Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (87): Sürpriz Kılıçdaroğlu-Akşener buluşması

27 Aralık Salı akşamı Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener buluştu. Gözler aralarında gerginlik olduğu yorumları yapılan iki siyasi liderin görüşmesindeydi. Saraçhane mitinginin gölgesinde yapılan görüşmeden neler çıktı? Altılı Masa dağılır mı? Akşener neden rahatsız? Anayasa değişikliği teklifi hususundaki farklı eğilimler neler? 2022’de neler oldu, 2023’ten beklentiler neler?

Ruşen Çakır, Kemal Can, Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek, 2022 yılının son Adını Koyalım yayınında değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. 2022’nin son “Adını Koyalım” programı ile karşınızdayız. Bugün ağırlıklı olarak dün akşam Kemal Kılıçdaroğlu ile Meral Akşener’in buluşmasını konuşacağız. Bir de, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’dan, bitirmekte olduğumuz yılı ve önümüzdeki yılı yorumlamalarını isteyeceğim. Arkadaşlar, merhaba. 

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba

Ruşen Çakır: Ayşe, tombala sana çıktı; ilk tura seninle başlıyoruz. Dün akşamla başlayalım. 2022 ve 2023 yorumlarını ikinci tura saklayalım. 

Dün ilginç bir olay, aslında sürpriz bir buluşma oldu. Meral Akşener ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun niye bir araya geldiklerini kimse merak etmedi. Çünkü konuşmaları gereken çok şey olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama birdenbire oldu. Hattâ uzun bir süre yerini ve saatini bile söylemediler. Girişte ve çıkışta açıklama yapılmayacağı söylendi. Nitekim öyle de oldu. Bir tek fotoğraf servis edildi ve birçok kişi o fotoğrafa bakarak yorum yapmaya çalıştı. Hattâ Meral Akşener, “Grip olduğum için pek iyi görünmüyordum” diye söylemiş. Bu görüşmeyle ilgili çok az açıklama var. Kılıçdaroğlu’nun yakın çevresine söylediği, “Çok verimli bir toplantı oldu” açıklamasının dışında, Meral Akşener’in YetkinReport’ta Murat Yetkin’e söyledikleri var. Saraçhâne olayından dolayı yaşadığı rahatsızlığı anlatmış ve kendisine yapılanın haksızlık olduğunu söylemiş. Altılı Masa’nın dağılmasının söz konusu olmadığını da açıklamış. Bu arada, 5 Ocak’ta da Altılı Masa’nın 10. buluşması Gelecek Partisi’nde olacak. Ayşe, Kılıçdaroğlu ile Akşener’in Saraçhâne tartışmasının gölgesinde yapılan buluşması için ne düşünüyorsun? Anayasa değişikliği hakkında CHP ve İYİ Parti biraz farklı duruyor olsalar da, herhalde o buluşmada da konuşmuşlardır diye varsayıyoruz. Ne dersin Ayşe? 

Ayşe Çavdar: Farklı mı duruyor ondan emin değiliz açıkçası. CHP karışık mesajlar veriyor daha çok, İYİP de o karışık mesajları kendince yorumlamaya çalışıyor ve başörtüsü konusunda bir tür enkaz toplamaya çalışıyor açık söylemek gerekirse. Daha önce de konuşmuştuk; orada Kılıçdaroğlu’nun ortaya attığı bir yasa hikâyesi var. Bence kötü, hiç düşünülmemiş, standart, içeriden alınan bilginin siyâsete dönüştürülmesine yönelik bir adım. Ve sonuçta anayasa değişikliğiyle karşılarına bir samîmîyet testi çıkmasına sebep oldu. Dolayısıyla şimdi bu düğümü çözmek zorundalar. O yüzden orada karışık mesajlar gelen taraf CHP. Yani CHP teşkîlâtının ve vekillerin büyük çoğunluğunun bu anayasa değişikliğinin karşısında durmak istediklerinden eminim. Ama “Kılıçdaroğlu ne yapacak?” diye bakacaklar şimdi.

Dün akşama gelince: Bence keşke daha sık yapsalar da, buluşmanın kendisi bir krize dönüşmese. Biz şu gerilime aylardır tanık oluyoruz: 6 parti var; 6 parti içerisinde ikisi Millet İttifakı’nın kurucuları olan iki parti; CHP ve İYİP, yalnızca oy oranlarından dolayı değil, aynı zamanda, 2017’den beri devam etmekte olan bu siyâsî hikâyede, birlikte hareket ederek daha eski bir hukuka sâhip olmaları gereken iki parti. Dolayısıyla Altılı Masa’nın merkezini, farklı ağırlıklarda bu iki parti oluşturuyor. Eşitler arası bir ilişki değil o. Eşitler arası bir ilişki olmadığını, Kemal Kılıçdaroğlu aylardır kendi adaylık sürecini yönetme yöntemiyle söylüyor zâten. Yani Altılı Masa, eşitler arası bir ilişkinin mekânı değil. 

Başka bir sorun da, bu partilerin, özellikle CHP ve İYİP liderlerinin, yani Akşener ve Kılıçdaroğlu’nun, kendi partileriyle kurdukları ilişkilerin niteliği farklı. Sedat Bozkurt bugün Medyascope’un sabah bülteninde çok güzel açıkladı. Akşener, tartışmaları kendi teşkîlâtının içerisinde yaptırıyor ve sonuçta bir ortalama alıp oradan doğru bir karar ya da parti sözü oluşturuyor. Kılıçdaroğlu ise, biraz karışık bir parti yönetimi fotoğrafı veriyor. Bir tarafta kendisi, bir tarafta da partisi var. Uzun zamandır, özellikle bu helâlleşme, muhâfazakârlarla yan yana gelme, bir tür bütün Cumhuriyet târihi adına apolojetik bir pozisyon alarak, neredeyse bütün yükü CHP’nin sırtına yıkma gibi süreçlerle kendisini partisinden ayırıyor ve bundan da bir tür haz alıyor. Yani dönüp bahçesine, “Ya arkamdasınız, ya karşımdasınız” diye, öbür taraftan tanıdık olduğumuz yöntemler deniyor. Bir taraftan da, güya partisini bu kadar kenarda bırakarak, kendisi olarak partisinin eksenini genişletmeye çalışıyor. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu uzun zamandır, aşağı yukarı bir 6 aydır gayet karışık mesajlar veriyor. 

Bir de İYİP’in verdiği karışık mesajlar var. Çünkü İYİP de, Akşener’in kafasında, belli ki daha merkez sağa yaklaşan bir siyâsî parti olmak istiyor, ama partinin insan kaynağı buna pek uygun görünmüyor. Üstelik şu da çok enteresan: HÜDAPAR da geçen hafta îtibâriyle artık Cumhur İttifâkı’nın bir parçası. Dolayısıyla ultra dindar Kürtler’in siyâsî ittifaklar içerisinde bir yeri var artık. Akşener sürekli koruculardan bahsediyor. Dolayısıyla onların da bir yeri var siyâsette. Bir, müzâkereye alınmayan, sivil siyâset yapmak isteyen Kürtler ve bunun olmasında Akşener’in payı var. Dolayısıyla merkez siyâsete gitmek istediği o yolda, kendisi bizzat bir engel oluşturuyor. 

Şimdi, birkaç aydır bütün bunların yarattığı bir krizler silsilesiyle uğraşıyoruz. Bence bütün bu unsurların var olduğu bir hikâyede, “Başkan adayı kim olacak? Seçilecek aday kimdir?” tartışması, bütün bu hikâyeye ilişkin tartışmayı yapmamak için bir bahâne. Sanki kriz son tahlilde, başkan adayının belirlenmesi sürecinden ve seçimi kimin nasıl kazanacağından, kimin daha popüler olduğundan, kimin daha arzulu, istekli bir kampanyacı olduğundan, kimin daha çok heyecan yaratacağı sorusundan çıkıyormuş gibi görünüyor tartışma. Ama bence o mevzûnun bize görünen yüzü, oraya kilitlenmesi. Asıl mesele, kendi içinde, kendi hikâyelerinde karışık mesajlar veren CHP bir dönüşüm sancısı yaşıyor, İYİP bir kuruluş sancısı yaşıyor esâsında. Şu anda da bir kongre süreci yürütüyorlar ve bu ilk defâ doğru dürüst süreçlerle, kendi iç süreçleriyle oluşturdukları bir ilk kongre. 

Hülâsa şöyle bir şey söyleyeceğim: Dün akşamki toplantının daha sık yapılması gerekiyor ki liderler, hem kendi gündemlerini ᅳçünkü her ikisinin de kendi partileriyle ilgili gündemleri varᅳ  hem ortak gündemlerini konuşabilsinler, tartışabilsinler. Ve bunlar seçmene, böyle her an “Bir şey olacak, gene yanlış bir karar verecekler, gene zayıf gözükecekler, gene dağınık gözükecekler” gibi bir ruh hâline sebep olacak vesîleler hâline dönüşmesinler. 

