Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) açıklamasına göre 6 Şubat Pazartesi günü saat 04.17’de merkez üssü Kahramanmaraş-Pazarcık olan 7,7 büyüklüğünde deprem meydana geldi. 04.26’da Gaziantep-Nurdağı’nda 6,4, saat 04.36’da ise Gaziantep-İslahiye’de 6,5 büyüklüğünde depremler yaşandı. Deprem Kahramanmaraş, Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya ve Adana’da yoğun şekilde hissedildi. Aynı gün Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde saat 13.24’te 7,6 büyüklüğünde bir deprem daha meydana geldi. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kahramanmaraş merkezli depremin en büyük hasara yol açtığı Hatay’a geldi. Can kaybının 9 bin 57’ye yükseldiğini açıklayan Erdoğan, 52 bin 979 da yaralı olduğunu bildirdi. Yıkılan bina sayısı ise 6 bin 444.
Ayşe Çavdar, Ruşen Çakır, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can, Adını Koyalım’da deprem felaketinin siyasetle ve sivil toplumla ilişkisini değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba. İyi günler, iyi akşamlar. Adını Koyalım’la karşınızdayız ve tabii ki Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la birlikte depremi, felaketi konuşacağız. Arkadaşlar merhaba. Çok hazin, çok acı bir olay yaşıyoruz ve daha uzun bir süre Türkiye’nin ve bir anlamda dünyanın da gündeminde olacak bir olayı yaşıyoruz. Yaşadığımız bu deprem felaketi, dünyada ‘’yüzyılın en büyük facialarından’’ birisi olarak tanımlandı. Türkiye’nin yaşadığı herhalde Cumhuriyet tarihinin en büyük felaketlerinden birisi. Resmi rakamlara göre hayatını kaybedenlerin sayısı, biz yayına girdiğimizde 9.000’i aşmıştı ama artması maalesef kesin gibi gözüküyor.
Bunun siyasetle ilişkisi tabii ki var. Ama bir de hassasiyetler, duyarlılıklar çok da gündemde olduğu için, olabildiğince serinkanlı bir şekilde, bu olayın siyasetle ve sivil toplumla ilişkisini konuşalım. Belki de en kısa Adını Koyalım’lardan birisini yapacağız. Eğer size de uygun gelirse tek turda bitirelim istiyorum.
Burak, seninle başlayayım. Sen depremin yaşandığı bölgeleri bilen, ona komşu bir yer olan Elazığ şehrindensin. Depremin yaşandığı yerlerin büyük bir kısmı, Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr coğrafyanın çok güçlü olduğu Kahramanmaraş, Osmaniye, Kilis ya da Malatya gibi yerler. Ortada, siyasetten önce, bir devlet gerçeği var. Özellikle ilk müdahalelerin çok geç yapıldığı yolunda çok ciddi tanıklıklar var. Mesela, Kahramanmaraş’ta, insanların devletle böyle acı bir şekilde karşılaşması… Bu karşılaşma nasıl bir travmaya yol açar ya da yol açar mı, açmaz mı? Siyasete bir etkisi olur mu, ne dersin?
Burak Bilgehan Özpek: Evet, Ruşen Abi söylemek istediğinizi anlıyorum. Çünkü bu bölgelerdeki insanların zihninde, gerçekten çok sorgulanamaz, hikmetinden sual olunmaz ve hakikaten çok kerim bir devlet anlayışı var. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarıyla birlikte, insanların zihnindeki bu ‘’devlet’’ imajı oldukça beslendi; medya vasıtasıyla beslendi, siyaset kurumu bunu beslemeye çalıştı. Dolayısıyla devletin yaptığı herhangi bir şeyi sorgulamayan, devletin eylemlerini koşulsuz kabul eden o geleneksel sağ seçmen, açıkçası biraz da iktidarda olmanın verdiği mutlulukla, çok rahat bir dönem geçirdi. Birçok hadise onun uzağında gerçekleşti, öyle söylemek lazım. Yani bugün bu insanlar Gezi Parkı olaylarına baktığı zaman, kendilerinden bir parça bulamadılar. Terörle mücadeleyi desteklediler ya da Afrin Operasyonu’nu desteklediler, fakat bu insanların gündelik hayatı devam etti. Çok fazla bedel ödemediler, enflasyondan çok fazla etkilenmediler. Enflasyon herkesi etkileyen bir olgu ama büyükşehirde yaşayan insanlar tabii ki çok daha fazla etkileniyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurduğu bir ekonomi politik mekanizması var; bu, özellikle Anadolu şehirlerini, taşra şehirlerini olabildiğince uluslararası rekabetten korumak ve kamu kaynaklarını bu bölgelere aktarmak üzerine kurulu. Tabii ilk defa böyle bir olguyla karşılaşıyorlar. Yani devletin bir anlamda zafiyetine çok yakından tanık oldular ve çok tatsız bir karşılaşma oldu, bu konuyu anlıyorum.
Ancak şunu da söylemek lazım: Bu bölge insanı ve genel olarak Türkiye’deki insanlar, yaşanan bazı sıkıntılardan ya da problemlerden tamamıyla sorumsuz değil. Onun bir parçası. Bugün deprem kuşağında olan şehirlerin mimarisine baktığımız zaman, çok sorunlu olduğunu görüyoruz. Ben 2000 yılında üniversiteye gittiğim için Elazığ’ı terk ettim ve çok da sık gitmedim. Fakat her gittiğimde, şehrin çok daha farklılaştığını, kimliğini daha çok yitirdiğini gördüm. Şehirlerin dışında yeni şehirlerin inşa edildiğini gördüm. İmar izninin pek kafaya takılmadığını gördüm. Yüksek katlı binaların astronomik ücretlere satıldığını gördüm. Belediyelerdeki skandallıların ve rüşvet meselelerinin, halk arasında çok sık konuşulduğunu gördüm. Açıkçası çok büyük bir zenginleşme gördüm. Ben ayrıldığım zaman, tipik bir Anadolu kasabası görünümünde bir Elazığ vardı. Fakat son zamanlarda gittiğimde – depremden önce gitmiştim – çok şaşırmıştım. Tüketim alışkanlıkları çok daha değişmiş bir şehir gördüm karşımda.
