Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Müge İplikçi yazdı: 18 Mart

Akşamüstü. Irmak Sumru’ya baktı.

“112’yi aramalısın” dedi Sumru. Irmak başını salladı.

Kalabalık metroda birden yükseldi Ruhi Su’nun sesi. Çanakkale’nin geçilmezliği, eski ve yeni.

“İki dede gitmiş bizden” dedi Irmak. “Biri yirmi yaşında, öteki on yedi… Gidiş o gidiş”.

Sumru kocaman gri gözleriyle baktı Irmak’a. Sessizlik aralarına dal- dı.

“Savaş bu” dedi Irmak, beyaz mantosunun düğmelerini iliklerken.

Metro sallana sallana Yenikapı’da durduğunda gri kalabalığa karışıp gittiler.


O sabah yaya geçidinden geçerken şeytan dürttü işte. Üzerime kör talih gibi gelmekte olan otobüs ve minibüsü durdurma hevesine kapıldım. Bereket otobüs şoförü bu hevesimi anlamıştı; usul usul frene bastı. Ben de bu sayede onun önünden beyaz bir top gibi seki- verdim ama aynı rolü, minibüsün önünden sızmaya niyetliyken hayata geçiremedim! Çünkü minibüs şoförü de, o sırada, “kan! kan!!!” diye çırpınan azılı bir katil rolünü oynamak istiyordu.

Dünyanın bütün savaşları tüm iyi şiirleri yuttuğundan mı böyleydi, yoksa gerçekten minibüs şoförü bana kastı olan biri miydi, tam olarak anlamam mümkün olamadı. Neden derseniz, yaya geçidinin zebra çizgileri arasında yaşam ve ölüm denklemine sıkışıp tozutan zihnim bir yana, minibüs ve bedenim arasında hepi topu bir karış mesafe kalmıştı. Kısaca ezilmek üzereydim.

Hayatımda ilk defa bir minibüs kaportasının düzlüğünü bu kadar yakından seçiyordum. Buna karşın minibüs şoförü bana mısın demiyor, birazdan yutacağı kurbanına “son bakış” sahnesinde aynalı gözlüklerinin üzerinden saçılan nefretini gizleme gereğini (bile) duymuyordu. Gizleme gereği mi? Yaptığı hamleden gurur duyuyordu gurur…

O anla birlikte, kişisel tarihinin bütün savaşlarını kazanmış, kafasını attıran bütün sesleri bir anda bastırmış, kötü çocukluk, feci ergenlik, beter askerlik, rezil evlilik vb. epizotlarının da üstesinden gelmiş gibiydi. Hatta, baldıran içe içe geçtiği bütün bu azılı sınavlardan, nihayet kıytırık bir sertifika alacak haldeydi. Düşmanlık bile değil; kötülüğün verdiği primlerle bundan sonraki hayatında iyiden iyiye yan gelip yatma sevdasıydı bu. Sanırım nicedir, söz konusu “kara sevda hapishanesi”nde çırpınıp duruyordu. Her sabah birini öldürmek için aradığı bahaneler, bazen bahane olmaktan çıkıyor, hayatının asıl amacı haline gelebiliyordu. Gelmeliydi. Yoksa orada durabilecekken, bir hamle daha yapıp gaza basması, son anda kendini sola atan ve yaşamı yakalayan kurban görüntüsü için başka türlü açıklanabilir miydi?

Elbette o zaman düşünmedim 112’yi aramayı… Minibüsün iki tekeri arasında kalıp ölmemiştim. Şimdilik bu yeterliydi. Beyaz mantomun minibüsün hışmıyla tozlanıp duran haline de aldırış etmediğime göre 112 değil başka bir umudun peşindeydim. “Kendine gel be adam!” Ne gezer…
Bende öfke vardı, doğru. Minibüs şoförü ise öfkeden sarhoş olmuş gibiydi. Daha çok şöyle bir haldeydi: “Geber”. Hatta daha ötesi: “Hepiniz gebermelisiniz.” Hepiniz ruhundan kastı kimdi, biz hepi- mizsek o kimdi, o da bizse, o zaman, ne zamandan beri biz bize savaşmaya başlamış ve hepimiz hepimizi öldürür hale gelmiştik. Biz, bizsek, niye düşmandık ve biz bize niye sürekli olarak her gün ölüp durmaktaydık? Hepimiz gebereceksek bu yaşamın ne anlamı vardı?

İşte burada bir şey oldu bana. “Kes tıraşı Irmak” dedim kendi kendime. “Kes düşünmeyi.” Bir anlık gözümün kararması diyebileceğim bir şey. Minibüsün dış dikiz aynasına sarılırken bir trapezci kıvraklığıyla aracın içine atlamayı hayal ettiğimi de saklamayacağım.

Hayal detayları:

1-Trapezci içeri atlar ve içerideki yolculara bakar “kurtuldunuz bu manyaktan artık özgürsünüz” diye bağırır. Onu gören esir yolcular ise “bunca zamandır neredeydin be cancağazım, günlerdir, hatta haftalardır seni bekliyorduk” diye heyecanla solurlar. Trapezci onlara gülümser. Bu esnada sahne kararır.

