Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (146): Özgür Özel’in “trol” açıklaması, Altılı Masa’da “yetki” tartışması, Sinan Ateş suikastı

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanvekili Özgür Özel, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun basın danışmanı Emin Şen’in iki ayrı şirketi üzerinden 2016 yılında kamudan 418 bin dolarlık iş aldığını, 25 kurmayın bulunduğu Telegram hesabıyla 8 bin “trol ordusunu” yönettiğini söyledi. CHP’li Özel, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın hesaplarının da Şen tarafından yönetildiğini iddia etti. İddiaları reddeden İçişleri Bakanlığı, Şen için “Bakanımızın uzun yıllardır sosyal medya danışmanlığını yürütmektedir” açıklamasını paylaştı. Medyascope’a konuşan Özgür Özel, “Belgeler bize İçişleri Bakanlığı’ndan geliyor, üst düzeyde bir kaynağımız var” dedi.

Altılı Masa’da “imza yetkisi” tartışması devam ediyor. Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nun, seçimi muhalefetin kazanması durumunda “Cumhurbaşkanı içeriden veya dışarıdan olsun, genel başkanlar doğrudan karar süreçleri içinde imza yetkisine sahip olarak bulunacaklar” sözleriyle başlattığı tartışmaya İYİ Parti Sözcüsü Kürşad Zorlu, “Altılı Masa içinde böyle bir değerlendirme yapılmış değil” diye yanıt verdi. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise konuya ilişkin şöyle dedi: “Öyle bir ikili mekanizma kuracağız ki siyasi partiler kanununa göre altısı da sistemde olsun istiyoruz. Demokratik sistem, temsili demokrasi, hangi partinin yüzde kaç oy aldığıyla da ilgilidir, ona göre şekillenir.”

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in 30 Aralık 2022’de Ankara’da öldürülmesinin yankıları sürüyor. Suikasta ilişkin suskunluğu tartışılan MHP lideri Devlet Bahçeli, “Menfur bir cinayetin içine tertemiz davamızı, pirüpak dava arkadaşlarımızı çekmek için kudurmuş gibi faaliyete giren kansızlara eyvallah etmeyeceğiz, tamam demeyeceğiz” dedi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Uzun bir aradan sonra Kemal de stüdyoda. Hoş geldin Kemal. 

Kemal Can: Hoş bulduk. 

Ruşen Çakır: Artık uzaktan uzaktan yapmayalım yayını, yan yana yapalım. Bayağı da konuşacak şey var. Önce Şebnem Korur Fincancı’nın az bir cezâ alıp –ama cezâ alıp– sonra tahliye olmasını konuşalım. Her halükârda özgürlüğüne kavuşması iyi, ama cezâ alması kötü. 

Kemal Can: Evet. Artık sıtmaya sevindiğimiz günlerden geçiyoruz.

Ruşen Çakır: Evet. Çok acı bir olay, ama en azından özgürlüğüne kavuştu. Geçmiş olsun diyelim. Mahkemede söylediklerini çok takdir ettim. Hiçbir tâviz vermeden doğruları söylemeye devam etti, yargılayan taraf olarak cezâ aldı. Onun için de çok saygın bir duruş sergiledi. Cezâ almaktan kurtulamadı, ama bir de biliyorsun, Türk Tabipleri Birliği’ne de birtakım başka şeyler var. Onlar da yine adlî gündemde yer almaya devam edecekler, öyle gözüküyor. 

Kemal Can: Zaten Şebnem Korur Fincancı’nın şahsına dönük husûmetin yanı sıra, hem Tabipler Birliği’ne hem TMMOB’a, yani meslek örgütlerine dâir de bir mesele var. Tıpkı belediyelere yapılan ablukanın bir benzeri. 

Ruşen Çakır: Barolara da yedek baro çıkartarak…

Kemal Can: Yedek baro çıkarttılar, ama o istedikleri zafer sonucunu vermedi. Ama şimdi bu meslek odaları üzerindeki kuşatmanın, ablukanın ya da onların yapısı üzerinden yapılacak tartışmaların yatışmayacağını, hattâ belki ilerletileceğini de anlıyoruz. 

Ama yine senin söylediğin gibi, artık saçma olan şeylerin geçici olarak kolay veya hafif atlatılmasına sevinir olmaya başladık. Bu dâvânın kendisi mesnetsiz, verilen cezâ hukuksuz, ama “Hiç olmazsa, çıktı” deyip seviniyoruz. Çünkü bir yandan da, Osman Kavala gibi 1900 gündür hapiste olan, yine Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Mücella Yapıcı’nın aylardır cezâevinde olduğu bir tablo hâlâ devam ediyor. Selahattin Demirtaş kezâ öyle.

