Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (97): Kılıçdaroğlu kazanır mı?

Üç gün süren Altılı Masa’daki adaylık krizi 6 Mart Pazartesi günü varılan uzlaşmayla sona erdi ve Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu olarak açıklandı. Aynı zamanda 12 maddelik “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Geçiş Sürecinin Yol Haritası” başlığıyla bir de bildirge yayınlandı.

Altı partinin üzerinde vardığı anlaşmaya göre seçimin kazanılması durumunda Kemal Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı olurken, diğer beş lider ile birlikte Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş da katıldığında en az yedi Cumhurbaşkanı Yardımcılığı makamı öngörülüyor.

Peki Millet İttifakı yaşanan bu krizin ardından, kriz öncesine göre avantajlı mı, dezavantajlı mı hale geldi? Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanma şansı nedir? Seçim kampanyası nasıl ve hangi söylemlerle yürütülecek? İttifakın içinde seçim sürecinde yaşanabilecek olası kırılganlık noktaları neler? Milletvekili seçimlerinde mümkün olan en yüksek sandalye sayısına ulaşmak için nasıl bir strateji izlenmeli?

Ruşen Çakır, Kemal Can, Ayşe Çavdar ve Edgar Şar, Adını Koyalım’da tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Herkese iyi akşamlar. Bugün “Adını Koyalım”da Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar ve Kemal Can ile birlikteyiz ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun nihâyet îlân edilen adaylığını konuşacağız. Konumuz özellikle başlığımızdaki “Kılıçdaroğlu kazanır mı?” sorusu üzerinden olacak. Bu konu tabiî ki seçime kadar çok konuşulacak. Ama biz bugün böyle bir başlangıç yapmak istedik. Merhaba, hepiniz hoş geldiniz.

Çakır- Can: Merhaba

Ayşe Çavdar: Merhaba. Sen de hoş geldin Edgar. 

Edgar Şar: Teşekkürler. Bugün aynı zamanda 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü de kutlamış olalım. Maalesef, bu sene hem felâketler içinde, hem de siyâsetteki depremler sebebiyle, aslında daha çok eğilmemiz gereken konulardan biraz sapmış olduk ülkece. Sâdece Medyascope için söylemiyorum, ama biz Medyascope olarak bu konulara yine ağırlığı vermeye devam ediyoruz, onu da söylemiş olalım. 

Ayşe, “Adını Koyalım” ekibi olarak, senin de Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü bu vesîleyle kutlamış olalım. Kutlu olsun. 

Kemal Can: Kutlu olsun. Ayşe’nin ve bütün kadınların. 

Ayşe Çavdar: Çok teşekkür ederim. 

Edgar Şar: Bugün Burak Bilgehan Özpek aramızda yok. Onunla ilgili ben kısaca Ruşen Abi’ye söz vermek istiyorum. Çünkü bununla ilgili çok spekülasyon yapmak isteyen olacaktır. Onun için Ruşen Abi, sen açıkla.

Ruşen Çakır: Evet, Burak seçime kadar yayınlara çıkmamak ve yazı yazmamak konusunda bir karâra varmış. Bu karârı neden almış olabileceğini tahmin ediyorum. Onun duruşuna yönelik çok farklı yerlerden çok eleştiri geliyordu. Hattâ bize, Medyascope’a da bu konuda kendilerince baskı yapmaya kalkanlar oldu. Bu tamâmen Burak’ın kendi özgür irâdesiyle verdiği bir karar. Ben kendisini iknâ etmeye çalıştım. Bunun bana göre doğru bir karar olmadığını söyledim. Ama o böyle karar verdiğini söyledi. Yapacak bir şey yok. Umarım seçimden sonra tekrar kaldığı yerden devam edecektir. Biliyorsunuz Burak Medyascope’ta hem haftada bir “Ön Libero” programını yapıyordu, hem “Adını Koyalım”a katılıyordu, hem de hafta sonu yazarlarımızdandı. Şimdi bir ara olacak. Seçimden sonra, yine kaldığımız yerden devam edeceğimizi düşünüyorum. Bu arada bu vesîleyle Burak’ın ve başka isimlerin, özellikle ortak aday konusundaki pozisyonları nedeniyle yaşadıkları ve birtakım farklı kesimlerden gelen tahammülsüzlükleri bir yere kadar anlayabiliyorum. Ama bir yerden sonra da, bu tür görüşlerin susturulmak istenmesinin çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Zâten Medyascope olarak bu tür baskılara asla tâviz vermeyeceğimizi izleyicilerimiz biliyordur. Medyascope, çoğulcu yapısı gereği, her türden görüşün, saygı çerçevesi içerisinde yayınlanacağı bir platform. Yayınlandı da. Biz 8 yıldır bunu yapıyoruz. Bu konuyu özellikle vurgulamak istiyorum. Burak’ın olmaması, seçime kadar yorum yapmayacak olması, bizim için, Medyascope için bir kayıp. Keşke bu karârı almasaydı. Ama yapacak bir şey yok, karar onun. Kendisini iknâ etmeye çalıştım ama olmadı. Artık seçimi bekleyeceğiz.

Kemal Can: Edgar, ben de bu konuyla ilgili küçük bir şey eklemek istiyorum. Daha önce de berâber yaptığımız, hattâ izleyicilerle yaptığımız yayınlarda da birkaç kez ifâde etmiştim — bu konuda bizim, “Adını Koyalım”ın, televizyon yayınlarında ya da başka mecrâlarda herkesin alışık olduğu gibi, bir müsâbaka ve performans alanı olarak algılanmadığını, hiçbirimizin böyle algılanmadığını tekrar ederek şunu söylemek istiyorum: Daha önce her seferinde rahatsız olduğum bazı yorumları yine bu yayının altında görmemek için peşînen şunu söyleyeyim: Ben, Burak’ın yazı ve fikirlerini paylaşma konusundaki perhizinden hiç de memnun olmuş biri değilim. Zâten hiçbir zaman, herhangi bir zeminde, aramızdaki fikrî farklılıkları bir müsâbaka olarak değerlendirmedim. O yüzden, bu tür yapılan, yapılacak yorumların, beni hakîkaten son derece rahatsız ettiğini herkesin bilmesini isterim. Aslında her türlü tartışma zeminine böyle bakılmasının çok isâbetli bir şey olmadığını da vurgulamak istiyorum. Bunu kişisel bir rahatsızlık olarak da söylemiyorum. Burak, fikirlerini burada ifâde eden, zaman zaman farklı fikirler biçiminde bunları tartışabildiğimiz ve bundan da hakîkaten kendim için çok yararlandığım, herkesin de yararlanacağını umduğum bir platformdu. Umarım aramıza hızlı bir biçimde döner. Ve umarım, bu yayından sonra tuhaf yorumlar görmeyi arzu etmem. Peşînen bunu söylemek istedim.

Ayşe Çavdar: Ben de bir şeyler söylemek istiyorum. Dün aradım kendisini ve karârına katılmadığımı söyledim. ”Adını Koyalım” klasiğidir bu, biliyorsunuz. Karârına hiçbir şekilde katılmadığımızı söyledim, ama o ısrar ettiğini söyledi. Dolayısıyla seçimden sonra beklediğimizi kendisine, ayrıca kendi adıma da ilettim. Umarım döner. Konuya da girmiş olayım Edgar, sözü sana bırakacağım ama umarım, neşeli mutlu olduğumuz bir atmosferde döner. Muhâlefetin seçimleri kazandığı, bizim de artık nihâyet hayâtımızda bir değişiklik yaptığımız, daha umutlu olduğumuz bir atmosferde döner.

Edgar Şar: Evet, aynen. Biz de en iyi dileklerimizi kendisine yollamış olalım. Tabiî ülkenin gidişâtı hepimizi çok derinden etkiliyor, ama bir akademisyenin bâzen güncel siyâsetten biraz uzaklaşıp böyle çalışmalarına odaklanması da çok iyileştirici ve yeni bir enerji, yeni bir tâzelik verici olabiliyor. O açıdan, umarız seçimden sonra o enerjiyle, o tâzelikle iyi bir dönüş yapar Burak. Bu vesîleyle tabiî ben de “Adını Koyalım” izleyicilerine seçime kadar bu programda olacağımı belirtmiş olayım. Artık sevinirler mi üzülürler mi bilmiyorum. 

Bu arada, yayından önce söyledim, burada da söylememde sakınca yok: Cumhurbaşkanı yardımcısı da olabilirdim öyle bir anda, ama onun yerine bu oldu. 

Kemal Can: Hâlâ şansın var Edgar.

Ayşe Çavdar: Geç değil. Edgar, tamamlamadın sözünü. Edgar bu programın seçime kadarki moderatörü olduğu bilgisini, az önce, program başlarken aldı. Ben de bunu açıklamış olayım. 