2- Trapezci, trapezci olmaktan yorulmuştur. Daha çok sol trapez kası ağrımakta olan emekli bir resim öğretmenidir. Yine de akşam tuvalinin karşısına geçtiğinde, gündüz yaşadığı bu garip anı resmetmekle meşguldür. Mavi bir minibüs, iki genç erkeği, bir savaş meydanını aratmayacak biçimde çiğnemektedir. Biri yirmi, öteki on yedi yaşındadır. El ele tutuşmuş biçimde tuvalde can verirler. Zebra geçit kana doyar. Bu neyin savaşıdır böyle?

3- Trapezci minibüsü de dikiz aynasını da bırakır. Zaten işe geç kalmış bir eczacı kalfasıdır. Havanın kimyası mazot kokmaktadır. O esnada minibüsün hemen ardındaki arabaya koşar. Arabada iki genç kadın vardır. Dehşetle ona bakar ve gözlerini kaçırırlar. Eczacı kalfası genç kadınsa o sırada minibüsün plakasını almış ve ezberlemeye çalışmaktadır. “Görüyor musunuz?” der arabanın içerisindekilere. “Az kalsın beni öldürüyordu, plakasını aldınız mı?” İki genç kadın yine eczacı kalfasına bakarlar yan gözle. Onun mırıldanmaya çalıştığı plaka numarasını duymazdan gelir ve sabahın keşmekeşine dalarlar. Skoda’nın gidişi.

4- Dördüncü hayal; yoktur. Kadın çantasından not defterini çıkarır ve kalemiyle minibüsün plakasını zar zor yazmaya çalışır ama beceremez.

“Bırak hayali şimdi kızım.” Bu bendim elbette.

Dış dikiz aynasına asılmanın boş bir gayret olduğunu anladıktan sonra gazı sonuna kadar kökleyen minibüsün ardından bakakaldım. Minibüsün hemen arkasındaki aksayarak gitmeye çalışan araçlara el ettim. İçindeki insanlara sağır ve dilsizleştiğim bir an olduğu için durumu izah eder gibi tuhaf işaretler yapmaya çalıştım. Nafile. Ne onlar ne de işe koşan sabah tayfası benimle göz temasına girdi; umursamayarak ya da çekinerek yollarına devam ettiler. Askısı koluma düşmüş çantamdan köhne not defterimi çıkarıp plakayı yazarken sağ olduğuma mı sevineyim, sağır ve dilsiz kaldığıma mı üzüleyim, bilemedim. Kalabalık aktı, ben ortalarında kaldım. Bir sese ihtiyacım vardı. O sesle birlikte yeniden sözcükleri öğrenmeye, hatta konuşmaya.

O ses gelsin ve ben tekrar duyabileyim.
“Merak etme yalnız değilsin” bunlardan biri olabilirdi.
“Merak etme” bir diğeri.
Ya da sadece bir ses.
Tersim dönmüştü. Varım yoğum budur diyerek notumu aldım: 34 M 1658. Günlerden 18 Mart. Unutma, vazgeçme, diren, gerekirse savaş.
Yürümeye başladım. Yürürsem duyarım, duyarsam konuşurum diyerek.
Sonra…
Sonra bir elin “sesi” geldi.
“Ben hepsine tanığım” diyen.
Bütün hayal ve gerçeklerin koordinatı olabilecek bir sesti. Gerçekti. “Lütfen yazın ismimi… Kadın olduğunuz için iyice meydanı boş buluyor bunlar”.
Duyuyorum. Gerçek-ti.
Adı Yetkin’miş. Duydum. 

Gerçek.
Hayal değildi. 34 M 1658.

Vazgeçme, savaş. Unutma, diren. Yaşam, gerçek, diren. Yetkin.

Yetkin, günün o saatindeki çarpıcı teni ile sesime sesti, korkuma derman, içime düşen umudun gölgesi, gaipten haber verendi. Ele avuca sığmayan bir cesaretin kilit noktası. Çarşamba pazarına çekidüzen verilmiş bir pusula. Çığrından çıkmak üzere olanın molası. İki dışlanmış, o ve ben. İki “hepimiz”.

Hayır, 112’yi o zaman da aramadım. Sumru’dan ayrıldım. Yürüdüm, durdum, soluklandım, ağaçlara baktım. Bir video düştü telefonuma. Hatırladım. Kurgu da orada bitti zaten.


O gün Ali İsmail Korkmaz’ın doğum günüydü. Kulağımdaki Ruhi Su’nun sesi, geçilmeyecek olanın gücü, direnci ve inadıyla tuşlara bastım.

“Alo?112 mi?”

“Evet buyurun…”

“Bir şikayette bulunacağım” dedim. “Bugün beni çiğnemeye, çiğnemek ne kelime öldürmeye çalışan biri hakkında bir şikayet…”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.