Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP’li yıllara içeriden bakış (10) – Metastaz

Yüzde 3’lük bir düşüşle sonuçlansa da 2009 yerel seçimlerinin ardından AKP kazandığı ikinci yerel seçimler sonrası metastaz yapacak. İlk yerel belediye tecrübesinin ardından asıl büyüme = yıkım, geri döndürülemez biçimde şimdi yaşanmaya başlayacak. Şehirler şimdi düzeltilemeyecek şekilde tahrip edilecek. AKP teşkilatı şimdi şımarıklığa başlayacak. AKP seçmeni şimdi pişkinlik seviyesi kırmızı alarm verene kadar “artık bizi kimse yenemez” özgüveni ile her günahı göğsünde yumuşatacak. İşte şimdi işlenen günahlar için bahane bulma devri kapanmaya başlayacak, “yenin de görelim” denmeye başlanacak. Zaten örtünün altında olduğu müddetçe her günahı görmezden gelebilen o mahmur gülüş, yerini yılışık, şuh bir gülüşe bırakacak. Utanma duygusu elden kaçırılan bir balon gibi yükselecek. Çıkarcıların ve muhafazakârların birliğinden oluşan arsızlık, asıl şimdi yekvücut olacak. Kurumlara yerleşirken KPSS puanınız yetmemeye başlayacak, günaydınlar yerini hayırlı sabahlara, merhabalar, Selamun Aleykümlere bırakacak. Reis’in fotoğrafı onun partisi tarafından atanan memurların masalarına yerleştirilecek. Kazanılan paracıklarla köyde başlayan nispet geleneği şehre taşınacak. Altın varak, serpme kahvaltı keşfedilecek, Reis bir kere giydikten sonra yer sofrasından görmeye alışık oldukları sofra örtüsü desenli takım elbiseleri giyip dolaşacaklar. Haram paralarla aldıkları arabaların kıçına padişah tuğrası dövdürecekler. Çünkü o araba padişahın ihsanıdır. Var olsun! Arabanın aynasına minik sallanan bir Kur’an asacaklardır çünkü dindarlıkları sayesinde Allah’ın takdiri ile havadan gelen bu araba bir gün maazallah Allah isterse geri gidebilir, o yüzden minik bir selamlama ile tanrılarından rica ederler, “Bak herkes bizi idare ediyor, sen de bizi idare ediver. Zaten her şeyi senin yüzün suyun hürmetine yapıyoruz, bu topraklarda senin adın yücelsin diye. Çünkü biz yüceltmezsek sonra sen ne yaparsın?”

Taraf gazetesi 20 Ocak 2010’da Mehmet Baransu, Yıldıray Oğur ve Yasemin Çongar imzasıyla 2003’ü işaret ettikleri “belgeler” ile “Balyoz Harekât Planı” adıyla askerin darbe hazırlığı yaptığına dair bir haber yayınlıyor. 19 Temmuz’da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Balyoz Darbe Planı iddianamesini kabul ediyor. Dava kamuoyunun bir kısmında hevesle, bir kısmında kaygı ile izleniyor. Acaba, iddia edildiği gibi Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından dönemin hükümetine karşı bir darbe mi planlanmaktaydı, yoksa hükümet tarafından askere mi darbe yapılmaktaydı?

Başta Taraf gazetesi ve elindeki bir bavul dolusu belgeyi İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na sunan Mehmet Baransu olmak üzere medyada bir karalama kampanyası başlatılıyor. Özel yetkili savcılar, 22 Şubat 2010 günü aralarında emekli generaller ve muvazzaf subayların da bulunduğu 49 askeri gözaltına alıyor. Dört gün sonra soruşturma kapsamında 13 ilde biri emekli 17’si muvazzaf 18 asker daha gözaltına alınıyor. 3 Mart 2010 günü tutuklananların sayısı 41’e ulaşıyor. 19 Temmuz 2010’da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, özel yetkili Savcılar Mehmet Ergül, Murat Yönder, Süleyman Pehlivan ve Ali Haydar’ın hazırladığı iddianameyi kabul ediyor ve 196 asker hakkında dava açıyor. 968 sayfalık iddianamede sanıklara “Türkiye Cumhuriyeti yürütme organını cebren ıskat ve vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs etmek” suçlaması yöneltiliyor. İddialara göre dönemin 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın liderliğinde, hükümete yönelik darbe zeminini oluşturma amaçlı bir dizi eylem planı hedeflenmişti.
Daha ilk incelemelerde belgelerin çoğunun sahte olduğu ortaya çıkıyor ancak dönemin mahkemesi sanıkların defaatle sahte olduklarını ispatladıkları belgeleri görmezden, duymazdan geliyor, tavandaki sinekleri takip ediyorlar.