Edgar Şar: Evet. Ama ben memnunum sizinle olmaktan. Peki, şimdi seçime kadar konuşacağımız konulardan birini bugün başlayalım konuşmaya. Ayşe, seninle başlayalım. Kemal Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı adayı olarak îlân edildi. Perşembe günü Altılı Masa’daki kavga başladığı gün de aslında bu karar belliydi. Bugün ve o gün arasında Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanması açısından, yani yayının başlığında sorduğumuz soru açısından fark var mı diye sormayacağım. Bence fark var, bu çok net. Ama ne kadar fark var sence?

Ayşe Çavdar: Bayağı var. En azından kendisinin kazanacağına olan inancı artmıştır. Çünkü herkes söyledi, ben de bir kez daha tekrar edeyim, buna katılıyorum: Bu kriz, halkın Altılı Masa’ya sâhip çıkması, o ittifâka sâhip çıkması sâyesinde çözüldü. Ve üstelik krizin hemen arkasından, bu mevzû çözülsün diye birçok yeni aktör de belirdi. Çünkü çok ağır ve çok yoğun bir diplomasi geçti arka planda. Dolayısıyla, o diplomasiyi yürüten aktörler de –kimilerini biliyoruz kimilerini bilmiyoruz, o kadar önemli değil– önemli olan böyle bir sürecin bir arı kovanı gibi arka planda çalışması. Bu da, bütün bu insanların Altılı Masa’ya, onun geleceğine, onun Cumhuriyet’in 100. Yılı’na yapacağı katkıya, buradaki dönüşüme inandıklarını ortaya koydu. Böyle bir şey olmasa, zannediyorum Kılıçdaroğlu da endîşe edebilirdi. Şu anda daha az enîişe ediyordur diye tahmin ediyorum — ki hâlinde ve tavrındaki değişiklikten de bu anlaşılıyor.

Ama sorduğun sorudaki bir unsura katılmıyorum Edgar. Bence Kılıçdaroğlu’nun aday olacağı bir buçuk iki senedir belliydi. Ben sonraki, “Acaba başkası mı aday olacak?” tartışmasını neden yaptığımızı hâlâ anlayabilmiş değilim. Anket tasarımcıları hariç kim bunu böyle düşündü ve ortaya koydu bilmiyorum. Çünkü olması gereken, doğal olanı bu; bir seçim koalisyonu var. Bu koalisyon, sonra da iktidar koalisyonu olarak devam etmek ve bir rejim koalisyonu yapmak istiyor. Ortada çeşitli büyüklükte, çeşitli târihselliklerde birtakım siyâsî partiler var. Bu partiler de seçimden sonra güçleri oranında o koalisyonun içerisinde yer almak, güç almak istiyorlar. Olayımız bu. Böyle bir durumda, seçimde elde edilecek en yüksek pozisyona kimdir ki aday? Yani bu oradaki en büyük partinin genel başkanı olması gerekmez mi? Mevzû da bu değil miydi zâten? Sonraki süreç içerisinde bu teâmülü ortadan kaldıracak başka ihtimaller üzerinde düşünmekti. 

Bence bunda CHP’nin daha evvelden yaptığı iki hatânın çok önemli payı var. O iki hatâ da, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Muharrem İnce hatâları. Kendi genel başkanıyla sâhaya çıkmamak ve birinde ortağının tavsiye ettiği, diğerinde kendi içinden başka bir adayı çıkarmak. Dolayısıyla orada bir kez daha buraya gelebileceği düşünüldü. Kılıçdaroğlu kendi adaylığını özellikle son 3 aydır dile getirmeye başladığında da, o ihtimaller aslında ortadan kalkmaya yüz tuttu. Dolayısıyla da biz bir sıkıntı yaşamaya başladık. Ama o sıkıntıyı niye yaşadık, ne gerek vardı? Sonuçta iyi ki yaşadık diyeceğim az önce söylediğim şeylerden dolayı. Ama şöyle bir ortamda ne lüzum vardı onu anlamadım. Olması gereken de, eğer tekrar parlamenter rejime geçeceksek, bir koalisyonlar dönemi öngörüyorsak… Çünkü Altılı Masa’nın iddiası bu. Öyle bir şey öngörüyor. O zaman biz bunu niye yaptık? Niye böyle bir tartışma yaşadık? Bunu “Adını Koyalım”a bir eleştiri olarak, kendimize yönelik bir özeleştiri olarak da kabul edebiliriz. Biz niye hakîkaten bu kadar zaman adayın kim olacağı meselesini tartıştık? Bu tabii ki siyâsetin kurgusuyla, oradaki çekişmelerle ilgili biraz.

Hülâsâ, bizi 4 gün boyunca uykusuz bırakan, yemeden içmeden kesilmemize neden olan, yüzlerimizi asan, hattâ bir hayli korkutan bu krizin sonunda iyi bir yere bağlandığını düşünüyorum. Bir kere hakîkaten taşlar yerine oturmuş oldu. Kim kimdir, nedir onu görmüş olduk. Bunu depremle bir kez görmüştük. Depremde gördüğümüz şeyin devâmıydı; orada Altılı Masa içerisindeki siyâsî partiler arasındaki siyâset farklarını görmüştük. Burada da onun devam ettiğini gördük. Ve şöyle de bir şey oldu: İnsanlar pek hoşlanmıyor bundan ama, Kılıçdaroğlu’nun gizli ve derinden bir stratejiyle en başta arzu ettiği şeyi sonunda sahnelediğini ve bunun da herkesin yarârına bir şekilde gerçekleşmesi için gereken siyâsî akla sâhip olduğunu da bir şekilde göstermiş oldu. Bu aklı kimi beğenir kimi beğenmez, kimi dayatmacı bulur kimi manipülatif bulur, bilemem. Ama sonuçta istediğini yapmış biri olarak çıktı karşımıza Kılıçdaroğlu. Ben bunun da pozitif şeylerden biri olduğunu düşünüyorum seçimi kazanma sürecinde. 

Ama tabiî burada bitmiyor her şey. Ben seçimlere kadar birkaç kriz daha yaşayabileceğimizi düşünüyorum; özellikle milletvekili listelerinin oluşması konusunda. Alınan bir ders var. Biriktirmemek lâzım krizleri; küçük küçük de yaşayabiliriz, onda bir sakınca yok. Biriktirip böyle birdenbire patlaması pek de hoş bir şey olmuyor. Dolayısıyla onları böyle ufak ufak, daha şeffaf süreçlerle yaşamak, bu krizleri savuşturacak mekanizmaları da üretmek çok önemli. Çünkü bu büyük krizin bize öğrettiği şeylerden bir tânesi, Altılı Masa’nın her bir şeyi düşündüğünü –ben neyi düşündüklerini bilmiyorum henüz–, ama kendi aralarındaki krizleri çözecek mekanizmalar konusunda ya da anlaşamadıkları konuları nasıl karâra bağlayacakları konusunda doğru dürüst bir yapı kurmadıklarını anlamamız oldu. Belki bundan sonra onu yaparlar. Çünkü o yapıya, en çok da seçimi kazanırlarsa ihtiyaçları olacak. 

Dolayısıyla evet, ben her zaman olduğu gibi umutluyum. Kötü bir zamandan geçtik hakîkaten. Uykularımız kaçtı, uyanıkken kâbuslar gördük. Ortalık, kulisten, kirli bilgiden, çelişkili haberlerden, manipülatif dedikodulardan geçilmedi. Gazeteciler için de çok zor bir dönemdi. Ama bir şekilde atlattık, yenilerine daha hazırlıklı hâle geldik. Dün gece Aysuda (Kölemen) ile yaptığımız Geniş Zaman’da, Aysuda çok güzel bir şey söyledi. Dedi ki: “İlk doz aşımızı almış olduk”. Hakîkaten, bundan sonra olabileceklere bir tür aşılandık. O yüzden ben, bu krizin, seçimin kazanılması aşamasında hayırlara vesîle olduğunu düşünüyorum. Bu vesîleyle ben de bütün kadın arkadaşlarımın, bütün emekçi kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutluyorum. Akşam da kendilerine güç kuvvet diliyorum. Umarım iktidârın başına bir şeyler düşer tepeden de, bu akşamı insanlara eziyet etmeden geçirmenin kendince bir yolunu bulur. Arkadaşlarıma hakîkaten güç, kuvvet ve dayanışma diliyorum. Keşke yanlarında olabilseydim. Teşekkür ederim.

Edgar Şar: Çok teşekkürler. Kemal Abi, sana döneyim. Aynı soru tabiî geçerli. Akşener dün ilk defa Habertürk’te Fatih Altaylı’nın programına çıktı. Orada bütün konuyu ele aldı, mutlaka dinlemişsindir. Onunla ilgili de belki bâzı eklemeler yaparsın. Performansını beğenmeyenler oldu, ama krizi nasıl anlattığı ve nasıl ele aldığı belki daha önemliydi. İlk soruyla birlikte bunu da hesâba katarak, buyur lütfen.

