Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Elif Gökçe Aras yazdı: Eyy Cemaati Müslimin, AKP’den razı mısınız?

Dikkat dikkat!!.. Bu yazının asıl hedef kitlesi AKP’li dindarlar ve AKP’ye oy vermese dahi sırf dindar göründükleri için yedikleri herzelere sesini çıkarmayanlar. Dindarları kötü bir şekilde temsil ettikleri için her fırsatta eleştirenleri tenzih ederim elbette.

Birkaç ay önce “Memleketin Mahalleri” başlıklı yazımın sonunda vadettiğim üzere seçimden bir ay önce, tıpkı “şahsım”ın şehitlerin tabutuna dirseğini dayayıp konuştuğu gibi ben de AKP’nin tabutuna dirseğimi dayayıp AKP için helallik alacağım demiştim. Önce günahlarını bir sayalım, ona göre helal edip etmeyeceğinize karar verirsiniz..

“Şahsım” öncesi dindarlar hakkında bir önyargı vardı. Bunun da temel sebebi Osmanlı’nın son dönemlerinde şahit olunan çürümüşlük ve sırasıyla Milli Nizam, Milli Selamet, Refah Partisi ile Milli Görüş retoriği üzerinden bazı siyasal İslamcılar’ın, bazı cemaatlerin şeriat düzeni istemeleriydi. Kimi açıkça Atatürk’e hakaret ediyor, kimi saltanat özlemini dile getiriyordu. Kimi yeni alfabe ile sonradan kabul ettikleri dinlerinin Arap harflerini terk etmenin ne kadar yanlış olduğundan dem vuruyordu, kimi kamusal alanda dinlerinin gerektirdiği gibi giyinememekten. Onların bu tavırları karşısında 600 yıllık saltanatı ve din baskısını zar zor yenen laiklik yanlısı, Kemalist ya da ulusalcı kimseler “Eyvah şeriat gelecek” endişesi ile normalden daha alerjik tepkiler gösteriyor, dindar kesimi iyice baskılamaya, dahası zorla kendi düşünce yapılarına göre şekillendirmeye çalışıyorlardı.

Sinema filmlerinde evdeki hizmetçi haricinde kimse başörtülü değildi, onlar da ya cahil ya da aile baskısı altında örtünmüş oluyordu. Sanat dünyasında temsil edilmiyorlardı. Medyada yer bulamıyorlardı, yer aldıklarında sözleri kesiliyordu. Halkın dindar kesimi sürekli doğrudan veya dolaylı mesajlarla dönüştürülmeye çalışılıyordu. 28 Şubat sonrası ortaya çıkan “ikna odaları” bunların en görünür örneğiydi. Zaten giderek değişen dünyada dinini anlatmakta zorlanacağını sezen dindarlar için hem yeni çağ bir tehditti, hem de onları dönüşüme zorlayan baskı ortamı.

Bu sebeple cemaat liderleri müritlerini sürekli uyarıyordu: “Dünya nimetlerine aldanmayın, televizyonları evinizden atın, radyoysa bizim radyolarımızı dinleyin”. Daha eğitimli cemaatler “Hanımlarımız için başörtülü doktorlar lazım” vs. diyordu. Devletin görmek istemediği bu yapılar; evlerde, camilerde ya da dernek adı altında faaliyet gösteriyordu. 28 Şubat’ın ardından dernekler de evler de sıkı sıkıya takip edilir olmuştu. Mesela annemler dini sohbet ve cemaatlerinin virtlerinden hatme yapacakları zaman, ilk defa gidenler karıştırmasın diye gidilecek evin işareti olarak çamaşır ipine seccade asarlardı. Evde sessizce kendi cemaat mensupları ile zikir yaparlardı. Elbette herkes “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker – İyiliği emretmek ve insanları kötülükten menetmek” zorunda olduğu için çevresinden dine yaklaşmaya meyilli kişileri yavaş yavaş cemaatlerine ısındırmaya çalışırdı. Bu çalışma uzun süreli ve sabır gerektiren bir iş. Dindarlar kamusal alan haricinde camilerde, derneklerde ve evlerinde diledikleri gibi dinlerini yaşayabiliyorlardı. Hatta bu gizemli yapı bazı kişileri daha çok cezbediyor, cemaate girmek için onları daha çok heveslendiriyordu.