Sonradan sahte olduğu ispatlanan dijital belgelerde Fatih ve Bayezid camilerinde bomba patlatılması, Yunanistan hava sahası üzerinde bir Türk jetinin düşürülerek halkın galeyana getirilmesi ve darbe sonrası demokrat görüşlü gazetecilerin tutuklanması gibi planlar içerisinde olunduğu iddia ediliyordu. Mahkeme ilk duruşma tarihini 16 Aralık 2010 olarak belirliyor ancak sanık sayısının çok olması ve Beşiktaş Adliyesi’nin fiziki koşullarının yetersiz olması nedeniyle duruşma Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’ndeki duruşma salonunda gerçekleşiyor. Bu davayı takip etmeye diğer bölümlerde de devam edeceğiz.

Zaten iki yıllık olan eğitimimin ikinci yılındayım. Bir yandan okula devam ediyorum, bir yandan Ali Muhtar’la tasavvuf üzerine sürekli sohbet ediyoruz, bir yandan Dücane Hoca’nın derslerine İstanbul’a gidiyorum. İlk defa bir şeylerin cevaplarını alabiliyorum ama asıl aradığım şeyi kimse bu budur netliğinde söylemiyor. Sanki hakikati bildikleri halde asla söylemiyorlar ya da belki onlar da bilmiyorlar. Yine de peşlerinden koşmaya devam ediyorum çünkü hakikat bilgisi onlardaysa ağızlarındaki baklayı çıkarmalarını sağlamalıyım, yoksa da yok olduğunu öğrenmeli ve aramaya devam etmeliyim.

Hayatımın en dindar ve ibadetten gerçekten haz aldığım dönemleri, üniversiteye hazırlık ve üniversite dönemlerim. Ailemin beni kontrol etmediği dönem yani. Bir gün öğrenci evinde zorunlu olan sohbetlerden birini dinliyor, bir yandan da vakit çıkmak üzereyken ikindi namazımı kılıyorum. Tam secdedeyim, Mehmet Zahid Kotku şu mealde bir şey söylüyor: Aslında kimin hangi makamda olacağı yani dinde ne kadar derece yükseleceği ezelden belliymiş. Hz. Ali’nin Hz. Ali olacağı, peygamberin peygamber, e haliyle onun da o cemaatin şeyhi! Yani aslında “Boşuna heves etmeyin siz, ben ve benim yerime seçeceğim kişiler gibi asla olamayacaksınız” demiş oluyor. Ne hikmetse cemaatlerin şeyhleri önceki şeyhin ya oğlu ya damadı olabiliyor, öyle normal müritler layık olamıyorlar o makamlara. Kadın olarak zaten ne peygamberlik ne şeyhlik bize düşmüyor da yine de içimde bir Rabiya-tül Adeviyye, bir Magdalalı Meryem neden olmasın, yakışır bana hevesi var. Birden bire kaşlarım çatıldı. Nasıl yani? Boşuna mı uğraşıyorum ben? Hani cenneti kazanmanın şartları, hani nefsin dereceleri, hani şu kadar sevap için bu kadar tespih? Dalga mı geçiyor benimle? Ailem hiç yoksa otuz yıldır dinliyor bu sohbeti bir kez olsun akıllarına bu sorunun gelmediğinden eminim. Onlar yalnızca yalandan bu lafzın altındaki hikmetini arar, bulamayınca da kabahati kendilerinde bulurlar, günahkâr günahkâr kulluğa devam ederler ve hocaları onları azarladıkça gözyaşı dökerek rahatlarlar.

