Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Müge İplikçi yazdı: Asansör

Cuma hutbesinde, “Hayatta eşitlendiğimiz bazı zamanlar vardır. Doğmak ya da ölmekten değil, örneğin asansörde olmaktan, hatta kalmaktan bahsediyorum” dedi hoca. 

Cemaat öğle namazını kılmış, dışarıdaki cenaze namazına geçmeyi bekliyordu.

Ancak hocanın sözleri bitecek gibi değildi.

“Asansör, “ dedi, “tıpkı yaşamlarımız gibidir”…

Dışarıda cenazesi olan gruptan bir kısmının da dikkatini çeken bu konuşma, “acaba bu lakırdının sonu nereye varacak?” sorusunu da beraberinde getirmişti.

Hatta cenazeye gelen bir kimya öğretmeni, olayın hocayla cemaat arasındaki bir vesveseden değil, hocayla, az sonra cenaze namazını kıldıracak olan imam arasında olduğunu anlamıştı. Yine de bu, not defterini çıkarıp elleri titreyerek kargacık burgacık yazısıyla “asansör hep önemliydi” notunu almasına engel değildi. 

Gerçekten asansör önemliydi. Hoca haklıydı. İmamla derdinin ne olduğu ise pek önemli değildi. Örneğin asansör mesafesi denilen “ortam” insanı vezir de ederdi rezil de. Kimya öğretmeninin başına gelen biraz daha farklıydı ancak bir ortam sorunu olduğu kesindi. Onca yıl öğretmenlik yap, kimyanın ne olduğunu insanlara anlat, sonrasında al sana… Kendi kimyan yok olsun!

Nasıl bir gündü o gün?

Elbette sıradan bir gün. Metrodan çıkmış, yeryüzünün ateşiyle karşılaşmış ve asıl caddeye, dik merdivenlerden çıkamayacağını anladığında cadde asansörüne binmeye karar vermişti. Asansörün düğmesine “aşağıya gel” direktifiyle bastığında asansör gelmemiş, “aşağıya gel diyorum sana” direktifi de vız gelip tırıs gitmişti. Yok;  asansör gelmiyordu!

Bu sırada arkasında iki üç insan sıralandı kimya öğretmeninin. Sorular her zamanki sorulardan: “Niye gelmiyor?”, “Bozuk mu?”, “İyice bastınız mı?” … “Yeter artık, susun!” edasıyla düğmeye bir kez daha bastığında kimya öğretmeni, arkasında biriken insanlar yedi sekiz kişiyi bulmuştu. Ve asansör hâlâ gelmiyordu! 

“Kuvvetli bassana kardeşim şuna!”…. Arkalardan kaslı bir oğlandı bu. Az sonra kilosunu zorlayacak bir halteri kaldıracakmış gibi oflayıp pufluyordu. “Hadi be amca!” Bu da göbek deliğine halka takmış gencecik bir kızın sesiydi. Kimya öğretmeni oldum olası gururlu bir adamdı. “Gerçekten çok ayıp ediyorsun!” diye bastı bu kez düğmeye. Şunu da ekleyerek: “Yavaş yavaş sabrım taşıyor Asansör Efendi, ona göre!”… Ancak asansör yine gelmedi.

Çok değil on dakika içerisinde caddeye ayarlı asansörün önündeki kuyruk, kendiliğinden oluşan bir topluluktan çıkıp, asansör bekleyenler cemaatine dönüşmeye başlamıştı bile. Kendi kurallarını kendi içinde üreten, kendi adamını kayıran, kendi içerisinde gruplara bölünen, bölündüğü grupları yeni gruplara bölen bir cemaat… Bu gidişle cemaatin bir tarikata dönüşeceğinden endişelenen kimya öğretmeni, hafifçe arkasına dönerek, teleskobuyla uzayda şimdiye karar keşfedilmemiş olan bir yıldızın tozlu kokusunu keşfetmiş bir dahi ahengiyle solumayı anlamlı bulmuş olmalıydı ki şu cümleyi kurdu: “Galiba bu asansör bozuk!”

Bu cümle, asansör önü cemaatini kendi içerisinde ciddi bir biçimde yaralayan bir cümleydi elbette.  On dakika boyunca bekledikleri, sabırlarını sınadıkları ve tahammül ettikleri (evet kesinlikle aranan fiil buydu) bu herifin umutlarına turp suyu sıkan bu cümlesi, yenilir yutulur cinsten bir cümle değildi.  Asansör bozuksa bozuktu. Ona ne oluyordu! O kimdi! Asansörün bozuk olması demek, sistemin iflası, işleyişin randımansızlığı, yaşamın sığlaşması ve bu sığlaşma karşısında hepsinin nefessiz kalması anlamına geliyordu. 