Ruşen Çakır: Geçen gün Demirtaş’a tek soru sordum. Daha önce röportaj da yapmıştım, başkaları da yapıyor, yazı da yolluyor. Geçenlerde öyle bir fikir aklıma geldi, çok da iyi oldu. Aslında sorun çok sâhici bir sorun. Çünkü Demirtaş bir yazısında, HDP’nin kapatılma ihtimâlinin çok yüksek olduğunu söylemişti. Bunu en kötü ihtimal üzerine bir veri olarak alıyor. Ben de, “O zaman, HDP kapatılırsa, özellikle Güneydoğu’da sandık güvenliği nasıl sağlanacak?” diye kendisine sordum. Bunu daha önce bir iki yayında dile getirmiştim. Bir de, sürekli fikir üretiyor, röportajlara cevap veriyor, doğrudan tweet atıyor. İktidar da hakîkaten neye uğradığına şaşırmış şekilde “kuduruyor”. Şimdi tıpkı Sedat Peker’e yaptıkları gibi, onu da engellemek için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ama Sedat Peker gibi bir yerde duracak olduğunu sanmıyorum. 

Kemal Can: Daha önce bu kettle mesajları döneminde birtakım hapishâne içi idârî cezâlar vermeye çalışmışlardı. Galiba ona benzer hamleler yapmaya kalkacaklar. Ama senin söylediğin gibi, Demirtaş hem çok etkili biçimde gündem belirleyici çıkışlar yapıyor, avukatları ve danışmanları aracılığıyla sosyal medyayı çok etkili kullanıyor, hem de çok ince noktalarda siyâseti açan ve anlamlı sorular üretebilen çıkışlar yapıyor. Tabiî ki bu, senin dediğin gibi “rahatsızlığa neden oluyor” ve bunun önünü kesmek için bir şeyler yapacaklar. Ama bunu başarabileceklerini düşünmüyorum. 

Ruşen Çakır: Önünü kesmek istedikleri bir diğer kişi, mâlûm, Ekrem İmamoğlu. Şimdi yine bir dâvâ var. Bu sefer Beylikdüzü Belediye Başkanı olduğu dönemden soruşturma, dâvâ açıldı. Hattâ Danıştay daha önce o dosyayı değerlendirmiş ve bir şey olmadığına hükmetmiş. Ama yine aynı müfettişin araya girmesiyle, yeni bir dâvâ açıldı. Tabiî daha önce hakaret iddiasıyla cezâ aldığı bir dâvâ var, bir terör soruşturması var. Onlar yetmezmiş gibi bu da oldu. Bu o kadar fazla yankı yaratmadı. Bir kere dâvâ olarak Haziran’a gün verilmiş, o zamâna kadar herhalde cumhurbaşkanlığı seçimi de yapılmış olur.

Şunu söyleyen çok var — katılıyor musun bilmiyorum: “Erdoğan İmamoğlu’nu aday görmek istemediği için bu kadar dâvâlarla onu sindirmeye çalışıyor, onu devre dışı bırakmaya çalışıyor”. Birileri de, “Böyle yapıyor olabilir; ama bu, tam tersine Ekrem İmamoğlu’nun lehine çalışabilir” diyor. 

Bir başka husus da hâlâ çok belirsiz. Ekrem İmamoğlu hakîkaten aday olur mu? “Aday olursa seçilir mi?” sorulmuyor da, “Aday olur mu? Son dakikada engellenir mi?” diye soruluyor. Ya da seçilirse, Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’nın söylediği, “Mazbatasını vermeyiz” meselesi gündeme gelir mi? İmamoğlu üzerinden de böyle bir olay var. Tabiî aslında siyâseten konuşmamız gereken şeyleri konuşmak yerine, her gün bir yenisi çıkan sözüm ona dâvâları konuşuyoruz. Yani hakîkaten sözüm ona dâvâlar. Çünkü ilk olaydaki “ahmak” cezâsı çok alâkasızdı. Terör soruşturması çok alâkasız. Beylikdüzü’ne kadar gitti bu. Neredeyse lise yıllarına kadar gidecekler. Böyle acayip bir durum söz konusu.

Kemal Can: Gezi dâvâsında ve Osman Kavala dâvâsında da görmüştük bunu. Hedefe koydukları insanlarla ilgili birbiriyle alâkasız ama birbirinin yerine kullanılan, biri olmazsa diğerini devreye soktukları, tuhaf torba suçlamalar yaratıyorlar. Hakîkaten senin söylediğin gibi… Hakaret, olmadı terör, olmadı yolsuzluk hikâyesi, o olmazsa başka bir şey… Her şeyden bir tür kokteyl iş yapıyorlar. Hani torba yasalar çıkartıyorlar ya? Bunlar da torba dâvâlar. Herkesi içine koydukları, her türlü suçlamayı içine yerleştirdikleri dâvâlar. Ama bu senin söylediğin iki yaklaşım açısından, ben ikisinin birden doğru olduğu bir sürecin işlediğini, üstelik bunun yanına, bir de üçüncü faktör olarak zamanlamanın da girdiğini düşünüyorum. Yani İmamoğlu’nun sâdece önünü kesmek gibi tek bir başlık olmuş olsaydı, bunları daha önceden başlatmış ve süreci yürütüyor olurlardı. 