Bence bunun içerisinde halkın da biraz kabahati var, onu da söylemek lazım. Ben burada bir üçgen olduğunu düşünüyorum. Devletin, halkın ve müteahhitlerin, elbirliği ile mahvettiği şehirler oldu. Aslında son zamanlarda ziyaret de ettim; Maraş’ta, Osmaniye’de, Adana’da, Hatay’da yine benzer mevzular var. Bir anlamda, imar izninin, siyasi iradenin lütfuyla esnetildiği, müteahhitlerin bundan ciddi anlamda kâr elde ettiği, insanların da çok fazla boş arazi olmasına rağmen, şehrin merkezinde yüksek hatlı binalarda daha uygun fiyatlara oturmak için can attığı, bu evlerin maliyetini karşılamak için çok rahat ucuz kredi bulabildiği bir sistemden bahsediyoruz. Bu bizim şehirlerimizi mahvetti, bunu söylemek lazım. Deprem hattı üzerindeki şehirler daha iyi organize edilmeliydi, daha düşük katlı binalar yapılmalıydı, daha geniş caddeler olmalıydı, toplanma alanlarına yer verilmeliydi. Fakat öncelik hiçbir zaman bu olmadı. Halkın da bunun bir ortağı olduğunu söylemek lazım. Müteahhitler de bu işin bir ortağı, siyasetçiler de. Burada, bir kriz yaşanmadığı takdirde herkesin hayatından memnun olduğu bir sistemden bahsediyoruz. Maalesef deprem meselesi bu saadet zincirini mahvetti. İnsanlar bu saadet zinciri içerisinde, hayatlarında her şey yolundayken, kazançları yerindeyken, çok geniş evlerde, çok istedikleri hayatı yaşarken ve siyasetçileri de, kendilerine hizmet ettikleri için çok kutsarken, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne de, asırlardır bekledikleri bir parti muamelesi yaparken, çok mutluydular.
Şimdi, depremle beraber bu bozuldu. O kafalarındaki devlet imajının bir anlamda sarsıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu sarsıntı, Türk siyasetini çok temelden değiştirebilir. Çünkü 15 milyon insanın yaşadığı ve bu insanların yaşadığı dramlara, ülkenin geri kalanının da tanıklık ettiği bir dönemden geçiyoruz. Devletin zihnimizde büyüttüğümüz imajının, o kadar da zannedildiği gibi olmadığı insanlar tarafından iyice anlaşılıyor zannedersem. Bu birçok farklı sonuç verebilir. Açıkçası, bu programda bunları konuşmak istemiyorum; hiç içimden gelmiyor. Ama temel olarak söylemem gerekir ki bir Asr-ı Saadet dönemi sona erdi. İnşaata dayalı, siyasetin bu işin katalizörlüğünü yaptığı, vatandaşın da, olabildiğince kanunu esnetmek için siyaset kurumunu zorladığı ve bir anlamda bu evlere erişmek için finansal araçların da hoyrat bir şekilde kullanıldığı bir Asr-ı Saadet dönemi geride kaldı.
Bundan sonrası için bir akılla düşünmemiz gerekiyor. Bundan sonra, bölge insanlarının devlete sırtlarını dayayarak, aslında devlet olmayan bir otorite vasıtasıyla zenginleşme rüyaları sona erdi. Üstelik çok acı sona erdi. Umarım bunu idrak edebilirler. Bundan sonra daha akıllıca düşünmemiz, şehirlerimizi daha akıllıca tasarlamamız lazım. Hepsinden önemlisi, bütün bu karmaşanın geride bıraktığı ciddi anlamda bir ekonomik yük olacak, bunu söylemek gerekiyor. Türkiye’nin bu şehirleri tekrar ayağa kaldıracak kapasitesi olmayabilir. Can kayıpları tabii ki geri gelmeyecek. İnsanların, büyük bir psikolojik moral bozukluğu içerisinde hayatlarına devam edeceğini biliyoruz. O yaralar asla iyileşmeyecek. Türkiye’nin demografisi değişecek. Yani hayatın birçok alanında etkileri olacak. Tabii ki insanların devlette kurdukları ilişkilerde de birtakım ciddi kırılmalar bekliyorum açıkçası. Çünkü en ihtiyaçları olduğu zamanda, devlet orada büyük bir zafiyet gösterdi. Bu, bundan sonraki dönemi planlamak için hakikaten hayırlı olabilir.
Bir şey daha söylemek isterim. Dün arkadaşlarla da sosyal medya üzerinden paylaştım. Ben hakikaten Türkiye’nin toplumuyla, toplumsal dayanışma alışkanlığıyla çok gurur duydum. İnsanlar çırpındı. Benim eşim de dâhil olmak üzere birçok insan, paketleme olsun, para toplama olsun, TIR yükleme olsun, birçok alanda, hiç tanımadıkları insanlar için ciddi anlamda emek sarf ettiler. Daha ilginç bir şey söyleyeyim: Bu insanlar senelerdir ‘’vatan haini, beka sorunu, gayri milli unsurlar’’ olarak yaftalanıyor. Ve böyle bir kriz anında insanlar, ülkelerine, ülkelerinin insanlarına, tanımadıkları insanlara sahip çıktılar. Şimdi bu felaketi yaşayan, onlarla benzer siyasal ya da kültürel pozisyonda olan insanlar şunu düşünmeliler: Devlet bize senelerdir belli bir toplum kesimini, belirli insanları olabildiğince şeytanlaştırdı ve biz de, o dönemki refahımız ve konforumuz için bu argümanı satın alıp bu insanlara hakaret ettik. Fakat şu durumda, bu ülke bir kardeşlik duygusu yaşıyor ve ‘’vatan haini’’ olarak yaftalanan bu insanlar, vatanlarını, ülkelerini, ülkelerinin insanlarını ne kadar çok sevdiklerini, ne kadar çok düşündüklerini göstermek için adeta çırpınıyorlar. Asıl dönüşüm burada olmak zorunda. Devlete mi tapacağız? Devletin zihnimizdeki imajını olabildiğince kusursuz sorgulanamaz bir şekilde muhafaza mı edeceğiz? Yoksa zor zamanımızda ve kriz zamanlarında bizi kurtaracak olan şey, toplumsal dayanışma, birbirimize karşı duyduğumuz sorumluluk duygusu mu? Bunu düşünmemiz gerekiyor. Eğer bu konuda genel itibariyle bir yargıya varabilirsek; sadece bu bölge insanları olarak değil, hayatı biraz daha milliyetçi ve muhafazakâr çerçeveden okuyan insanlar bu konuda bir yargıya varabilirlerse çok büyük bir dönüşümün eşiğinde olduğumuzu düşünüyorum. Gelecek Türkiye için bu şerden bir hayır çıkabilir. Bu kadar.