Aslında bunlar çok normal şeyler. Söylediğim gibi İYİP kendini kurgulamaya çalışıyor ve Akşener’in kafasındaki partiyle, sâhip olduğu insan kaynağının oluşturabildiği parti arasında bir farklılık var ve bu orada zâten bir gerilim konusu. CHP’nin gerilimini söyledim; Kılıçdaroğlu garip bir şekilde partisine arkasını dönerek onu büyütebileceğini düşünüyor. Bu gerçekten garip bir şey. CHP’nin bu tavrının ayrıca konuşulması lâzım. Bu iki tarz arasında da bir sürtüşme var. 

Bir de, Altılı Masa’daki diğer 4 partinin kendi gündemleri var. Hani sanki Altılı Masa, o siyâsî partilerin liderleri birbirleriyle bâzı konularda anlaşabilsinler diye varmış gibi. Oysa öyle değil. Altılı Masa, bir seçim kazanmak ve hepimizin dâhil olacağı bir dönüşüm yapmak üzere kurgulandı. Yani, konunun hepimizle ilgili olduğu, sâdece o liderlerle ilgili olmadığı konusu göz ardı edilmiş vaziyette. Bu buluşmaların daha sık olması lâzım ki bu kadar büyük krize sebep olmasın. Daha sık olması ve sonunda da lütfen bir açıklama yapılması, bir ortak mesaj değilse bile ayrı ayrı mesajlar verilmesi lâzım ki, mevzûnun bizimle ilgili olduğunu da hissedelim. “Biz”den kastım seçmen; çünkü bütün bu Altılı Masa sürecinin ilk ihmal edilen tarafı teşkîlâtlar, ikinci en ihmal edilen tarafı da seçmen. Çünkü aslında seçmen kazandıracak. Bu seçimi o partiler kazanamayacaklar belli ki. Çünkü kazanamayacaklarını, böyle bir kapasiteleri olmadığını, ne bildiklerini ayrı ayrı bize şu son üç aydır gani gani gösterdiler. Neyi ne kadar yapabildiklerine dâir, hakîkaten acayip bereketli örnekler verdiler. Bu nedenle, artık bir yolunu bulup kendi aralarındaki problemleri halledecek mekanizmalar oluşturup, biraz seçmeni gözetmeleri gerekiyor. Sâdece mobilize etmekten bahsetmiyorum. Bunu da ikinci bölümde konuşuruz. Şimdilik bu kadar. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Sağ ol Ayşe. Burak, seninle devam edelim. Sen Altılı Masa’yı sorgularken, genellikle Akşener ve Kılıçdaroğlu’nun partileri dışındaki partileri biraz ayırıyorsun. Sonuçta, bunun bir Millet İttifâkı buluşması olduğunu söyleyebiliriz. O anlamda senin, bu ikilinin buluşmalarının prensip olarak iyi olduğunu düşündüğünü varsayıyorum. Ama bunun bir kriz buluşması olduğu da kesin. Şikâyetçi olanın daha çok Akşener olduğu söyleniyor, ama buluşmayı isteyen Kılıçdaroğlu. Yapılan kısa açıklamalar var, çok fazla bir şey söylemiyorlar. Sence bu buluşma neden oldu ve sonuçta iyi bir şey çıkmış olma ihtimâli ne kadar yüksek?

Burak Bilgehan Özpek: Ruşen Abi, sorunuza cevap vermeden önce şunu söyleyeyim: Altılı Masa’yı tartışma metoduna dâir çok ciddî bir sorunumuz var. Bunu birkaç hafta önce de dile getirdim, daha önce de konuşmuştuk. Yani Altılı Masa çok mitolojik bir meseleye dönüştü ve sanki muhâlif partiler seçimi kazanmak için bir ittifak arayışı içerisinde değillermiş de, bu Altılı Masa’yla ilgili bir sorun, bir şikâyet olursa, Altılı Masa’nın çözemediği bir mesele olursa, bu çok büyük bir günahmış ve bunun üzerinde de konuşmak zinhar yasakmış gibi bir psikoloji var. Hakîkaten öncelikle Altılı Masa’ya nasıl yaklaşacağımızı, bu masayı nasıl konuşacağımızı tartışmamız gerekiyor. Yani kendi içinde Altılı Masa kutsayıcıları oluştu. Böyle bir sektör var. Altılı Masa’yla ilgili herhangi bir yorumu, herhangi bir öneriyi, muhâlefete yapılmış büyük bir ihanetmiş gibi tanımlayan ve Altılı Masa’nın, somut herhangi bir şey söylememesine rağmen, insanlara her şeyin güzel olacağını vaaz eden bir insan topluluğu var. Muhâlefete tamâmıyla bir belirsizlik vaat ediyorlar. Daha doğrusu bir belirsizlikten bahsediyorlar ve umut vaat ediyorlar. Temel kavramlarla yaptığınız bir îtiraz bile, hızlı bir şekilde yaftalanıyor ve marjinalize ediliyor. Bence bu, muhâlefet adına çok umutsuz bir durum. Kemal Bey ve Meral Hanım’ın iki müstakil siyâsî parti lideri olarak sorun yaşaması da çok normal, bu sorunları müzâkere yöntemiyle çözmesi de normal. Bu mistik bir hâdise değil. Bunlar iki farklı siyâsî parti lideri. Fakat öyle bir atmosfer var ki, iki liderin fotoğrafını gördüğü zaman, “İşte, Masa yıkılmadı! Hârika, devam, muhteşem uyum ve işbirliği! Her şey çok güzel” deniliyor. Böyle demediğiniz ve bazı mantıklı soruları sorduğunuz zaman büyük bir ihânet içindeymiş gibi davranılıyor ve bence asıl sorun bu. Çünkü Altılı Masa’nın temel işleviyle alâkalı kendisini îzah etme sorunu bir senedir devam ediyor ve bu, sürekli olarak sorun çıkartarak ilerlemeye devam edecek. Yani biz, “Sorun yok” desek de, siyâsî karakterini îzah edemeyen, amaçlarını ve araçlarını somutlaştırmayan bir ittifak mekanizması, sürekli olarak sorunlar üretiyor. Meral Akşener’in dünkü toplantıda şikâyet eden taraf olması bir haber değeri taşımıyor ki… 

Meselâ ben dün Nevşin Mengü’nün programından sonra çıkan bilgiye verilen tepkileri hakîkaten anlamakta zorlandım. Pazar günü Akşener’in konuşmasını dinledim, Cuma günü FOX TV‘deki konuşmasını dinledim, önceki beyânatlarını dinledim. Meral Akşener’in gidişattan memnun olmaması haber değeri taşıyan bir konu değil. Baktığınız zaman bunu zâten anlıyorsunuz. Çünkü anayasa yapmak için bir araya gelen, daha sonra başkan adayını seçmek, seçildikten sonra yeni yönetimi denetlemek, hattâ yeni yönetimi kurgulamak, bir sonraki hükûmetin programını yazmak gibi sürekli olarak kendisine yeni görevler edinen, fakat bu görevler arasında bir türlü seçimin nasıl kazanılacağına dâir siyâsî bir başlık açmayan bir masadan bahsediyoruz. 

En konuşulması gereken mesele konuşulmuyor, seçim sanki hâlihazırda kazanılmış varsayılıyor. Bunu da, Etyen Mahçupyan’ın sözlerine ve birçok benzer düşünen köşe yazarının düşüncelerine dayanarak söylüyorum. Seçimi kazanmayı tâlî bir mesele olarak gören, seçimi hâlihazırda kazanılmış zanneden ve seçimi kazanmanın tek şartı olarak da partilerin ve aktörlerin siyâsî çıkarlarına odaklanmayan, onlardan tamâmen fedakârlık bekleyen bir birlik-berâberlik duygusu gibi bir anlayış var. Küçük partilerle büyük partilerin oy oranı arasındaki makas, bu partilerin karar eğilimlerini etkilemeyecek mi? Bunu sormayacak mıyız? Bugün Gelecek Partisi, DEVA Partisi, Demokrat Parti, Saadet Partisi Meclis’e giremediği sürece yürütme erkini nasıl denetleyecek? Anayasamızda başka bir denetleme kurumu var mı? Modern demokrasilerde parlamentolardan başka bir denetleme kurumu var mı? Dolayısıyla denetleme veyahut yürütme erki üzerinde söz sâhibi olabilmek için, sizin Parlamento’da bir varlığa sâhip olmanız lâzım. Bu oy oranlarıyla bunu nasıl yapacaksınız? Eğer yapamayacaksanız, başka bir partinin inisiyatifiyle Meclis’e girmeniz gerekiyor. Girin, fakat o zaman bu da sizin oy verme davranışınızı, kanaatlerinizi etkileyecek.

Birkaç gün önce Medyascope’ta, Gelecek Partisi Genel Başkan Danışmanı Bilgehan Uçak’la bir yayın yaptık. Bilgehan Uçak, “CHP Anayasa değişikliğine ‘evet’ demek zorunda. Çok istiyorsa biz çıkıp Kemal Bey için propaganda yapacağız. Şimdi ‘evet’ desin ki elimiz rahatlasın” gibi bir şeyler söylüyor. Yani mesele, sanki 6 tane müstakil parti yokmuş da, hepsi ortak ideolojide, ortak füzyonda ortaklaşmak zorundaymış gibi bir hal alıyor ve sürekli olarak, “Saadet Partisi İstanbul Sözleşmesi’ne nasıl karşı?” şeklinde şaşırıyoruz. Saadet Partisi buna yeni karşı olmadı ki. Bu, 2018 ittifâkında sorun olmuyordu, çünkü pragmatik bir işbirliği vardı. Ama şu anda sorun oluyor çünkü berâber yönetme iddiası içerisindeler ve berâber yönetme iddiası, oy oranı daha düşük partilerin kendilerini %50’ye dayatması şeklinde sonuçlanıyor. Bu da kaçınılmaz olarak bâzı krizler yaratıyor. Ya da, küçük partilerin Cumhuriyet Halk Partisi ile hiyerarşik bir ilişki kurmasına dayanıyor.

