlar, Kılıçdaroğlu’nun beşli çeteden intikam filan alamayacağı gibi azgın bir Kürt-Alevi sermayesi yaratma ihtimalinin daha güçlü olduğunu hatırlatmayı da vazife biliyor! Esasen pek olası görünmeyen azgın Kürt-Alevi burjuvazisi, daha doğmazdan evvel hedef gösterilmekle kalmıyor, beşli çete üzerindeki dikkat de buraya kaydırılmak isteniyor. Nazilerin ulusal gururu incinmiş Alman toplumuna varlıklı Yahudileri ve Yahudi sermayesini hedef göstermesi ve ekonomik ve sosyo-kültürel sorunların kaynağı olarak onları belletmesinin sonuçlarını hatırlamamak elde değil. Ya da yakın tarihimizdeki 6-7 Eylül olaylarını. Bu “sıradan faşizmin” korkunç sonuçlarını bilmiyor olsaydık, sözünü ettiğim sosyal medya fenomenlerini de ciddiye almayabilirdik…

Konuyu biraz dolandırdım fakat Akşener’in HDP ile ilgili açıklamalarını sıradan faşizmlere eklemleyen tablonun anlattığı çok şey var. Akşener, HDP’nin taleplerinin -ki meşru bir siyasi parti olduğunun kabulü dışında bir talep de söz konusu değil- masaya getirilemeyeceğini söylüyor. Yirmi bir yıl boyunca sinemadan televizyona, hutbelerden meydanlara kesintisiz sürdürülen bir mehter, mazlum dünya Müslümanlarının hakkını koruyan Reis’le özdeşleşmiş bir halkta, bir Türk-İslamcı “şuur” ve fos bir gurur yarattı. Bu “milli gurur” deprem enkazı karşısında fazlasıyla incindi. Her an patlayabilir, saldırganca boşalabilir. Ekonomik buhran ve önümüzdeki seçim bu patlamanın hedefine maazallah kimlerin koyulabileceğini de gösteriyor, Kürtler, Aleviler, göçmenler, kadınlar, LGBTİ+’lar yanında, giderek genişleyen ve vasıfsız işçiler, işsizler, hastalar ya da engellileri de içine alan düşmanlaştırılmış bir nüfus. Akıl almaz bir hızla ülkeyi ateş topuna çevirmesi işten değil. Bu yüzden de seçime kadar olan sürecin çok iyi yönetilmesi gerek. Hem siyaset insanlarının hem sıradan yurttaşların sorumlu davranması, ağızlardan çıkan sözü kulakların duyması çok önemli.

Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilme ihtimali yüksek ve bunun büyük bir anlamı var. Bu köhnemiş düzeni Cumhuriyetin yüzüncü yılında dönüştürme potansiyeli barındıran bir seçim olur bu. Çok açık. Yeni bir söz, yeni bir hikaye lazım derken herhalde anlatılmak istenen şey de bu. Bizi toplum olarak hareketsiz bırakan dışlayıcı ve inkarcı sözleşmeler terk edilmek zorunda. Toplumun buna ne denli hazır olduğu aslında son yaşadığımız krizin aşılması esnasında açıkça görüldü. Farazi tehditlere, gösterişe ve ne işe yaradığı belli olmayan içi boş bir itibara varımız yoğumuz yatırılırken, deprem ülkesi olan diğer birçok ülkenin katlanılabilir kayıplarla atlattığı bir felakette tümden yıkıldık. Hem de nasıl yıkıldık…

Barış Ünlü Türkiye’de yaşayan halkların bu kez yeni ve eşitlikçi bir sözleşme yapma imkanlarının, kendini sol­da ve demokrat gören Türklerin Türklükten çıkış becerilerine bağlı olacağını söylüyor. Türklükten çıkış içselleştirilmiş imtiyazlardan ve edinilmiş yatkınlıklardan, diğer bir deyişle, konfor vaat eden habituslardan çıkış anlamına geliyor. Eşitleyen bir çıkış. Bunu yapabilirsek “Burası müesses nizam, buradan çıkış yok” diyen o kâbus dilini de susturabiliriz.

e-mail: sevcelenk@yahoo.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.