Ruşen Çakır: Evet, teşekkürler Burak. Ayşe, Burak’ın bıraktığı yerden devam edelim. Burak sivil toplum meselesine geldi ve önem çok önemli şeyler söyledi. Ancak kişisel görüşüm şu ki, ‘99 depremiyle kıyaslandığı zaman burada bayağı bir tutukluk var. Tabii biraz da, depremin başka bir coğrafyada, Marmara bölgesinde olması ile de ilgili olabilir. Bir de, devletin AFAD üzerinden merkezileştirmesi meselesi var. Bugün bizim yayınımızda bu konularda uzman olan sivil toplum çalışanı Gürhan Ertür “Her şeyin AFAD’la merkezileştirilmesi çok değerli saatleri kaybetmeye yol açtı” diye bir tespiti var. Daha önceki Marmara depreminde daha savruk bir durum vardı. Ama sivil toplum olayı bayağı eline almıştı. Yanlış mı biliyorum? Sen bu konulara çok daha kimsin Ayşe. Bu devletin, AKP iktidarında, sivil toplum kuruluşlarına getirilen yardım toplamanın valilik izine bağlanması gibi bir dizi olayın ve sivil toplumu iyice kısıtlayan düzenlemelerin ardından yaşanan bir olaydan bahsediyoruz.
Ayşe Çavdar: Ben, az önce Burak’ın söylediği gururu iliğimde kemiğimde hissettiğimi söylemek isterim. Hakikaten, her şeye rağmen, ama her şeye rağmen, kim nerede kendisine ne yapıldığına, ne edildiğine bakmadan, hiçbir şey düşünmeden, her yerde harekete geçti. Kesinlikle katılıyorum; ben bunun yeni bir dönüşümün başlangıcı olabileceğini düşünüyorum. Böyle kötü zamanlarda olur bu türden dönüşümler. Devletin de bunu gördüğünü ve engel olmak için elinden geleni yaptığını zannediyorum. Depremin olduğu saatten bir iki saat sonrasından itibaren, aşağı yukarı her şeyi, her dakika izlemeye çalışıyorum bu mesafeden. Görebildiklerimi söyleyeceğim. Ama senin sorduğun soru, yani sivil toplumun etkinliği meselesinde ben 99’dan daha geride olduğunu düşünmüyorum. Sivil toplumun kendini duyurabildiği alan daha az belki; sosyal medyada örgütlenmeye çalışıyor, bir de, Medyascope gibi alanlarda kendini duyurmaya çalışıyor. Üstelik bir de, önünde kocaman, kendisini durdurmaya adamış, ondan deliler gibi korkan, onun bir yerlerde varlık göstermesinden korkan bir devleti aşarak alana gitmeye ve yardım toparlamaya çalışıyor.
Aslında aşağı yukarı 2010 yılından beri -o detayları hiç anlatmayacağım ama, AKP’nin ‘’Ben sivil toplumu bitireceğim’’ kararını verdiği ve bu konuda sistematik bir şekilde siyaset izlemeye başladığı tarih 2010’dur. İstanbul Kültür Başkenti saçmalığıdır. Sonra bir ara konuşuruz bunu şimdi zamanı değil- o zamandan beri sürekli olarak her fırsatta sakatladığı, 2013’te Gezi’de sakatlamaya çalıştığı… 15 Temmuz’dan sonra çok sayıda sivil toplum kuruluşu kapatıldı. Çocuk hakları için çalışan Gündem Çocuk gibi bir derneği yok ettiler mesela. Gündem Çocuk Derneği’ni hatırlarsınız, Medyascope’ta programı da vardı. Okullarda çocukların başına gelen ölümcül kazalarla ilgilenen bir dernek; 15 Temmuz’u ve OHAL’i fırsat bilerek onu bile kapattı.
Sivil toplum, bence hepimizin, en iyimserlerimizin bile –ben iyimserim bu konuda biliyorsunuz- beklentilerinin üzerinde bir varlık gösteriyor şu anda. Hem yardım örgütlemede hem sesini duyurmada hem de engellemelere rağmen vazgeçmemede müthiş bir varlık gösteriyor. Ben Türkiye’nin toplum olma niteliğini kaybetmediğinden böylece emin olmuş oldum. İki şeyle hakikaten gurur duyuyorum: 20 yıldır bu kadar büyük bir kaynak ve baskıyla sürekli dindarlaşmaya sevk edilen bir toplum, buna direnip sekülerleşiyor. Aşağı yukarı 10 yıldır sistematik bir şekilde sivil toplum organizasyonları, örgütleri geriletilmeye çalışılan bir toplum, o örgütler olmadan da kendi arasında harekete geçebileceği mekanizmalar üretiyor ve bunu anında yapıyor. Devletten çok daha hızlı bir şekilde harekete geçebiliyor. Evet, kakofoni, evet, kaotik bir ortam, ama bunu yapabiliyor ve eksikliklerinin farkında. Bunları gidermek için de bir takım yeni yöntemlere başvurmak için uğraşıyor. O yüzden, ben bu sefer, şu depremde, üstelik alan çok büyük olmasına rağmen, sivil toplumun görece daha canlı olduğu bölgelere uzak olmasına rağmen, örgütlenmekte ve müdahale etmekte geciktiği fikrine açıkçası katılmıyorum.