Çok çabuk unutuyoruz, ama İstanbul’a, Saraçhâne’ye gitmeden önce Meral Akşener’in herkesi araması, Kılıçdaroğlu’na ulaşamaması ve bunu sorun etmeyip İstanbul’a devam etmesi ile Davutoğlu’nun Kılıçdaroğlu bilgilendirildikten sonra İstanbul’a gitmesi arasında bir fark olduğunu düşünüyorlar ve bu da, Masa’nın karakterini çok zedeliyor. Bunları konuşmak lâzım. Bunları konuşmadığımız için sorunlar sürekli olarak büyüyor ve başkan adaylığı, toplumun ilgisini çok çeken bir konu olduğu için sürekli olarak Altılı Masa’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu, daha pragmatik, daha siyâsî bir ittifâkın adayı da Ekrem İmamoğlu olacağı için, bu huzursuzluk, sürekli olarak kendisini başkan adayı tartışması üzerinden tanımlıyor. Halbuki ben, meselâ Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bir sene önce doğru bir siyâsî ittifak mekanizmasıyla hareket edildiği takdirde, Meral Akşener tarafından tamamen desteklenebileceğini düşünüyorum. Bir sene önce eğer doğru bir mekanizma kurulsaydı, muhtemelen orada isimler üzerine yapılan bir tartışma olmazdı. 

Fakat anladığım kadarıyla ortada, Kemal Bey’in adaylığını gerçekleştirmek için siyâseti önemsizleştirme, helâlleşme söylemi ve tamâmıyla seçim sonrasında odaklanma gibi dâhiyâne önerilerle, Kemal Bey’in kapısını aşındıran danışmanlar ya da akıl hocaları var. Bu insanlar, bu muhâlefetin yıllardır getirdiği ortak muhâliflik rûhuna çok zarar veriyor. Duyduğum zaman hakîkaten çok şaşırıyorum. Türkiye’de özgürlük, hak ve demokrasi mücadelesi Gelecek Partisi’nin kurulmasıyla mı başladı Allah aşkına? Evveliyâtı yok muydu? Biz Türkiye’yi demokratikleştirmek için DEVA Partisi’ni mi bekledik? Bu işlerin evveliyatı vardı. İlk defa bir muhâlif omurga ortaya çıkmıyor ki… 2019 senesinde, iki müstakil partinin pragmatik işbirliğiyle, ortak adayla seçime girmesiyle nasıl zafere ulaştığını gördük. Yani teker teker kimlik gruplarını teşhis edip hepsinin gönlünü alacak, muhâfazakârları yatıştıracak, onların bir şekilde sempatisini toplayacak bir söylem geliştirme ihtiyâcı duymadan yaptılar. Şimdi yeni bir ideolojik füzyon yaratmak gibi, yani “CHP biraz DEVA Partisi’ne benzesin, Gelecek Partisi biraz Saadet’e benzesin, İYİ Parti biraz CHP’ye benzesin” gibi bir ortaklaşma arzusu maalesef siyâsetin doğasına uymuyor. Bu olurken de, arkada bütün gerçekliğiyle, bütün çıplaklığıyla siyâsî hesaplar devam ediyor. Meselâ küçük partilerin içerisinde ortak aday listelerine girmek için heyecanlanan insanlar, birdenbire yok olmuyor. Hepsi var. “Eğer 20 kontenjan alırsak biz de kendi ismimizi yazdırırız. Buradan güzel muhâlif oylarla milletvekili oluruz. %3’e, 5’e çıkmamıza gerek yok” diyen insanlar kaybolmuyor. 

Günün sonunda şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Cumhuriyet Halk Partisi’nin geleneksel tabanına, daha doğrusu muhâlefetin %35-40’lık geleneksel tabanına, ittifâkı bozmamak için susmalarının ahlâkî bir görev olduğu öğütleniyor. Onlar oy verebilirler ve sandığa attıkları oyların karşılığında kendilerinin istediği adaylar milletvekili olmayabilir, bu ittifaktan çok az şey kazanabilirler. Küçük partiler kendi nispetlerinin üzerinde kazanım sağlayabilirler. Yani bir kısım kazanırken, siyâsî olarak etkisini genişletirken, hattâ seçimden sonra hükûmetin üzerinde de etkili bir organ ve etkili aktörler olarak varlıklarına devam ederken, muhâlefetin geleneksel tabanına, “Aman hiçbir eleştiride bulunmayın, çünkü muhâlefete ihânet edersiniz.Aman bu işi bozmayalım” gibi bir ahlâk öğütleniyor. Bu çok ahlâksız bir şey. Bu sistemin devam etmesi mümkün değil. Çıkarları uyumlulaştıracağız ve birbirimizle açık açık konuşacağız. 

Dünkü Kılıçdaroğlu-Akşener görüşmesinin benim açımdan umut veren tarafı budur. İki lider bir araya geldikleri zaman muhteşem bir enerji doğar: Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti ittifâkı. Bunların konuşulması lâzım, artık daha fazla ötelenemez. O yüzden, ben dünkü görüşmeyi çok olumlu karşılayanlardanım. Birkaç görüşme daha olursa, zâten Altılı Masa’nın kimlik ve karakter değiştireceğini düşünüyorum. Yani bu hafta Cuma akşamı Kemal Bey ve Meral Hanım tekrar bir araya geldiği zaman, zâten Altılı Masa kendiliğinden karakterini değiştirecektir. Dün akşam Ahmet Davutoğlu’nun açıklaması da bunu gösterdi. Yani “Biz 6 kişi kurduk, ikili ittifaklar bunu bozamaz” dedi. Ama siyâsî bir karşılığı yok. Oradaki ana omurga bu iki parti zâten. Zâten onların anlaşması, onların sözleşmesi, onların işbirliği yapması muhâlefeti nereye götürecekse götürecek. O bakımdan, bende umut uyandıran bir görüşme oldu.

Ruşen Çakır: Kemal Bey, akşamki toplantıdan çok büyük beklentileriniz yoktu ve şu âna kadar yansıyan kırıntılardan da çok fazla bir şey çıkmamış gibi bir intibâ var. Ne diyorsun?

Kemal Can: Beklentiden kastım, iki liderin çıkıp, herkesin merak ettiği şeylere cevap vereceği ve bunun herkes tarafından anlaşılacağı bir sonuç çıkmaması anlamında bir beklentim yoktu. Yoksa bu toplantının olmaması çok ciddî sorun olacağı için, olması önemliydi. Bu kadar basit. Yani bazı konularda ne sonuç çıktığından çok, onun olabilmesi lüzumludur ve doğru zamanda olması gereklidir. Bu toplantı öyle bir toplantıydı. Çünkü eğer bu toplantı yapılmaz veya geciktirilirse, neredeyse iki haftadır süren bu türbülans büyüyerek genişleyecekti. Çünkü herkes, her iki lidere de bir şeyler atfediyordu. Hattâ onlar konuşmasa ve ketum davranmaya devam etseler bile, bu toplantının gündemi, muhtemel sonuçları, konuştukları, şikâyetleri bile onlar adına dillendiriliyor. Dolayısıyla bir araya gelmeleri bir zorunluluktu.

Şimdi görüyoruz ki, bu toplantı ihtiyâcını üreten kamuoyu baskısı açısından, tatmin edici bir açıklama yapılmamış olmasına rağmen, iki tâne sonuç netleşti: Özellikle CHP’ye daha yakın duran muhâlefet medyası ve çeşitli yorumcular, “Çatlak matlak yok, Altılı Masa yerinde, ittifak yerinde. Bir sorun yok” yayınları yapıyorlar. Kısmî olarak İYİ Parti çevresi de, “Meral Akşener bizim şikâyetlerimizi doğrudan Kılıçdaroğlu’na söyledi” rahatlaması içerisinde. İkisinin de bir şey söylemeden yaptığı açıklamalar, aslında bunu tatmin etmeye dönük. Sonra Kılıçdaroğlu da gidip kendi kurmaylarına, “Verimli oldu” deyince, “Tamam, Akşener’de büyük sorun yok…” Yani her iki lider de, kendi taraftarlarını yatıştırmak, kamuoyundaki tevâtürleri her tarafın kendi lehine yorumlayabileceği zemin yaratmak açısından önemli bir buluşma yaptılar. Bunun içeriğinde, Burak’ın da iddia ettiği gibi, bütün sorunların açıklığıyla masaya konduğunu ve bunların herkesin net anlaşabileceği –anlaşmaktan mutabakatı kastetmiyorum; birbirini anlamak anlamında kullanıyorum- bir açıklıkla konuşulduğunu varsayarsak, bu açıdan da verimli bir şeydir.  