Bu kat-i kader iddiasının haksızlığı karşısında gözlerim yaşarıyor, ağlamaya başlıyorum. Sen kimsin ya? Sen kimsin, tanrıyla arama girip de bana buradan öteye geçemezsin dersin? Görürsün sen, aramda hiçbir perde kalmayıncaya dek ulaşacağım tanrıya. Zaten en yakın dostum tanrı aslına bakarsanız, sürekli onunla konuşuyor, dertleşiyor, beni eğitmesi, bana hakikati öğretmesi ve kendine yaklaştırması için bile ondan yardım etmesini istiyorum. Bazen küsüyorum, neden bu ilişkide sadece ben çabalıyorum diye, tam küsmüşken ya bir rüya görüyorum ya bir ilham geliyor, öyle bir cilve yapıyor ki dargın kalamıyorum. Ali Muhtar’dan böyle şeylere kapılmamam gerektiği öğüdünü aldığım rüyalarımda peygamberler uçuşuyor.

23 Şubat 2010’da Balıkesir’in Dursunbey ilçesinde yer alan Odaköy maden ocağında grizu patlaması meydana geliyor, 17 işçi hayatını kaybediyor, yedi işçi de yaralanıyor. Olaydan bir gün sonra Manisa/Soma Ege Linyit İşletmesi’nden beş kişilik bilirkişi heyeti inceleme yapıyor, maden ocağında havalandırmanın yeterli olmadığı ve patlamaya antigrizu özelliği taşımayan elektrik kablolarının neden olduğu belirtiliyor.

Olayın ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Aralık ayında Bursa’da meydana gelen facianın ardından, bugün de Balıkesir’de çok sayıda can kaybının olması nedeniyle, milletçe büyük bir üzüntü içerisindeyiz. Bu tür elim olayların bir daha yaşanmamasını temenni ediyorum” diyordu ancak artık hayatımızın parçası haline gelen ihmal kaynaklı ölümlerin son bulması için hiçbir girişim çağrısında bulunmuyordu. Çünkü parti devletinde maden sahibi de denetleyen de denetleyenin amiri de parti memurudur. Sermaye partinin emrine, parti sermayenin emrine amadedir.

“Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!”

8 Mart’ta Elazığ’da 6,0 şiddetinde bir deprem meydana geliyor. 42 kişi hayatını kaybederken, 100’e yakın kişi yaralanıyor. Depremde can kaybını artıran nedenlerden biri yapılar. Büyük bir bölümü kerpiç ve taş yığma evler olduğu için ilk sarsıntıda birçok ev yıkılıyor. Çatıları tahta ve ağır saclardan yapılan evlerin çoğu tek katlı olmasına rağmen can kaybı fazla oluyor. Yıkıntıların altında kalanların tozdan boğulduğu düşünülürken, yine kerpiçten yapılan ahırların çökmesiyle çok sayıda hayvan da hayatını kaybediyor.

10 Mayıs’ta CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, kendisi ve CHP Ankara Milletvekili Nesrin Baytok’a ait olduğu ileri sürülen bir kasetin internette yayınlanmasının ardından dört gün boyunca sessizliğini koruyor. Baykal, kasetteki görüntüler için “komplo” diyor, hükümeti suçluyor ve istifa konuşmasında şöyle diyor:

“Ana muhalefet liderine yönelik bu kadar kaba kanunsuzluk, bu kadar kaba ahlaksızlık, bugünlerin ortamında iktidarın bilgisi ve onayı olmadan gerçekleştirilemez, piyasaya sürülemez. Komployu ayıplar gibi yapanlar aslında bizzat ayıbı işleyenlerdir. Bu çerçevede başka bir sorumlu arayışına çıkacaklara yardımcı olmak üzere, ABD’den, Pensilvanya’dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine inandığımı da belirtmek isterim. Görüntüler eski bir kasetten değildir. Bu son iki hafta içinde düzenlenmiş ve piyasaya sürülmüştür. Komplo tezgâhı malzemeleriyle çekimleriyle günceldir, tazedir. Meskene tecavüz ve ileri teknoloji kullanımı yoluyla tezgâhlanan, bu komplonun iktidar gücü ve olanakları seferber edilmeden, bir muhalefet partisi genel başkanına karşı bu kadar fütursuzca icra edilebilmesi mümkün değildir. Hakkınızı helal edin, ben ediyorum.”