Peki, şu anda neyle mücadele ediyor sivil toplum? Bir taraftan, yardım toplanacak, götürecek filan ama asıl AFAD meselesi. Dün akşam da Aysuda (Kölemen) ile yaptığımız programda biraz AFAD’dan bahsettim. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Şu an cezaevinde birkaç arkadaşım var; isimleri size gayet tanıdık gelecek: Arkadaşlarımdan biri Çiğdem Mater mesela. Tayfun Kahraman benim komşumdu, Tophane’de bir binada altlı üstlü oturduk. Mücella’yı (Yapıcı) çok yakın tanırım. Mine (Özerden), Osman Kavala… Ben bu insanların tamamını, Değirmendere’den geldikten sonra Gazeteci Erol Dernek Sokağı’nda, sivil koordinasyonda tanıdım. Orada zaten tanıdığım birkaç kişi vardı. Ama Değirmendere’de 15 gün kalıp döndükten sonra, orada Gürhan Ertür, Ümit Kıvanç ve ismini saydığım o insanlar, mevzuyu çoktan ele alıp, ihtiyaçları belirleyip, hayatın orada devam etmesi için müdahale edebilecek yollar arayan insanlardı bunlar.
Aynı insanları biz kentsel dönüşüm nedeniyle direnirken, kamuoyunu bilgilendirmeye çalışırken gördük. O dönemden, mesela Açık Radyo’yu hatırlıyorum. Açık Radyo bir deprem radyosu hâline gelmişti birdenbire. O zaman sosyal medya yok biliyorsunuz. Bütün o bölgedeki ihtiyaçları, hareketliliği, kimin nerede olduğunu, nerede ne kadar enkaz kaldırıldığını, kimin nereye gittiğini Açık Radyo’dan öğreniyorduk. Orası bir tür haberleşme merkezine dönüşmüştü. Bütün bunlar olurken de, devletin ne yaptığını o kadar da iyi bilmiyorduk. Değirmendere’de ilk iki üç günden sonra enkaz kaldırmaya gelen askeri birlikleri filan saymazsak, ben devletin alanda ne yaptığını bilmiyordum, ama ne yapmadığını gayet iyi biliyordum, en azından görebiliyordum bunu. Çünkü yoktu ortada. Devlet 15 gün sonra gelmeye başladı. Çadır kentler kurulmuştu. Mekanize Tugay gönderdiler. Saraylı ile Örcün arasında, çocuklu kadınlar için küçük bir çadır kent kurmuştuk. Hemen etrafına dikenli tel çevirdiler. Şimdi yaptıkları gibi. Aynı alışkanlık. Yani devletin duruma el koyma yöntemi, o zaman da böyle bir şeydi. İnsanlar yardımları yağmalıyorlar diye çadır kentin etrafına tel çevirmişlerdi. Yağmalamıyorlardı; gelen yardımlardan yararlanmaya çalışıyorlardı insanlar.
Devletin alışkanlıklarının aynı şekilde ve artarak devam ettiğini görüyoruz. Bunu birkaç defa söylemiştim; Türkiye, 99 enkazının altından çıktığında, üstüne bir de 2001’de ekonomi yıkıldığında ve sonra bir siyasi alternatif olarak diğer bütün alternatiflerin öldüğü o enkazın altında kaldığı bir yerde,
alternatif olarak AKP’yi çıkardığında, AKP’nin karşısında ona muhalefet edecek bir siyasi parti yoktu. Ama sivil toplum vardı. Bizim 2013’e kadar yaşadığımız o demokratik ortam, daha serbest ortam, hepimizin şimdi neredeyse nostalji konusu haline gelen, her konuda aşağı yukarı yapabileceğimiz, yapmaya çalıştığımız ortam, o sivil toplum sayesinde olmuştu. Çünkü 99’da sivil toplum, yalnızca 99’da değil, aslında 2001’de de sivil toplum… Hatırlar mısınız, 2001’de ‘’böyle bir ekonomik krizde neden toplumsal patlama olmuyor?’’ diye konuşuyordu insanlar. Verilen cevapları da hatırlayın: ‘’Dayanışma vardı’’ diye. Şimdi devlet aynı paterni aynı devam ettiriyor ve sivil toplum kendisine yer buluyor.
Ben öğrencilerime ‘’Kültür nedir?’’ sorusuna şöyle cevap veriyorum: Çünkü etnografi anlatıyorum öğrencilerime. Kültür bizim direnme biçimlerimizdir. Önce, ölüme direnmeye çalışarak bir şeyler üretmeye başlarız. En temel mevzumuz bu çünkü. Ölüme direneceğiz. Sonra bizi öldürmeye kalkışan her şeye direnerek kültürü üretiriz. Ve bizim hayatta kalma halimizin karmaşasıdır, kültürü bu kadar kaotik, karmaşık hale getiren şey. Sivil toplumda, şimdi tekrar bütün bu onu yok etmeye onu ortadan kaldırmaya onu biçareleştirmeye, onu mümkünse görünmez hâle getirmeye çalışan şeye direnerek elinden geleni yapmaya çalışıyor.
Şunu da eklemek isterim: Az önce cezaevinde olan arkadaşlarımızı söyledim. Cezaevinde olan arkadaşlarımız Gezi dolayısıyla cezaevindeler. Gezi ile 99 depremi arasında bu aktörler açısından da bir devamlık var. Tayfun (Kahraman) zaman çok gençti. Ama geriye kalanların hepsi deprem için sivil koordinasyonunun örgütlenmesinde de yer almışlardı. Aynı insanları biz Gezi’de de gördük. Bu tesadüf ya da komplo filan değil. Çünkü Gezi’nin iki tane derdi vardı. Bir tanesi, ‘’Gezi’yi yok edemezsin Çünkü burası bir deprem için buluşma yeri’’. İkincisi, ‘’bizi böyle dövemezsin’’. Çünkü devlet orada parkı korumaya çalışan çocukları çok fena hırpalamıştı, dövmüştü, şiddet uygulamıştı. İki tane sözü vardı Gezi’nin, başka da yoktu. Kim vardı orada? Mücella (Yapıcı) vardı, Tayfun (Kahraman) vardı, Biri Mimarlar Odası Başkanı, diğeri Şehir Plancıları Odası Başkanı. Gezi’de ilk olarak kimler vardı? Çevreciler vardı, öğrenciler vardı. Bizim 99′ depreminde insanları enkaz altından kaldırmaya çalıştığını gözlemlediğimiz sivil toplumun bir sonraki kuşağı vardı 2013’te de. Niye varız böyle? Çünkü şehirler elimizin altından gidiyor. 2011’de Afet Yasası dedikleri, şehri tamamen bir olağanüstü hal haline getiren… Tayfun’un İstisna Mekân kitabı burada; dün akşam parçalar okuduğum için elimde hâlâ kitap. Şehri elimizden almaya çalışan, esasında gözümüzün önünde şehri sürreal bir depremmiş gibi yıkmakta olan bir idare var, o idareye karşı şehri savunmaya çalışıyoruz. Delirmedik, depreme karşı şehir güçlendirilsin, binalar güçlendirilsin diyen bir idareye karşı çıkmıyoruz. Depremi bahane ederek şehri yıkıp yeniden yapan ve buradan bir rant ve güç iyileştirmeye çalışan bir iktidarla mücadele ediyorduk orada. O insanlar şimdi hapistirler ve dışarıdaki hâle bakın.