Çünkü hatırlarsan terörist oluşturması da kayyum iddiaları da neredeyse 1,5-2 yıldır süren şeyler. Ama bunun, seçimin son düzlüğüne ve üstelik de muhâlefetin aday belirleme sürecine denk getirilmesi, buradan bir ekstra fayda da umulduğunu düşündürüyor. Daha önce de konuştuk. Çünkü bu gelişmeler hem bir yandan İmamoğlu’nun aday olma ihtimâlini birdenbire çok yükseltiyor, bir yandan da riskli aday konumuna sokuyor ve oradaki karar süreçlerinde, onun bir bağımsız seçenek olarak tartışılmasını bulanıklaştırıyor. İktidârın bundan da faydalandığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Aday meselesi deyince, bugün Ali Babacan’la bir yayın yaptım. Senin oturduğun yerde oturuyordu biliyorsun; “Adaylık konusunda diğerleri kadar olmasa da sizin de adınızı geçiyor” dedim. “Haksızlık etmeyelim. Esas konumuz bu değil. Ama benim adım söz konusu olur ve bende mutâbık kalınırsa, rahat kazanırım ve iyi de yönetirim” dedi. Tabiî biz dâhil bütün medya kuruluşları oradan hareketle bu sözü manşetlerine aldılar. Aday meselesinde hâlâ bir belirsizlik var. Belirsizlik dediğim, Ali Babacan’ın ağzından lâfı alamadım. Yani “Bu ay sonundaki toplantıda bari açıklayın da herkes kurtulsun” dedim. Galiba olmayacak. Çünkü şöyle bir şey dedi: “30’unda açıklanacak olan iki belge var: Geçiş Süreci Yol Haritası ve Ortak Politikalar Metni”. “Bir yerde bunu adayın açıklaması ve sunması iyi olur” dedi. “30’unda o mu yapacak?” dedim. Hemen “Yok, olmayabilir” deyince işin rengi değişti.  

Adaylığın dışında bir de Ahmet Davutoğlu’nun ortalığı karıştırdığı bir vesâyet tartışması var. Meselâ Ali Babacan o konuda çok net olmadı. “Davutoğlu yanlış söyledi” demedi. “Doğru söyledi” de demedi, ama onun söyledikleriyle Davutoğlu’nun söyledikleri benzeşiyor. Fakat Davutoğlu’nun söyledikleri çok net: “Cumhurbaşkanı içeriden veya dışarıdan olsun, genel başkanlar doğrudan karar süreçlerinin içinde imzâ yetkisine sâhip olarak bulunacaklar” dedi. Yani aslında başkanın yetkisinden ziyâde, alttaki heyetin yetkisi daha yüksekmiş gibi bir şey çıkıyor.

Kemal Can: Daha önce Karamollaoğlu da benzer bir şey söylemişti. 

Ruşen Çakır: Evet. Ama muhâlefet adayına oy vermeyi düşünen insanları bile tedirgin etti bu. “Tabiî, en iyisi budur” diyeni pek görmedim açıkçası. 

Kemal Can: Çünkü olayın ortaya konuluş biçimi biraz problemli. Birkaç açıdan problemli: Birincisi, mevcut anayasal sistem içerisinde ve iddia edildiği gibi böyle bir dönüşüm sürecinin içerisinde, bir de hiçbir yerden hukukî dayanağını almayan –buna ister vesâyet de, ister istişâre organı de– yeni bir yapı üretmek problemli bir şey.

Ruşen Çakır: Ama ilk yapılacak Cumhurbaşkanlığı Kararnâmesi ile bu oluşacak.

Kemal Can: Ama yine de onun hukukî mesnedini kurmak çok isâbetli değil. O, ancak aranızdaki bir koalisyon protokolü hâlinde işleyebilir ve partileri bağlar. İkinci tarafı, aday tartışması içerisinde şöyle iki uç oluşmaya başladı: Aslında iki ucun da çok sorunlu tarafları var. Bir tarafta, kendi adayına güvensizlikle yola çıkan bir muhâlefet görüntüsü yaratmak. Böyle bir organ yaratmak, yapının niteliği ne olursa olsun, adayı ve cumhurbaşkanlığı makamını denetim altında tutacak bir yapı oluşturmak, aslında peşînen adaya ilişkin bir güvensizlik ifâdesi. Adayına güvenmeyerek adayı için kampanya yürütmek biraz zor bir şey. Bu, adayı da zorlayan bir şey. Adayı destekleyen siyâsî yapıları da zorlayan bir şey. 

Bu, bir sürü açıdan sorunlu. Siyâseten sorunlu, hukuken sorunlu, teknik olarak sorunlu, dediğin gibi seçmen nezdinde, onların algısı açısından sorunlu. Çok büyük problemleri var ve bir sürü yanlış içeriyor. Ama bu yanlışları koyup, tam öbür uca savrulan, “Şimdi başkanlık rejimindeyiz ve bu olağanüstülük içerisinde bunu yaratacağımız için, siyâsî aktörlerin tamâmen önemsiz olduğu, onların tamâmen devre dışında olduğu bir aday bulalım, bir adaya müracaat edelim. O aday gitsin, bize seçimi alsın” gibi bir başka uç noktaya savrulan bir şey var. Hattâ daha ileri gidip, “Zâten olağanüstülük devam edeceği için, Meclis’te de büyük çoğunluk elde edilememe ihtimâline karşı, aslında hakîkaten Erdoğan’ın yetkilerini kullanan kuvvetli bir başkan adayımız olsun” yaklaşımında bir başka şey de var.