Daha önce kendisine başbakanlık yolunu açarsa karşılığında Baykal’a cumhurbaşkanlığı koltuğunu vaat ettiği ileri sürülen Erdoğan ise internete düşen görüntüleri gözlüklerini takarak izliyor ve bu görüntü basına servis ediliyor. Erdoğan komplo karşısında, “Bunlar özel değil, genel genel” diyordu. Aynı Erdoğan, kaset skandalı sonrası Baykal’ın ardından genel başkanlığa seçilen Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkan olabilmek için komployu planlamakla suçlayacak.

18 Mayıs’ta Zonguldak-Karadon maden ocağında yine grizu patlaması sonucu göçük meydana geliyor ve 30 işçi hayatını kaybediyor. Madencilerden 28’inin cenazesi ocaktan çıkarılıyor, Engin Düzcük ve Dursun Kartal’ın cenazelerine ise patlamadan sekiz ay sonra ulaşılabiliyordu.

TMMOB Maden Mühendisleri Odası olayın gerçek sebebini şöyle açıklıyor: “Odamız komisyonlarında yer alan bilim insanları ile konunun uzmanı meslektaşlarımız tarafından hazırlanan bilimsel raporlarda belirtildiği üzere bu tip faciaların asıl nedeni 1980’li yıllardan itibaren ülkemizde uygulanan neo-liberal politikaların sonuçları olan özelleştirme, taşeronlaştırma, kuralsızlaştırma, esnekleştirme ve denetimsizleştirme politikalarıdır. Aslında yaşanan faciaların gerçek sorumluları bu davalarda yargılanan maden mühendisi meslektaşlarımız değil, söz konusu politikaları ülkemizde yaşama geçirenler ve savunanlardır.”

Okulun sonu geliyor. Eve dönme kaygısı başlıyor. Onlara nasıl tahammül edeceğim bilmiyorum. Okuduğum şehirde staj bulmaya çalışıyorum, staj sonrası işe girer bu şehirde kalırım. Bir yandan okula devam ederim, dört yıla tamamlarım diye. Ama iyi bir yer bulamıyorum. İstanbul’u zaten ailem asla kabul etmez, o zamanlar kendime de güvenmiyormuşum demek ki çocukluktan beri aşağılanarak, korkutularak büyütülünce. Hâlbuki çık git bir daha da dönme di mi? Ama yok, illa ailenin rızası alınacak, malum, Allah çarpar.

Şeriatta birbirinden zıt çelişkili ifadeler olduğundan emin olunca, tasavvuf sayesinde şer-i hükümlerin metafizik yorumlarını anlamaya çalışıyorum. Namazın, orucun, kurbanın aslında bambaşka anlamları varmış bunları öğreniyorum. Bu yorum daha tutarlı geliyor çünkü burada amaç manevi bir eğitimle kişinin kendini terbiye ederek beşerden insan olmaya doğru yol alması. Yani, neden tanrıyla irtibat kurmak için bir hayvanı boğazlamam gereksin ki? Birkaç yıl sürecek tasavvufu anlama çabam çok hoşuma gidiyor çünkü tasavvuf sayesinde kendimi anlama ve tanıma yolculuğuna çıkıyorum, kendimi tanıdıkça zihnim ve hayat türlü olaylarla beni yetiştirmeye başlıyor ve ben beynimle başlayan bu oyunu tanrı ile oynadığımı zannederek uzun süre oyalanıyorum. Ancak bu oyalanma sürecinde perdeli bir şekilde de olsa kendimle yaşadığım yüzleşme süreci asıl beni keşfetme yolculuğumun ilk adımı oluyor. Yanlıştan doğruya ulaşıyorum.

Tasavvufun tek bir faydası varsa o da budur. Hint felsefesi, Çin felsefesi, tasavvuf felsefesi bu dünyada insanın kendini tanıma ve arınma sürecini sağlayan her ne ise ona katkı sağlıyor. Tabii, işin sonunda Nirvana’ya varmıyorsanız şarlatana dönüşme şansınız çok yüksek, doz ve farkındalık önemli. Bunların yerine peş peşe Dostoyevski romanları okuyup girişeceğiniz bir yüzleşme sizi daha kısa yoldan kendinizle tanıştırır. Abuk sabuk zihin oyunlarıyla ve hayal âlemleriyle vakit kaybetmezsiniz. Ben nasıl kendimi kaybetmedim: Bir defa Dücane Hoca beni ayağımdan yere bağlıyordu, bir de eskiden beri aynı anda birbirinden farklı kitaplar okurum, elimde değil, sıkılıyorum. Aynı anda bilimsel bir araştırma, felsefe, roman, tasavvuf kitapları ya da yayınları okuduğum için hem kafam karma karışık oluyor hem de disiplinler arası karşılaştırma imkânım olduğu için trafoya çok yükleme yaptığım halde akım devam ediyor.