Ben birkaç gündür, özellikle Maraş’ta – bütün şehirlere bakabilmek isterim ama gücüm o kadar yetmiyor- hangi mahallelerde kentsel dönüşüm uygulanmış, hangi mahallelerde imar barışı uygulanmış, hangi mahallelerde afet kanunu uygulanmış, yıkılan mahallelerle, yerlerle eşleştirmeye çalışıyorum. Hiçbirini söylemeyeceğim. Bir taraftan meraktan da insan ‘’bu niye oldu?’’ diye düşünmekten kendini alamıyor. Bütün bunlar olmasın diye direnen şey de sivil toplumdu onu demeye çalışıyorum Ve o insanlar cezaevindeler. Hiç de tesadüf değil bu. Can Atalay, Selçuk Kozağaçlı yalnızca madencileri savunmuyorlardı; mahallelere de avukatlık yapıyorlardı. Ve cezaevindeler. 99’ depremi ile beraber ortaya çıkmış, canlanmış, kendini ispat etmiş bir sivil toplum kuşağı, şu anda cezaevinde. Bütün bunlara rağmen, dışarıda, yeniden, büyük ve mesafe olarak uzak bir felakete, devlete rağmen, bir şekilde ulaşmaya, yardım götürmeye, bununla ilgili konuşmaya korkutulmasına rağmen, o insanlar cezaevinde olmasına rağmen – Bu, ‘’benim hakkımda konuşmayın’’ demektir- konuşan insanlardan bahsediyoruz.
Dolayısıyla, ben Türkiye’de sivil toplumun, kimilerinin küçümsediği, azımsadığı gibi güçsüz olduğunu düşünmüyorum. Toplum olarak ayaktaysak, şu iktidara direnebiliyorsak, bir siyasi muhalefet oluşabiliyorsa, o sivil toplumun, aslında yok sayılmaya çalışılan varlığının verdiği güvenden dolayı. Çünkü olacak orada bir şey, biliyorsunuz sesinizin duyulacağını. Siyaset yapıyorsanız da biliyorsunuz. Duymak istediğiniz zamanlar da olabiliyor. Ama biliyorsunuz. Dolayısıyla, seninle aynı fikirde değilim. Daha da fazla uzatmayayım.
Ruşen Çakır: Eyvallah. Benimle aynı fikirde olmaman iyi bir şey. Çünkü ben iyi bir ey söylemiyordum. Sen durumun o kadar kötü olmadığını söylüyorsun.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ayşe Çavdar: O kadar da umutsuz olmadığını söylemiyorum. Durumun çok iyi olduğu söylüyorum.
Ruşen Çakır: Sivil toplum anlamında, kıyaslamada 99’a göre daha geri olduğunu söylüyordum. Sen olmadığını söylüyorsun. Sana katılıyorum
Ayşe Çavdar: Çünkü her şeye rağmen, şöyle bir devlete rağmen: 99’da devlet hiçbir şey yapamıyor, yapamayana da mani olmuyordu. Bu kadar. Biz de gittik elimizden geldiğince orada yaptık bir şeyler. İki hafta kadar sonra aklı başına geldi. Baktı ki iş ciddiye bindi, bunlar aldılar yürüyorlar; devlet enkazın altında kaldı, oradan bir sivil toplum çıkıyor, Mekanize Tugay gelip, çevre köylerden gelip, gelen erzaktan almasınlar diye çadır kentin etrafına dikenli tel çevirmişti. Yahu o erzak oraya niye gelmişti ki? O zaman, devlet ve sivil toplum arasındaki ilişki buydu. Şimdi, daha yola çıkmadan engellemeye çalışıyorlar. Bunu Amasra’daki maden kazasında gördük. Siyasilerin gitmesine oraya izin verdiler ama Halkın Hukuk Bürosu avukatlarının oraya gitmesine izin vermediler. Çünkü başlarına dert açacaklardı.
Bütün diğerleri ayrı ama Mücella (Yapıcı) ve Tayfun (Kahraman’ın) şöyle bir özelliği var. Mücella ile Tayfun seneler boyunca, daha en başından itibaren, kentsel dönüşüm mahalleleriyle ilgili halkı ve mahalleleri, kamuyu, yasayı savunan davalar açtılar. Ben onların o davalar nedeniyle içeride olduklarını düşünüyorum açıkçası. Ne Gezi ne başka bir şey. Gezi zaten bütün bu şehirler üzerinden giden, bir türlü siyasi partilerin kapsayamadığı siyasi çekişmenin ortaya çıktığı, patlak verdiği yerdi. Orada bile anlamadılar mevzunun ne olduğunu. Orada da mesele şehirlerdi çünkü. Ve bütün bu baskı sürecinden sonra, sistematik olarak, hedef gözeterek, yani bilerek ve isteyerek sivil toplumu hapseden, gerileten, kaynaklarını kesen, kaynaklarını kurutan, öbür tarafta, Gongo dediğimiz ‘’kendisinin sivil toplumuna’’ kamudan deliler gibi yağdıran bir idareden bahsediyoruz. Bütün bu ortama rağmen, bugün hâlâ ısrarla varlık gösteren, bundan bir türlü vazgeçmeyen, kimsenin vazgeçiremediği bir sivil toplumdan bahsediyoruz.