Burada sorun, o adayın niteliği ya da o adayın bu riski yaratıp yaratmadığı değil. Burada tutarlı bir şey üretmek lâzım. Bu da çok problemli bir şey. Yani siyâset ve hukuk dışı bir işleyiş tahayyül etmek bu. Üstelik seçmene anlatılması da çok zor. Anlatılması zor olduğu gibi, sonuçları da çok…

Ruşen Çakır: Diyelim ki böyle bir şey var. Bugünün meselesi de değil.

Kemal Can: Çünkü bu, aday belirleme sürecinin önüne yerleştirildi. Yani “Adayı Altılı Masa seçecek” dediğin zaman, aslında zâten öyle bir şey yaratmış oluyorsun ve sonra da denetleyeceklerini buna ekliyorlar. Sonuçta adayın seçilme süreciyle bağlantılı bir iddia olarak ortaya konuyor. Sorunlu olan da zâten o. 

Ruşen Çakır: İnşallah bir aksilik olmazsa, haftaya Ahmet Davutoğlu ile de bir yayın yapacağım. Orada da kendisine bu şekilde soracağım. Adayın bu kadar gecikmesinin en azından şöyle bir şeyi var: Adayın değeri artıyor, değil mi? Bu kadar gecikmiş. Sen de çok güzel anlattın, bunu dediğin zaman, adayı değersizleştiriyorsun. “Adayın çok da fazla önemi yok. Önemli olan bizim onu antrene edecek olmamız” diyorlar. Antrene etmenin, hazırlamanın da dışında müdâhil olacak. “Öyle olmaz, böyle olmaz” diyecek. O zaman değerini düşürüyorsun. 

Kemal Can: Bu adayı tek başına belirleyici ya da kendi başına bir pazarlık organı hâline getirmekle, onu değersizleştirerek önemsizleştirmek aynı şey değil. Adayın, bütün siyâsî aktörlerle birlikte uyum içerisinde çalışmasını garanti etmek başka bir şey, adayı değersizleştirmek başka bir şey. “Terlik koysak kazanır” lâfı da aynı şey. Hakîkaten her adayla kazanabileceğine inanmanın sözü bu olmamalı. Çünkü bireysel kararlar nasıl sevimsiz bir şeyse, ne kadar alerjik bir şeyse, ne kadar kategorik olarak karşı olunması gereken bir şeyse, bu tarafta onun sayısal çoğunluğa dayalı olarak böyle olacağı iddiası da aynı şekilde sorunlu bir şey. 

Ama birlikte uyum içerisinde ve bu siyâsî iradeyle ilişkili olarak hareket edecek bir aday profili ortaya çıkartmak ya da böyle bir iç hukuk üretmek, değersizleştirmeden mümkündü aslında. Bu da, bu sürecin uzaması yüzünden olmadı. Çünkü süreç iki ayrı parça hâlinde yürüdü. “Aday meselesi şimdi gündemimizde değil. Şimdi biz başka bir şeye bakıyoruz” diye yürüdüğü için, sanki onun bir parçası değilmiş gibi lanse edildi. Yol haritası dediğiniz şey ya da şimdi Davutoğlu’nun ortaya attığı bu tür lâfların gelip dayandığı şey, aslında aday seçimiyle ilgili bir şey. Ama dediğim gibi, böyle bir değersizleştirme, negatif bir etki yaratıyor. Öbür tarafına savrulduğu zaman da, adayı bütün siyâsî aktörlerden bağımsız olarak kendi başına bir pazarlık odağı gibi konumlandırmak ve o odağı da yine Altılı Masa’nın içerisinde olup, ama sanki Altılı Masa’nın dışındaymış gibi konuşan birtakım aktörler de, o adayı bağımsız bir pazarlık unsuru olarak –7. unsur olarak– sürece dâhil etmek peşinde. Dolayısıyla “Bir aday gitsin bize seçimi alıp gelsin” diyorlar.

Ruşen Çakır: Seni dinlerken, “Her şey bu kadar uzamasaydı da…” diyorum.

Kemal Can: Hatırlıyorsan ben hep şunu söyledim: Adayı belirlemeyi değerli bir şey hâline getirmek için adayı geciktirebilirsin, adayı açıklamayı uzatabilirsin. Ama aday tartışmasını bu kadar geciktirmemek, o aday meselesindeki mutâbakatta “Bunu konuşmuyoruz” demeden, konuşarak, yöntemini doğru kurarak, o yöntemin ârızalarını gidererek yürümüş olsalardı farklı olurdu. Şimdiye kadar bunların hiçbirini yapmayıp, “Daha ona sıra gelmedi. Şimdi gündemimizde değil” diyerek idâre etmiş olmaları, asıl büyük gecikme.

Ruşen Çakır: Bakalım 30’unda yol haritasında ne çıkacak? Ayrıca programda ne çıkacak? Ben yine herhalde Ankara’ya giderim. Yine Bilkent Otel’de olur, klasik. Herhalde Ocak sonundan îtibâren muhâlefet nihâyet kampanyasına başlar gibi geliyor. 