Tüm bu baskı ortamında devletin saltanat koltuğundan indirilmiş, halifelik otoritesi elinden alınmış bu kitle, İslam âlemine liderlik ettiğini düşündüğü o eski güçlü günlerin özlemi ile yanıyordu. Onları hor, hakir gören parmaklardan nefret ediyorlardı. Birçok alanda aşağılanıyorlar, sokakta küçümseyen bakışlara maruz kalıyorlar, kamuda dışlanıyorlar ve haliyle onlar da toplumun geri kalanını düşman belleyerek kendi içlerine kapanıyorlar.

Ancak 99 depremi sonrası yıkılan devletin üzerine çıkan “şahsım”, dindarlardan ve güvenecek kimsesi kalmayan merkez sağ seçmenden kendisine bir şans vermelerini istiyor, bunun için de herkese itidalli davranacağı konusunda garanti veriyordu. Yani laik kesimin alerjisini kaşımayacak, sadece işine bakacaktı. Zamanla taşlar yerine oturdukça dindarlar için de alan açılacaktı elbette. “şahsım”ın söylemlerinden sabırlı olmaları gerektiğini anlıyordu dindar kesim. Bu sebeple başörtüsü problemine hemen el atmadı ama protokolde başörtüsünün ezilmesine de izin verdirmedi. Böylece yavaş yavaş dindarlara alan açmaya başladı. Bu sebeple tüm cemaatler aslında rahatsız olsa da FETÖ ile yakın ilişki kurmasına ses çıkarmadılar. Çünkü devlet içerisindeki Kemalistler’in, ulusalcıların, laiklik yanlılarının, solcuların temizlenmesi için devlet içinde kadrolaşma tecrübesi ve sağlam bir portföyü olan FETÖ’ye mecburlardı.

“Şahsım”, 28 Şubat sonrası dikkatle takip edilen dernekleri görmezden gelmeye başlıyor, cemaatlerle fotoğraf veriyordu. Herkes müsterih olsun, zamanı gelince bütün sorunları bir bir çözülecek. “Şahsım”ın kendileri ile olduğu gibi yerli-yabancı tüm kesimlerle el sıkışması onları rahatsız etmiyor, bilakis destekçisi artacağı için memnun oluyorlardı. Bir kesimin “Bakın Yahudilerle el sıkışıyor” demesi onlar için gurur kaynağıydı, onlar o fotoğrafı “Bizim için Yahudiler ile bile el sıkışıyor” olarak okuyorlardı. Çünkü bu iyi ilişkiler onların toplumda normal ve makbul kabul edilmelerine sebep olacaktı, üstelik “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” düsturu için olmazsa olmazdır önce kabul görmek. 

Görünür olmaları için onlara daha çok cami lazımdı, “şahsım” bunu yaptı. Yıllarca televizyonlarda aşağılanmışlardı, “şahsım” hem de TRT’de onlar için içerikler yayınlamaya başladı. Onu diğer özel kanallar takip etti ve işte sonunda dindarlar marjinal olmaktan çıkıp, normal kabul edilmeye başlıyorlardı. Ancak bir sorun var, din televizyonlarda anlatıldıkça, bilinirliği arttıkça “şahsım” ve dindarlar için istediği kadar kutsal olsun, bu çağda karşılığı olmayan hükümler alay konusu olmaya başladı. Tarikat liderleri müritlerden topladıkları paralarla açtıkları kendi kanallarında dinin “inceliklerini” anlattıkça insanlar “Din buysa ben dindar değilim” demeye başladı. Yani evlerde birbirlerinin dilinden anladıkları halkadan çıktıkça daha sorunlu görünmeye başladılar. Yavaş yavaş işledikleri için ikna edebildikleri insanların yerine meseleyi birden bire ve kitabın tam ortasından öğrenen insanlar türemişti ve onlar dinden hoşlanmıyorlardı. O zamana kadar dini tam olarak bilmediği için dindar geçinenler dahi “Din bu muymuş ya hu?” demeye başlıyorlardı.

