Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Mavalı bir yana bıraktığınızda, gerçek bir hikayeniz var mı?

İyi bir şeyler yazmayı ben de isterdim. Ama hiçbir şey iyi değilken iyi bir şeyler yazmaya zorlamak da susmak gibi pek ahlaki gelmiyor bana. İnsanın zihnini yaşanan felaketten bir parça uzaklaştırmak ve acıdan kaçmak istemesinde tabii ki çaresizlikle ilişkili bir şey var. Ama bundan fazlası, yani bir de kendini eğlendirmenin yollarını aramak da biraz bencilce geliyor. Zor da olsa başımıza gelen şeyi ve yıkımın ölçeğini kavramaya çalışmak önemli. Zaten her şeyi ama her şeyi o kadar çabuk unutuyoruz ki. Şimdi hemen bazı şeyler kayıt altına alınmazsa bu yaşananlar da unutulacak. Üstelik önümüzde seçim var, iki aya kalmaz gündem tümüyle değişir.

Bitişiğimizdeki, birkaç gün evvel boşalmış olan mobilyalı daireyi Hataylı depremzede bir ailenin kiraladığını öğrendim. Bir ihtiyaç olursa buradayız demek için kapıyı tıklattım. İkinci cümlede boğazım düğümlendi… Hatay’da deprem tehdidiyle yaşadıklarını biliyor olsalar da muhtemelen yıkımın bu derecesini ve göç etmek zorunda kalacaklarını akıllarından bile geçirmemişlerdir diye düşündüm. Ama işte sadece on beş gün içinde hayatları tümden değişti… Hiç hesapta yokken kendilerini Ankara’da buluverdiler.

Müthiş bir iç göç var. Ürkütücü bir parçalanma. Bir anda hayatımıza maalesef şöyle bir arama ekranı giriverdi. Aranan, ailelerine teslim edilen veya halen refakatsiz olan çocuklar. Ah güzel çocuklar… Çocuklarla ilgili haberler kaygı verici. Deprem bölgesinde bulunan çocukların evlerinden uzakta, refakatsiz biçimde İHH evlerine filan yerleştirildiklerine ilişkin tanıklıklar duyuyoruz. Yakın bir tarihte bir skandalla gündemimize girmiş olan İsmailağa cemaatince işletilen Kur’an kurslarına, depremzede çocukların yatılı olarak yerleştirildiğine ilişkin haberler de var. 4-6 yaş grubuna yönelik Kur’an kursları gündemimize ilk girdiği zamandan bugüne konuşmaya çalıştığımız bir konu oldu. Fakat gerçekten konuşabilmek de pek mümkün olmadı. Din ya da İslam üzerine, kadınlar ve çocuklar bağlamında bile etraflı bir tartışma yürütemiyorsun. Oysa Kemalist endoktrinasyonu sosyal bilimciler olarak en zor zamanlarda bile pek çok üniversitede konuşabiliyorduk. Bir toplum mühendisliği olarak kendi modernleşme deneyimimizi, ilerlemeciliği ve genel olarak Aydınlanma düşüncesini bu bağlamda tartışabiliyorduk. Örneğin yıllar yılı verdiğim Türkiye Modernleşmesi ve Popüler Kültür dersinde, yukarıdan aşağıya inşa edilen bir modernleşmenin sancılarını, hayatta ve sanatta sebep olduğu yarılmaları hep konuştuk. Bu tartışmaları özümseyenler, genellikle yurttaşın, ezilenlerin ve ötekilerin yanında yer alma gayretinde oldu. Bugün enkaz altında böyle vahim biçimde kalmış olmamızın en önemli sebebi, yurttaş yanında bir akıl ve siyasetin muteber olmaması değil mi? Eşit yurttaşlığı hiçbir biçimde ima etmeyen bir Millet yüceltmesi ve buna eşlik eden Devlet tapıncı, 1999 depreminin ardından yaşadığımız “İkinci Deprem Yıkımı”nın en önemli sebebi değil mi?