Kemal Can: Sorunun ikinci kısmıyla ilgili cevâbım kısa olacağı için önce onu söyleyeyim: Şu anda çok sıcak ve asıl olarak sonuçlarıyla konuşulan bir kriz süreci yaşandığı için, Akşener’in dün akşam söyleyecekleri, Akşener’i bu reste itenleri daha çok ilgilendiren bir şeydi. Daha genel muhâlefet kamuoyu açısından ise, ters gelmeyecek bir şey söylediği sürece “Tamam” denilecek bir hâdiseydi ve öyle de finalize oldu. Herkes içini rahatlatacak bir şeyler bulabilir, kimse de birden masadan fırlayacak bir kışkırtma görmez ve bunun sıcağı sıcağına olması da bence isâbetli oldu. Bunun üzerine çok fazla konuşulacak bir şey olduğunu düşünmüyorum açıkçası.

Şimdi sorunun ilk kısmına ve aslında başlığımıza gelince: Bu krizden önce de bence kuvvetli bir ihtimal olarak “Evet” denilebilecek bir sorunun cevâbı, şimdi daha fazla “Evet” içeriyor. Yani “Muhâlefet kazanabilir mi?” dolayısıyla, aday olarak açıklandığı için, “Kılıçdaroğlu kazanabilir mi?” sorusunun cevâbı, kriz öncesine göre daha çok “Evet” gerekçesi taşıyor. Bunların en önemlisi; bu krizin, aylarca, hattâ bir iki yıldır bu programda ve her yerde konuştuğumuz üzere, asıl olarak “Bu seçimin kazanılması talebinin ve gerçekleştirilmesinin asıl öznesi kimdir, kim olmalıdır, kim olacak?” sorusuna kuvvetli bir cevap üretmiş olması. O da, muhâlefet seçmeninin birlikte davranarak bu seçimi kazanma inadının, pek çok siyâsî aktörün hesaplarından daha kuvvetli olduğunu bize gösterdi. Hattâ sâdece aktörlerden kuvvetli değil, iddia edilen, çeşitli tezleri gerekçelendirmek için ortaya konulan verilerin ya da birtakım sosyolojik siyasal analizlerin de, aslında ne kadar zayıf argümanlara dayalı olduğunu, değişmez sosyolojiler üzerine kurulu siyâsî tasarımların tamâmen muhayyel biçimde kullandığı hassâsiyetler, eğilimler, riskler takımının aslında çok da isâbetli olmayabileceğini bize net biçimde gösterdi. Bu bakımdan bayağı kabartılmış, ciddi biçimde rahatsızlık üretmeye başlamış olan, “Galiba bu seçimi kazanamayacağız” hissiyâtının, çok ciddî olan bir krizin sonrasında, birdenbire şaşırtıcı biçimde yatışmış olması, aslında zâten öyle bir dinamiğin biraz üretilmiş endîşelerden, biraz kışkırtılmış ve köpürtülmüş kaygılardan beslendiğini bize gösterdi.

Şimdi neler izleyeceğiz? Önce, yakın zamanda sosyal medyada sanki büyük bir kalabalıkmış gibi etki yaratan “Kılıçdaroğlu aday olursa beni sandıkta göremezsiniz” paylaşımlarının birdenbire sosyal medyadan hızla çekildiğini göreceğiz, hattâ gördük. Sonra, anketler değişmeye başlayacak; çünkü buradaki olay, arkasında büyük bir komplo olduğu için değil, arkasında bu rakamlarla oynandığı için değil –bunlar da yapılmış olabilir, ama bunlar için değil–; bu hâdise, büyük ölçüde anketlerin ölçtüğü ya da sosyal medyaya yansıyanların biraz üretilmiş bir kanaat olduğunu, hakîkatle bağının biraz zayıf olduğunu gösteren bir şey. Çünkü anketlerden okuduğumuz ya da sosyal medyadan gördüğümüz şey; biraz önce Ayşe’nin söylediği, “Bu tartışmayı niye yaşadık?” dediği tartışmanın aynadaki yansımasıydı. “Acaba bugün niye oldu?” diye sorulan tartışmanın kendisi, bir kanaat bulutu yaratmıştı ve herkes onun üzerinden veriler temin etmeye ya da onun üzerinden siyâset tanzimine çalışıyordu.

İkinci önemli şey şu: Artık bu ortadan kalktı. Sürekli birilerinin gıyâbında, bâzen birtakım sosyolojiler, bâzen bâzı politik aktörler için, kerâmeti kendinden menkul birtakım kesin kalıplarla konuşmanın ve o kesin doğrular üzerinden siyâset kurmanın çok isâbetli olmadığını, hem bu türbülansa giren siyâsîler ibretle öğrendiler, hem galiba bu tezleri kurmaya çalışan akıl erbâbı da gördü. Ama şimdi ne göreceğiz, ne yaşayacağız? Bu tartışmanın kendi arkasında olan problemlerin hepsinin, şimdi kampanyanın niteliği konusunda tâzelenmesini yaşayacağız. Yani bu “kazanacak aday”tartışması üzerinden yapılan ayrışmaların tamâmını, “kazanacak kampanya” meselesinde tekrar göreceğiz. Dolayısıyla… bu “kazanacak aday”tartışmasına bir parantez açayım: “Kazanacak aday”tartışmasının negatif bir kampanya olması, Kılıçdaroğlu’nu yıprattığı için değildi; kendi kazanamayacağı ihtimâlini baştan kabul ettiği için mantıksal zâfiyeti olan bir negatif kampanyaydı. Dolayısıyla şimdi, tekrar neyin kazanamayacağını anlatan kampanya önceliklerinin aynı zarârı verme ihtimâli var.

Bence tartışmalar asıl olarak burada yoğunlaşacak. Bunu defâlarca konuştuk, “Adını Koyalım”ın en çok konuştuğu temalardan biriydi. Bütün bu yaşadığımız tartışmanın özü, aslında seçime dâir bir tartışma değil, seçimden sonraya dâir bir mücâdelenin parçasıydı. Bütün o kazanacak aday/kazanmayacak aday tartışmalarında, sanki seçime ilişkin taktik-teknik bir mesele konuşuluyormuş gibi yapılan şey, aslında, “Erdoğan sonrası nasıl tanzim edilecek? Oradaki siyâsî ağırlıklar ve iktidar paylaşımı nasıl olacak? Bu kesinlikle sağda olacak da, bu sağın hangi tarafı belirleyici ağırlığı temin edecek? Bunun taşıyıcı aktörleri kim olacak?” konusuydu. Aslında bütün meselenin özü buydu ve bu tartışmayla bugüne geldi. Fakat bu tartışmada ileri sürülen argümanların pek çoğu, artık bugün çok açık bir krizle, geçerliliğini kaybetmiş durumda. 

Ayşe biraz önce daha önce yapılan iki hatâyı, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Muharrem İnce hatâsını söyledi. Aslında her iki hâdise de bir tür “kazanacak aday” formülüydü, ama daha primitif örnekleriydi. Birincisi, “Biz kazanamayız, birini bulalım”; ikincisi de “Bizim içimizden kazanacak bu olabilir” fikrinin sonuçlarıydı. İkisinde de, kazanacak olana bindirilmiş ve onu kazandıracak olanın zayıflığını baştan kabul eden tutumlar olduğu için de sonuçsuz kaldı. Bir kere bunu not etmem gerekiyor. Dolayısıyla şimdi yaşadığımız bu krizin arkasındaki bütün argümanları, kampanya tartışmalarında da hatırlayarak ilerlemenin pek çok insan için aydınlatıcı olabileceğini düşünüyorum. Çünkü şu anda da ben çok peşin şeyler görüyorum: Birtakım verileri alıp, o verilerin oluşma gerekçesini, o süreçteki herhangi bir değişkeni ele alarak, bütününü açıklama tutumu önümüze geliyor. Yani şöyle bir değişim var: Orada içinden bir şeyi alıyorsunuz, bu “19 mûcizesi” gibi. Zâten seçersiniz ve o denk gelir. Bu her şeyi açıklıyor olur. Meselâ şimdi şöyle şeyler görüyorum ortalıkta: “Bu hesaplaşma işi çok fenâ bir şey. Gençler hiç böyle bir şey istemiyor” verileri dolaşıyor. Bu pozitif kampanya hikâyeleri, hesaplaşmanın yanlış olduğu fikirleri, tıpkı bu aday tartışmalarında yaşadığımız sürecin bir benzeri. Dolayısıyla ben, bunları konuşmaya biraz daha devam edeceğimiz kanaatindeyim. Ama sonuçta, daha önce yine pek çok kez söylediğim gibi, aslında seçmen kalabalığının, çoğu zaman siyâsî aktörlerin, hattâ bâzı analistlerin epey önünde olduğunu bir kez daha müşâhede ettik. Bu benim için şaşırtıcı bir veri değil. Ama bunu galiba herkes ibretle izledi ve gördü. Soruna cevap olarak söyleyecek olursam, pek çok nedenle daha çok pozitif şey var. Kısa sürede bunun anketlere yansıyacağını düşünüyorum. 