Eskiden dindar gibi giyinmek için sadece tesettür mağazalarından alışveriş yapmak gerekirdi. “Şahsım”dan sonra tesettür modacıları türedi. Popüler giyim markaları tesettürlülere uygun ürünler üretmeye başladı. Örneğin eskiden uzun kollu iç göstermeyen gömlek bulamazdık, şimdi vardı. Uzun kollu tişört yoktu, şimdi vardı. Renkleri, çeşitleri, çoğaldıkça, tesettür moda ürününe dönüştükçe, kadınların da tercihleri değişiyordu. Pardösü giyme eğilimleri düşüyordu, başörtülüler kafelere gitmeye başladıkça sigara tüketimleri artıyordu. Arkadaşları için “Bir kereden bir şey olmaz” diye alkol servisi yapılan mekânlara gittikçe dinen yasak olan bu durum da normalleşiyordu. Dindarlar sosyalleştikçe yeni ilişkiler kuruluyor, her evde ebeveynlerle eski çağ-yeni çağ kavgaları veriliyordu.

“Şahsım” her alanda dindarlara alan açmış oluyordu ama bunun karşılığında da artık iyice ayyuka çıkan yolsuzluklar ve kaynağı belirsiz zenginlik için hoşgörü talep ediyordu. Dindarların çoğu kendilerinin de yeni yeni tatmaya başladığı bu zenginlik ve devlet imkânları sayesinde edindikleri imtiyazdan ötürü onunla gönül ve akıl bağı kuruyor, onu anlayabiliyorlardı. 

Ancak gel gelelim dinlerince mundar olan domuzu kinlerinin imgesi yapıp “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyenler, şimdi domuzluğa bile isteye razı olmuşlardı. Eskiden onurlu bir mücadele olan hak ve hürriyet talepleri yerini azgınlığa, arsızlığa, pişkinliğe, kibre bırakıyordu. Haliyle her kim kuşanırsa kuşansın itici bulunacak bu hasletler onları da itici göstermeye başlamıştı. Tıpkı Aziz Nesin fıkra ve hikâyelerinde betimlenen sapık hoca, hırsız dindar tüccar olmaya başlamışlardı. Hani öyle değillerdi, yıllarca bunu anlatmaya çalışmışlardı. Ama şimdi bir kısmı tastamam Aziz Nesin fıkrasındaki karakterler olup çıkmışlardı. 

Durun bir dakika, şimdi sıra bundaydı işte, bunca zenginliği ve iktidarı elde ettikten sonra başta iddia ettikleri kişiler olduklarını anlatırlarsa sorun çözülürdü. Onu da “şahsım” üstelendi, çaldıkları minarelere her Allah’ın günü yepyeni kılıflar dikiyordu. Ne maharetli bir terziydi, helal olsun! Onlara ve muhaliflere dindarların ve muhafazakârların aslında kim olduklarını bildiriyordu sürekli saltanat koltuğundan. Ancak bu anlatı ile davranışları arasındaki uyumsuzluk daha da karikatürize olmalarına sebep oldu. Olmadıklarını iddia ettikleri kişiler olmaları alay konusu olmaya başladı. Kendilerini aşağılamakta onları aşağılayanlardan daha mahir oldular.

Birkaç çeşit dindar profili var, hepsi AKP’li değil elbette. Toplumla uyumlu yaşayan ve mütedeyyin bir kesim var. Bu kişiler ince zevklere sahip, eğitimli, Türk-İslam sanatlarına vakıf, bilgili, görgülü, saygın ve mütevazı insanlar. Ancak bu kesim çok çok küçük bir zümre.

