Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Müge İplikçi yazdı: Para ve iman

Öyle zamanlarda alışverişe çıkardı Şenay. Bir şey bildiğinden değil. Üzerine kırk senelik mantosunu giyer; en son moda gibi tertemiz bedenine geçirdiği bu gri kabuğu, kendini korumak ve kem gözden sakınmak istercesine kuşanırdı.

Onunla aynı mağazada karşılaştığımızda çoktan ölümsüzlüğü keşfetmiş biriydim. Buna karşın dibine kadar mutsuz, dibine kadar para pula gömülmüş, gergin suratlı bir hatun ve dahası bu ülkenin yeni nüfusuna geçmiş bir estetik cerrahının ilk eşiydim. Bütün estetik cerrahı eş ve sevgililerinin ortak profiliydim. Ancak yine de, bolluk içerisinde ölürken, resmen yaşıyordum işte! Bir zamanlar bir hemşire olduğum bile söylenebilirdi. Ya şimdi? Bu son demlerini yaşayan garip mağazada, aldığım nafakanın binde biriyle bir şeyler satın almalıydım. Yükte hafif pahada ağır, ya da tam tersi olacak bir şeyler. Zira yaşadığım rezidansın içini kaplayacak bir “hayata” ihtiyacım vardı. Beni benden saklayacak, beni benden koruyacak, zırhlarla kaplayıp sesimin gıkını bile çıkaramadığı bir hayat! Varsın sahte olsun. Varsın suni olsun. Varsın hiç olmasın… Hayat, hayattır!

Tam da bu sırada tahta servis tabaklarını gördüm. Dev kadehler biçimindeki bu tahta servisliklerden ne kadar varsa almaya kararlıydım. 9-12-15… Ne kadar elime gelirse. Devri kapanmakta olan bu afili mağazada ne kadar varsa o kadar. Çünkü servis esastı. Evime çağıracak kimsem olmasa bile. Esas… Esaslı… Esasında. Kullan bakalım bunları cümlede şimdi diye inledi iç sesim. Estetiğe batmış yüzüm ise mimik özürlü olarak cevabı yapıştırdı: “Esas olan sensin Tahire.” İşte bu.

Karşımdaki tezgahtar-kasiyer arası kıza bu edayla yaklaştım. Ve on beş tane olan (sayıyla 15), az buz değil yani, tahta servisleri koca poşetlere koydurdum ve o esnada sevgili eski eşimin yüzbininci metresine göz kırparcasına, tezgahtar kızın beni bana anlatan sesini duydum: “Taksit ister misiniz Tahire Hanım?”

Taksit mi?

Neyin taksiti? 

Hayatımı lime lime eden kaderimden ben zaten usanmıştım. İki göz evden bu debdebeli hayata kayarken, yeterince bölük pörçük olan dünyamdan kaç perişan gezegen daha çıkabilirdi ki? Taksitmiş. Taksit bir yok oluş adımıydı ve artık benim gibilerin uzun ve gaddar yürüyüşünde yoktu! Vardıysa da, alınacak intikamlar içindi. Anneden, babadan, kocadan, kardeşlerden, yalan cümlelerden, yalan cümlelerin profillerinden, Tahirecim diyen bütün komşu yarenliklerinden, Tahirem denilen o feci geçmişten, geleceğe intikal edecek yaraların kabuklarından gıdım gıdım alınabilecek faizler olabilirdi -olsa olsa o taksitler. Peşin peşin alınabilecek intikamlar dururken taksit nasıl bir sözcüktü böyle?

Bu yüzden, karşımdaki genç kadına, odasının kokusunu ciğerlerimde duyarak “tek çekim”, dedim. Onun suratında parlayanı ise kendi adımın yankısı olarak görmek elbette şaşırtıcı gelmedi. Evet, aynı takımdaydık besbelli.

O zaman yan gözle ikimiz de, diğer kasanın önünde, mağazanın ikinci el satışındaki ürünlere kanıp gitmiş olan o yaşlı, pörsümüş, çirkin kadını gördük. Diğer kasanın arkasındaki tezgahtar kızın ona bakarkenki acı dolu yüzü, bizimkilerle buluşunca takım ruhumuz daha da zenginleşti. Yaşlı kadını deplasmanda yenmekle meşgul bir çoğulduk artık. Ve sesimiz besbelli çok gür çıkacaktı. Ancak ondan önce üçümüzün kıyısına vuran bir tebessüm, zaten maçı kazanmış olduğumuzun işaretiydi. Hayatını besbelli emekli bir öğretmen olarak geçirmek zorunda kalan, kıt kanaat hayatların içinde boğulmak zorunda olan ve yediği her kazığa rağmen muhtemelen burada ve dünyanın her yerinde sosyal demokrat kalmaya besmele çeken bu kadına, böylesi bir yabanıl tebessüm azdı bile… Bu da azar azar, taksitle intikam alınması gereken türlerden biriydi çünkü. O yüz yıllık mantosunun içinde sabun ve inat kokan, dahası bir türlü ölmeyen bu kadın, elinde yanları eprimiş mavi bir vazoyla “ayrıca yüzde elli indirim de var değil mi” diye sorarken, gerilen sinirlerimiz dudaklarımızdaki tebessümü koca bir kahkaha tufanına  dönüştürecekti. 

En sonunda kadın, o zamana kadar Allah için çok terbiyeliydi bu konuda, dayanamayıp üçümüze baktı. Yüzünde kim bilir hangi yangınlardan çıkmış ve dolayısıyla hangi  isin ne zaman sindiği bir zavallılık bulacağımızdan emindik. O yüzden kendi aramızda günlük cümlelere dönecektik sanki. 

“Şu arkadaki şifonyer; ya da şu kahverengi dolap; ah çok atıl; ah çok az cilalı” şeklinde bir gün işe yarayacağına inandığımız cümleler akın edecekti aramıza. 

O ise hâlâ bize bakıyordu. Şu dinozor.

Sonunda kendisi kadar yanık cüzdanından buruşuk bir para çıkardı. Ve teneffüste sigara içen öğrencilerini yakalamış bir edayla istifini bozmadan Türk kahvesi kokan nefesiyle  şu manasız, saçma sapan cümleyi sarf etti:

“Kızlar, paranın ya da imanın kimde olduğu belli olmaz.”

Sonra bir gümbürtü koptu. Ya da bir afet. İtfaiye sireni. Bir tuhaf ses. Çığlıkla inleme arası bir şey.  Başlarım sizin tek çekimli sırça dalganıza diyen nasıl bir gülüştü o öyle! Hele o sarı dişler… Eski, kocaman, taksit taksit hepimizi yuttu yutacak. Canavardı bu ya. Gri mantolu canavar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.