Şu anda bizim ve aslında genel olarak kamuoyunun sorunu, muhâlefetin, bâzen iktidârın kışkırttığı bâzen hakîkaten kendi seçmeninin merak ettiği problemler hakkında, “Bizim gündemimizde yok, konuşmuyoruz” demiş olmasıydı. Yani adaylık meselesinden partiler arasındaki probleme, Altılı Masa’nın fonksiyonundan yol haritasına kadar bir sürü meseleye dâir sorun işâret edildiğinde, böyle tartışmalar açıldığında, “Bizim gündemimizde yok, biz bunları konuşmadık, sorun yok” deyip geçmeyi tercih ediyorlardı. Konuştukları her şeyi bizle paylaşmaları gerekmese bile, bunu konuşur olduklarını bilmenin bir rahatlatıcılığı var. Dün akşamki toplantı bunu sağladı. Birbirlerinin gözünü patlatmadan, sonradan da acayip acayip açıklamalar yapmadan da bu toplantıdan çıkabiliyorlar. Önemli olan bu. Bu açıdan önemli bir toplantıydı ve şimdilik, kendi içinde de pozitif bir sonuç verdiğini düşünebiliriz.

Ama meselenin kendisine döndüğümüzde, biraz önce Burak’ın işâret ettiği asıl sorunun resminde ᅳo sürekli tek taraflı karikatürize ediyor amaᅳ onun biraz tek taraflı olduğunu düşünüyorum. Altılı Masa’nın bütün problemi, yüzdesi küçük partilerin yarattığı cürümlerin üzerindeki tazyikten ibâret değil. Şimdi şunu da teslim etmemiz lâzım: Altılı Masa ya da muhâlefet ittifâkının içindeki gerilimleri ve rekabet meselesini masaya yatıracaksak, asıl eksenin İYİ Parti ile CHP arasında olduğunu saptayarak, eğer meseleyi sâdece “2019’da başarmış olan bu iki parti baş başa bırakılsa bütün sorunlar çözülecek. Aslında öbürleri lüzumsuz bir problem yaratıyor” diye kurgularsak, bence yeterli bir resim elde edemeyiz. Tamam, küçük partilerden bir rahatsızlık, oradaki asimetrik ilişki, oradaki hiyerarşik tablo, partilerin iç oligarşisi var. Ama ben şu kabalıkta bir resim görmüyorum: Bir, sonrayı hesaplayanlar var; bir de sâdece seçimi kazanmaya endeksli olanlar var ve mücâdele bunlar arasında cereyan ediyor. Böyle bir ikili resim yok. Tam tersine, bu argümanları böyle kullanan, ilerinin hesaplarını seçim kazanma argümanı ile besleyen ya da seçim kazanma argümanını geleceğe ilişkin hesaplarına uydurmaya çalışan çok sayıda odak var. Ayrıca bunlar, partilerin içi ve parti teşkîlâtlarından ibâret odaklar değil. Yani parti oligarşilerinden daha fazla oligarşiler var ve daha büyük oligarşiler var. Dolayısıyla resim şu kabalıkta görülmemeli: “Bir, seçim odaklılar, rasyonel düşünenler ve pragmatik akıl yürütenler var; bir de bunu ahlâkî şeylere itip, geleceğe dâir soyut sistem tartışmaları diye akıl yürütenler var. Dolayısıyla bunlar arasında bir mücâdele cereyan ediyor.” Mücâdele bu değil. Bu resmi kullanarak birbirlerini kimi zaman ahlâk sinyallemekle, kimi zaman basit hesap yapmakla suçlayan taraflar var. Dolayısıyla ben resmi böyle görüyorum. 

Bunu daha önceki oturumda da söylemiştim. Seçime gidilen bir atmosferde, parti teşkîlâtlarının ağırlığı belirgin biçimde artar ve dün akşamki toplantı mecbûriyeti, kamuoyundan gelen baskı kadar, teşkîlâtlardan gelen tazyikle de ilgili. Akşener daha fazla olmakla birlikte, her iki lider de kendi teşkîlâtı karşısında o kadar da rahat pozisyonda değil. Bunun İYİ Parti için üç temel nedeni var: Birincisi, seçime gidiliyor olması ve seçime teşkîlât hâkimiyetinde gitmenin bir zorunluluk olması. Çünkü bu partinin, milletvekilliği seçimi ve daha sonra oluşacak parlamentodaki ağırlık ve Akşener’in kendi önüne koyduğu başbakanlık iddiasını doldurabilecek bir politik başarıya ihtiyâcı var. Bu parti kurulduğu andan îtibâren, bir toplumsal siyasal kadro hareketi olarak doğmayıp, bir partinin içerisinde muhâlefet dalgası olarak oluşup, sonra mecbûriyetten partileşmiş ve bu mecbûriyetten oluşmuş partileşmenin, daha nefes alamadan, büyük suçlamalar ve iki seçim atlatmak gibi bir mağduriyetten geçmiş olmasında ᅳ bu, gayet anlaşılır bir şey. Daha önemli bir şey var: Bu lider, partisinde kongre sürecinde. 

Bir üçüncü nokta var: Ben onun gerçekliğini, manipülatif olan taraflarını tartışmıyorum ama, bir anketler baskısı var. Bu anketler meselesi iyice garipleşti. Aslında iş, “Seçim yapmayalım, anketler bize ne yapmamız gerektiğini söylesin. Anketler bütün resmi verdiği için aslında seçimi yapmaya da gerek yok. Milletin ne istediğini zâten anketlerden öğreniyoruz. Anketlerden öğrendiğimize göre milletin önüne bir şey koymaya gerek yok” noktasına kadar vardı. Hattâ falcılar, birtakım televizyonlarda hangi adayın öne geçtiğini açıklamaya başladılar. Dolayısıyla bu, daha önce de yazdığım bir şey olduğu için tekrar edeceğim: Bu “kazanacak aday” tartışmasının kazanacak aday arayışından başka bir içeriğe oturduğunu da görmemiz lâzım. Bunun, kazanılacak seçimi tehlikeye sokar bir hâle geldiğini de görüyoruz. Çünkü Burak’ın söylediği gibi, Altılı Masa’da sorun çıkmasını büyük bir problem ve felâket olarak görmek ya da Altılı Masa’nın sorunlarını konuşmanın ihânet olarak algılanması akıl alır bir şey değil. Ama siz, Altılı Masa’yı ya da muhâlefet ittifâkını, seçimi kazanmayı, otoriter yönetimi yenmenin tek ve mutlak faktörü olarak koyduğunuzda, onun yaşadığı sorun ya da onun olamayacağına ilişkin her türlü şüphe, büyük bir endîşe dalgasına yol açıyor. Bunu sâdece partiler ve Altılı Masa’nın mensupları yapmıyor. Gayet bağımsız akademisyenler de aylardır bize şunu anlatıyorlar: “Bu iktidarı yenmek için muhâlefetin bir arada olması lâzım.” Evet, bu doğru. Yani sayısal veriler de bize bunu söylüyor. Dolayısıyla asıl risk, kazanılacak adayı bulmaktan daha öne konulan bir birlikte durma meselesi var. Bu birlikte durma meselesinin herkes için endîşe kaynağı hâline gelmesinin anlaşılmaz bir tarafı yok. İktidârın da kurcaladığı şey burası. Yani kazanabilir adayı yıpratarak adayını belirliyor gibi görünse de, tersini yapsa da, aslında yaptığı şey, muhâlefetin birlikte durma yeteneğini bozmak ya da bununla ilgili tartışmayı büyütmek. Yaşadığımız süreç böyle yaşandı. 

Geçtiğimiz yılı böyle kabaca ikiye ayırırsak, aslında Altılı Masa’nın değil, muhâlefetin kendi hikâyesini kuramayıp, iktidârın çökmüş hikâyesini anlatmakla yetinmesiyle ilgili bir problemle karşı karşıyayız. Kendi hikâyesini kuran muhâlefet, eğer içindeki farklılıkları ve tartışmaları da açıktan yaşayarak gelseydi bize, kendisinin mutlak bir birlik ve hiçbir sorunu olmayan bir gövde olduğu iddiasını koymak ve buna karşılık çürüyen, çökmekte olan bir mevcut iktidar anlatısını yeterli görmek gibi bir strateji kurmamış olsaydı… Burada açıkçası herkesin payı var ve bu pay hâlâ devam ediyor. Yani illâ, “Aramızda büyük sorunlar var” demekle karşılanması gerekmiyor, ama “Hiçbir sorun yok” demek doğru değil. Bir sorun olduğunu biliyoruz ve asıl sorunun da büyük ölçüde, daha önce birlikte başarı elde ettiğini iddia eden CHP ile İYİ Parti arasında olduğunu da biliyoruz. Yani sîlâdece buraya dâhil edilenlerin etkisiyle oluşmuş bir sorun değil. Bu çok açık biçimde önümüzde. Eğer bu görüşme, “Sorunlarımızı birileri üzerinden, dolaylı îmâlarla konuşmak yerine, artık masalara getiriyoruz, masalarda konuşuyoruz ve çözerek ilerliyoruz” sürecini başlatacak bir şeyse, o zaman ben beklenti düşüklüğümü geri alabilirim, bu toplantıya çok da beklenti yükleyebilirim. Ama sâdece, dediğim gibi bu toplantıdan, iktidârın istediği gibi masadan kalkma durumu olmadığı için, “Gördünüz mü? Sapasağlam buradayız. Hiçbir sorun yok” deme ve her lider de kendi kurmaylarına gidip, “Sizin dediklerinizin hepsini ona söyledim” deme rahatlığını sağlayacaksa, çok da bir şey değiştirmez. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. O yüzden ben, hâlâ bu toplantıyla ilgili de bundan sonra bunun neye yol açacağı ile ilgili tarafa bakmayı düşünüyorum. Eğer bu böyle bir sonuç verecekse, Altılı Masa ya da genel olarak muhâlefetin birlikte davranma gerekliliği için artık sorunlarını konuşur hâle dönüşmenin kapısı ise, çok iyi olacak.