Onların haricinde marjinal dini söylemlerle “şahsım” tarafından kol kanat gerilen ve devletin malıyla, Hazine arazilerine kurduğu vakıflarla din bezirganlığı yapan şarlatanlar var. Bu kesim de çok kalabalık değil ancak sesleri en çok çıkan kesim. 

Dini yaşam tarzına sahip, AKP’nin nimetlerinden sonuna kadar faydalanan, İslamcılar’ın iktidarına halel gelmesin, bu iktidar giderse bir daha kimse onların yüzüne bakmaz diye AKP’nin bütün günahlarına göz yuman ikiyüzlü bir kitle var. En kalabalık ve dindar olmadığı halde AKP’nin kaymağını yiyen seküler faydacı tayfa ile en iyi geçinen kitle de bu kitle.

Bir de dini görüntüden geriye sadece başörtüsü veya sakalı kalmış seküler yaşam tarzlı insanlar var. Bu kişiler namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, sadece turistik bir gezi olarak umreye gidiyor, özetle dinin hiçbir vecibesini yerine getirmiyor, alıştığı için, ailesinde herkes öyle olduğu için yahut henüz dindar olmadığını ilan etme şansı olmadığı için dindar gibi görünenler. İçlerinde alkol alan mı istersiniz, kadınlarla-erkeklerle yatan mı istersiniz, aslında tamamen seküler yaşıyor ama görüntü dindar. Ancak bu kişiler yine de ailelerinin onlara anlattıkları sonucunda kendisi yaşamasa bile toplum için dinin faydalı ve mutlaka korunması gereken bir yapı olduğunu, bu yüzden “şahsım” hükümetinin önemli olduğunu düşünebiliyorlar. Aynı şekilde bu kesimin haricinde ne dinle ne dini yaşam tarzıyla hiçbir ilgisi olmayıp dine laf ettirmeyen milliyetçi-muhafazakârlar da var. Bütün bu grupların toplamı Türkiye’nin yüzde 50’si dindar-muhafazakârmış görüntüsü veriyor.

Ancak benim çevremde gözlemlediğim, nesil değiştikçe din ile bağ zayıflıyor. Çünkü dinin argümanları bugünün dünyasında kolaylıkla çürütülebiliyor. Çürütülmese bile bu çağda yaşanması, sürdürülebilirliği çok zor. Üstelik popüler kültürle mücadele etmek için çok yetersiz. Dindarlar bu devirde halen var olabilmek için dini güncellemeye kalksalar, zındık olacaklar. Dini güncellemeseler bu sefer çağdışı kalacak ve kısa bir süre sonra neredeyse yok olacak ya da yeniden marjinalleşecekler. Çünkü çoğunlukla dünyanın geri kalanındaki yaşam tarzlarını ve refahı görüp tanıyan biri ister istemez dini sorgular ve kısa bir araştırmanın ardından dindar kalamaz. O yüzden çareyi baskıyı arttırmakta buluyorlar, bütün dünyada böyle bu.

Şimdi, dindar AKP’lilere iki çift lafım var.

AKP iktidarında, eskiden “Beyt-ül Mal” dedikleri halka ait devlet mallarını yok paraya sattılar. Kendi işini yapacağı zaman devletin mumunu söndüren Hz. Ömer’i anlatıp, devletin parasıyla lüks makam araçları alıp, saraylar yaptırıp, beş maaşa birden konup, halkın parasıyla halka caka sattılar. Kul hakkı deyip sınavla adil bir şekilde yerleştirmeleri gereken devlet kadrolarını kendi yandaşlarına özel kıldılar. Halkın para bağışlarını kendi vakıflarına aktardılar, bağışlanan kurban etlerini kendi otellerinde kullandılar. Halkın kanını dahi parayla satıp “el-emin” denilerek müşriklerin parasını, canını emanet ettiği peygambere ihanet ettiler. Bunca günahı örtmek için dev camiler yaptırıp gösterişli açılışlar yaptılar da halk camilerden ayağını çekti. Halk kaçtıkça ihtiyaç olmadığı halde daha büyük camileri daha çok gösterişle yaptılar, dev inançsızlık heykelleri yarattılar. 

