Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Deprem – Yeter söz milletin! Bunu da not edin!

Tepemizde henüz ölümüzü gömemeden, dirimizi enkazdan çıkaramadan hafriyata iştahlanan ve enkazı moloz gören bir pişkinlik var. Yıkımın boyutlarını anlamak içinse kuşbakışı görüntülerin ve can kaybı, yaralı ve yerinden olanlara ilişkin gerçek verilerin sürekli ve yaygın paylaşımına gereksinim duyuyoruz.

Onbir ilimiz, belki dördü yerle bir düzeyinde, yedisi korkunç düzeylerde olmak üzere ağır hasar gördü. Dört ilçe gözlerimizin önünde haritadan silindi: Antakya-HATAY, Merkez-ADIYAMAN, Dulkadiroğlu-KAHRAMANMARAŞ ve Nurdağı-GAZİANTEP. Bu bölgede 13.5 milyon yurttaşımız yaşıyordu ve 4 milyon yapı bulunuyordu. Halen enkaz altında ölü veya umutlar tükense bile, pek azı diri olsa da onbinler yatıyor.

Dolayısıyla en laubali biçimde öğlen 31.000, aynı akşam 35.000 diye resmi ağızlardan açıklanan can kaybı verilerinin gerçekleri sakladığı açık. Can kaybının yüzbine yaklaşması ve ekonomik hasarın da yüz milyar doları aşması aklın gereği. Can kaybını da, yaralı sayısını da tam olarak öğrenemezken yahut bu veriler gizlenir veya bize düpedüz yalan söylenirken, ekonomi, sanayi, tarım, eğitim, sağlık, iç göç bakımlarından da depremin tahribatı korkunç. Örnek vermek gerekirse donatı ve altyapı dışında, yalnızca üstyapının yeniden imarı için 14 milyar dolara yakın kaynağa gereksinim duyulduğu hesaplanıyor.     

Afet yönetimi ilk andan itibaren son derece yetersizdi ve bugün dahi son derece eşgüdümsüz. Depremin üzerinden 12 gün geçti Kızılay daha doğru dürüst çorba dağıtamadı, çadır dikemedi. “Bir ülke iyi yönetilemiyorsa depremin adı afet olur” diyor Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan. Odaklanmamız gereken asıl mesele de bu. Bugün bile “bu nasıl pespayeliktir” diye soramayacaksak, yazıklar olsun hepimize.

Alternatif medyanın bizleri her gün ensemizden tutup “buraya bak, bak ve gör” demesi gerekir. Onun yerine yürek soğutmak amaçlı yurt dışına kaçarken yakalanan tek tük müteahhit veya enkaz altından mucizevi kurtuluş öykülerine odaklanmaksa yanlış olur. Değindiğim üzere gerçekten ve mecazen, tepedeki yönetiminden yerdeki kıyametine, şu kuşbakışı manzarayı bir türlü göremiyoruz. İstenmiyor çünkü. 

Enkazdan canlı çıkmak için kolunu, bacağını bırakanlar var. Kendi enkazdan çıkarken canından parçasını, yavrusunu, babasını, anasını, sevdiğini geride bırakanlar var. Bu durumdayken o bildik ses, bu enkazın baş sorumlusu, bize enkazı moloza çevirip Mart başında 30.000 binanın temelini atmaktan, inşaata başlamaktan söz edebiliyor. Televizyonlardan kamu eliyle sadaka dağıtma şölenleri canlı yayınlanabiliyor.  

Hazret, insan içine çıkamayacak, değil bizim yüzümüze aynaya dahi bakamayacak halde olması gerekirken, yurdumuz taziye çadırına dönmüşken, bize “çirkefler” diye hakaret edebiliyor. Enkazın altından canlı çıkansa ya “başıma bir şey gelmeyecekse” yahut “ne olacaksa olsun” diye söze girmek zorunluluğu hissediyor. Bu halde hepimizin insanlığımızdan utanması gerekiyor.

İnsanlığı geçtim, ülkemizin de parçası olduğu BM (“UNDRR”) Afet Riski Azaltma Anlaşması 2015-2030 Sendai Çerçevesi de depremde yıkılan yapının aynı yere değil daha iyi ve başka yere yapılmasını öngörüyor. Onu da dikkate almayanların 1939’da yıkılan ve 1992’de de yeniden deprem gören Erzincan’ın nasıl, nerede, hangi plana uyarak yeniden yapıldığına bakmaları bile yeterli. 