Asansör bozuktu ha! 

Asansör bozuksa her şey bozuktu demek ki. Bugün asansörün başına gelen yarın her şeyin başına gelebilirdi. Asansörün bozulmasının nedenleri arasında birçok şey sıralanabilirdi. Misal mi, al sana dış güçler. Hem bu koronayı da onlar yaratmamış mıydı?  Bak bu ekonomi var ya; asansörle çok yakın ilişkisi vardı. Gerçi kitaba el basarım ki noktasında ufak bir fikir ayrılığı baş göstermişti. Kimisi avronun kimisi doların yükselişine ve bir daha inişe geçmeyeceğine dair görüşlerini sıralıyor, zamanında neden bu ülkeden gitmeyip boğaz tokluğuna kendilerini asansör önüne mahkum ettiklerini detone sayılabilecek bir sesle mırıldanıyordu. Elbette vatan hainleri konusunda da fikir beyan edenler az değildi. Vatan hainleri, aslında bütün işleyişi bozanlardı. Gül gibi geçinip gidecek bir ülkeye neler yapmışlardı neler. Şimdi de yapıyorlardı zaten. Herkesin morali sıfırlanmış ve herkes “herkes” olduğuna bin pişman haldeydi.

Derken o oldu. “Bak bu asansörün bozulması var ya!” diye lafa atladı arkalardan bir adam. Kimya öğretmeni dahil cemaat dönüp ona baktı. Farklı birine benziyordu. Sanki bir sonraki cümlesinde her şey kendiliğinden kıvama girecek ve dünya yeniden asansörlü bir mekân haline gelecekti.

“Bak bu asansörün bozulması var ya, tamamen…”

Yok, bu adam gerçekten çözecekti.

“Tamamen…”

Tamamen ne? Hadi söyle be adam!

Acaba ekonomiyi de çözer miydi?

“Bak tekrar ediyorum ki…”

Acaba işsizlik sorunu rayına oturur muydu?

“Bak inan ki doğruyu söylüyorum…”

Ya asgari ücret? Ya bu adam yapardı ya…

“Yeminle…”

Hem de dininde imanındaydı bak. Yapardı bu adam, yapardı. Boy pos onda, ruh fikir ondaydı.

Cemaat kendinden geçmişcesine yalvardı: “Söyle söyle söyle… Sen bizim gerçek liderimiz, dindar kahramanımız, içimizden çıkmış bağrımızı tanıyan oğlan söyle… Söyle bize…”

“Bak vallahi de billahi de…”

Cemaat inliyordu.

“Söyleeee…”

“Diyeceğim o ki…”

“Söyle…”

Asansörün yukarısındaki caddede dünya minibüs ve otobüslerin gürültüsüne karışmış haldeyken bir ambulansın tiz sesi ortalığı bir anda bölüvermişti. Dolayısıyla aşağıdaki ekip de bir anlığına durup yukarıya baktı. O sırada içlerinden bir kısmı “lanet olsun merdivenlerden çıkacağım” diye karar değiştirdi. 

O zaman “dönekler…” diye bir ses yükseldi yaşlı bir adamdan. “İki dakikada sattınız bizi; satılmış dönekler…” Bu da grupta farklı bir dalgalanmaya yol açtı. Millet yolu, halkın yolu, inancın yolu gibi orada uydurulmuş deyimler ekibin arasında kabaca yuvarlanıp durdu. Bereket, yukarıdaki caddedeki ambulansın tiz sesi çabucak sustu da herkes eski rehavetine ve eski repliklerine dönüverdi…

“Söyleeee…”

Sonunda cemaatin beklediği asıl cümle, uhrevi liderin dudaklarından dökülüverdi:

“Bu asansörün bozulmasının tek nedeni, tek sorumlusu, tek şusu… İşte  şu öndekidir,” deyiverdi. “Şu eli sürekli düğmede olan zebanide!”

Sonrası mı? 

Ne vatan, ne millet, ne Sakarya… Olayın faili bulunmuştu ve son… Bu son, elbette kimya öğretmeni için acıklıydı. Dayağın cennetten çıkmış tılsımı kimya öğretmeninin o acıklı sonuyla birleştiğinde, yaklaşık 45 dakika sonra, başka bir ambulansın tiz sesi araya girecek demekti. Ki öyle oldu.

***

Elinde titreyip duran nota baktı kimya öğretmeni: “Asansör hep önemliydi”. 

Hocayla imamın çatışması bitmiş gibi görünüyordu. Cemaat yerini aldı. Kimya öğretmeni de onlarla birlikte saf tuttu. Sessizce bekledi. 

Her şey bozuktu. 

Ölüm hariç. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.