Bana Türkiye ile ilgili en umut veren şey bu. Dün, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sahadan yaptığı videoda bile ben onunla yüzleşmenin getirdiği nihayet bir farkındalık olduğunu tahmin ediyorum. Siyaset bunun karmaşasına, bunun kaosuna uyanamıyor. Çünkü siyasetçi oraya gittiği zaman karşısında bir tane dernek başkanı, bir tane vakıf başkanı görüyor. Alanda bir gönüllü görüyor. Bu olağanüstü durumdan bahsetmiyorum; normal zamandan söz ediyorum. ‘’Ne ister ki bu, işte bir tane çevre derneği’’ ya da ‘’bu da bir kadın derneği, kadın haklarını filan savunuyor’’ diyor. Onun için öyle. Çünkü onun kafasında devlet böyle. Ankara’da kotarılan bir şey. Ne olabilir ki sahada? Kaç kişi ulaşıyor olabilir? Onun gözünde öyle, o yüzden içermiyor onu. Böyle zamanlarda, o içerilemeyen şeyin ne kadar kuvvetli damarlardan geldiğini görüyoruz ve bir kez daha gördük. Türkiye’ye dair en gurur verici ve en umut verici şey, sivil toplumun, bunca sistematik baskıya rağmen hayatta kalmış, ısrarla kendini gerçekleştiriyor olması. Kendini gerçekleştirmekten kastım da, bu dayanışmayı örgütlemekten vazgeçmemesi. Başka da bir derdi yoktur sivil toplumun zaten. Toplumu örgütleyecek. Sadece deprem dayanışmasından bahsetmiyorum; ortak meselelerimizde. Devlet mahallelerimizi yıkıyorsa da dayanışacağız, devlet suyumuzu kesiyorsa, deremizin üzerine baraj yapıyorsa, ormanımızı yakıyorsa da dayanışacağız. O da dayanışma. Dayanışma dediğimiz şey ille de ‘’birbirimize’’ yardım edelim’’ değil. O da siyasi dayanışma. Ve Türkiye bundan vazgeçmiyor. Bu müthiş bir şey.
Ruşen Çakır: Evet Ayşe, çok teşekkürler. Kemal seninle siyasete biraz daha doğrudan girelim. Sana Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün gece yayınladığı videoyu sormak istiyorum. Kılıçdaroğlu, çok net bir şekilde “Bu siyaset üstü değil. Ben Erdoğan’la aynı hizada olmam, onunla görüşmem. Belediye başkanları ile birlikte bu dayanışmayı sürdüreceğiz. Olayı yumuşatma çabalarına dair olmayacağım. Bunu sorumlusu Erdoğan’dır” dedi ve çıtayı bayağı yükseltti. ‘’Deprem döneminde siyasi ayrılık bir kenara bırakılsın’’ yaklaşımını reddetti ve böyle bir çıkış yaptı. Ardından da, “Eğer faaliyetlerimizi engelleyebiliyorsanız engelleyin. Hadi gelin tutuklayın” diye başka bir çıkış yaptı.” Sence bunun nasıl bir etkisi olur? Bir de, bugün Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’na adını anmadan, üstü kapalı verdiği cevap var. Ne dersin?
Kemal Can: Senin soruna cevap vereceğim ama bu, zaten Burak’ın ve Ayşe’nin açtığı konularla doğrudan bağlantılı. Toplumun siyasetle ilişki kurma biçiminde sorunlar var ama sorunların ayrılmaz parçası olan sorumlular meselesiyle ilgili bir neden-sonuç ilişkisinden doğuyor bu aslında. Siyasetin temel argümanları da buradan üretiliyor, toplumun siyasetten çıkardığı sonuçlar, ona müdahale etme biçimleri ya da tercihleri de burada biçimleniyor.
Evet, Türkiye’de iktidarın çok sert bir baskısı var. Bu, özellikle son dönemde yaşadığımız bariz bir şey. Ayrıca kronik bir devlet algısı var ve çok problemli bir siyasi kültürü var. Bütün bunlar birleştiği için ağır bir tablo ile karşı karşıyayız. Ama bu, bunlardan ibaret değil. Bunları besleyen, bütün bunların alternatifi olabilecek odakların hepsinin de, bu toplumsal dinamikleri bağımsız bir motivasyon alanı olarak kabul etmek, onunla öyle ilişki kurmak yerine, ondan faydalanmak, onu kullanmak, onu arkasına almak gibi çarpık bir ilişkisi var. Dolayısıyla bu bozuk ilişki yüzünden şu bir türlü olmuyor: Mesela daha önce “Aman sokağa çıkılmasın, aman provokasyona gelmeyelim, aman detay gündemlere boğulmayalım” meselelerini konuştuk. Bütün bunların arkasında, bu sivil toplumun ya da kendiliğinden harekete geçen toplumsal dinamiklerin, siyaseti de toplumu da ülkeyi de besleyen dinamiğini kesmek ya da ondan biraz endişe duymakla ilgili bir şey var. Evet, iktidar burada çok bariz biçimde bunu engellemeye çalışıyor, ama diğer aktörler de “Aman, bu bizim önümüze geçmesin, arkamızda olsa ne güzel. Bizi rüzgâr olarak desteklesin, yürüsün” diyorlar ama “Biz onun peşinden gidelim ya da onun belirlediği biçimde gidelim” meselesinden endişe de duyan bir tutum var.
Şimdi Ayşe’nin haklı olarak söylediği bir şey var, Burak da değindi. Bu toplumun çok yüksek bir potansiyeli var ama adı üstünde: Bu hep bir potansiyel. Bu, kendini gerçekleştiren, bu potansiyeli bir şeyleri dönüştürme gücüne dönüşen bir etkiye ulaşamıyor. Tarihsel süreçte de bunun problemleri var ama bu, hep bir potansiyel. Bir de bu potansiyelin içerisinde, yine Ayşe’nin işaret ettiği gibi vazgeçmeyen ve Burak’ın dediği gibi her zaman da ‘’nifak noktası, vatan haini ya da kriminal’’ kabul edilen öncüleri var. Onlar da vazgeçmiyorlar.