Yapılacaklar az çok belli. Öncelik sırası gözetmeksizin bunlar: Dış kaynak bulmak. Sarsıntı yalıtıcısı üretimine başlamak. Yurttaşı bilinçlendirmek. Tarım arazilerini iskana açmamak. İmar affını yasaklamak. Molozu ayrıştırıp, dönüştürüp, değerlendirmek. Mikro-bölgeleme haritaları çıkarmak. En riskli olanlardan başlanarak depremden etkilenecek yapıları boşaltıp, yıkıp, yeniden yapmak. Oralarda yaşayan yurttaşın maddi kaynak sorununu bir biçimde ama illa kamu eliyle çözmek.

Tüm bunları ve daha fazlasını söylemesi kolay, yapması zor. Hem kasa tamtakır hem zaman baskısı çok güçlü. Henüz depremzedeye hacet gidereceği tuvaleti, elini yıkayacağı suyu ve başını sokacağı konteyneri sağlayamadık. Ve unutmayalım, bu kıyamet gününe gelirken hepimiz oradaydık. 

Günlerdir gecelerdir, durmadan dinlenmeden uyumadan canını dişine takıp enkazın altına girerek bir can daha kurtarabilmek için uğraş veren madenci canlı yayında “ne içip ne yiyorsunuz” sorusuna “Allah devletten razı olsun, çorba verdiler, bisküvi verdiler” yanıtını verdi. Bundan da utanmayacaksak neden, ne zaman utanacağız? Düşürüldüğümüz bu durumun bir siyasal karşılığı, sorumluluğu olmayacak mı?

Ama bu kıyamet ortamında o ağlak ve yağlı çehreler, vıcık vıcık riya kokan ikiyüzlü üsluplarıyla çıkıp seçim erteleme cinliklerini bildik ağdalı ifadelerle paylaşmaya başlayabiliyor. Gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönen tavuk hırsızı bakışlarıyla “gündemde yok” diyebilen ama nedense bir türlü “ne ertelemesi, seçim mutlaka en geç 18 Haziran’da yapılacak” diyemeyen yancılar, sözcüler, ismi açıklanmayan yetkililer ortaya çıkabiliyor. 

Hakikaten insanın artık “yeter söz milletin” diye haykırası geliyor. Bunun ardından gelecek cümle de gür bir sesle dile getirilecek “yakamızı bırakın ve bir an önce cümleten toparlanıp gidin” olmalı. Sandık zamanında önüne konmazsa bu millet eline bir süpürge alır, diyanetinden hariciyesine, TSK’sından EGM’sine, hazinesinden merkez bankasına, TBMM’sinden Beştepe’sine kendi temizliğini kendi yapar. Onun tevekkülünü, cefakârlığını, sessizliğini, dayanışmacılığını kimse yanılıp da eziklik ve bilinçsizlik sanmasın. İnanmayan depremzedeye sorsun. 

Sayın Kılıçdaroğlu’nun “asrın felaketi değil asrın ihaneti” çıkışı çok doğru. “YSK seçimi erteleyemez. Bunun için yetkisi yok. Böyle bir karar alırsa bu darbedir. 4 ay var, seçim zamanında 18 Haziran’da yapılacak.” demesi de yine çok yerinde. Bunu seçim tarihi açıklanana veya sandık önümüze koyulana dek her gün, belki günde üç öğün her muhalif siyasetçiden duysak fazla olmaz, az bile gelir.

Seçimden sonraysa artık tüm politikalar, dışıyla içiyle, güvenliğiyle ekonomisiyle yaşanan depremin yaralarını sarmak ve yaşanacak depremlere hazırlık eksenleri çevresinde örülecek. Ulusça artık ya silkineceğiz ya çökeceğiz, üçüncü seçenek yok. 

Bitirirken sözü ben daha iyisini yazamayacağım için Büyükelçi Rıza https://t24.com.tr/yazarlar/riza-turmen/deprem-ve-degisim,38735 Türmen’e bırakıyorum: “Otoriter yönetimlerin en çok korktukları şey, insanların ortak şikayetlerinin, taleplerinin bir amaç çerçevesinde bir araya gelmesi ve bunun bir halk hareketine dönüşmesi. Kişisel taleplerden toplumsal talebe evrilen bir hareket toplumsal değişimlerin önünü açar. Sivil toplum kuruluşlarının ve muhalefet partilerinin yapması gereken şey kişisel şikayetleri bir toplumsal talebe dönüştürerek bu talepleri siyasallaştırmak. Siyaset alanını genişletmek. Bir halk hareketiyle iktidarın değişmesi, aynı zamanda halkın özne olduğu yeni bir demokrasinin kurulmasının habercisi olacaktır.” Ve aynen katıldığımı belirtiyorum.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.