Aksini hararetle savunan çok olsa da dünün ötekileştirilenlerinin ve mağdurlarının bir kısmının bugün zalim olması ve kötülüğün tarihini yazması bizim yanlış yaptığımız anlamına gelmiyor. Fakat şu soru da baki. Şimdi tarikat evlerinde, cemaat yapılanmaları dahilinde ya da Diyanet eliyle sürdürülen endoktrinasyon konusunda kamusal ve görece özgür bir tartışma şansı var mı? Bu konudaki bütün eleştiri haber formatına eşlik eden bir iki cümlelik durum tespitleriyle gündemimize geliyor. Vur kaç taktiği. Çünkü herkesin haklı olarak ödü kopuyor. Genel olarak bu konuda bir tartışma yürütme imkanımız sınırlıysa, İHH şöyle ya da öteki böyle demekle bir yere varabilir miyiz? İşte bu linkteki de bir İHH tanıklığı. Mavi Marmara olayı ve yaşanan dehşet bile çocuklar söz konusu olduğunda İHH’lıların evleri konusunda bir endoktrinasyon bağlamında biraz temkinli olmayı gerektirmiyor mu? İstedikleri kadar annelerinin refakatinde olsunlar, depremzede yaralı bir anne, çocuklarıyla sığındığı bu türden cemaatlere ait villalarda neyi ne kadar kontrol edebilir ki? Evet belki kendi istekleriyle yerleştikleri sıradan herhangi bir aile yanında da risk altında olabilirler. Fakat burada güçlü örgütlenmeler ve çaresiz bireyler karşı karşıya kalıyor. Üstelik buna karşı çıkıyoruz diye, diğerindeki riskleri görmüyor değiliz. Bilhassa feministler ve kadın hareketi, kadınların ve çocukların bizzat kendi aile üyelerinden bile korunması gerekebileceğinin her zaman farkında olmuştur. Bunu ciddi bir politik mücadele alanı olarak tanımlayan kadın hareketinin cemaat ve tarikat evlerine yerleştirilen çocukları sorunsallaştırmasından daha doğal ne olabilir?

Özetle söylenirse, küçüklerin bu tür yapılanmalar eliyle sürdürülen eğitiminin enine boyuna felsefi, ilkesel, etik ve demokratik boyutlarıyla düşünülmesi ve tartışılması gerekir. Bu ülkede yıllar yılı ikna odalarını tartışmadık mı? Burada 4-6 yaşında savunmasız çocuklar söz konusu! Bundan da öte, örneğin kız çocuklarının eğitimi ile ilgili faaliyetleri nedeniyle Türkan Saylan tartışılmak bir yana, adeta canavarlaştırıldı. Kanser tedavisi sürerken ÇYDD baskınını yaşadı. Evi de basıldı. Hakkında soruşturma başlatıldı. Bu baskından kısa süre sonra da vefat etti. Buna rağmen meselelere “bizler” ve “onlar” diye bakmayan akademik çevrelerde hem bunca orantısız zulüm ve haksızlık tartışıldı, hem Türkan Saylan’ın toplum ve ilerleme perspektifi de eleştirilebildi.

Peki bir tarafında “din” olan herhangi bir konuyu özgürce tartışma imkanı var mı? Hiçbir zaman oldu mu? Her şey bir yana, inançlı bir Müslüman kadına, Konca Kuriş’e yapılanları unuttuk mu? Böyle bir tartışmayı kamusal bir mecrada sürdürdüğün dakikadan itibaren nereden ve nasıl hedef gösterileceğini de asla bilemezsin. Oysa özgür tartışma her şeyden evvel can güvenliği gerektirir. Yine de Müslüman feminist arkadaşlarımızın da zaman zaman vurguladığı gibi hiç değilse kendi aramızdaki diyaloğu koparmamak ve biz bize sürdürmek kimi zaman çok öfkelensek ve kimi zaman çok kırılsak bile şart.