Mesela siyasi alanda da, kendi mahallelerinde benzer insanlarla çevriliyken, çok aktif olan aktörler yerine, Ayşe’nin işaret ettiği gibi, taşrada, tam da milliyetçi-muhafazakâr bir kasabada, 3-5 kişinin küçük bir faaliyet halinde, orada kimi zaman aşağılamalara ve baskılara maruz kalarak ısrarla direten insanlar vardır. Ben de küçük bir yerde yetiştiğim için biliyorum; bunlar çok iyi tanıdığım ve benim bütün politik biçimlenmemi oluşturan insanlar. Böyle fedakâr, vazgeçmeyen, inatçı insanlar var. Bunların yüzü suyu hürmetine devam eden ama kendisinin de çok yüksek bir potansiyel içeren bir şey var. Ama bu toplum, hem siyaset algısı açısından hem toplumsal dinamikleri harekete geçirme refleksleri açısından, bunu bir türlü kurucu bir güce dönüştüremiyor. Ancak direnen bir şey olarak ve o direnmenin de çok kritik anlarda ve hakikaten bıçak kemiğe dayandığında ortaya çıktığı bir şey olarak yaşıyoruz.
Fırsatlar konusunu hep söylüyoruz. 1999 depremi, hem sivil toplumun kendi düştüğünü ispatı açısından hem Türkiye’nin sisteminin problemleriyle yüzleşip ondan yeni bir şey yaratabilmek için böyle bir fırsattı. Ama oradan bambaşka bir kâbus çıktı. O potansiyel, kendi potansiyelini o değişime taşıyamadı. Çeşitli ekonomik krizlerde, çeşitli çatışma alanlarında bunu görüyoruz. 1980, aslında bir travmaydı ve tıpkı biraz önce Burak’ın söylediği ve senin sorunla onu yönlendirdiğin meselede olduğu gibi, o travmanın karşısında, devlet algısının çok problemli olduğu kesimlerde, birdenbire başka bir şeyle yüz yüze kalmışlardı. Aslında o, büyük bir hesaplaşma imkânıydı. Hatta o zaman hesaplaşıyormuş gibi de yaptılar ama çok kısa bir vadede gördük ki, hiç de öyle cereyan etmiyor, hiç de öyle hesaplaşılmıyor; başka bir şey haline geliyor.
Yine biraz referansla söyleyeyim: Toplumun ya da bir kesiminin de, olup bitenden ve hayatından memnun olduğu sürece başkalarının meselesiyle ilgisiz, bigâne kalan ve çok da rahatsız edici bir şey olarak bakmayan, kendi başına geldiğinde de o reaksiyonla harekete geçen, ama o reaksiyonun devamı olan yüzleşmeyi, hesaplaşmayı ve dönüşümü taşıyacak sürekliliği gösteremeyen bir şey var. Bu yüzden öncüler ve hep güvendiğimiz bir potansiyel var. Ama bunlar birleşip bir sonuç üretemiyorlar. Mesela Gezi böyle bir hadiseydi. Gezi’ye gelmeden önceki tabloyu düşünün. 2010 ve 2011 yıllarındaki Türkiye resmini düşünün. Birdenbire milyonlarca insanın sokaklara çıktığı, herkesin “Ben de oradayım” dediği bir şey çıktı. Bu potansiyel böyle bir şeyin içinden çıktı. Ama sonra, oradaki direnen öncülerin hepsi hapiste ve onların yerinde kimse yok. Anlatabiliyor muyum? Ama travmalarla harekete geçen ve ancak öncülerin inatçılığıyla süren, ama hep potansiyel olarak kalmaya razı bir durumdan söz ediyoruz. Artık bunun politik aktörler tarafından bir ivmeye dönüştürülmesi gerekiyor ya da bu potansiyelin, kendi ivmesini baskın hâle getirerek siyasi faktörleri itmeye başlaması gerekiyor.
Mutabakat meselesi, adaylık meselesi gibi çeşitli konuları konuşurken, bu helalleşme meselelerinin yanına, hesaplaşmanın konulması meselesini de koyuyorum. Bunu da en başta söylediğim şeyle ilişkilendiriyorum. Sorunları sorumlularla birlikte düşünmek, sorunları, sorumlusu olmayan, başa gelmiş felaketler olarak düşünmemek gerekiyor.
Ayşe Çavdar: Yani o sorunlar kader planı değil.
Kemal Can: Evet. Mesela şöyle bir şey: “Devlet nerede?” nidasının, lazım olan birinin geç kalmasıyla ilgili değil, devletin başa gelenle ilişkisi anlamında dile getirilen bir söz haline gelmesi gerekiyor. ‘’Bunlar benim başıma gelirken, bu neredeydi?’’ ‘’Başıma geldikten sonra yanıma gelecek’’ olarak değil, ‘’Bunu başıma getiren olarak ‘neredeydi?’ sorusunun sorulması gerekiyor. Buradan yola çıkarak ilerlersek: Devlet nerede? Devlet, Antakya’da enkaz altındakilerin yanında değil. Maraş’ta ekmek bekleyenlerin yanında değil. Malatya’da çocuk maması bekleyenlerin yanında değil. Ama devleti nerede görüyoruz? Bir tweet attığı için bir akademisyeni evinden aldırırken görüyoruz. Defter tuttuğunu söyleyenlerle görüyoruz. Bant daraltılarak sosyal medyanın engellenmesinde görüyoruz. Ayşe’nin söylediği gibi, mesela 99’ depreminde, organize olmak için sosyal medya yoktu. Şimdi öyle bir araç var, ama bu aracı bizzat kapatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Devleti buralarda görüyoruz. Refleksleri de gayet hızlı. Müdahale kabiliyeti gayet yüksek. Sonuç da alıyor. Ama burada problem, -yine referans vereceğim- hâlinden menün olma aşamasını uzatan ve hâlinden memnun olduğu sürece, kendi yanında hissettiği şeyin, lazım olduğunda yanında olmamasına tepki vermekten ibaret bir devlet sorgulamasının sorunundan kaynaklanıyor. Bu, devlet sorgulaması açısından da iktidar sorgulaması açısından da böyle.