Bunun karşısında, elbette ki iktidârın provokatif hamleleri de artacak. Çok acayip şeyler yaşayabiliriz. Bu sürecin içinde, kenarında, etrâfında, önünde, arkasında zâten iktidârın gölgesini hep gördük. Şimdi daha fazla şey görme ihtimâlimiz var. Ama bence bu yaşanan kriz ve ortaya çıkan biraz daha açık resim sâyesinde, bu hamlelerin yapabilirlik kabiliyeti çok zayıfladı. Böyle bir pozitif tarafı da var. Yani sorumuzun cevâbındaki “Evet”leri artıran unsur olarak söylüyorum. Meselâ, yine senin sorduğun soruya dönüp, Akşener’in “Kılıçdaroğlu gider, HDP ile görüşür” demesinden çok kısa bir süre önce, yine bir İYİ Parti sözcüsünün söylediği, “Bu masadan kimse gidip görüşemez” sözünü hatırlamamız lâzım. Oradan buraya nasıl geldiğimizi biraz hatırlamamız lâzım. Dolayısıyla bu da bir pozitif gelişme olarak duruyor.

Bu çerçevede, bence bu krizin öncesindeki kazanabilirlik ihtimâli daha büyümüş durumda. Eğer bu oluşan krizde ortaya çıkan tabloyu doğru okuyan ve bunun aslında bir siyâsî okumanın ya da en azından yanlış okumadan vazgeçmenin zemini olabilmesiyle çok ilişkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü birtakım hakîkatler var, asla değişmeyecek birtakım sosyolojiler var ve siyâset, bunların arasında imkânlar üretmenin teknik faaliyeti; böyle bir zanaatkârlık işi. Kimi sanat diyor, kimi başka bir şeydiyor. Halbuki değil işte… Bu, o değişmez dediğiniz bir sosyolojinin var olmadığını, toplumların değişme, yenilenme ve kendini değiştirme kabiliyetine sâhip bir yapı olduğunu anlamakla ilgili bir siyâset farkı.  Dolayısıyla bu adaylık tartışmalarının bize bu konuyu bir daha düşünme fırsatı verdiği kanaatindeyim. Teşekkür ederim. Bu kadar; çok uzattım.

Edgar Şar: Estağfurullah. Çok teşekkürler Kemal Abi. Ruşen Abi, şunu soracağım: Şöyle bir durum da olabilirdi: Bu kriz olmazdı, yine de Kılıçdaroğlu’nun adaylığında Meral Akşener kriz çıkmadan da buna uyabilirdi; ama biraz istemeden, kerhen, mecbur kalmış gibi bir durum olabilirdi. Şu an ise daha farklı bir durum oldu. Bu kriz, bâzı sorunların çözülmesi açısından “hayırlı” mı oldu? Yoksa kriz çözülmüş olsa da birtakım zararlar kalacak mı? Ne düşünüyorsun?

Ruşen Çakır: İlk başta, krizin yaşandığı sırada yaptığım yorumlarda, toparlanma olsa ve sorun çözülse bile cuma gününden daha geride kalınacağını düşündüğümü belirtmiştim. Ama sonra, bunun pek doğru olmadığını, “zarârın neresinden dönülse kârdır” olayının ötesinde, muhâlefetin zarardan fazla kâr çıkartmış olma ihtimâlinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Yani cumadan geride değil, cumadan daha ileride bir noktada görüyorum. Bunu şundan görüyorum: Cuma günü o olay yaşanmasaydı, Meral Akşener ve İYİ Parti, bir şekilde Kılıçdaroğlu’nu istemeye istemeye benimsemiş olsaydı, biz önümüzdeki süreçte, hep İYİ Parti’den Kılıçdaroğlu’na verilen kerhen desteğin ne gibi sorunlara yol açabileceğini konuşuyor olacaktık. Aday açıklanmadan önce İYİ Parti’den yapılan, “Sokak Mansur Yavaş diyor” gibi açıklamalar vardı ya? Buna benzer açıklamaları büyük ihtimalle seçim kampanyası süresince İYİ Partililer’den görme ihtimâlimiz vardı ve tabanı için söyleyemem ama, İYİ Parti kadrolarından çok ciddî fireler olabilirdi.

Kemal Can: Ruşen, sadece İYİ Parti’den duymazdık. Olmayan bir tabanın olmayabilecek reaksiyonunu, bir sürü insandan duyuyor olabilirdik.

Ruşen Çakır: Şimdi, Meral Akşener o kadar büyük bir çıkış yaptı ki, oradaki bütün îtirazların hepsini tüketti. Kemal’in de söylediği gibi, “Ben artık oy vermem” diyenleri pek göremiyoruz. “Aslında Mansur Yavaş daha iyi olur” diyenler de, şimdi orada bir şekilde bir formülle Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu da monte edilmiş olduğu için, onlar da en azından, “Artık bu formül var. Bunu söylemenin de bir anlamı kalmadı” diyorlar. Biliyorsunuz, dün Meclis’teydim. HDP ve CHP grubunu izledim. CHP’ye çok yoğun bir ilgi vardı. Sonra Kılıçdaroğlu ve diğer gazetecilerle birlikte bir sohbet etme imkânımız da oldu. Orada şöyle bir hususu gördüm: “Artık bu iş olmuş” duygusu bayağı yeşeriyor. Hattâ şöyle söyleyeyim: CHP grubunu izlerken Abdulkadir Selvi’yle ayakta yan yanaydık. Dün Abdulkadir, “Masada kazandığını sandıkta kaybederse ne olacak?” diye yazmış. Ben ona “Galiba kazanıyor” dedim, bana “Belli olmaz” diye cevap vermişti. Açıkçası ben Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını düşünüyorum. Çok sayıda ve değişik kademelerdeki CHP’liler en çok, “Tamam, aday oldu, kazanır mı?” sorusunu sordular. Kazanmaması için artık hiçbir neden kalmadı. İçerideki pürüzlerin hepsi bir şekilde Meral Akşener’in o kamikaze çıkışının ardından yok oldu. O çıkışı yapmasaydı, tartışmalı bir şekilde, “Tamam, siz beşiniz öyle diyorsunuz, eyvallah. Ama ben bunu asla sindiremiyorum” gibi bir yaklaşım olsaydı, bu sızsaydı –ki sızardı–, Kılıçdaroğlu çok daha fazla sorun yaşardı. 

Şimdi önemli olan husus, kampanyanın nasıl olacağı. Burada çok büyük bir eşitsizlik var. O eşitsizlik de muhâlefetin lehine bir eşitsizlik. Bir yanda Erdoğan var. Yanına koyabileceği kişiler en fazla Devlet Bahçeli ve Mustafa Destici. Diğer yanda Kılıçdaroğlu var, Meral Akşener var, Ali Babacan, Davutoğlu, Temel Karamollaoğlu, Gültekin Uysal var. Artı, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş ve büyük bir ihtimalle seçimden sonra oluşacak olan kabinenin birtakım isimleri olacak. Kılıçdaroğlu muhtemelen kampanyada dış politika, ekonomi gibi konularda sorumluluk verilmesi düşünülen kişileri de kullanacak. Yani bir yerde bir kolektiflik olacak, bir yerde yine tek adam olacak ve bunun da çok ciddî ve açık bir şekilde Kılıçdaroğlu lehine işleyeceği kanısındayım. Zâten pazartesi günü yaşananlardan sonra iktidârın düştüğü şok hâlini hepimiz gördük. Burada şunu iyice anladık: Erdoğan’ın söyleyebileceği çok fazla bir şey yok. Yapabileceği tek şey muhâlefeti parçalamak olur. Cuma günü bu yaşandı, pazartesi günü bu telâfî edildi.

Erdoğan muhâlefeti nasıl parçalar? Bu vazo, kırılıp tâmir edildikten sonra çok daha güçlü oldu. Bir daha İYİ Parti’den yeni bir parçalanma olacağını düşünmüyorum. Diğer partilerden bir şey çıkacağını da sanmıyorum. Ama iktidar, 6 partinin içinde de uzanabileceği kişileri, bu birlikteliği ve bu kolektif havayı bozmak için kullanmak isteyecektir. Şimdiden sözüm ona kulis haberleriyle, pişmiş aşa su katmaya çalışan birtakım CHP görünümlü isimler var. Kalkıp İYİ Partililer’i rahatsız edecek şeyler söylüyorlar. Bir diğer husus, tabiî 6 parti dışındaki diğer partilerin ne olacağı. HDP konusundaki mesaj artık iyice netleşiyor. Belli ki HDP ve onun birlikte hareket ettiği partiler de olacak. Artık ilk turda mı olur, ikinci turda mı olur bilmiyorum. İlk turda olma ihtimâli çok güçlü. Mithat Sancar açıkça bunu telaffuz da etti, “İlk turda bu işi bitirelim” dedi. İktidar, HDP’nin vereceği desteği aleyhine kullanmak isteyecek. Bunun işe yarayacağını sanmıyorum. Yerel seçimlerde yaramadı, bunu gördük. 