Depreme dönecek olursak, artık Kahramanmaraşlı ve Hataylı göçmenler var bu ülkede. Büyük bir felaketin içinden geldiler. Travma yaşamış, acılı yurttaşlar. Bu hakikat karşısında Suriyelilerin trajedisini de biraz olsun anlamaya yaklaşır mıyız? Umut etmek bile güç. Suriyeliler depremle yeniden vuruldu. Enkaz altında ses vermekten bile korkar olmuşlar… Zira deprem bölgesinde gündemi “Suriyeli avına çıkmak” olanlar var. Dilerim ki vicdanlı insanlar “avcıları” kışkırtanları unutmasın. Açıkça can güvenliklerine kast ederek Suriyelileri hedef gösterenler, ülkelerinde ve şehirlerinde Suriyelileri istemediklerini söyleyenler var. Peki nereye gitsinler? Bu zihniyettekilerin, Hataylılara veya diğer göç etmiş depremzedelere vardıkları yerde aynı şeyleri yapmayacağının bir garantisi var mı? Peki ya bir gün bizim de yersiz yurtsuz kalmayacağımızın garantisi?

Başka bir şey anlatmayı ben de isterdim. Hatta susayım da biri bana iyi bir şeyler anlatsın isterdim. “Bana bir hikaye anlat. Bir cadı yokmuş ve o ormanda yaşamıyormuş. Bana bir hikaye anlat; ama mavalı bir yana, cadıyı ve ormanı bir yana bırakabilir miyiz? Bana gerçek bir hikaye anlatabilir misin?” Arundhati Roy’un Mutlak Mutluluk Bakanlığı kitabından bir alıntı bu. Daha evvelce bambaşka bir yazının başında çok denk gelmişti de yine yer vermiştim. İşte yine mavalı bir yana bıraktığımızda, gerçek hikayenin sertliğine çarpıyoruz.

Ülkemizde yüzlerce kilometrelik bir fay bir kerede kırıldı. Ülke boydan boya kırıldı. Kırıldık. Tarihsel bir kırılma. Her türlü kırgınız yine… Canlarımızın kıymetsizliği yüzümüze çarpıldı. İri, diri, dik dünya devleti mavalı üzerimize çöktü. Çadır devleti desen o da değil… Çadır bulamıyor insanlar. Kış ayazında. Zaten paradoksumuz o “veciz arzudan” başlamıyor mu? Bir ülkenin bütün ülküsü “iri, diri, dik” olmak üzerinden tarif edilebilir mi? Eril ezikliklerden ve bilumum komplekslerden seslenen bir siyaset dili ve jargonu. Yardım alamadım diyen yaralı yurttaşa edilen küfür de o dilin ve o jargonun içinden çıkıyor.

Yine de iyi bir şeyler söyleyeceksek, sadece ve sadece bu ülkenin güzel insanlarından söz etmek gerekir. Her yerden ama her yerden dayanışma örgütlemeye çalışan, elinde avcunda olanı bölüşmeye çalışan insanlarından… Bu insanları bu ülkenin acıları yetiştirdi… O insanlar deprem bölgesine hayatları pahasına koştular. Yardıma giden gencecik iki kişi son yaşanan depremde hayatını kaybetti. Peki bütün güvencemiz acıların yetiştirdiği insanların güzel kalbinden mi ibaret olmalıydı?

Depremin altını çizip durduğu tek değilse de en önemli bilgi bu: Kin ve din ile devlet etmenin sonu hüsrandır…

Kin dedim de, Halk TV’nin “Bir Kira Bir Yuva” kampanyasına yurttaşların SMS’le bağışta bulunmasına İzmir Valiliği engel oluşturmuş. SMS ile bağış sistemine onay vermemiş. Ayrıca Tunç Soyer’in açıkladığına göre kampanyanın internet sitesine 3 milyon 700 bin siber saldırı gerçekleşmiş. Yurttaşın maval değil de depremin gerçek boyutunu dinleme umuduyla yöneldiği havuz dışı medya ortamlarından TELE 1, Sera Kadıgil’in Diyanet eleştirisi nedeniyle RTÜK tarafından kapatıldı. Ankara Bölge İdare Mahkemesi geçtiğimiz Eylül ayında gerçekleşen olayla ilgili cezayı tam da şu kıyamet günlerinde onaylayıverdi. Mahkemenin kararının kesinleşmesi bile beklenmeden ceza derhal uygulandı ve 23 Şubat 2023 gece yarısı TELE 1 ekranı üç günlüğüne kapatıldı. Tesadüf mü kin mi varın siz karar verin. Ekşi Sözlük kapatıldı ya, Ekşi Sözlük… Kin değilse başka ne?