Yaklaşan Çözüm Süreci adımları ve PKK’nın şehir yapılanması KCK’ya yönelik tutuklamaların ardından Türkiye’nin birçok kentinde PKK tarafından saldırılar düzenlenmeye başlanıyor. 31 Mayıs’ta İskenderun’da bulunan Deniz Kuvvetleri’ne ait birliğe, erlerin nöbet değişimi sırasında roketatarlı saldırı düzenleniyor. Olayda altı asker hayatını kaybederken, üçü ağır yedi asker yaralanıyor. 22 Haziran’da İstanbul’un Halkalı semtinde askeri servis aracına bomba ile saldırı düzenleniyor. Biri lise öğrencisi, dördü asker beş kişi hayatını kaybediyor. 26 Temmuz’da Hatay’ın Dörtyol ilçesinde bir polis aracına saldırı düzenleniyor. Dört polis memuru hayatını kaybediyor. Polislerin cenaze töreni sırasında Dörtyol ve İnegöl’de olaylar çıkıyor.

5 Ağustos’ta PKK’nın şehir yapılanması KCK’yı kurdukları iddiasıyla tutuklanan 186 kişinin yargılanmasına başlanıyor. İlk duruşmada yedi aydır tutuklu bulunan 35 kişi tahliye ediliyor.

31 Ekim’de İstanbul Taksim Meydanı’nda polis aracına bir canlı bomba tarafından saldırı düzenleniyor. 15’i polis 32 kişi yaralanıyor. Saldırıyı terör örgütü TAK üstleniyor.

2009 yılında Davos’ta meydana gelen “One minute” olayından sonra bir grup İslamcı durumdan vazife çıkarıp bu popülarite rüzgârıyla kendisine alan açmaya çalışıyor. İHH Yardım Vakfı, Mayıs 2010’da düzenlediği eylemlerle dünyanın farklı bölgelerinden gelip kendilerine eşlik edecek gemilerle birlikte İsrail ambargosunu delip Filistin’e yardım malzemesi götüreceğini duyuruyor. Kamuoyunda dikkat çeken bu açıklamalardan sonra İsrailli yetkililer defalarca Türk hükümetini uyarıyor çünkü İsrail bölgeye gönderilen yardım malzemelerini içerisinde silah olup olmadığını kontrol etmek amacıyla önce kendisi denetliyor, ardından Filistin’e girişine izin veriyor. Zaten Türk hükümeti de o zamana kadar Filistin’e gönderilen yardımları bu şekilde ulaştırıyor. Ancak hükümet yetkilileri gemiyi engellemek üzere hiçbir girişimde bulunmuyor. İslamcı yazar Abdurrahman Dilipak ve bazı AKP’li milletvekilleri de geziye katılacaklarını duyuruyor ancak son anda katılmaktan vazgeçiyorlar.

31 Mayıs’ta İHH Gazze’ye insani ve tıbbi yardım götürmek üzere Mavi Marmara adlı gemiyle yola çıkıyor ancak uluslararası sularda gemiye İsrail ordusu tarafından çıkartma yapılıyor. İsrail Savunma Kuvvetleri’nce “Deniz Meltemi” adı verilen harekatta Gazze filosuna yönelik saldırıda 10 Türk vatandaşı hayatını kaybediyor. 4 Haziran’da İsrail’in Mavi Marmara gemisine düzenlediği saldırı nedeniyle TBMM’de kınama deklarasyonu kabul ediliyor. O dönem Fethullah Gülen olayla ilgili “otoriteye danışılmadan böyle bir eyleme kalkışılmamalıydı” gibi bir açıklama yapıyor. Bu açıklama zaten ABD maşası gibi görülen Gülen’e tepki gösterilmesine sebep oluyor. Başbakan Erdoğan, 2014 yılında yaptığı bir konuşmada bu açıklamaya gönderme yaparak, “Bunların otorite dedikleri Güney’deki sevdikleri mi yoksa biz mi? Eğer otorite bizsek, biz zaten izni verdik” diyor.