Bir diğer husus da, diğer açıkta kalan partilerin ne yapacağı. Erdoğan onlar üzerinden bir şeyler yapmaya çalışabilir. Şimdi bir Muharrem İnce muhabbetidir gidiyor. Aday olmasın deniyor. Bence aday olsun. Bir kere o imzâları toplayabilecek mi bilmiyorum. Aday olsun. Herhalde tam anlamıyla siyâsî hayâtının sonunu îlân etmiş olur. Yani Muharrem İnce’yi Kılıçdaroğlu’na desteğe iknâ etmek gibi çabalara ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. İktidârın Muharrem İnce, Zafer Partisi ya da Yeniden Refah Partisi üzerinden seçimi kazanmaya çalışacağını düşünmüyorum. Meselâ HÜDAPAR’ı yanına alacağını biliyoruz. Açıkçası bunlarla seçimi kazanabileceğini sanmıyorum. Çünkü HDP’yi ve sol partileri de katarsak karşısında çok güçlü bir muhâlefet bloku ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu’nun artık çok büyük hatâlar yapmaması hâlinde bu kolektifliği yansıtabilirse, meselâ birtakım önemli mitinglerde yanında Meral Akşener başta olmak üzere diğer liderler de olursa, HDP seçmeninin gönlünü alacak birtakım şeyleri rahatlıkla yapabilirse, seçim kazanılabilir. Herhalde önce HDP ile görüşecek. Selahattin Demirtaş’ın vereceği mesajlar, bir de tabii ki kabinenin işâretleri ve bu isimlerin belli bir ilgi yaratmasıyla berâber, şu hâliyle bakıldığı zaman, hem moral üstünlük Kılıçdaroğlu’nda hem de anladığım kadarıyla aritmetik üstünlük de Kılıçdaroğlu’nun. Yakın zamâna kadar yapılan kamuoyu araştırmalarını biliyoruz. Üzerine deprem yaşandı ve üzerine bu birliktelik oldu. Artık bütün o ”Aday belli olmadı” üzerinden yapılan îtirazlar da bitti. Şimdi ne olacak? Anketlerde “Erdoğan mı, Kılıçdaroğlu mu?” sorusu sorulacak. Daha önceki anketlerin hepsinde “Erdoğan mı, Akşener mi? Erdoğan mı, İmamoğlu mu? Erdoğan mı, Mansur Yavaş mı? Erdoğan mı, Kılıçdaroğlu mu?” diye soruluyordu ve Kılıçdaroğlu’nun oyu diğerlerine göre düşük gözüküyordu. Şimdi tek olduğu halde yapılacak olan anketlerde de işin değişeceği kanısındayım. Hani hep, “Muhâlefetin kaybetmesi mûcize olur, o mûcizeyi yaratmak için ellerindengeleni yapıyorlar”diyordum ya? Cuma günü bunu yaptılar. Cuma günü îtibâriyle bayağı bir kayıp noktasına geldiler. Sâdece Kılıçdaroğlu’nun değil, Akşener’in ve diğerlerinin de kaybettiği bir olaydı. Şimdi hepsinin kazandığı bir yere geldiler. Bundan sonra isteseler de o mûcizeyi kolay kolay yapamazlar gibi geliyor bana.

Edgar Şar: Ruşen Abi “kolektifliği yansıtmak” ifâdesini kullandı. İkinci turda da, “Bu kampanya neye benzemeli, neye dikkat etmeli?” konusunu açmak istiyordum. Birkaç şey söyleyip hemen Ayşe’ye sözü vereceğim. Şöyle bir şey dikkatimi çekti: Kılıçdaroğlu’nun adaylığının açıklandığı gün, CHP Genel Merkezi’nde belediye başkanlarıyla berâber el kaldırdılar ve orada Kılıçdaroğlu’nun kullandığı, “Biz berâber bir yola çıkıyoruz” ifâdesi var. Hem liderler hem belediye başkanları Cumhurbaşkanı yardımcısı olacak diye söyleniyor. Nasıl olacağı bence çok önemli değil, o sonraki mesele. Ama burada bence belediye başkanlarıyla Kılıçdaroğlu berâber bir kampanya yürütecek. Yani CHP’nin kampanyasını bu üç kişi yürütecek. Tabiî ki Kılıçdaroğlu önde olacak, ama böyle planlanıyor. Hattâ benim iddiam, bu bir kulis bilgisi değil ama benim anladığım, Akşener dönmeseydi de böyle olacaktı. Bence akıllarında bu vardı.

Ruşen Çakır: Edgar, bir araya girebilir miyim? Bir şey söyleyeceğim. Meselâ şimdiden konuşulan şöyle şeyler var: Ekrem İmamoğlu’nun Karadeniz ve Güneydoğu’da, Mansur Yavaş’ın İç Anadolu ve Doğu Anadolu’da olacağı gibi birtakım coğrafya paylaşımları da söyleniyor. Hattâ yanlarında Kılıçdaroğlu olmadan da belediye başkanlarının tek başlarına Cumhurbaşkanlığı kampanyasını yapabileceği söyleniyor. Hem Kılıçdaroğlu’nun yanında hem de İmamoğlu’nun yaptığı Türkiye turlarına benzer kampanya çalışmaları da yapacakları söyleniyor.

Edgar Şar: Evet. Tam da onu kastediyorum. Bunu onaylayan bir şeyi dün Akşener de söyledi. “Üçü berâber bir koşuya çıkıyorlar” dedi. Altılı Masa parti liderleri aynı zamanda kendi partileri için oy isteyecekler. Tabiî ki Kılıçdaroğlu’nu da destekliyorlar ve belki onlar da kampanyalarında zaman zaman Kemal Bey’e katılır ya da kendi yapacakları mitinglerde onun ismini zikrederler, ama aslında diğer partiler kendi partileri için ve ayrıca Kemal Bey’e oy isteyecekler. Ama CHP’nin asıl kampanyasını ve Cumhurbaşkanlığı kampanyasını bu üç kişi yönetecek gibi geliyor bana. Bu da aslında CHP’nin oyunu artırabilecek. Daha doğrusu, bâzılarının partileri zaten çok nettir, ama net olmayanlar açısından, bütün bu oluşturulan seçeneğe oy verecek seçmenlerde CHP’nin oyunu artırabilecek bir gelişme gibi geliyor bana. Bunun çok önemi var. Oluşacak Meclis’te kimin ne kadar milletvekilinin olacağı önemli; ama CHP’nin oyunun diğer partilerin de sandalye sayısını etkileyeceğini biliyoruz. Çünkü belli bir ortak listeyle gidilecek. İYİ Parti o ortak listede ne kadar, nasıl bir rol oynayacak? Bence o da önemli. Dün Meral Akşener bununla ilgili, “Bâzı yerlerde berâber girilir, bâzı yerlerde ayrı ayrı. Stratejik olarak bakacağız” dedi. “Ben ortak listelerin dışında olacağım, kimseye kontenjan vermem” de demedi. Dolayısıyla kampanyada dikkat edilecek noktalardan bir tânesi bu. Ama bu kolektifliği yansıtma açısından sanki böyle bir önemli strateji izlenecek gibi duruyor. 

Ayşe, sence kampanyada ne yapılmalı, ne yapılmamalı? Hangisi muhâlefet açısından faydalı olur? 

Ayşe Çavdar: O kolektiflikten önce başka bir kolektiflikten başlayacağım. Kılıçdaroğlu’nun adaylığına ilişkin başlıca eleştirilerimden biri şuydu: O kadar çok “ben, ben, ben” diyor ki ve hikâye o kadar çok onun hikâyesi ki, biz bir türlü o mevzûnun içerisine giremiyoruz. Yani bütün bu yarışta bizim yerimiz neresi? O bizim için bir şey yapan birisi, ama biz neredeyiz orada? Bence bu krizden aldıkları ders şu: Hem Saadet Partisi önünde başkan adaylığı îlân edildikten sonra yaptığı konuşmada, hem de dün CHP grup toplantısında yaptığı konuşmada, sanki orada bir tür müdâhale olmuş gibiydi; mevzûnun kendisi değil toplum olması gerektiğini kavramış gibiydi. Bizim mevzûmuz, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, şu yaşında, bu kadar yıldır iktidar olamamış CHP’yi, bu fırsattan yararlanarak iktidâra taşıması olmamalı. Bence en önemli meselelerden biri bu. Çünkü bunu yaparsa, bir taşla iki kuş vurmuş olacak. Bir tânesi, toplumu özne kılacak. Çünkü bunu diyemediği durumda, “Berâber yapacağız” diyecek. Son iki konuşmasında yaptığı şeyler aşağı yukarı buydu. İkinci konuşmasında daha az yaptı, bunu da söyleyeyim. “Birlikte kazanacağız. Ve ben bunu kendi adıma kazanmıyorum. Bu yarışa kendi adıma girmediğim gibi, kendi adıma bir zafer de elde etmeyeceğim. Toplumun bu kadar otoriter ve totaliter bir idâreye, bu yolla otoriterleşerek ve totaliterleşerek, bizi soyan, kurumlarımızı altüst eden, bizi birbirimize düşürmekten başka hikâyesi olmayan bu habis iktidâra karşı, bizim birlikte elde edeceğimiz bir zaferdir” demeli. Bunu krizden dolayı da söylüyorum. 