Kin hikayelerinin çetelesi tutulsa buradan İstanbul’a yol olur. Mesela üç yıl evvel yazdığım bir İstanbul depremi yazısını buldum dün. Hatırlarsınız, merkez üssü Silivri açıkları olan 5,8 büyüklüğünde bir depremdi. Bir skandalın da eşlik ettiği bir deprem. Zira depremi müteakip AFAD’la bir toplantı yapılmıştı ve toplantıya İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun çağrılmadığı anlaşılmıştı. O tarihlerden yazdığım aşağıdaki satırları tümüyle unutmuşum. Unutuyoruz…

“İstanbul’da meydana gelen depremin ardından Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay başkanlığında düzenlenen AFAD toplantısına Ekrem İmamoğlu’nun çağrılıp çağrılmadığı bir muammaya dönüştü. Nihayet İmamoğlu’nun bu konudaki ilk toplantıya davet edilmiş olduğu halde, Habertürk’te depremle ilişkili hazırlıksızlığımızı anlatan bir konuşma yaptığı için Beştepe güzergahından çakmakta olan şimşekleri üzerine çektiği ve ikinci toplantıya çağrılmadığı anlaşıldı.

Görüyorsunuz işte, bu kadar önemli bu kadar öncelikli bir konuda hazırlıksızlığı dile getirmek bir çalışma başlatmaya değil, 16 milyonluk şehrin belediye başkanını çok önemli bir toplantıdan dışlamaya yarıyor. ‘Allah yardımcımız olsun’ diyeceğim ama bunca uyarıdan, aklımızı başımıza toplamamız için verdiği uzun sürelerden sonra, ‘İstanbul’u terk ediyorum gözlerim kapalı’ deyip bizden yüz çevirse yeridir…

Olanlara bir bakın… Devlet gibi kocaman bir şehirde deprem 20 yıldır adım adım gelmiş ve kapıya dayanmış. ‘Bakın geliyorum alın tedbirlerinizi’ demiş. Resmen ağlamış kapımızda. İstanbul onu karşılamak için gerekenleri yapsın diye oyalanmış durmuş adeta depremcağız.

Peki devletimiz ne yapmış? Ne yapmış gerçekten? Hiçbir şey. Hiç ama hiçbir hazırlık yapmamış. Pardon yanlış olmasın, İstanbul’u yirmi yılı aşkın bir zamandır yöneten bir siyasi iktidar, yıkıcı bir depremi takiben can güvenliği için sığınılması elzem toplanma alanlarını almış birer birer imara açmış tabii. Bunu yapmış hiç değilse, haksızlık etmeyelim… Bizlere mezarlıkları bırakmış, oralarda toplaşmamızın kaçınılmaz olduğunu anlamış galiba. Mezarlıklar kolay kolay imara açılamıyor neyse ki…

Maruz kaldığımız akıl dışı işlerin haddi hesabı yok… Biliyorsunuz bu alanların imara açıldığını ve afet toplanma alanlarına AVM’ler dikildiğini yazıp söylediği için Çiğdem Toker hakkında suç duyurusunda bulunulmuş ve Toker milyonlarca liralık manevi tazminat davalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Yıllar yılı iletişim ve haber alma özgürlüklerimize de musallat olmuş bunca ceberutluğu sineye çekmiş bir topluma Allah ne yapsın?”

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir yıl daha istiyor. Hilal Kaplan, inşası planlanan 200 bin konuttan “Yaparsa Erdoğan yapar” diye söz ediyor. Gözüm bu yazıya attığım geçici başlığa takılıyor. Kalıcı mı olsun, yoksa “Yakarsa dünyayı garipler yakar” mı diyeyim karar veremiyorum…

Bildiğim tek şey, “yurttaş dayanışması” dışında bir süre daha iyi bir şeyden söz edemeyecek gibi göründüğümüz. Fakat dayanışma çok muazzam ve müthiş sağaltıcı. Dilerim hep sürsün…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.