2016 yılında İsrail, yaşamını yitiren kişiler için Türkiye’ye 20 milyon dolar tazminat ödemek, bunun karşılığında Türkiye’nin olayı uluslararası hukuka taşımamasını istiyor. Ancak hayatını kaybedenlerin yakınları bu teklife tepki gösteriyor. Tepkilerin ardından Erdoğan, “Siz kalkıp böyle bir insani yardım götürmek için dönemin başbakanına mı sordunuz? Biz zaten oraya gerekli yardımı yaptık, yapıyoruz. Ama bunu yaparken de bir yerlere gövde gösterisi şeklinde değil, uluslararası diplomasi çerçevesinde yapıyoruz” diyor. Hem İHH hem hükümet olayın ardında durmayı bırakıyor, olan sadece İHH’nın çağrısı üzerine Mavi Marmara heyetine katılıp hayatını kaybeden insanlara oluyor.

Hükümet üyeleri Anayasa Mahkemesi üyelerinin sayısını ve belirlenme yöntemini değiştirmek amacıyla Meclis’e bir teklif sunuyor. Teklif Meclis’ten geçiyor ancak 7 Temmuz’da Anayasa Mahkemesi TBMM’de kabul edilen anayasa değişikliği paketinin bazı maddelerini iptal ediyor. İptal edilen maddeler dışında kalan maddeler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından referanduma götürülüyor. İşte kamuoyunda “yetmez ama evet” olarak bilinen referandum süreci böyle başlıyor. Bu değişiklikten önce 11 üyesi bulunan Anayasa Mahkemesi’inin altısı farklı kurumlarca, beşi Erdoğan ve onun atadığı kişilerce belirleniyordu. Değişiklik onaylanırsa Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı 17’ye çıkarılıyor ve daha önce yarısından fazlası farklı kurumlarca belirlenen üyelerin 10’u Erdoğan ve onun atadığı kişilerce, yedisi farklı kurumlarca belirlenmiş oluyor. Muhalefet, Anayasa Mahkemesi üzerinde yapılmak istenen bu değişikliğe itiraz ediyor. Çünkü üye çoğunluğu Erdoğan’a geçerse çok kritik kararlara doğrudan müdahale etme şansı doğuyor.

12 Eylül 1982 Anayasası’nda kabul edilen bu maddelerde yapılacak değişikliği, “Darbelerle, cuntacılarla mücadele” kampanyasına dönüştüren Erdoğan, her zamanki rövanşist tavrıyla referandum tarihini 12 Eylül 2010 olarak belirliyor. Anayasa değişikliği ile ilgili referandum sonucu yüzde 57,88 “evet”, yüzde 42,12 “hayır” oyu çıkıyor. Erdoğan, bir savaştan daha galip çıkarak Anayasa Mahkemesi’nde çoğunluğu elde ediyor.

Sülalem AKP sayesinde kazandığı imkânlarla daha geniş sularda yüzmeye ve AKP’lileşmeye başlarken, ben de onlar sayesinde gittikçe daha minimal yaşamanın, lüks ve şatafatın boşluğunu keşfediyorum. Maddiyatları genişledikçe eski sınır çizgileri silikleşmeye, silinen sınır çizgileri yerine sahip oldukları şeyleri korumak adına edindikleri cümlelerin sertliğini gördükçe, adeta hastalık halini alan bir bozulmaya maruz kaldıklarını düşünüyorum. Her birine söyleyecek cümlelerim var ama sanki hepsi halisünasyon gösteren bir mantar yemişler ve söylediğim cümleler onların kulaklarına başka cümleler olarak gidiyor olmalı çünkü itiraz ettiğim şeylere bambaşka ve darmadağınık cevaplar alıyorum. Bir anda ahmak, hayatın gerçekliğinden kopuk, romantik ilan ediliyorum. “Muhafazakârın pişkini” köşe yazımda belirttiğim üzere daha sonra anlayacağım. Anlamıyorlar, kandırılıyorlar değil, ortak oldukları suçları öyle iyi biliyorlar ki safa yatmaktan başka çareleri yok. Yüzleşip her şeyi terk edecek değiller ya?