Az önce de söyledim. Halk Altılı Masa’ya sâhip çıktığı için kriz çözüldü. Halk, ortaklığı bozmakta olan Meral Akşener’e ve İYİP’e tepki gösterdiği için, CHP ve diğer partilere “Hadi bir yolunu bulun” dediği için çözüldü. Tamam, diplomasi önemliydi; ama mesele, halkın Altılı Masa’ya sâhip çıkmasıydı — ki bu da galiba Altılı Masa’nın yanlış bir fikir olduğunu söyleyenlerin iddialarını yanlışlayan bir durum ortaya çıkardı. Dolayısıyla çok iyi bir ders aldık buradan. Bu, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin tek başına elde edebileceği bir zafer değil. Eğer böyle olursa, bütün sürece ve onun vaatlerine yabancılaşabilecek geniş kitleler, geniş kesimler olabilir. Onları da, yalnızca söz ve söylemle değil, aynı zamanda kampanya süreçlerine de dâhil eden bir yol yordam uydurmak zorundalar. Az vakit kaldı, ama imkânsız bir şey değil. CHP bunu yapmaya alan açarsa, o zaman Altılı Masa ve Altılı Masa dışındaki ortaklarıyla, yoldaşlarıyla daha rahat kurabilir ilişkisini ve onlar da kendilerine yer bulmuş olurlar. 

Benim, Yol Haritası’ndaki 12 maddede bulduğum en önemli sorun, meselenin çok fazla CHP’ye yıkılmış olması ve o dönemin sorunlarını da daha az CHP’ye çıkartılabilecek faturayı bir miktar değiştirebilecek bir şeye dönüşebilir bu kampanya süreci. Aynı zamanda üçüncü bir kuştan daha bahsetmiş oldum. Tamam, CHP oy oranı yüksek olduğu için, Altılı Masa’nın kurucusu olduğu için, şu olduğu için bu olduğu için daha ön planda görünüyor ve sanki daha çok güç kazanmış gibi görünüyor. Ama aynı zamanda, geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek meseleler, tıpkı krizin ilk yarısında İYİP’in, Meral Akşener’in şu mevzûda sorumluluğu Kılıçdaroğlu’na ve onun tavrına atmaya çalıştığı gibi, faturanın CHP’ye çıkartılacağı bir şey olacak ve bu fatura da haklı bir fatura olmayacak. Hani “CHP çok düzgün bir partidir, mâsumdur, bu kadar da olmaz” filan demeyeceğim; ama mevzû öyle bir mevzû değil ve ondan sonraki süreç için endîşelenmeye başlayacağım. Çünkü gene bir kez daha sağın, işleri batırıp, kendisi dışındaki –CHP’ye ‘sol’ dememek için ‘kendisi dışındaki’ diyorum– bir mecrâya ortalığı temizletip, sonra da “Yaşasın ben birinci parti oldum. O zaman tek başıma iktidârım” dediği bir durumdan bahsetmeye başlayacağız — ki bunun uzun vâdede pek de iyi bir denklem olacağı söylenemez. 

Hülâsa: Sâdece seçimi kazanmak kazanmamak meselesi değil; aynı zamanda, geçiş sürecinde yalnızca gücü değil sorumluluğu da paylaşabilmek için, CHP’nin, Kılıçdaroğlu’nun “Ben” dilinden biraz uzaklaşması gerekiyor. CHP’nin çok becerikli olduğu söylenemez. CHP o kadar klasik bir parti ki, propaganda malzemesi söylemi, posteri, sloganı üretmekte çok başarılı değil. Belki bunları da ortaklaştırabilirler.

Son bir şey daha söyleyeceğim — ama bunu daha uzun uzun konuşacağız galiba: Bu birlikte görünme, yani Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nun göreceği işlevler meselesi. Bu, Türkiye için yepyeni bir seçim ve belki de son kez böyle bir seçim yapacağız. Dolayısıyla, iletişim süreci kalıcı modeller oluşturma çabasıyla yapılmamalı. Bunun, bir krize, bir âciliyete, bir olağanüstü duruma toplumun verdiği siyâsal bir tepki olduğu üzerinden yürünmeli. Bu nedenle de o birlikte görünmeler gerçekten önemli. Sâdece kürsülerden birlikte konuşma, birlikte fotoğraf verme, zoraki yan yana durulan fotoğraflardan ve yalnızca liderlerin verdikleri fotoğraflardan da bahsetmiyorum. Onların değeri o kadar azımsanamaz, ama eğer sâhadan insanlar görmüyorlarsa, mutlak bir değere de sâhip değiller. Dolayısıyla sâhayı dolaşacak olan ekipler tek başlarına, “Ben CHP’nin temsilcisi olarak geldim, ben DEVA’nın –ya da– Gelecek Partisi’nin temsilcisi olarak geldim. Aynı yere çalışıyoruz ama ayrı ayrı geldik” şeklinde de olmamalı. Bir şekilde ortaklaştırılmalı. 

Sabah Altan Sancar’ı dinledim Mirgün Cabas’a verdiği söyleşide. Miting yapmayacaklarmış, öyle bir eğilim varmış. Bu çok hayırlı bir şey. Muharrem İnce sürecinde mitinglerin işe ne kadar yarayıp yaramadığını gördük. Bence pek de iyi olmadı. İnsanların gazı alındı orada ve geriye pek de bir şey kalmadı. Dolayısıyla bu toplaşmaların yaratıcı hâle getirilmesi, kapsayıcı olması, mümkünse sâdece liderlerin birlikte poz verdiği durumlar olmaktan çıkması, teşkilâtların da birlikte çalışmayı örgütleyebilmeleri gerekiyor. 

Önümüzde bir kriz konusu daha var; onu da atlatmamız lâzım: Listeleri nasıl oluşturacaklar meselesi. Ben de o sonucu çıkardım: Bu kriz çıkmadan önce İYİP sanki diğer partileri kendi listesinden göstermek istemiyordu. Şimdi orada da bir yumuşama olduğu anlaşılıyor. Zannediyorum ki onlar da Altılı Masa’nın kazandığı şu yeni enerjiden yararlanmak isteyeceklerdir. En azından, kriz esnâsında verdikleri kayıpları bu şekilde telâfî edebilirler. Ama o listelerin nasıl oluşturulduğu, zannediyorum ki özellikle yerelde, propaganda süreçlerinin fiiîi olarak nasıl işletileceğiyle ilgili olsa gerek. Ben iletişimciyim, aynı zamanda gazeteciyim. Gazeteci olmanın ötesinde, siyâsî iletişimde çalışmış birisi olarak yıllardır söylüyorum bunu: Şu posterlerin, bangır bangır müziklerin kimsenin fikrini değiştirdiğine tanık olamadım şimdiye kadar. O, biraz partilerin kendilerini tatmin meselesi. Hiç de işe yaramıyor, hattâ çoğu zaman rahatsızlık yaratıyor. Daha doğrudan yöntemler bulmaları lâzım. 

Hazır, deprem sonrasında sivil toplum şu kadar ön plandayken, sivil toplumu, toplumsal aktörleri daha fazla işin içerisine kattıkları, kendilerini vekil ya da vasî diye değil kefil diye gösterdikleri süreçler üretmeleri lâzım. Sivil toplumun da, parti olarak değil, sivil toplum olarak, özellikle yerel sivil toplum olarak, “Biz buradayız. Çünkü…” diyebilecekleri durumlar örgütlemeleri lâzım. Böyle şeyler var. Meselâ İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni pek anmıyoruz, ama orası da önemli. Tamam, Ege, sanki naturası gereği doğal CHP’liymiş gibi görünüyor; ama İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ürettiği ve önümüzdeki günlerde yapılacak olan bir İzmir İktisat Kongresi var örneğin. Onun öncesinde, kadınlarla, gençlerle, çeşitli esnaflarla yapılmış bir tür kongre, 100. Yıl kongreleri serisi var. Bu türden fırsatlar yaratılabilir. Bu tür fırsatlarla yeniden bir kuruluş, birlikte kurma heyecânı seçime yansıtabilir. 