Şu trol meselesini bir konuşalım. Özgür Özel önce spoiler verdi. “Başıma bir şey gelirse, belgeleri iki arkadaşıma daha verdim, çok önemli belge açıklayacağım” dedi. Şimdi böyle hikâyelerde fragmanı çok güzel dersin, sonra filme bakarsın, “Oyuna geldik” dersin. Ben açıkçası ne çıkacak diye çok merak ettim. İlk başta izleyemedim. Çünkü o sırada yayın yapıyordum, arkadaşlar özetlediler. “Bu muymuş?” dedim, çok heyecanlanmadım. Ama sonra bakınca, anlattığı hikâyeler çarpıcı. İnsanlar genellikle, “Trolleri zâten biliyoruz, hiçbirimiz şaşırmadık” diyor.

Kemal Can: Daha önce zâten Kılıçdaroğlu da bu konuda önden haber verip önemli bir şey açıklayacağım demişti. 

Ruşen Çakır: Ama buradaki hikâyede çok somut şeyler var. İsimler var, hesapların kendisi var ve bunların finansmanı var. İçişleri Bakanlığı müşâvir olan ismi önce silip, sonra koyup danışman yaptı. Halbuki yaptıkları tamâmen yasadışı. Müşâvirin normalde şirketi olamıyor, ticârî faaliyet yapamıyor. Hele devletten ihâle hiç alamıyor. Anladığım kadarıyla Kıbrıs’taki seçim kampanyasında da çalışmış. Jandarmanın, polisin tweet’lerinin onun telefonundan atıldığı konuşuluyor. Öyle böyle bir şey değil.

Kemal Can: Aslında bu, iktidârın tuhaf bir trol ordusu meselesinden öte, tıpkı daha önce Amerika’da da yaşanan büyük seçim skandallarına benziyor. Çünkü kamu aktörlerini bu şeyler yönetiyor. Düşünsene, trol ordusu besleyebilirsin, sosyal medyayı tutabilirsin. Bu da etik olarak sorunlu olabilir. Ama onlara kamu kuruluşlarını devrediyor görüntüsü vermek çok acayip bir şey. Üstelik bu kamu kuruluşlarının biri Jandarma Genel Komutanlığı, diğeri Emniyet.

Ruşen Çakır: Bir de orada bir başka husus var. Ben onunla ilgili ayrıca bir yayın yapmayı düşünüyorum. Özgür Özel daha sonra bizim ana habere, “Güne Bakış”a bağlandı ve içeride çok ciddî bir köstebek olduğunu, bilginin ve belgelerin içeriden geldiğini söyledi. Açıklaması şuydu: “Bizde zâten birtakım bilgiler vardı; ama birisi, iktidar değişmesi durumunda başına bir şey gelmesinin önüne geçmek için bize belgeler sağladı” dedi. Kaynağının üst düzey birisi olduğunu söyledi. Orada olay başka bir boyuta, köstebek olayına geliyor. 

Daha önce Pelikancılar’dan, şuradan buradan ayrılan birileri olduğunu gördük. Meselâ yine, tam trol denemez ama, Yeni Akit’ten birisi ayrıldı, ifşâlar yapıyor. Ama onlar kendi başlarına bir şey yaptılar. Mesela Pelikan’dan ayrılan birisi var. O, sosyal medyada ifşâlarda bulundu, ama arada kaynadı gitti. Şimdi böyle doğrudan CHP’nin üst düzeyde olaya el atıp, bir ifşâ olayını açıyor olması ve orada çok net bir şekilde gösteriyor olması işi iyice ilginç kılıyor. Bir de tabiî ki şöyle bir şey var: Seçim döneminde herhalde bu trollere çok büyük görevler düşüyor. Şimdi bir tedirginlik olacak. Yani yaptıklarının suç olduğunu biliyorlar. “Ben sosyal medyada bilmem ne yapıyorum. Ne var bunda?” deyip geçemeyecek. Çünkü o işin içerisinde bir suç var. Dezenformasyon var, şu var bu var, hakaret var. Birileri panikliyor. Eğer bu iktidârın tekrar seçileceğine inansa sorun olmaz, ama seçilemeyeceğini düşünüyorsa… — ki o tür insanlar daha iyi görür, biliyor musun? O tür ilişkilerin içerisinde olup, havayı daha iyi koklayabilir; meselâ paranın artıp azalması, gecikmesi, hep bir şeyin işâretidir. Bana orada bir maden bulmuşlar gibi geliyor. 

Kemal Can: Zâten daha önce Kılıçdaroğlu böyle şeyleri îmâ etmişti. Bürokraside de benzer bir sürecin işlediğini söylemişti. Danışmanların ve milletvekillerinin bulaştığı bu rüşvet, yolsuzluk, iş bağlama olayları vardı. Gerçi o iş yine sönümlendi, kapandı. Daha fazla devâmı gelecek gibi görünen şey, bir tür unutulmaya bırakıldı. Bu tür olaylar, dediğin gibi birtakım köstebeklerin, sonraya yatırım yapan birtakım insanların devreye girmesi gibi etkilerle daha ilginç hâle geliyor. Ama bu tür şeylerin olmaya başlaması, birtakım gerilimleri de tetikliyor. Ve o gerilimler, örtülü rekabetler ya da husûmetler, birden onu fırsat hâline getirebiliyor. Sedat Peker olayında da gördük. Onun her ifşâsından sonra, iktidar içerisinde bir dalgalanma yaşandı. Hattâ daha ileri gidelim: Süleyman Soylu televizyona çıkıp, birilerini üstü kapalı, elindeki bilgilerle hafif tertip uyardı. Televizyon yayınında bayağı uyardı yani. Hattâ daha ileri gidip, para alan milletvekillerinden falan bahsetti, olay kapandı. 