Bütün bu herzeler yenirken asla bitmeyeceğini zannettiğiniz iktidarınız artık bittiğinde acı bir gerçekle yüzleşmeye başladınız. Bütün bu rezaletler olurken “Aman, yiyen günahkâr olsa da bizdendir” diyerek sustunuz, onlarca değil, binlerce günaha sırf işleyen sizden diye göz yumdunuz. Sizler temiz misiniz? Hayır, zulme susan dilsiz şeytandır, siz de günahkârsınız.

Kara kara düşünüyorsunuz şimdi, ortak olduğumuz, görmezden gelemeyeceğimiz kadar burnumuzun dibine kadar gelen bu pisliğin içinden sıyrılıp yeniden toplumun içine nasıl karışacağız? Yeniden nasıl hoş görüleceğiz? Bu yüzden terk edemiyorsunuz onu. Onunla birlikte siz de hırsızlardan, yolsuzlardan anılacaksınız diye. Ama bu günahları örtülerinize, sakallarınıza işleyen oydu, neden arkasında kale gibi durdunuz? Çocuklarınız iğrendi bu görüntüden ve beni de öyle bilmesinler diye başını açtı, sakalını kesti, muhtemelen sizden uzak olabilmek için elinden geleni yapıyor. Yani sadece muhalif seçmene değil, itibarlarını lekelediğiniz samimi mütedeyyinlere de çok borçlusunuz.

O, kendi köşenizde samimiyetle yaşadığınız dininizi aldı elinizden, yerine riyakârlığı koydu. Ramazan’da teravihte hınca hınç doldurduğunuz küçük camilerinizi aldı, yerine bomboş dev camileri koydu. Esnafı aldı, AVM’leri koydu. Ev sohbetlerinizi aldı, devlet arazisinde kapısının mühürlenmesinden korktuğunuz dev yurtları, vakıfları, dernekleri koydu. Bayramda aile ziyaretlerinizi aldı, bayram tatillerini koydu. Baba yadigârı bahçeli evlerinizi aldı, apartmanlar koydu, üç kuruşunuz bin lira oldu ama afiyetle yemek nasip olmadı. Devlet ihalelerini aranızda paylaştırdı, karşılığında onurunuzu, haysiyetinizi aldı. Sizi de kendine benzetti, kızınızı, oğlunuzu aldı. “Şam’da namaz kılacağız” dedi, evlatlarınızın canını aldı. Müteahhitlerin önünü açtı, sizin de canınızı aldı. Bütün kaynakları tüketti, yeniden kendinizi anlatabileceğiniz bütün imkânları elinizden aldı ve sizin de itibarınızla birlikte yıkılıp gidiyor. 

Elbette topluma yeniden karışacaksınız, ama mahcup, ama suçlu. İşte şimdi yeniden hoşgörüye muhtaç olacaksınız ama böyle olmasını siz istediniz. O, dininizin ve ahlaki temellerinizin üzerinde tepinirken onu görmezden geldiniz. Sizi ne yapmalı şimdi, nasıl davranmalı? Size öfkeyle bakan, AKP’li olmayı hakaret sayanlarla nasıl yeniden uzlaşmalı? Buna bir cevabım var ama başka bir yazıda. Bu arada sizler de günahlarınıza tövbe etmeye bu seçimlerde başlayabilirsiniz. Böylece “Bu kadarını ben de tahmin etmiyordum, bakın bu seçimde nihayet gönderdik” diyerek müzakere masasına oturabilirsiniz. 

Şimdi, önce şu AKP’nin cenazesini bir kaldıralım, gerisini hallederiz.

Eyyy Cemaat-i Müslim’in. AKP’den razı mısınız? Razı mısınız? Razı mısınız?

e-mail: elifgokcearas@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.