Ben başından beri söylüyorum, CHP”nin böyle bir şeyi niye tercih etmediğini bilmiyorum. Yani bu o kadar saçma ki. Ülkenin 100. Yıldönümü’ndesin, sen kurucu parti olduğun iddiasındasın. Arada “helâlleşme” de demişsin. Şimdi, hatâlarını bertaraf ederek, “Yeniden kuralım bu cumhuriyeti. İşte ortaklarımız” diyebilirsin. Ama hiçbir şekilde demiyorsun. Bu bana çok enteresan geliyor. Böyle bir söylem de, o katılımı, hem ittifak içindeki hem ittifak dışındaki partilerin hem de sivil toplumun katılımını kolaylaştıracak bir şey olacaktır. Galiba bu konuda konuştukça açılmaya başladım, artık durayım, uzatmayayım. Çok teşekkür ederim.

Edgar Şar: Biz teşekkür ederiz. Şimdi Kemal Abi’ye söz vereceğim. Tabiî kampanyayla ilgili soru bâkî, ama bununla bağlantılı olarak bir şey soracağım: Akşener dün, Yavaş ile İmamoğlu’nu kastederek, “Bu iki arkadaş benden daha popüler” dedi. Yani başkalarından da daha popüler olabileceğini orada söylemiş oldu, ama “Benden daha popülerler” dedi. Daha sonra, birleştirmek için, bu iki başkanın Kılıçdaroğlu ile birlikte Cumhurbaşkanlığı kampanyasında berâber koşacaklarını söyledi. Ben ilk soruyu sorarken, özellikle kazanılırsa, bunun CHP açısından avantajına dikkat çektim. Ama bu zor bir süreç olacak ve siyâseten sağ kalmak, belki de daha az işin içinde olmakla da bir bağlantısı olabilir. Ne kadar az işin içindeysen, o kadar az sorumlu tutulursun, o kadar çok sağ kalma ihtimâlin olabilir. Böyle olmayabilir de; ama İYİ Parti açısından böyle bir ihtimal kuruluyor olabilir mi? Ya da Akşener’in kafasında böyle bir şey var mı? Bunun da kampanyayla ilişkisi ne? Tabiî bir de öyle bir durum var. Bunu da sormuş olayım.

Kemal Can: Aslında belki şöyle bir şeyin kalıntısı var: Kendi parti çevresinden ve belki biraz dışarıdan da Akşener üzerinde oluşan tazyikte, “Muhâlefetin Bahçeli’si olmak” gibi bir motivasyon vardı. İktidârın Bahçeli’sinin en önemli vasfı nedir? İktidârın temel çizgilerini, hassâsiyetini, ilişki örgüsünü, temas sınırlarını belirlemek, bunun bir tür etiketlerini oluşturmak. Aslında zâten bu iktidârın en önemli özelliği hiç sorumlusunun olmaması ya? O sorumluluğa da hiç katılmamak. Yani sorumsuz olarak yüksek yetkiye sâhip olmak. Bu arayış, bu restleşme işinin ve bunun önündeki motivasyonlardan biriydi. Biraz önce de söylediğim gibi bu tartışmada, bu krizde yaşanan argümanların bir kısmının, kampanyaya, kampanya sonrasına ve yeni dönemin paylaşım ilişkilerine yansıması kaçınılmaz. Çünkü böyle bir krizi yaratan arka plan, tamâmen berhava olmadı. Yani oradaki pek çok aktörün beklentileri, hesapları birdenbire ortadan kalkmadı. Sâdece, kullandıkları argümanların bir kısmı ellerinden gitti, bir kısmının tezleri güçlendi, bâzılarınınki zayıfladı. Ama bu, ne niyet anlamında ne yaklaşım anlamında, tamâmen başka bir aydınlanma yaşadıkları anlamına gelmez. Dolayısıyla bu tortular var ve bu tortuların işâreti sayılabilir. Yani senin yaptığın yorum olabilir diye cevap verebileceğim bir yorum.

Bir de, biraz önce Ayşe muhâlefet seçmeninin Altılı Masa’nın arkasında durduğunu ya da onu destekler tutum aldığını söyledi. Ben 8 Mart’la ilgili Ayşe’ye îtiraz etmek istemem, ama sâdece bir ek yapmak isterim. Galiba temel motivasyon Altılı Masa’ya destek değil de, bence bu iktidârın değişmesi isteğiyle ya da onun bağlayıcılığına kararlılıkla daha çok ilişkili.

Ayşe Çavdar: Çok haklısın. Çok haklısın, buna hiç îtiraz etmem. Bence “Altılı Masa yan yana gelsin” değil de “Mâdem seçimi böyle kazanacaksınız, hadi devam edin” denmesi.

Kemal Can: Bence muhâlefet seçmeninin motivasyonu konusundaki okumada, maksatlı olarak bir yanlışlık sürekli tekrarlandı. Bu, “O seçimi kim kazandı?” tartışmasını açarak yerel seçim zaferini târif ederken de yapıldı. Aslında o seçimi kazanan şey, seçmenin değişim talebi. Yani negatif motivasyonu, bu iktidârın gitmesi, bu iktidârın değiştirilmesi muhâlefet seçmeni açısından en güçlü ortak payda. Dolayısıyla bununla ilişki kurarak yapılacak bir tercihin ve buna bindirilecek bir kampanyanın bence önemli bir tarafı var. Yani şu doğru: Gelecek olanın kendini anlatabilmesi, güven vermesi ve seçmenin gelecek olana iknâ olması önemli. Ama bu, motivasyonu görmezden gelerek, önemsizleştirilerek asla yapılmamalı. Burada bir ifrat-tefrit problemi, yapılan bu kampanya sürecinde de önümüze gelecek. Ama adaylık tartışmalarında en çok kullanılan bir yanlış okumaya dayanıyor. 

Bu Kılıçdaroğlu meselesiyle de ilgili bir küçük not söylemek istiyorum. “Ben söylemiştim’’ diye hatırlatmak sevimsiz, ama şöyle bir şey söyleyeceğim: “İktidar aday olarak kimi ister?” diye bir program yaptığımızı hatırlıyorum. Çünkü bir ara, “İktidar, en kolay seçenek diye, kolay yeneceği seçenek olarak Kılıçdaroğlu’nu istiyor” cümlesi, kazanacak aday kampanyası ile paralel bir argüman olarak kullanıldı. “İktidar da zâten Kılıçdaroğlu’nu istiyor” denildi. O zaman da şunu söylemiştim: “İstiyor mu istemiyor mu çok emin değilim. Ama karşısına çıkıp onu yenen aktör olarak görmek istemediğinden eminim”. Yani Erdoğan için en sert yenilgi, Kılıçdaroğlu karşısında alacağı yenilgi olur. Bu, sâdece mezhepsel veya etnik kimliğiyle ilgili değil; duruşuyla da ilgili bir şey. O kişisel karizmayla, bireysel performansla, yumruğunu vurarak çok kuvvetli bir görüntü veren aktör olmanın popülaritesiyle kazanılmış bir sonuç olmasıyla, yani siyâseti teknik bir meseleye dönüştüren bütün argümanları üzerinde taşımasıyla ilgili. Meselâ İmamoğlu Erdoğan’ı yendiğinde kimse şaşırmayacak. Erdoğan da rahatsız olmayacak. Ama Kılıçdaroğlu onu yendiğinde, Erdoğan başka bir yenilgiye daha uğrayacak ve Erdoğan’ın yenilmezliği üzerine kurulmuş ve Türkiye’den ibâret olmayan, bütün dünyada esen bir başka siyâset algısının da yenilgisiyle ilgili olacak. Bu, önemli bir taraf. Dolayısıyla şimdi Ayşe’nin o “ben” rezervine katılmakla birlikte, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’la kontrastının altını kalınca çizen bir şeyin çok da zararlı olmadığı kanaatindeyim. Yine Ayşe’ye katılarak söyleyeyim, o “ben” fikrinin hangi “biz”le buluştuğunu, özneyi nasıl tanımladığını ve onun içerisine kendisini bir özne olarak nasıl yerleştirdiğini biraz daha kuran bir içerik, kampanyanın dinamiği açısından bence önemli bir katkısı sağlayacak. 