Bir de şunu söyleyeyim: Seçimi düşünenler, sonrayı düşünenler, hesapçılar, “Bizim bütün odağımız seçimi kazanmak. Onun için kazanacak adayda ısrar ediyoruz” tartışmalarında, meselâ ilk turda Ayşe bahsetti, tamam, kazanacak aday konusunda böyle yüksek hassâsiyetler var. Çok hâlisâne düşüncelerle, “Bütün dert aslında seçimi kazanmak. Yoksa bunun arkasında bir hesap yok” düşüncesine inanalım. Peki, bu tür argümanları ileri sürenlerin kullandığı anketler bize söylüyor ki, HDP olmadan böyle kazanılacak bir seçim yok. 

Burak Bilgehan Özpek: Doğru, yok.

Kemal Can: Peki, o zaman kazanılacak aday konusundaki puan farklarını çok ince hesaplayanlar, “Onlara (HDP’ye) ihtiyaç duymadan seçim işini halledelim” argümanlarını nasıl aynı rahatlıkla ileri sürebiliyorlar? Çünkü oradaki 3-5 puan, 10 puan gibi farkları çok güzel aritmetik bir argümana dönüştürüyorlar. Ama %10-15 bloktaki oy potansiyelini dışarıda bırakacak, hatta flu görecek, bâzen yok sayacak bir pozisyonda durmakta kazanılabilir seçim açısından bir sakınca görmüyorlar. Bu, çok anlaşılır bir şey değil. Anayasa değişikliği perspektifinden de değil, seçilecek aday perspektifinden de değil. Cirmi üstünde iddia sâhibi olma meselesi açısından, bu hâlisâne iddiaların başka pozisyonlarda tam karşılık bulmadığını düşünüyorum. Açıkçası, samîmîyet testinde bâzen tosladıklarını da görüyorum. Ama tekrar edeyim: Dünkü toplantı iyi; ama devâmının iyi gelip gelmeyeceğini sonraki süreç belirleyecek.

Ruşen Çakır: Bu yıl boyunca, büyük ölçüde Altılı Masa’yı, muhâlefeti konuştuk. Kısmen iktidâra değindik. Önümüzdeki yıl seçimi konuşacağız, belli. Hep konuşuyoruz da, iyice seçim konuşacağız. Bir de, en azından 2023’ün ilk aylarına Ekrem İmamoğlu epeyce damga basacağa benziyor. Bugün terör soruşturmasıyla ilgili olarak bir basın toplantısı yaptı. Hakkındaki hakaret dâvâsı nedeniyle aldığı cezâ ve terör soruşturması nedeniyle görevden alınma ihtimâli var, ortak aday gösterilme ihtimâli var. Birçok şey var… Tabiî bir diğer husus da, Meral Akşener’in bugün Murat Yetkin’e de söylediği gibi, bu olay sâdece Ekrem İmamoğlu ile sınırlı kalmayabilir. Başka belediyelere yönelik terör soruşturmaları da olabilir.

Ayşe, sence 2022 nasıl geçti? 2023’te en çok neler dikkat çekecek? Ne düşünüyorsun?

Ayşe Çavdar: 2023’te, en azından öncesinde, seçimden başka bir şey konuşamayacağız. Sonrasında artık seçimi konuşabilir miyiz onu bile bilmiyorum. Ben 2022’nin nasıl geçtiği ve 2023’ün nasıl bir sene olacağıyla ilgili, Ekrem İmamoğlu’nun sabahki basın toplantısı ile başlamak istiyorum. Sabahki toplantıyı herkesin izlemesini öneririm gerçekten. Çünkü çok önemli bir anlamı var o toplantının. Sâdece İBB ile ilgili ya da İmamoğlu ile ilgili değil. Eğer cumhurbaşkanlığı seçimini ilk turda Tayyip Erdoğan kazanırsa ᅳgerisini şimdilik bir tarafa bırakıyorumᅳ Ekrem İmamoğlu’nun, İBB arşivinde kendisinden önceki dönemi inceleyerek ortaya koyduğu veriler ışığında, Türkiye’yi nasıl bir idârenin beklediğine dâir çok önemli ipuçları barındırıyor sabahki toplantı. Çünkü orada net bir şekilde, idârî teâmüllerin bâzı durumlarda suç, bâzı durumlarda suç olmayan îlân edildiğini, bunun için bürokratik mekanizmaların, yargı mekanizmalarının nasıl kullanıldığını görüyorsunuz. “Bu yeni bir şey değil ki, hep böyle yapılıyordu zâten” diyebilirsiniz. Yeni olan ve bence ürkütücü olan tarafı şu: Erdoğan ve AKP, Cumhur İttifâkı, 2019’dan beri yazdığı bu hikâyeye rağmen seçimi kazanırsa, kendisine bu seçimi kazandıran gayrimeşrû odaklara karşı ᅳböyle yumuşatarak söyleyeyimᅳ daha fazla borçlanmış olarak kazanacak ve onlara verdiği tâvizlerin boyutu daha da artacak; o işbirliği daha da derinleşecek. Dolayısıyla biz, aslında Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi denilen acayip şeyin kurumsallaşmasından değil, o ilişkilerin kurumsallaşmasından ıstırap çekmeye devam edeceğiz. 

Biz bu programı Türkiye için öğle saatlerinde çektiğimiz için, ancak bir kez seyredebildim İmamoğlu’nun sabahki toplantısını. Bir kez daha seyredeceğim. Çünkü çok önemli bir anatomi çıkartıyor. Hukuksuzluğun idârî mekanizmalar aracılığıyla nasıl inşâ edildiğine ve bunun dönem dönem kime karşı, kimlere karşı nasıl kullanıldığına dâir çok önemli bir portre sunuyor bize. Ve dediğim gibi o portrenin kendisi, bu kadar detaylı bir şekilde belgelenmiş işleyişin kendisi, bize AKP’nin, Cumhur İttifâkı’nın seçimi kazanması hâlinde nasıl bir Türkiye’de yaşayacağımıza dâir bütün resmi veriyor. Daha fazla bir şey söylemeye gerek yok. Gerçekten bütün resim apaçık ortada.

Biz 2022’yi “kazanacak aday” denilen kişiyi tartışmakla geçirdik. Hattâ galiba “Adını Koyalım” olarak da adımız çıktı bu konuda. Hattâ biz de kendimizi birbirimize şikâyet eder olduk. Az önce, “AKP’nin ne yapmak istediğini, nereye doğru gitmek istediğini Ekrem İmamoğlu Vakası bize zâten söylüyor” dedim. Daha evvel de şunu söylemiştim: AKP’nin bu kadar şedit bir idârî anlayış geliştirmesinin sebebi, Türkiye’nin her anlamda yaşadığı dönüşümü yönetebilecek bir idârî kapasiteye sâhip olmaması. Bunun önünde ideolojik bariyerler de var; ayrıca kişisel biyografilerin içerdiği çürüme emâreleri de var. Dolayısıyla bir sürü nedenle, AKP aslında Türkiye’yi yönetemediği için, bu kadar şedit idârî anlayış ve performans ortaya koyuyor. 

Kazanacak aday tartışmasının nereden çıktığına ve ne ile yan yana tartışıldığına baktığımız zaman, Altılı Masa etrâfındaki mevcut siyâsî aktörlerin de, kendilerince daha düşük yoğunluklu olarak, AKP’nin taşıdığı kaygıyı taşıdıklarını görüyoruz. Acaba gerçekten Türkiye onların yönetebilecekleri bir ülke mi? Her şeyden önce ülkeyi tanıyorlar mı? Ülkenin son 20, 30 yıldır bir şekilde yaşadığı dönüşümü taşıyabilecek, görebilecek, onunla hemhal olabilecek ideolojik ve insan kapasitesine sâhipler mi? “Kazanacak aday” meselesi, olmadıklarını ortaya koydu. Çünkü kazanacak aday meselesinin arkasında, HDP’nin, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın işe ne kadar dâhil olacağı ya da olmayacağı meselesi var. Mansur Yavaş formülü, kenardan kenardan bile söylense, HDP’siz kazanacak, dolayısıyla Kürtler’e borçlanılmayacak bir formül olarak ortaya çıkmıştı ve bu kadar desteklenmişti. Ekrem İmamoğlu formülünün bundan çok büyük bir farkı yok. Kılıçdaroğlu opsiyonu da, sanki kazanamayacak aday olmaktan çok, “kazandırmak istemediğim aday” önermesinin bir sonucu olarak bu kadar tartışılıyor. 