14 Eylül’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Hrant Dink suikastı ile ilgili ailesinin açtığı davada Türkiye’yi suçlu buluyor ve Türkiye’nin Dink ailesine 133 bin euro ödenmesine karar veriyor.

17 Eylül’de KPSS eğitim bilimleri testinde kopya çekildiği tespit ediliyor. ÖSYM, KPSS eğitim bilimleri sınavının 31 Ekim 2010’da yeniden yapılacağını duyuruyor, bu skandalın ardından ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan istifa ediyor. O dönemler henüz affını istemek icat edilmemişti, zaten istifasından anlaşıldığı üzere Yarımağan da emir kulu değildi. Ancak her kuruma olduğu gibi ÖSYM’ye de sızan FETÖ, bu kurgunun baş aktörüydü. 6 Aralık’ta YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, ÖSYM sınavlarında kişiye özel, çipli, hologramlı sınav kitapçığı uygulanacağını açıklıyor ancak hırsız içerdeyse kapı kilit tutmazmış. Zira, Ünal Yarımağan’ın ardından ÖSYM Başkanlığı’na Ali Demir atandı. Bu değişikliğin ardından asıl sınavlarda usulsüzlük dönemi başlayacak ve Ali Demir beş yıl süren görev süreci sonrası “FETÖ üyeliği” ve “görevi kötüye kullanma” suçlarından 18 yıl hapis istemiyle yargılanacak.

4 Ekim’de Yükseköğretim Kurulu, İstanbul Üniversitesi’nde başörtülü öğrencilerin dersten çıkarılmasını yasaklıyor. Türkiye’de başörtüsü yasağı Anayasa’da belirtilmese de fiilen kalkmış oluyor.

19 Ekim’de Türkiye’nin ilk elektrikli minibüsü İstanbul Teknik Üniversitesi Mekatronik Eğitim ve Araştırma Merkezi’nce kamuoyuna tanıtılıyor. Gençler bilmez, Teknofest’ten önce de bu ülkede teknoloji hamleleri yapılıyordu.

28 Kasım’da Haydarpaşa Garı’nın çatı katında yangın çıkıyor. Yangın sonrası garın uzun yıllar süren restorasyon süreci ve restorasyon sonrası ne olarak değerlendirileceği tartışmaları başlıyor. Kamuoyunun gündeminden düşmeyen tartışmalar sürerken gar çevresinde arkeolojik kazılar yapılıyor ve Helenistik döneme ait bir mezar, yeni bir çoklu mezar, bir döküm atölyesi ile peron alanı dışında Osmanlı dönemine ait bir çeşme, Bizans dönemine ait bir ayazma, 2. Dünya Savaşı zamanında kurulan bir sığınak bulunuyor.

TCDD, Haydarpaşa ve Sirkeci garlarına ait yaklaşık depo alanlarını “Ticari faaliyette kullanılmamak üzere” kiralamak amacıyla 4 Ekim 2019’da bir ihale düzenliyor ve komisyon ihaleye sadece Hazerfen Danışmanlık Şirketi’ni davet ediyor. İhalenin 350 bin TL kira bedeli karşılığı bu şirkete verildiği açıklanıyor. İhaleyi alan şirketin sahibi 33 yaşındaki Hüseyin Avni Önder’in bir dönem İBB’de çalıştığı ve Bilal Erdoğan’ın Okçular Vakfı’nda da genel müdürlük yaptığı ortaya çıkınca ihale kamuoyunun gündemine oturuyor. İBB’nin 2020’de açtığı davayla Danıştay, Haydarpaşa ile Sirkeci Gar alanlarının kültür ve sanat etkinliklerinde kullanılmak üzere kiraya verilmesi ihalesini iptal ediyor.

