Serhat Güvenç yazdı: 1 Mart Tezkeresi’nden 20 yıl sonra

Tarihe saplanıp kalmak genellikle bireyler, kurumlar ve ülkeler için hayırlara vesile olmuyor. Bazı “tarihsel yanlışları” düzeltme gayretinin toplumların geleceğini nasıl kararttığını da görüyoruz. Takıntılı bir tarih okumasının Putin önderliğindeki Rusya’yı Ukrayna’da soktuğu çıkmaz herhalde bunun en canlı örneği. Bu yıl üniversite öğrenimine yeni başlayan (maalesef derslikler yerine minik kutucuklara bölünmüş ekranlarda görmek zorunda kaldığımız) öğrencilerimiz, Türk-Amerikan ilişkilerini temelinden sarsan 1 Mart Tezkeresi olayı yaşandığında henüz dünyaya gözlerini açmamıştı. 20 yıl sonra o gün yaşananların etkilerini ele almakta yarar var. En azından kendi dar çerçevemden baktığımda gördüklerimi kayıt düşmek adına paylaşmak isterim.

TBMM, 1 Mart 2003 günkü oturumunda ABD’ye Irak’ı işgal amacıyla Türkiye topraklarında asker konuşlandırma izni verecek hükümet tezkeresini reddetti. Aslında tezkere lehine kullanılan oylar, aleyhte kullanılan oylardan fazla olmasına rağmen, içtüzükte öngörülen nitelikli çoğunluk şartı karşılanamadığı için tezkere reddedilmiş oldu. Tezkere, ABD’nin Irak’ı işgaline giden yolda önemli kilometre taşlarından biri aynı zamanda. Bölgedeki yakın müttefiklerinden birinin desteğini alamamış olması Washington’ı caydırmaya yetmedi. Irak’ı işgal fikri sadece Türkiye’nin değil Almanya ve Fransa gibi Avrupalı müttefiklerinin de içine sinmemişti.

11 Eylül 2001 terör saldırıları öncesi, Amerikan dış politikası yordamsız ve yönsüz bir durumdaydı. Yeni Muhafazakârlar bu boşluğu iyi değerlendirdiler. Aralarında Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve bir dönem Türkiye’de görev yapan Richard Perle gibi isimler George W. Bush yönetiminde kilit pozisyonlardaydı. “Karanlıklar Prensi” olarak da bilinen Richard Perle, 1980’lerde Türk-Amerikan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması’nın (SEİA) yenilenmesi müzakerelerinde yer almıştı. Ankara’da bulunmuş; Türkiye’yi yakından tanıyan isimlerden birisiydi.

Bu kadro büyük ölçüde Ronald Reagan’ın başkanlığı sırasında ulusal güvenlik bürokrasisinde boy göstermişti. O dönem için bir hayli şahin görüşlerin temsilcileriydiler. ABD’nin gücünün hakkını vermediğini, Sovyetler’in asla ABD’nin dengi olmadığını ve haddinin bildirilmesinin gerektiğini savunuyorlardı. Bu evrede ABD savunma harcamalarında olağanüstü artışlar kaydedildi. İki süpergüç arasındaki denge giderek ABD lehine değişmeye başladı. Yeni bir silahlanma yarışına nefesleri yetemediği için Sovyetler bir süre sonra havlu attı. Soğuk Savaş bittiğinde ABD tartışmasız dünyanın en güçlü devletiydi. Tehdit oradan kalkmasına rağmen, askeri gücünü aynen korumaya çabaladı.

Soğuk Savaş’ın son on yılında Amerikan stratejisinde Türkiye’nin coğrafi önemi artmıştı. Zaten Carter Doktrini çerçevesinde ABD, artık Ortadoğu’da taşeronlarla iş yapmak yerine, gerektiğinde doğrudan askeri müdahalede bulunmanın altyapısını oluşturuyordu. Bu amaçla karargâhı Florida’da bulunan Merkez Komutanlığı kuruldu. Ortadoğu’ya yönelik askeri planlarda Türkiye’deki üslerin kullanması da öngörülmüştü. Ancak bu konuda Ankara’nın ikna edilmesi bir hayli zor oldu. Avrupa güvenliği odaklı kurgulanan Türk-Amerikan askeri ilişkilerinin sıklet merkezi zamanla Ortadoğu’ya kaymaya başladı.

Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgali, Türkiye’nin yeni stratejideki yerini sınamak için ilk fırsattı. Irak’a karşı yürütülen harekâtta Türkiye’deki hava üslerinin Amerika’nın kullanımına açılması, Yeni Muhafazakârlar açısından son on yılda Türkiye’ye yaptıkları yatırımın getirisiydi. Bundan sonra benzer durumlarda Türkiye’ye güvenebileceklerine iyice ikna oldular. Bir diğer güvenceleri ise TSK idi. Günün sonunda Türk ordusunun ağırlığını ABD ile işbirliğinden yana koyup siyasilerin ve kamuoyunun çekincelerini aşabileceğini düşünüyorlardı. 1 Mart 2003’e dek bu konudaki iyimserliklerini korudular.        11 Eylül saldırıları, Yeni Muhafazakârlar için 1991’de yarım bırakılan bir hesabı kapatma fırsatı demekti. Yani Irak’ın işgal edilerek Saddam Hüseyin rejiminin son erdirilmesi. Yeni Muhafazakârlar, Soğuk Savaş’tan galip çıkan ABD’nin rakipsiz askeri gücünü dünyanın geri kalanını şekillendirmek için özgürce kullanma zamanının geldiği düşüncesindeydi. Yerleşmekte olan liberal uluslararası düzene eklemlenmeye direnen rejimler, gerekirse silah zoruyla hizaya getirilmeliydi.

ABD yine de bildiğini okudu ve 20 Mart 2003 günü o tarihte “Irak’a Özgürlük Harekatı” (Operation Iraqi Freedom) adı verilen kapsamlı askeri işgal harekâtı başladı. 9 Nisan 2003 tarihinde Amerikan birlikleri Irak’ın başkenti Bağdat’a girdi. Böylece işgalin ilk aşaması tamamlanmış oldu. Ondan sonra işler karıştı. ABD’nin işgal sonrasına dair bir planı olmadığı zamanla ortaya çıktı. Dönemin bazı tanıklarına göre işgal sonrasına ilişkin bazı hazırlıklar yapıldıysa da, Irak dosyasını tekeline alan Yeni Muhafazakârlar’ın (Neo Conservatives) aşırı özgüvenli tutumları nedeniyle bunlar tasarı olmaktan öteye geçemedi.

Tam o sıralarda Türk siyasetinde 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin tetiklediği tsunaminin etkileri hissediliyordu. Deprem üstüne yaşanan ekonomik kriz, yerleşik siyasi seçkinlere Kasım 2002 seçimlerinde büyük bir hezimet yaşattı. Washington, olası Irak işgalinde Türkiye topraklarını kullanmak için kapıyı çaldığında Ankara’da günleri sayılı Bülent Ecevit koalisyon hükümeti vardı. Amerikalılara ön hazırlıkları yapmak için yeşil ışık yakan Ecevit Hükümeti, asıl kararı seçimlerin galibi AKP’nin kuracağı yeni hükümete bıraktı. Bundan sonra yaşananlar Ankara ve Washington arasındaki ilişkinin en kötü yönetildiği evrelerden birisi olarak tarihe geçti. Washington tarafında kibir ve aculluk, Ankara tarafında deneyimsizlik, işbilmezlik ile iktidar çekişmeleri göze çarpıyordu. İki ülke arasındaki ilişkiler bu ortamda 1 Mart dönemecine geldi. Sonuçta taze iktidar, ABD’ye istediğini veremedi.

1 Mart 2003, Türk-Amerikan ilişkilerinin eski haliyle artık sürdürülemeyeceğinin ortaya çıktığı andır. Bunu, ilişkileri yeni dönemin iç ve dış gereklerine göre baştan kurgulama fırsatı olarak görenler olduysa da, bu asla gerçekleşmedi. Yeni Muhafazakârlar, TBMM’nin tezkereyi onaylamamasından siyasileri değil askerleri sorumlu tuttu. Gerekçeleri, MGK’nın tarihinde ilk kez yaşamsal sayılabilecek bir konuda net bir tutum ortaya koymamasıydı. Yaşanan, askerin ağırlığına bel bağlayan Yeni Muhafazakârlar için bir başka büyük yenilgiydi. Bu noktadan sonra iki ülke ilişkilerinin en güvenilir boyutu sayılan askeri ilişkiler ciddi biçimde hasar gördü. Ve hâlâ da onarılamadı. Öte yandan iki ülke arasındaki iletişim ve işbirliğinin en güvenilir kanalının yerine yeni bir kanal açılabilmiş değil. Erdoğan’ın kişisel ilişkilere dayalı dış politika anlayışı, Obama ve Trump gibi ABD başkanları ile bir ölçüde işe yaradıysa da, Biden’ın Erdoğan ile doğrudan temas kurmama ısrarı nedeniyle bu kanal da artık işlemiyor.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu noktada Türk-Amerikan askeri ilişkilerinin kötüleşmesine bilerek ve isteyerek katkıda bulunan Merkez Komutanlığı’nın rolüne kısaca değinmek gerekir. Irak’ın işgali sonrasında 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri karargâhına düzenlenen baskın emri bu komutanlık tarafından verilmişti. Buradaki Türk askeri personeli başlarına çuval geçirilerek alıkonulmuştu. Türkiye’de büyük tepki yaratan bu hareket bugün Amerikan askeri varlığına bakışa hakim olan şüpheci yaklaşımın ortaya çıkmasında katalizör rolü oynamıştır. O dönem için Amerikan karşıtı sayılmayacak askeri gözlemciler dahi, Amerikan Merkez Komutanlığı’nın Türk-Amerikan askeri ilişkilerini baltalama niyetiyle hareket ettiği düşüncesindeydi. Türk ve Amerikan askeri kurumları arasındaki güven ilişkisi de 1 Mart Tezkeresi’nin kurbanlarının arasına girmiş oldu.