Dolayısıyla bizim 2022’de hem aday tartışması, hem Altılı Masa etrâfındaki gerilimler, hem “HDP bu işin neresinde olacak ya da olmayacak?” şeklinde yaptığımız tartışma, son 30 yıldır… Bu arada şuna da dikkatinizi çekerim: Saraçhâne’de en çok alkışı Ali Babacan’ın almasının sebebi, konuşmasında Selahattin Demirtaş’ı anmasıydı. En çok alkışı hakîkaten o aldı; herkes de onun konuşmasından bahsetti. Ali Babacan’ın konuşmasını dinledim; Selahattin Demirtaş’ı anmasının dışında özel bir şey yoktu ve zâten tezâhüratı da orada aldı.  Dolayısıyla tabanlarda, özellikle merkez sağ, merkez sol ve sol tabanda gerçekleşen, sağın bu kadar radikalleşerek kendi içine çökmesinden doğan bir dönüşüm var. Ve bu dönüşüm muhâlefeti muhâlefet olarak tutan, bu kadar sabırlı kılan… Bu dönüşümü, sâdece siyâsî partiler etrâfında bir dönüşüm olarak da görmemek lâzım. HDP bile kısmen temsil edebiliyor. HDP’nin, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın da pek çok sorunu var. Bu dönüşümü görüp sâhiplenmek, okumak, onun içerisinde kendine siyâsî bir segment açmakla ilgili herkesin büyük bir sorunu var. Ama asıl meselemiz, bizim 2022’ye damga vuran tartışmalardaki asıl meselemiz, mevcut siyâsî partilerin mevcut ülkeyle ne kadar ve hangi koşullarda ilişki kurabildikleriyle ilgiliydi. 

Dolayısıyla nasıl kapatacağız bu hikâyeyi? Göreceğiz. Seçim konuşacağız. Seçim konuşurken daha pragmatik hesaplar yapılırken, meselâ listeler konusunda… Bu arada ben Burak’ın o konudaki endîşesine katılmıyorum. Birkaç programdır, “Listeleri konuşmamız lâzım” diye konuşuyoruz. Bizim siyâsî partiler, liste hazırlamakta olduğu kadar hiçbir konuda mâhir değiller — ki mevcut siyâsî partiler de gayet deneyimli siyâsetçilerden oluşuyor. Mevzû, kişilerin çıkarlarını, temsil ettikleri şeyleri değil, kişilerin çıkarlarını, kişilerin hikâyelerini müzâkere etmek olduğunda, herkes kendince bâzı tâvizler alıp verecektir ve emin olun, o listeler, olabilecek en pragmatik şekilde hazırlanacaktır. İlke tartışması yapamazlar, ideolojik tartışma yapamazlar, siyâsî tartışma yapamazlar. Bence liste tartışması siyâsî bir tartışma değil. Ama kişi ve pozisyon tartışması, çok net. Ve çok rahat yaparlar. O yüzden, ben o listelerin olabilecek en pragmatik şekilde hazırlanacağından eminim. O konuda endîşeye mahal olduğunu düşünmüyorum.

Ama biz, hakîkaten böyle, gayet memnun olmadığımız bir şeye, bizimle, seçmenle diyalog kurmayı, toplumun dönüşümünü okumayı bir şekilde arzu etmeyen aktörlerden oluşan ve asıl ortaklığı bu konu olan aktörlerin oluşturdukları bir siyâsî ittifâka oy verip vermeme tartışmasını yapacağız kendi vicdanlarımızda. 2022’de şâhit olduğumuz krizler, 2023’e böyle yansıyacak. Ben bundan hoşnudum açıkçası. Çünkü muhâlefet seçmeninin, bir şekilde kendini mobilize ederek onlara kazandırması, şu şekliyle Altılı Masa’nın kendi becerisiyle seçim kazanmasından daha iyi bir şey. Bütün liste manipülasyonlarına rağmen, çok anlamlı bir aritmetiğin çıkacağından da eminim. Çünkü Türkiye’deki özellikle muhâlefet seçmeni kadar ne yaptığını, ne yapmak istediğini bilen bir seçmen grubunun, daha dünyada olduğunu zannetmiyorum hakîkaten. Dolayısıyla anlamlı bir aritmetik de çıkaracaklardır. Umuyorum ki biz kerhen verdiğimiz oylarla bir geçiş sürecinin başladığına şâhit olacağız 2023’te. Sonrası daha heyecanlı olacak bence. Çünkü Altılı Masa’nın kazanması hâlinde yeni siyâsî partiler, yeni siyâsî hareketler, yeni siyâsî formüller çıkacak. Hâlihazırda var olan bâzılarının ortadan kalktığını göreceğiz. Çünkü o bâzıları, AKP’nin kırmızı çizgileri dışında siyâset yapmayarak, siyâsetlerini bir türlü o kırmızı çizgilerin dışına açmayarak, aslında ancak AKP’nin iktidarda olduğu bir siyâsî bağlamda siyâset yapabileceklerini, bize defaatle gösterdiler. Dolayısıyla sonrası heyecanlı olacak. Bu kadar daraldığımız, sıkıldığımız son 6 aydır diye umut ediyorum. Teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Evet Burak, sen ne diyorsun? Bitmekte olan yıl ve gelecek yıl için sen ne düşünüyorsun? İmamoğlu konusu var, seçim var. Seçim 2023’ün ilk yarısına damgasını vuracak. Bir de tabiî seçim sonrası var. İktidar değişecek mi? Değişirse ne olacak, değişmezse ne olacak? Bize de konuşacak bayağı malzeme olacak önümüzdeki yıl.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, öyle olacak. Benim asıl önceliğim, çocuklarımın bezi bırakması ve bez masrafından kurtulmak. Yani 2023’ten beklentim bu. Bez ve mamayı bırakırlarsa epey rahatlayacağım. Öncelikli gündem maddem bu. 

Önümüzdeki seneye odaklanmadan önce, Kemal Abi’nin argümanlarına bir yorum getirmek isterim. Altılı Masa’nın dağılması diye bir ihtimal söz konusu değil bence. Yani Masa dağılabilecek bir yapı değil.

Kemal Can: Ama bundan sürekli Altılı Masa ve Masa’nın taraftarlarının endîşe duyduğu bir durum var. Asıl problem bu.

Burak Bilgehan Özpek: Problem bu, ama şöyle bir şey zannediyorlar: Bir şey konuştular, anlaşamadılar; birisi sinirlenip masadan çekildi. Böyle bir şey yok. Mesela başkan adayı meselesi. “Bu aday bana kaybettirir, istemiyorum. Öteki aday bana kaybettirir, ben istemiyorum.” Peki, ne olacak bu iş? Sonsuza kadar devam edebilecek bir döngü; yani açık konuşmak gerekirse, herhangi bir üyeye veto hakkı verdiğiniz zaman, herhangi bir karârın alınmasını sonsuza kadar engelleyebilirsiniz. Bu veto hakkı ortak kararlarda buluşmak için her üyeye verildiyse ᅳAli Babacan’ın söylediği bu papa seçimi benzetmesi gibi bir şeyᅳ, bir aday üzerinde uzlaşmanız için epey bir mesâî harcamanız gerekiyor. Yani başkan adayı olarak eğer bir uzlaşma bekliyorsa ve Masa’nın dağılmaması da bizim için önemliyse, hakikaten hiç kimsenin tanımadığı fakat hiç kimsenin de rezervinin olmadığı bir adayla da karşımıza çıkabilir. O yüzden, Altılı Masa’nın dağılması gibi bir durumdan ziyâde, Masa’nın tıkanması durumu var bence. Buna hazırlıklı olmak lâzım. Masa tıkanacak, bunu da siyâsî müzâkereler çözecek.

İkincisi, anket meselesi. Bence bu anket meselesi bizde diğer demokratik ülkelerden daha farklı. Çünkü anket, iktidarla muhâlefet arasında ya da siyâsî partiler arasındaki güç dengesini ölçtüğü kadar, aynı zamanda parti tabanlarının genel merkezler tarafından ne ölçüde temsil edildiğini de ölçen bir şey. Meselâ İngiliz İşçi Partisi, genel başkanını parti üyelerinin oyuyla seçiyor. Baktığınız zaman çok demokratik bir şey. Ya da Amerikan başkanlık seçiminde başkan adayları, bir sene önceden önseçimlere girerek birbirleriyle rekabet ediyorlar. Orada bir temsil sıkıntısı yok; halk iyi kötü bu sürecin içerisinde. Ama bizde en küçük vilâyetlerden tutun da, başkan adayına kadar parti genel merkezlerinin ukdesinde olan bir süreç var ve insanlar sürekli olarak oradaki insanların gözünün içine bakıyorlar. Dolayısıyla o kararları denetlemenin başka bir yolu yok Kemal Abi. Anket aslında bir anlamda onun da göstergesi. Meselâ “Genel merkez şu adayı gösteriyor, ama halkın ona desteği yok” demenin de bir yolu. O bakımdan biraz daha önemli. Yoksa anketler her zaman doğruyu söylemez. Meselâ İstanbul seçimlerinde, Ekrem Bey çıktığı zaman 17 puan gerideydi, ama 17 puanlık farkı kapattı. Yani anket, belli bir olguyu, tarihselliği veya gelecek projeksiyonu olmadan, o andaki fotoğrafı çeken bir şeydir; dolayısıyla bunu yorumlamak gerekir. Sâdece anket verisine dayanarak eylemde bulunamazsınız, buna katılıyorum. Ama Türkiye bağlamında anketin böyle bir gerçekliği de var.