Okulun son dönemi, bir gün son vize sınavıma giderken evin hemen önündeki çöp konteynırından bir adamın çöp ayıkladığını fark ettim, adam bir yere bakıyordu. Baktığı yöne baktığımda ucuz zincir marketlerden birinden iki sepet dolusu alışveriş yapmış zengin bir çiftin çıktığını gördüm. Aldıklarını jeeplerinin bagajına yerleştirmeye başladılar. Adam onlara, ben de hem adama hem onlara bakıyorum. Ay sonu, param bitmiş ama dönem arasında evde kalacağım ve evde yeterince yiyecek var. Evden çıkmam, çok sıkışırsam arkadaşlardan borç alırım olur biter diye düşünmüştüm. Cüzdanımda tramvay kartımda son iki binişlik hakkım ve onun haricinde hiç unutmuyorum, bozuk paralardan 5 lira 25 kuruşum var, yani adama verecek param yok. Mecburen yürüdüm gittim, tam adamı birkaç adım geçmiştim ki durdum, geri döndüm. Cüzdanımı açıp bozuk paralardan iki lira verdim, o zamanlar hiç değilse birkaç ekmek alabilir o parayla. Cüzdanım siyah kalın bir kumaştan. Adam içini görmediği halde hiç konuşmadan parmağıyla cüzdanı işaret ediyor. Bir lira daha verdim, hâlâ işaret ediyor, bir lira daha verdim, hâlâ işaret ediyor, son bir liramı da verdim ve o istemediği halde tam son 25 kuruşu da vereceğim, adam eliyle “dur” yaptı. Zaten onu da vermemem lazım, hoca sınavdan önce fotokopiciye bir kâğıt bırakmış onu çektirin demişti, son 25 kuruş oraya lazım. Hayret içinde sınava gidiyorum, son 25 kuruşumla fotokopiyi çektirip sınava giriyorum, eve dönüyorum. Ne bir kuruş param var, ne bir yere gidecek kartım. 10 gün evde beş parasız kalacağım. Pencerenin önüne oturup perdeyi açıp adamı gördüğüm noktaya bakıyorum, ağlamaya başlıyorum. Hem gördüklerime hem kendi fakirliğime, o adamın fakirliğine, o zenginlerin umursamazlığına, mecbur kaldıklarıma, adaletsizliğe, alayına isyan ediyorum. Yine fakir fakire yardım ediyor çünkü onun halinden ancak o anlıyor. O sırada telefonum çalıyor, avukat kuzenim arıyor. Bir dava için bulunduğum şehre gelmiş, dönüyormuş, gel seni de götüreyim değişiklik olur diyor. Kabul etsem, dönüş biletimi alacak param yok, aslında biletimi de alır, harçlık da verirler belki ama ya almazlarsa? Kısa bir tereddütten sonra bir şekilde birinden borç alırım, Allah kerim diyorum ve gidiyorum.

Ailemin bir kısmı aşırı dindar ve muhafazakâr, bir kısmı seküler ve Atatürkçü. Baba tarafımın tek aşırı dindar profili babam. Orada dört gün kalıyorum. Dönüş biletimi kuzenim alıyor, dönmeden önceki gece halam bana 250 lira harçlık veriyor. Sabah evden çıkarken eniştem de 250 lira harçlık vermek istiyor. “Enişte, siz halamla konuşmuyorsunuz galiba, o bana gece harçlık verdi” diyorum. Enişte gülüyor ve “Olsun, bu senin nasibinmiş” diyor. Cebimde 500 lirayla öğrenci evine dönüyorum. Yol boyunca düşünüyorum. Cebimdeki son 5 liranın hepsini o adama verdim, “0” liram kalmıştı, dört gün boyunca burada “0” lirayla harika zaman geçirdim, dönüş biletim alındı ve şimdi cüzdanımda 500 liram var. Dinde sadaka için Cenab-ı Hak bire on verir derler. Bu bire on değil, bire yüz. Hızır’a mı denk geldim ne oldu? O günden sonra bir daha hiç paramı esirgemedim, gerekirse kendim borca girdim ama hep ihtiyaç sahibi birini gördüğüm an yardım etmeyi önceledim. Ve bir gün, dinsiz bir insan oldum ama hiçbir dini kaygı gütmediğim halde aynı tavrı göstermeye devam ettim. Evren de hâlâ aynı şekilde karşılık vermeye devam ediyor. İsterse vermesin, keyfi bilir. Diyeceğim o ki cenneti ummadan, sadece kendine öylesini yakıştırdığı için ahlâklı olmayı başaran, kendisiyle tanışan insanın evrenle kurduğu bağ dinler ötesi bir şey ve hiç bitmeyecek bir yolculuk. Malum, hepimiz yıldız tozuyuz ve evren sürekli genişliyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.