Meselâ bu Sinan Ateş olayında da görüyoruz. Bu tür olaylar, hem bu tür köstebekler nedeniyle fazla köpürüyor, hem de bâzı gerilim hatlarını açığa çıkarttığı ya da tetiklediği için, zincirleme başka reaksiyonlara da yol açabiliyor. Şimdi iktidar cephesinde bu tür bir dalgalanma, bir süredir çeşitli vakalar dolayısıyla oluyor. Henüz hiçbiri, “Artık bu sefer buradan çok büyük iş çıkar” sonucunu doğurmadı. Hâlâ Erdoğan’ın bunlar üzerinde bir tutucu etkisi var. Onları bir arada tutan veya o rekabetin kendine uzanacak bir yıkıcılık içermesini engelleyen bir şey var. Ama aralarındaki rekabetin hâlâ aktif olduğunu görüyoruz. Yani bu trol meselesinde de birkaç grubun olduğu ve bunlar arasında ciddî rekabetin olduğu da bugünlerde çok söyleniyor.

Ruşen Çakır: Konudan farklı bir alan, ama en son Kılıçdaroğlu borsada olanlarla ilgili Pazartesi’ye randevu verdi. Anladığım kadarıyla SPK’dan da ona çok ciddî birtakım bilgiler gidiyor. Çok kaba bir lâf olacak ama, “keriz söğüşleme” dedikleri olayın yaşandığını herkes görebiliyor. Bir bakıyorsun borsa çıkıyor, bilmem kaç bin yeni yatırımcı geliyor. Bunların çoğu küçük yatırımcı. Sonra pat diye düşüyor ve küçük yatırımcılar panik hâlinde olabildiğince az zararla çıkmaya çalışıyorlar. Belli ki birileri burada bir şeyler yapmış. Kılıçdaroğlu bu konuyu daha önce birkaç kere dile getirmişti biliyorsun. En son geçen hafta yine getirdi. Daha ilk batış olmadan söylemişti, hatırlıyor musun? 

Kemal Can: Evet, olacağını söylemişti. 

Ruşen Çakır: Belli ki oradan da iyi besleniyor. Son olarak Sinan Ateş meselesine gelelim Kemal. Bahçeli’nin grup konuşmasının yaklaşık üçte biri o konuya ayrılmıştı. Konuşmasındaki bütün hikâye ne? “Bizi bunda suçlayanlar hadlerini bilsin. Biz onlara günlerini gösteririz. Bizim bununla alâkamız yok.” Ama olayın ne olduğunu bile tam söylemiyor. Hayâtını kaybeden, öldürülen kişinin adını anmıyor. Çok acayip değil mi Kemal? Meselâ sürekli “menfur bir sûikast” diyor. “Sûikast” dediğine göre siyâsîi olduğunu kabul ediyorsun, öyle değil mi? Tâziye yok, adını anmak yok. Ondan sonra da çok sert bir şekilde herkese lâf ediyor. Tamam, o daha önce de Kılıçdaroğlu ile uğraşıyordu, ama Ümit Özdağ’la kapışması anlamlı. Sinan Ateş sûikastıyla ilgili yaptığım yayında bunu şöyle yorumladım: Dikkat edersen Özdağ, MHP’ye çok fazla bulaşmıyordu. Muhâlefetle çok uğraşıyordu, Erdoğan’a bir şeyler söylüyordu, ama MHP konusunda çok imtinâ ediyordu. Ama attığı, “Katili herkes biliyor” tweet’iyle cephe aldı ve açıkçası şaşırdım. Sonra devâmı geldi ve sonra da karşılıklı birbirlerini ajan olmakla suçladılar. Ülkücü harekette sonsuz küslükler olmuyor, biliyorsun. Ama en azından bir süre, artık yan yana gelemeyeceklerini gösteriyor. Ümit Özdağ bu olayın herhalde MHP’yi iyice zor durumda bırakacağını ve kendisine siyâseten de yarayabileceğini düşündü. Yoksa daha önceki olaylarda olduğu gibi görmezden gelebilirdi, topa girmezdi ya da doğrudan suçlayıcı bir şey söylemezdi. Şimdi sorsan, “Ben ‘katilin kim olduğunu biliyoruz’ dedim, ama niye üstüne alınıyor ki?” diyebilir. Ama Bahçeli üstüne alındığına göre, mesaj belli. 