HDP’siz seçim kazanma meselesi bence doğru, ama eksik. Seçim, HDP’siz, CHP’siz ve İYİ Parti’siz kazanılacak. Mansur Yavaş %56-57 oy oranına ulaşıyor, ama kim oy veriyor bu adama? Kim oy vereceğini beyan ediyor. Yine Kürtler “Ona vereceğiz” diyor. 10 Kürt’ten 7’si Mansur Yavaş’a “Evet” diyeceğini söylüyor. Orada, Kürtler’i tamamıyla dışarıda bırakıp, “Bütün Türkler’in oyunu alalım” gibi bir şey yok. Mansur Yavaş destekçilerini, özellikle sosyal medyadaki Mansur Yavaş destekçilerini bir tarafa bırakalım, Mansur Bey aday olduğu zaman da öyle kolay kolay HDP hilâfına bir lâf edebileceğini düşünmüyorum ben. Mümkün mertebe bu meseleyi çok fazla büyümeden geçiştirmeye çalışacak. Yani HDP hilâfına bir lâf etmek, HDP’yi terörize etmek, iktidar diliyle konuşmak çok sıkıntılı bir şey. 10 Kürt’ün 7’sinden aldığı oyu caydırmış olur. Fakat bu, illâki bu sürecin bir paydaşı olarak HDP’yi kabul ediyor demek değil. Orada bir gri zemin var açıkçası. 

Bu sâdece HDP’nin de sorunu değil. Şu anda muhâlefetteki partiler de bunun sıkıntısını yaşıyor. İYİ Parti ve CHP herhangi birisini aday gösterebilir. Ama başka seçildikten sonra, artık İYİ Parti ve CHP’nin parti mekanizmasının ve disiplinin dışına çıkıyor o aday. Çok enteresan bir sistem içinde yaşıyoruz. Sistem tamâmen Tayyip Bey’e göre tasarlandığı için, Tayyip Bey hem AK Parti hiyerarşisinin başında, hem devlet hiyerarşisinin başında. Dolayısıyla orada bir sorun gözükmüyor. Ama şu anda bir aday çıktığı takdirde, parti disiplininden ve hiyerarşisinden âzâde bir şekilde görev yapacak. Artık onu denetleyebileceğiniz bir mekanizma yok. Yani siz, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı veya İYİ Parti Genel Başkanı olarak denetleyemezsiniz. HDP Genel Başkan Yardımcısı telefon açıp, “Bir işimiz var Cumhurbaşkanı” diyemez. Teknik olarak diyemez. Bunu denetlemenin tek yolu Parlamento aritmetiğidir. Bana sorarsanız, Parlamento bu sistemde bile hâlâ önemlidir ve Parlamento içerisinde gelişebilecek muhâlefet, Parlamento içerisinde oluşabilecek işbirlikleri, Başkan’ı denetleyebilecek tek mekanizmadır. O yüzden, meselâ HDP’yi Altılı Masa’ya dâhil etmeden ilerlemeye çalışan muhâlefet partilerinin, Meclis açıldıktan sonra, seçimden sonra ne yapacaklarını çok merak ediyorum. HDP aşağı yukarı 80-90 milletvekiliyle Meclis’te olacak, değil mi? Yani bir şekilde o denetlemeyi yapabilmek için HDP ile mecbûren aynı komisyonda, aynı masada, aynı mekanizmalar üzerinden muhâtap olmak zorunda kalacak mecbûren. O yüzden, burada Parlamento’ya odaklanmak çok daha önemli.

Kemal Can: Ama Burak, AKP Grup başkanvekillerinin HDP ziyâretini bir siyâsî suç olarak ifâde ettiğin zaman, seçimden sonra o ortak zeminde hareket mecbûriyetiyle ilgili bir şey yaratmış oluyorsun. Bir saçmalık var burada. Sen böyle dedin diye söylemiyorum. O çelişkiyi yaşayan politik aktörler açısından söylüyorum. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet, orada büyük çelişkiler var. HDP’nin, sivil siyâsetin, meşrû siyâsetin bir parçası olup olmadığı konusunun ciddî anlamda herkes tarafından netleştirilmesi, HDP açısından da değil, demokratik sistemin geleceği açısından çok önemli. Çünkü Meclis’te berâber oturacaklar. Aynı komisyonda oturuyorlar. Baktığınız zaman orada siyâsal sistemin sağlıklı işlemesi için net bir söyleme ihtiyaç var. Ama burada, hakîkaten Meclis dışında, Parlamento aritmetiği dışında mevcut başkanı denetleyebilecek bir mekanizma yok. Asıl bakmamız gereken nokta orası. Bunu çok önemsiyorum. Çünkü Tayyip Bey bin bir söylem değiştirdi son 20 senede. Fakat bu söylemlerin hâricinde paralel ilerleyen bir otoriterleşme gündemi vardı. Ve bu otoriterleşmeyi, Tayyip Erdoğan seçim kazanarak başardı. Tayyip Erdoğan’ın asıl gündemi hep seçim oldu. Yani demokratikleşme söylemine sâhip olabilirsiniz. Ama demokratikleşmeyi inşâ etmenin yolu da seçim kazanmak. Bizim muhâlifler olarak ilk amacımız bu seçimi kazanmak. Çünkü bir sonraki seçimi kazanmak için bu seçimi kazanmak zorundayız. Demokrasiyi tasarlamak, kurumları kafamızda canlandırmak, bunun için çeşitli senaryolar tartışmak çok güzel şeyler. Ben bunlardan çok hoşlanıyorum, ama bunları gerçekleştirebilmek için, yakınlaşabilmek için seçim kazanmak zorundayız. Demokrasi, bâzen otoriter yönetimi sandıkta mağlup etmekle gelir. Hârika tasarılarla seçim kaybetmektense, ben bu tasarılara sâhip olmadan bir otokratı sandıkta yenmeyi yeğlerim açıkçası. Kişisel tavrım budur bu konuda. 

2022 hakîkaten iktisâdî olarak çok zor geçti Türkiye için. Siyâset bu iktisâdî zorluğun meyvelerini toplayamadı. Çok ciddî bir ekonomik kriz yaşıyoruz. 2023’te seçimi konuşacağız artık. Hükûmet bu ekonomik meseleleri, yoksulluğu ve krizi bir şekilde yönetmeye çalışıyor. Umarım orada doğru teşhisler koyarak ilerlenir. Evet, 2023’te seçimi konuşacağız. Ben seçim sonrasına dâir hakîkaten çok iyimser olamıyorum. Yani çok iyimser olanlar var. Meselâ “Tayyip Erdoğan kazanırsa çok da bir şey değişmez. Zâten böyle bir hayat yaşıyoruz, yine buna devam edeceğiz” diye düşünenler var. Ama öyle değil. Rejimin konsolide olacağını ve her şeyden önemlisi, kurumsal demokratik muhâlefetin yerini, daha marjinal, Rusya’vâri otoriter partilere bırakma ihtimâlinin olduğunu düşünüyorum. Meselâ Rusya’da Putin’i, “Niçin demokratik değilsin?” diye eleştirmiyor insanlar. Böyle bir parti yok. Putin’i, “Niçin daha agresif değilsin? Niçin daha militarist değilsin? Niçin daha milliyetçi değilsin?” diye eleştirebiliyorsunuz sâdece. O yüzden, kurumsal muhâlefetin geleceği açısından, demokratik muhâlefetin geleceği açısından bu seçimleri çok elzem görüyorum. Umarım muhâlefet, kendi içinden, bir siyâsî amaca ulaşabilecek mekanizma çıkartabilir.

Ruşen Çakır: Kemal, seninle noktayı koyalım. 2022, 2023, seçim konusu, İmamoğlu meselesi, başka neler olabilir?

Kemal Can: Hem Ayşe’nin İmamoğlu toplantısı, hem Burak’ın söyledikleri üzerine birkaç notu söyledikten sonra toparlayacağım. Bir kere, İmamoğlu’nun toplantıda çizdiği, zâten daha önce de birtakım haberlerle önümüze gelen kayyum ihtimâli, işin başka belediyelere dâir genişletilmesi ihtimâliyle, bu iktidârın hukuksuzluk ve fütursuzluk konusunda sınırı olmadığı fikrini güçlendiren veriler artmış durumda. 2023’ün en azından ilk yarısının nasıl bir şeye benzeyeceği konusunda bir fikir veriyor bu. 