Şimdi gelelim daha teknik tarafına: Muhâlefet blokunda yer alan partilerin teşkilât motivasyonu açısından baktığımızda, yine bence teknik olarak problemli görülen ve yine çok da ne olduğunu tanımadıkları bir tabana birtakım gömlekler biçerek oluşturulan bazı tezler vardı. Efendim, seçmenin bir kısmı gidermiş kendi partisine oy verirmiş, ama başkana oy vermezmiş ya da sandığa gitmezmiş gibi… Bu olabilir. Bu, küçük bir yüzdede her seçenekte önümüze gelebilir. Ama bunun belirleyici bir faktör olmayacağını şuradan biliyoruz: Kendi partilerini bu iktidârın değişmesi motivasyonunun önemli bir imkânı olarak gören, aktif ve önünde kazanılabilir bir seçim olduğuna iknâ olmuş seçmenin gidip kendi partisinden milletvekili seçtirmek için motive edilmesi, bütün teşkilâtların asıl olarak adayı beğenip beğenmemesi değil kendi siyâsî varlıklarıyla ilgili bir mesele. “Kardeşim, siyâset böyle bir şeydir. Siyâset birtakım çıkar meselesidir”. Çıkar meselesiyse bütün teşkilâtların bütün rahatsızlıklarının yanı sıra, aynı zamanda kendi siyâsî varlıklarını devam ettirmekle ilgili yüksek bir motivasyonla davranması, hattâ bu adaylık meselesi ikincilleştiği ve artık çözüldüğü için –keşke çok daha önce çözülseydi–, şimdi birtakım pürüzler çıksa bile, partilerin asıl motivasyonunun ve aslında bu seçim zaferinin hakîkaten yeni bir şey yaratabilmesi için de, asıl olarak alanda kendi oy oranlarını ve çıkartabilecekleri milletvekilleri sayısını maksimize edecek bir motivasyonla davranması gerekecek. Bence bunun cumhurbaşkanı adayı üzerinden iktidar paylaşımından çıkıp, oradaki kavgadan ayrılıp, oluşacak yeni parlamentodaki siyasal ağırlıklara kaymış olması, kampanyanın sıhhati açısından da, siyâsetin gerekleri açısından da daha isâbetli olacak diye düşünüyorum. 

Edgar Şar: Teşekkürler Kemal Abi. Evet Ruşen Abi, sana dönmüş olayım. Son olarak bu kampanya konusunda bu kolektifliğin yansıması, bu uyum… Çok fazla aktör var, hepsi Cumhurbaşkanı yardımcısı olacak. Eğer üzerine bununla ilgili özel bir şey yapılmazsa, böyle çok kaotik bir görüntü de verilebilir ve Erdoğan da tabiî kendi kampanyasında bunun üzerine oynayacak. “Bizim Fuat Oktay’ın yaptığını orada 8 kişi yapmaya çalışacak” lâfları şimdiden başladı. Yani kısacası soru şu: Erdoğan’ın kampanyasıyla berâber, paralel düşündüğümüz zaman, muhâlefet nasıl bir kampanya yürütmeli? Soruyu böyle sormuş olayım.

Ruşen Çakır: Bir kere Erdoğan’ı muhâtap almadan, önlerine bakarak, doğrudan toplumun tüm kesimlerine seslenerek yürütülecek olan sâkin bir kampanya ile; bir de ekibini iyi göstererek, iyi pazarlayarak, birtakım câzip sloganlar bularak yürütmeli. Şu anda biliyorum, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanında profesyonel bir ekip çalışıyor. Bir de şunu düşünelim: Her parti, aynı zamanda kendi milletvekili seçimleri için kampanya yapacak. Onlar ayrıca olacak. Her parti lideri milletvekili seçimi için de çalışacak. Bayağı bir enerji söz konusu. Zâten HDP, Anayasa Mahkemesi ne karar alırsa alsın, çok dinamik bir hareket. Onlar da bir şekilde Kılıçdaroğlu kampanyasına pozitif anlamda katkıda bulunursa, bunun çok zor olacağını düşünmüyorum. 

Ama geçmişte bunun kötü örnekleri var. Meselâ “Ekmek için Ekmeleddin” gibi saçma bir slogan var. Buna denk gelecek sloganlar üretilirse ya da Muharrem İnce’nin “Bay Recep” muhabbetleri yapılırsa, kazandığı bir seçimi riske atar. Erdoğan’ı muhâtap almadan, önüne bakarak, profesyonel isimlerle çalışarak yaptığı takdirde, bahsettiği o Halil İbrahim Sofrası’nın bereketini aktarabildiği ölçüde câzip olacak ve birçok insan, Kılıçdaroğlu’na olmasa bile, o olayın kendisine oy verebilir. Kılıçdaroğlu’nun şahsında kolektif bir olaya, dolayısıyla burada gerçekten tek adama karşı çoğul bir yönetime oy verebilir. Bunu hayâta geçirebilmesi lâzım. Ayşe de bahsetti, Kılıçdaroğlu’nun bir ara söylediği “Ben” gibi ifâdeleri daha fazla sürdürmemesi ve “Biz”e dönmesi çok hayırlı olur. Çünkü HDP’yi de bir şekilde dâhil edersek, “Biz” derken kastettiği çok güçlü bir ittifak var. Tam da “Biz”in konuşulacağı bir yer. Erdoğan “Ben” diye konuşacak. Bir 5 yıl daha isteyecek. Zâten insanlar Erdoğan’ı biliyorlar. Anlatabileceği çok fazla bir şey yok. En fazla yapabileceği, bu süreçte muhâlefetin yoluna engeller çıkartmak olabilir. Onlara karşı tedbirli olmaları, içeriden Erdoğan’ın ya da iktidârın kışkırtmalarına kapılmayı engelleyici birtakım tedbirler almaları hâlinde, sâkin bir şekilde demokrasi vaat ederek, depremin yaralarını sarmayı vaat ederek, ekonomide tekrar ayağa kalkmayı vaat ederek, ama bunu yaparken de kimlerle nasıl yapacağını da anlatarak yaparsa, bence çok zorlanmayacaktır. 

Yaşanılan bu büyük fırtınanın ardından, şimdi önlerine bakıyorlar ve herhalde harıl harıl bunları çalışıyor olmaları lâzım. Şu hâliyle baktığımda açıkçası çok büyük bir sorun gözükmüyor. “Cumhurbaşkanlığı yardımcıları şöyle dağıtılacak, böyle dağıtılacak” gibi hususların, seçmenin çok ilgilendiği hususlar olacağını sanmıyorum. “7 tane Cumhurbaşkanı yardımcısı ne yapacak, ne edecek? Burada zaaf oluşacak” gibi sözler, iktidârın şu anda yaşadığı şoku atlatma yolundaki birtakım girişimleri. Eğer böyle bir karşı kampanya inşâ etmeye çalışırlarsa, hiçbir başarı şansları olacağını sanmıyorum. Çünkü orada bahsettikleri, Ali Babacan, Davutoğlu gibi isimler, iktidar tabanının da zâten yakından tanıdığı isimler. 

Bir diğer husus, adaylık açıklamasının Saadet Partisi Genel Merkezi’nin önünde olması. Saadet Partisi’ni kullanmaya çalıştılar. Ayşe, özellikle sen fark etmişsindir diye düşünüyorum. Saadet Partisi’nin önünde, “Türkiye laiktir, laik kalacak”sloganı atılıyor. Kılıçdaroğlu’nun en büyük avantajı bu. Temel Karamollaoğlu gibi bir ismin de yanında olması, aynı zamanda Meral Akşener’in olması, aynı zamanda Selahattin Demirtaş’ın olması, bütün bunların birlikte olması. Kılıçdaroğlu, dünkü grup toplantısında Demirtaş dışında diğerlerinin hepsine övgüler sıraladı, biliyorsunuz. Bunların hepsini bir artı olarak görüp artı olarak kullandığı takdirde, kendi aralarındaki itişme, kakışma ve birtakım iktidar pazarlıklarını –ki bunlar olacak, olduğunu da biliyoruz– çok da fazla kamuoyuna yansıtmayıp, bir sorun olarak görülmesine izin vermeyip yaptıkları takdirde, kampanyada çok zorlanacaklarını sanmıyorum. Tabiî bir diğer husus seçim güvenliği meselesi. O apayrı bir nokta. O konuda da bütün partiler HDP’yi de bir şekilde katarak, güçlerine birleştirip herhalde ellerinden geleni yapacaklardır diye düşünüyorum.

Edgar Şar: Evet, peki. Çok teşekkürler. 

Ruşen Çakır: Kapatmadan, “Adını Koyalım” izleyicilerine bir şey söyleyeyim. Depremde arkadaşlarımızla bayağı bir çalıştık. Şimdi seçim hazırlıkları başlıyor. Artık adaylar da belli oldu. Medyascope olarak tüm Türkiye’yi dolaşmaya başlıyoruz. Bütün illere gideceğiz. Çok az bir vakit var, ama yapacağız. Bunun organizasyonunu yapıyoruz. Bugünden itibâren arkadaşlarımız çalışmaya başlıyor. İzleyicilerimize bunu duyuralım ve izleyicilerimizin Medyascope’a seçim döneminde katkılarını daha da artırmalarını ricâ edelim.

Edgar Şar: Evet, bunu da iletmiş olalım. Kemal Can, Ayşe Çavdar, Ruşen Çakır çok teşekkürler. Bizi izleyen bütün izleyicilere de çok teşekkürler. Herkese iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.