Kemal Can: Şimdi burada işin birkaç boyutu var. Dediğin gibi, Bahçeli, olayda öldürülen insana ilişkin, sâdece insânî gerekçelerle bile bir şeyler yapmazken, daha da fazlasını yapıp, aslında birtakım îmâlarda da bulundu. “Şimdi biz açıklamıyoruz, şu anda söylemediğimiz nedenlerle görevden almalar var” deyip, sanki bu işi fazla açıktan konuşmuyor olmanın arkasında bir şeyler olduğu îmâsını da içeren şeyler söyledi. Aslında bu grup toplantısında o konuya çok daha uzun yer ayırdı söylediğin gibi. Ama daha önceki grup toplantısında da, daha kısa bir biçimde bu söylediğinin çok özeti bir şeyi söylemişti. Yani “MHP sessiz” denirken, Bahçeli çıktı, “Üç hilâli yargılatmayacağız” dedi. Ondan sonra bu tür iddiaların iyice büyümesi üzerine, bunu genişçe açma gereği duydu. Ama baştan îtibâren, belki birilerini harcamaya izin vererek, olayı uzak tutmak istenecekti. Hattâ iktidar cephesinden Erdoğan, “Sonuna kadar gidin” dedi diye bilgiler geldi. Ama bunu niye kendisi çıkıp söylemiyor da, biz bunu bir yerlerden bir özel kulis olarak duyuyoruz, o da ayrı bir tartışma konusu. Ama bence, Bahçeli bu konuda sessiz kalmayıp pozisyon aldı. 

Ümit Özdağ’ın çıkışlarındaki nedenin şöyle bir bağlantısı olabileceğini düşünüyorum: Ümit Özdağ, özellikle İYİ Parti’den ayrılıp partisini kurma sürecinde, biraz İYİ Parti’ye saldırarak yürüdü. Hemen sonrasında da göçmen meselesi üzerinden bir politik söylem geliştirdi. Ama şimdi, iyice seçim sath-ı mâiline girilirken, tâbir yerindeyse yumurtalarını tek sepete koymuş siyâsî aktörlerin, biraz daha somut taban târif ederek oraya oynamaları gerekiyor. Şu anda da İYİ Parti’nin kuvvetli bir milliyetçi parti olarak mı yoksa merkez sağ parti olarak mı devam edeceği, Altılı Masa’daki rolünün ne olacağı, adaylık tartışmasında kendi gücünü ve kendi adayını zorlayıp zorlamayacağı gibi seçenekler ortadayken, hâlâ biraz ikircikli pozisyon alması sebebiyle, Ümit Özdağ sanıyorum bu gerilimden, özellikle MHP’den kopmuş ama İYİ Parti ile tam yapışmamış kesimler içerisinde bir zemin tutabileceğini, öyle bir damar olduğunu düşündü ve oraya hamle ettiğini düşünüyorum. Yani Sinan Ateş hâdisesini, senin şaşırtıcı bulduğun biçimde öne alması, sâhiplenmesi, bu konuda iddialı şeyler söylemesi, biraz böyle bir şeyle bağlantılı.

Ruşen Çakır: Buna karşılık İYİ Parti de çok temkinli gitti. 

Kemal Can: Evet. İYİ Parti biraz bir şeyler söyledi. Ama CHP İYİ Parti’den daha fazla şey söyledi. Kılıçdaroğlu Sinan Ateş için “şehidimiz” dedi… Dolayısıyla İYİ Parti’nin bu konudaki mesâfesine karşı, sanki vites büyüten bir Ümit Özdağ gördük. Çünkü Ümit Özdağ, İYİ Parti’nin bu alana ilişkin her freninde el yükselterek giriyor. Mansur Yavaş hâdisesinde böyle oldu, göçmen hâdisesinde böyle oldu, bu olayda da böyle oldu. Biraz böyle bir şey. Ama Ümit Özdağ ve Bahçeli arasındaki polemik daha önce de olmuştu, hatırlıyorsan. 

Ruşen Çakır: Eskiden “detant” diye bir lâf vardı, sanki ilişkiler bir tür donmuştu ve birden tekrar başlattı. Yani şunu söylemek lâzım: Böyle bir konuda Bahçeli’yi doğrudan suçlamayı göze almak aslında cesurca. Sonuçta insanların sokakta dövüldüğü, birilerinin öldüğü bir ortamdan bahsediyoruz. Birçokları da bunu, aşırı ölçüde tırmanmış bir devâmı gibi okuyor. Bu konuda kalkıp tavır almak, meydan okumak öyle kolay değil. Yani gerçekten riskli bir şeydi. 

Öte yandan, bunun siyâsî sonucunun olup olmayacağını daha önce çok tartıştık. Şu hâliyle bakıldığı zaman, olay donmuş durumda. Ama öyle bir donmuş durumda ki, her an birileri o buzları kırıp… –ki bu da çok mümkün değil ama yine de demin söylediğin için söylüyorum– Erdoğan da dâhil olabilir. Yarın öbür gün MHP ile bir mesele olursa, bu olay en ideal malzeme olur.