Ama burada şöyle bir tablo var. Şimdi, İmamoğlu’nun toplantısında da vardı, genel olarak muhâlefette yapılan yorumlarda da var. Hattâ sen de zaman zaman söylüyorsun, “Böyle şeyler yaparsa, bu, iktidar için büyük hatâ olur” diye. “Böyle bir mağdûriyet yaratırsan, kayyumlar atarsan, bilmem ne olursa, bunun cevâbı olur…” gibi. Bu iktidar çâresizlikten, bunu mecbur olduğu için yapıyor, ya da bunu göremiyor, gerçeklikle bağı koptu denebilir. Ama ben açıkçası öyle olduğunu düşünmüyorum. Ben bir kıyas yaptığını düşünüyorum. Bunu, yerel seçimden sonra, seçimi yenileme hamlesini yaparken de yaptığını düşünüyorum. İktidar şöyle bir seçim yapıyor: Evet, bunun birtakım sonuçları olabilir. Bir mağdûriyet yaratma ve bu mağdûriyetin siyâsî cevâbını alma riski elbette iktidârın önünde. Ama burada mağduriyete uğrayan açısından verilen reaksiyon değil, bu mağdûriyetin seçmende kendine yöneldiğine ilişkin fikri, asıl sonucu veren şey. Yani 1950 seçimlerini de, 2019 seçimlerini de seçmenin yüksek bir karşılıkla cevaplaması, mağdur olanların vasıflarıyla ya da özellikleriyle değil, kendi oyuna, kendi irâdesine yapılan muameleyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımda da iktidar şöyle bir hesap yapıyor: 2019 seçimlerinden sonra AKP içerisinden pek çok kişi, “Sertlik bize zarar verdi, biz daha yumuşak bir politika izleyeceğiz” gibi kulisler sızdırmıştı hatırlarsan. Ama üç senede bunu görmedik. Tam tersine, Erdoğan dozunu arttıra arttıra gitti. Meselâ İstanbul Belediyesi dâhil birtakım belediyelere kayyum atanması, evet, bir mağduriyet yaratır; bunun siyâsî bir riski vardır. Ama aynı zamanda, neredeyse bir senedir, pek de dile getirilmeyen, artık tam tersine iktidârın gidici olduğu fikrinin daha öne çıktığı tabloda, hem konjonktürel olarak hem yetenekleri îtibâriyle iktidârın güç kaybettiği varsayımı vardı. Ama böyle bir şeyi yapıp, sâdece seçime adresi verilen bir direnç ve karşılık görmediği takdirde, “Bunlar asla gitmeyecek” fikrini ve bunun, güç konsolidasyonunu ne kadar artıracağına ilişkin bir tartı koyduğunu düşünüyorum. 

2022’yi bu pencereden değerlendirdiğimde de şunu görüyorum: 2022’nin ilk yarısı ekonomik kriz bağlantılı olarak, bu iktidârın konjonktürel büyük bir hezîmet içerisinde olduğu, neredeyse yokuş aşağı gideceğini ᅳhattâ ilk 6 aydaki anketlerde öyle ilerledi, ama sonra durakladı; şimdi de stabil bir seviyeye dönmüş durumdaᅳ, dolayısıyla iktidârın neredeyse kendi kendini bitireceği, “Nas meselesi”, “Ekonomiyi de bilmiyorlar”, “Bu adamın inadı”, “İdeolojik takıntılar” deyip, sâdece iktidârın başarısızlık hikâyesini anlatarak, bunu da gidip vatandaşa anlattırarak bu işin çözüleceğini düşünen bir perspektif vardı. Ama bu, kazanma ihtimâlini güçlendiren bir şey olarak seçmeni de motive ediyordu. O dönemdeki bütün anketlerde, iktidârın kaybedeceği fikri, muhâlefetin oy oranının bile üzerinde seyrediyordu.

Ama sonra, iktidar bunu dengelemeye ve muhâlefeti konuşturmaya başladığında, hikâyeyi bu kendisinin başarısızlık hikâyesinden uzaklaştırdığında, durum değişti. Önce oyları biraz dengelendi. Ama “Yine kazanabilir” ihtimâli, aldığı oyun üstüne çıktı. Şimdi böyle bir makasla karşı karşıyayız. Dolayısıyla şu anda Erdoğan, bir tür seçim mühendisliği açısından, İmamoğlu karârı öncesinde Beştepe’de yaptığı toplantıdaki aktarımlardan da anlıyoruz ki, önüne bu iki seçeneği koyup hangisinin kendisi için avantaj olduğuna karar vererek yürüyecek. Ve anlaşılan o ki, galiba, “Ben bunlara bu hamleleri yaptığımda, benimle ilgili ‘Bu adam iktidârı kaybetmez’ fikrini büyüten bir efekt yaratıyorum” üzerine oynayacağını düşünüyorum. Bunu kırabilmenin yolu, bu direnci başka bir hikâye ile büyütmek. Hani bugün İmamoğlu’na da, “Gökyüzünü başlarına yıkmak nasıl olur?” diye sorulduğunda, “Seçimde fark atarak olur” diye cevapladı.  Ama muhâlefet, seçmende, kazanmaktan önce kazanabilir olduğu intibâını yaratmak zorunda. İşte bu noktada birlikte hareket edebilir. Yani bir sorunsuz simbiyotik ilişki, bir yapışma hâli değil, ama birlikte durmanın, ortak bir hedefe doğru, güçlü biçimde yürümenin gösterilebilmesi lâzım. Bu çok önemli bir şey.

Bu çerçevede, yine Burak’ın dediği şeylere geliyoruz. “Sonrası önemli değil, seçime odaklı bir strateji kurulması gerekir” teknik olarak doğru bir argüman. Ama bu, birbirinden kopartılabilir şeyler değil. Çünkü onun gayet net çizdiği gibi, sistemin yapısı nedeniyle, kazanabilir aday, kontrol edilebilir cumhurbaşkanı fikrinden çok ayrıştırılamıyor. Dolayısıyla ben de Burak’a katılıyorum: Parlamento şu anda bile önemli. Seçimden sonra çok daha önemli olacak. Dolayısıyla parlamento bileşimi, olası adayın, bu parlamentoyla ve onu bu seçimde galibiyete taşıyacak siyâsîi yapılarla ilişkisi ve kazanabilir olması kadar, bununla uyumlu davranabilme yeteneği de çok önemli olacak. Bunlar birbirinden ayrılabilen şeyler değil. “Bunu ayırıp, ona sonra bakarız” denilebilecek bir şey değil; sistem buna izin vermiyor. Çünkü o süreklilik arz eden bir şey. Siz “Bunu ayrı düşünüyorum” deseniz de hiç kimse, hiçbir aktör ve aslında seçmen de ayrı düşünmüyor; düşünemez bunu. 

Teknik olarak, muhâlefet seçmeninin şu anda odaklandığı şey; mutlaka ve mutlaka bu seçimin kazanılması. Seçimi kazanmaktan anlaşılan şey de, bu iktidârın gitmesi. Ben seçimin kazanılma ihtimâlinin hâlâ kuvvetli olduğunu, bütün sorunlarına rağmen, sayısal verilerin, %60-%40’lar seviyesine getirilebilmiş bir şeyin korunabileceğini ve buradan bir seçim galibiyeti çıkartılabileceğini düşünüyorum. Bunu koyalım. Ama yılın ikinci yarısını da dikkate alarak düşündüğümde, bunun, bu iktidar gittiği anda kazanılmış bir seçim olacak biçimde kazanılması gerektiğini düşünüyorum. Bu da çok önemli bir mesele. Pek çok dünya deneyi, bize, bu tür kazanılabilir seçimlerin çok kısa vâdede bir başarısızlık hikâyesi hâline dönüşebildiğini gösteriyor. Dolayısıyla, kazanabilir seçim stratejisini kurarken bunun devam sorunlarını da hesap etmenin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

Burak Bilgehan Özpek: İsrail örneği. 

Kemal Can: Evet, İsrail örneği çok net bir örnek. Ayrıca bâzıları da, bu ittifak deneylerinin kazanabilir seçimi de nasıl riske soktuğunu gösteriyor — yani hem kazanamayanlar var, hem kazanıp bunu tutamayanlar var. Dolayısıyla bu paketi iyi düşünmek lâzım. Çünkü bizim yaşadığımız sorun, basit bir iktidar değişikliğinden ibâret değil. O konuda Burak’a katılıyorum. Yani “Ne fark eder? Bir dönem daha bekleriz” denilebilecek bir durum değil. Sâdece sistemin konsolidasyonu açısından değil, uğranılan hasar açısından da öyle. Ekonomiden toplumsal yapıya, hukuktan eğitime, uluslararası ilişkiler kadar, nereye bakarsanız bakın durum böyle.

Dolayısıyla ben, 2023’ün böyle karpuz gibi ortasından ikiye bölünmüş, yeniden umudun ve motivasyonun, sonra da dağınıklığın ve tartışmanın belirleyici olacağı bir genel tereddüt yılı olmamasını umut ediyorum. Onu umarak bitirelim bu yılı diyorum. Çünkü 2022 tam da öyle oldu. Bir yarısıyla diğer yarısı birbirinin tam zıttı gelişti. Ekonomik kriz kötü etkiler yarattı. Ama bu, muhalefette, “Kazanıyoruz” etkisini ortaya çıkarttı. Sonra o ekonomik etkilerin tek başına yetmediği anlaşılınca bu sefer, “Acaba kazanamıyor muyuz?” endîşesi, bütün ikinci yarıya damgasını vurdu. Umarım gelecek yılı da böyle yaşamayız.  

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım” 2022 defterini böyle kapatalım. İzleyicilerimize çok teşekkür edelim. Ama öncelikle Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Mutlu yıllar. 2023’te kaldığımız yerden devam etmek üzere. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.