Irak İşgali ABD’ye çok ağır maliyet yükledi. Kurucusu ve koruyucusu olduğu liberal uluslararası sisteme en ağır darbeyi vuran, askeri gücünü hesapsız kitapsız kullanan ABD’nin kendisiydi. Ayrıca ABD, keyfi savaşlar başlatarak Rusya gibi ülkelere de kötü örnek oldu. Bu açıdan bakıldığında TBMM, 1 Mart 2003’te tezkereye onay vermeyerek ülkenin tarihsel bir yanlışın paydaşı olmasını da engelledi denebilir. Kimileri bunun hâlâ kaçınılmış bir fırsat olduğunu düşünüyorsa da, bu denli haksız bir savaşın tarihsel yüküne ortak olmamak Ankara’ya kısa sürede çok daha büyük fırsat pencereleri açtı. Gerçi bunlar da ıskalandı, kaçırıldı ama onlar başka bir yazının konusu.

Foreign Affairs dergisinin son sayısında Amerikalı askeri tarihçi Andrew S. Basevich’in “The Reckoning that wasn’t” (Yapılmayan Hesaplaşma) başlıklı makalesi yayımlandı. Uzun süredir savaşların Amerikan çıkarlarına hizmet etmediğini savunan Basevich bu makalesinde de 1950’den beri Amerika’nın yürüttüğü savaşlara “fütursuzluk, görev kusuru ve israf”ın damgasını vurduğu görüşünü dile getiriyor. Aynı İngilizlerin 1956’da Süveyş Savaşı ile artık dünyanın hakimi olmadıklarını anladıkları gibi, Amerikalılar da Irak Savaşı’nı izleyen yirmi yılda bir bakıma kendi Süveyş anlarını yaşadılar. Artık dünyaya düzen verme konusunda çok daha zayıf bir konumdalar. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile ortaya çıkan durumun Biden yönetimi ile ABD dış politika seçkinlerinin küresel liderlik ve hegemonya heveslerini canlandırdığına dikkat çeken Basevich, Amerikan askeri gücünün artık dikkatini denizaşırı güç aktarımından ülke savunmasına yöneltmesi gerektiğini savunuyor. Bu bağlamda somut önerilerinden biri Merkez Komutanlığı’nın lağvedilmesi.

Sonuç olarak aradan geçen 20 yılda Türk-Amerikan ilişkilerinin parametreleri büyük ölçüde değişti. Daha da değişecek gibi. Bunların belki de en önemlisi Amerika’nın Türkiye’nin komşularındaki askeri varlığıydı. Artık bölgede 2003-2011 yılları arasında olduğu gibi yüzbinlerce ABD askeri yok. Tümenlerle ifade edilen ABD askeri varlığı sayıları birkaç yüzle ifade edilen özel kuvvetlere inmiş durumda. Trump döneminde bunların çekilmesi gündeme geldiyse de özellikle Merkez Komutanlığı direnç gösterdi. ABD’de işler Basevich’in düşündüğü gibi ilerlerse, Türkiye ile adeta kan davası güden Merkez Komutanlığı’nın günleri sayılı olabilir. Umulur ki bunlar 1 Mart 2003’te feda edilen asker odaklı ilişkileri, daha yapıcı ve daha sivil bir ilişkiyle değiştirmenin önünü açacak gelişmelerdir.