Kemal Can: Diyorum ya? Bâzı şeyler yaşanıyor, üstü kapatılıyor, soğutmaya alınıyor. O soğumuş olayların hemen hepsinin arka planında bir bekleme var. Yani o soğutma, küllenme değil, geçici olarak dondurucuya alma. Çünkü nihâî sonuç için uygun zemin olmadığında, aktörler genellikle onu daha sonra kullanmak üzere rezerve alırlar. Bu tür açık çok dosya var. AKP iktidârının özellikle son dönemine baktığımızda, 2015’ten bu yana, MHP ittifaklı sürecin tamâmında böyle çok dosya var. Hattâ daha da geriye gidersek, bunun bir örneği neydi? Cemaat’le AKP’nin yaşadığı gerilimde o dosyalar birike birike gelmişti, sonra dosyalar açılıp kullanılmaya başlandı. Dolayısıyla dediğin gibi, bu gerilimler bâzen böyle en tepedeki çatışmanın, bâzen aşağıdaki küçük ekiplerin ya da rekabetlerin konusu olur. 

Ruşen Çakır: Cemaat deyince, ilk dershâne hikâyesi olduğu zaman aklıma geldi. Erdoğan dershâneleri kapatmaya niyetlendi. O dönemde Vatan‘da yazarken, “Cemaat-hükümet meydan muharebesi” diye başlık atmıştım. İki taraftan birden, “Sen bize nifak sokmaya çalışıyorsun” tepkileri geliyordu. Ama iki taraf da savaşın başladığını biliyordu. Uzun bir süre o savaşı anlattığımız için, her iki taraftan da acayip saldırıya uğradık. 

Meselâ şu anda Erdoğan’ın danışmanı olan Konya milletvekili, “Senin kedi canını…” diye bana aklı sıra sataşmıştı. Oradaki hikâye neydi? Ben Erdoğan-Gülen çatışmasının bir olayını anlatmıştım. Bu da “Yok öyle bir şey” diye benle dalga geçmişti. Şimdi sorsan, Allah bilir bana “kripto FETÖ’cü” diyordur… Şu anda milletvekili değil, ama Külliye’de danışman. Birbirlerini o kadar çiğniyorlardı ki, çok ilginç bir olaydı. İki taraf da birbirlerine karşı her türlü şeyi biriktiriyorlardı. “Bunlar savaşıyor, savaşmak üzere” dediğin için de, iki taraf birden aynı anda saldırıyordu. O günleri hatırlayınca hep gülme geliyor. Meselâ onların içerisinde iktidar çevresindeki insanların büyük birçoğu da bunu söylüyordu. Ya da Fethullahçılar’ın tabiî ki hepsi bunu söylüyordu. Sonra gördük ne olduğunu. Burada da, olacağı değil de, potansiyel olarak, MHP’nin de AKP’nin de bu süre içerisinde birbirlerinin tüm güçlü ve zayıf yönlerini iyi gördüklerini ve “ne olur ne olmaz” diye birtakım hazırlıklar içinde olduğunu tahmin edebilirim. 

Kemal Can: Ama mesele sâdece MHP ile AKP arasında ya da Erdoğan’la Bahçeli arasında değil. Hattâ orada belki daha az. Ama aşağıda, irili ufaklı, kimi ittifaklı, kimi rekabetli, çok sayıda aktör devrede. Şimdi seçim de yaklaştığı için, bunların çok ajite durumda olduklarını görüyoruz. 

Ruşen Çakır: 1991 seçiminde, Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP), o zaman Refah Partisi’nin (RP) listesinden girmişti biliyorsun. Ben 91 seçimlerinde onları İç ve Doğu Anadolu’da izlemiştim, serbest çalışıyordum ve her iki tarafla da görüşüyordum. Ülkücüler ve Refahçılar ittifak kurup birlikte seçime giriyorlardı, ama birbirlerinden nefret ediyorlardı. Seçim sonuçları açıklandıktan sonra, her iki taraf da alınan oyun kendileri sâyesinde kazanıldığını söylüyordu. Ama ilginç bir şekilde, birbirlerinden hazzetmeseler de, o seçimi birlikte yaptılar.

Kemal Can: Birlikte yaptılar. Aslına bakarsan, “Biz kazandık, bizim sâyemizde kazandık” söyleminden öte, “Biz biraz oyuna getirildik. Aslında hakkımızdan daha az oyla geçtik” tavrı MHP’lilerde daha fazla vardı. Ama o seçimden ikisi de kazanarak çıktı. 

Ruşen Çakır: Yanlış hatırlamıyorsam, %16 oy almışlardı. 

Kemal Can: Sâdece sayısal olarak değil, ondan sonra ikisi de büyük bir ivme alarak, biri ilk iktidar döneminin, ikincisi ikinci iktidar döneminin koalisyon ortağı oldular. 

Ruşen Çakır: Neyse, böyle yaşlı gazeteci muhabbetine döndürmeyelim işi.

Kemal Can: Bâzen rekabetler, çatlaklar, patlaklar, ittifaklar içerisinde her zaman iki tarafa zarar veren şeyler olmayabilir. İki tarafın da kazandığı durumlara da neden olabilir. 

Ruşen Çakır: 30 küsur yıllık bir olaydan bahsediyoruz. 

Kemal Can: Ama bugünün siyâsetini anlama konusunda çaba harcayan yeni nesiller, biraz Türkiye siyâsî tarihindeki kritik dönemeçlerin izdüşümlerine baktıklarında, belki bugün olup biten anlaşılmaz şeyleri daha kolay anlayabilirler. Öyle bir tarafı da var.

Ruşen Çakır: Hadi Kemal, noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar görüşmek üzere. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.