Dolayısıyla, ‘’bu siyaset üstü bir konu. Şimdi yapıcı olmak lazım, birlik zamanı’’ hikâyeleri, kendisi ahlâken doğru bile görünse, çok zehirli ve bence doğru değil. Çünkü her imkân öne geldiğinde, bu sorun, sorumlu ve çözüm neden-sonuç ilişkisini bozan, sorunu, sorumluyu ve çözümü de alıp, olmaya bir seviyeye çıkartıp, bir anlamsızlık bulutunun üzerine bırakmak. Dolayısıyla ‘’Biz şimdi dayanışma hâlindeyiz. İktidarı, muhalefeti, her şeyi bir kenara bırakıyoruz. Ağzımızı da açmıyoruz. Şimdi birlik zamanı’’ cümlesinin hiç zamanı olmadığını düşünüyorum. Zaten o acının içindeki insanlar zaten bunu söylemiyor. ‘’Bize yardım edin’’ diyen ve bunun feryadıyla kendi uğradığı felaketi ifade eden insanlar, kendisi onun idrakinde olup olmamasından bağımsız olarak, tam da bu soruyu soruyorlar. RTÜK Başkanı daha felaket başlarken uyarısını yaptı. İletişim Başkanlığı ihbar aplikasyonu hazırlayıp yayınladı. Vinç koordinasyonu ya da AFAD’ın koordinasyonundan önce bu önlemler daha hızlı geldi. Devletin refleksinin burada oluştuğunu gördük. O yüzden ben, önümüze gelen her fırsatta olduğu gibi, toplum olarak kendi payımızı da içerecek biçimde, herkesin, sivil toplumun, medyanın bu meseleyi önüne koyması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlar bunun öncü mücadelesini yaptılar, bunun için bedel ödediler ve hâlâ ödüyorlar.
Ama ben Ayşe’yle bir noktada ayrılıyorum: Toplumu örgütleyebilme yeteneğinin önündeki engellerden biri, hep söylendiği gibi, bir sürü insana fazla elitist tutumu, üstenci tavrı gibi bir sürü vasıflar yapıştırılıyor ama burada da, sorun ve sorumlu kısmının biraz daha geniş ayağına bakmamız gerekiyor. O kendinden memnun kalabalığın, kendisi için bunu isteyenlere yaptığı muameleyi sorgulayacak bir yüzleşme ile de beraber olması gerekiyor. Yani ‘’Asla birlikte olmayacağım. Onunla aynı hizaya gelmeyeceğim’’ diyen Kılıçdaroğlu’nun, bunun toplumsal ayağıyla da, ‘’helalleşiyoruz. Beyaz sayfa açacağız. Aman kimse rahatsız olmasın’’ tavrından vazgeçerek bunu bütünlemesi gerekiyor. Çünkü ancak, herkesin bundaki payıyla yüzleşmesi ile yeni bir kurucu dinamik ortaya çıkabilir. Hep güvendiğimiz, hep olmasını istediğimiz toplumsal dinamik, toplumsal potansiyel o zaman sonuç vermeye başlar. Ama çok acı bir olayla karşı karşıyayız. Şu ândaki tablo, olayın seviyesinin epey altı. Buzdağının daha küçük bir bölümünü görüyoruz. Büyük bir felaket aslında şu anda göçüğün altında. Ama buradan hakikaten bu yüzleşmenin çıkabileceğini, kentsel rant meselesinden, bütün ekonomik örgütlenmeye, devlet algısından toplumsal dinamiklerin ve toplumsal örgütlenmenin hayatiyetine kadar pek çok meseleye başka türlü bakmaya imkan verebileceğini düşünüyorum. Çünkü bu, istense de istenmese de çok ciddi siyasi sonuçlar yaratmaya aday ki daha önce bu tür olaylar aşamalı olarak çok ciddi siyasi sonuçlar doğurdu. 2001 krizinin yarattığı siyasi etki, bence 99 depremiyle başlayan bir sürecin tamamlanması halinde yaşandı. Orada oluşan şeyle ilgiliydi. Bugün de böyle bir sürece neden olabilir. Ama Türkiye bu fırsat eşitliklerinden her zaman çok iyi çıkmadı. Bunu da bir ihtiyaç payı olarak genel olarak koymak istiyorum.
Soruna bir cevap oldu mu bilmiyorum. Kılıçdaroğlu adına bir niyet okuması yapamam, onun yapma niyetiyle ilgili bir şey söylemiyorum. Ama bakış açısı itibariyle böyle siyaset üstülük, palavra birlik hikâyelerinin, sorunun yaşandığı ânda sorumluları ile birlikte konuşmanın son derece gerekli olduğu fikrindeyim. Hatırlarsanız, ben zaten devr-i sabıkçıyım.
Ayşe Çavdar: Hepimiz öyleyiz. Tabii kendi adıma konuşayım.
Ruşen Çakır: Ülke olarak çok acı bir süreçten geçiyoruz. Bu güne kadar yaptığımız en kısa Adını Koyalım yayınını burada noktalıyoruz. Ama bitirmeden şunu söyleyeyim: Şu ânda 5 ayrı şehirde, 10 arkadaşımız görev yapıyor Medyascope’tan. Belki de 99’la bugün arasındaki en büyük farklardan birisi medyanın durumudur. Engellenmeye çalışılsa da şimdi sosyal medya var çok şükür. 99’ Marmara depreminde ana akım medya, bütün sorunlarına rağmen bayağı önemli bir rol oynamıştı; ama artık ana akım medya diye bir şey kalmadı. Yani görüyorsunuz, muhabir mikrofon uzatıyor vatandaşa. Vatandaş şikâyetin dozunu arttırınca, muhabir çekip gidiyor. Böyle acayip olaylar yaşıyoruz. Onun için biz ilk günden itibaren bölgeye çok sayıda arkadaşımızı karayoluyla yolladık. Çok iyi işler çıkartıyorlar çok acı olaylara tanık oluyorlar. Onların yaptığı işlere baktığın zaman da zaten olayın ne kadar vahim olduğunu daha da net görüyorum. Buradan onlara çok selam yolluyorum. Gerçekten çok takdir edici işler yapıyorlar.
Evet, yayınımızı burada noktalıyoruz. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a teşekkürler. Türkiye’ye çok büyük geçmiş olsun. Umarız en kısa zamanda yaralar sarılır, umarız, can kayıpları çok artmaz. Hepinize çok teşekkürler, iyi akşamlar.