Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Laik cumhuriyetin İslamcı dış politikası olur mu?

Ölüm döşeğindeki çok uluslu imparatorluğa ruh üflemeye çalışanlar “millet-i Osmani” yaratmaktan ve meşrutiyet düzenine (anayasalı, meclisli sultanlık) geçmekten medet umdu. Çok çekingen, çok geç kalmış adımlardı. Tarihsel ve jeopolitik “muhit” de, bu titrek adımlar atılıncaya dek kökten dönüşmüştü. Merkezin ne kalkınmaya odaklanmak için alacak soluğu, ne alacak soluğu olsa buna ayıracak kaynağı vardı. Yani o tren gardan çoktan ayrılmıştı, ardından bakakaldık.

II. Abdülhamit’in 1876-1909 arasındaki 33 yıllık yıkım saltanatı, neredeyse tam olarak aynı dönemdeki Meiji’nin 1867-1912 restorasyonuna benzeseydi? 19. Yüzyıldan itibaren padişahlar hiç değilse erkek çocuklarını Fransa, Almanya, İngiltere, Rusya, Japonya, ABD’ye askeri okullara, bilgi-görgü artırma gezilerine, üniversitelere yollamış; bakanlıklarda, büyükelçiliklerde, valiliklerde, ordu ve donanma komutanlıklarında görevlendirmiş olsalardı? Mugalata yapalım: Olanlar olduysa, olmayanlar olmadıysa, nitekim başka türlü olamayacakları içindir. Osmanlı (artık) yıkılmalıydı, yıkıldı. 

1922 Ağustos ayı başında Enver, Orta Asya’da bugünkü Tacikistan’ın Pamir yaylasında kılıcını çekmiş, atını Bolşevik mitralyözüne dörtnala sürerken şehit oldu -belki “intihar etti” demeli. Aynı 1922 Ağustos ayının sonundaysa, onun dönemdaşı ve başlangıçtaki yoldaşı Kemal, Kütahya’nın Dumlupınar yaylasında müstakbel cumhuriyetin kurucu zaferini kazandı. Demek düş kurmakla düşünmek ve tasarlamak; serüven ve strateji birbirlerine karıştırılmamalı. Acaba Kemalist proje için de “rasyonaliteye dönüş” denilebilir mi? Bana kalırsa, öyledir.  

Ne Enver ve çevresinin, ne onlardan önceki reformcuların, ne onlardan sonraki Kemal ve çevresindeki devrimcilerin Müslümanlıkla bir sorunları, kavgaları yoktu. Aksine, eldeki karmaşmış hamurdan dönemin zorlu dayatmasıyla tek bir “millet” yaratmanın en kestirme yolu Müslümanlığa dayanmaktı. Ancak yalnızca Müslümanlık yeterli değildi, olamazdı. Olsaydı, farklı gerekçelerle ve ortamlarda da olsa, Araplar ve Arnavutlar ayaklanmazdı. Benzer bağlamda, Ş.S. Aydemir’in “Kavmiyet taassubu, milli şuur ve birleştirici mefkûre demek değildir.” saptaması da anımsanmalı.

Sonuçta Türkler, otokton Kürtler, Rusya’dan kırıma uğrayarak sürülen Çerkesler ve Balkanlardan etnik temizlikle sürülenler cumhuriyetin harcını birlikte* kardı. Kurucu anlatı da (esasen cumhuriyet öncesinde) Ermenilerin Anadolu’dan “ayıklanmasının” anlatılmamasına; Yunanların yenilip, Rumların Anadolu’dan nüfus değiş-tokuşuyla gönderilmesinin ise anlatılmasına dayandı. Elde savunulabilir, (kapitülasyonlardan kurtulunca) yeni bir başlangıç yapılabilir ve belki hepsinden daha önemlisi imparatorluğun aksine sınırları belirli nitelikteki bu asırlardır yurt bellediğimiz çorak yarımada kaldı.

Tüm bu kabataslak anlatının içinde bugünün büyük bir kibirle adeta ezelden evsahibiymiş havasında kabararak gezen islâmcıları ve islâmcılık neredeydi? Yoktu. Çünkü islâmcılığın kökü ne Osmanlı’da, ne Türklükte, ne Anadolu’da, ne demokraside. Siyaseten islâmcılık, demokrasinin modern bir totalitarizm sapmasından ibaret. Ne bir ortak coşku ve sevinç, ne bir ortak gelecek vaadi var. Teori tarihi bakımından da kökü proto-selefi İbn Taymiyye’ye (1268-1328) ve onun çok sonradan 20. Yüzyıl başlarında hatırlanmasına dayanıyor. Bizim içinde bulunduğumuz güncel durumu tanımlamak içinse terimler bol: Ahbap-çavuş kapitalizmi, nepotizm, kleptokrasi, anayasasızlık/hukuksuzluk, dilerseniz istibdat. Başka deyişle, islâmcılıkla helâlleşilemez: Buna kalkışırsa, demokrasi/cumhuriyet kendi kendini kaçınılmaz biçimde imha eder.

Cumhuriyetin anayasası laik. İmparatorluktan bu yana yüzü yüzlerce yıldır Batı’ya dönük. Paris ve Berlin kongrelerinde temsil derken Lozan ve Montrö gibi iki kurucu çıpa atmış. Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi, NATO müttefiği, Avrupa Birliği adayı. Ekonomik ilişkileri ağırlıklı olarak Avrupa’yla. Toprağı “bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanmış.” Burada yönetime geleceksiniz. Yalnızca toplumda değil, yönetimde de çok küçük bir azınlık olacaksınız. TRT gibi kamuya ait olanlar dahil, Milli Eğitim Bakanlığı’nı da araçsallaştırarak durmadan bir propaganda, beyin yıkama savaşımı vereceksiniz. Ya olanı, gerçeği eğip büküp, kafanızdakine uydurmak adına nasıl tutarlı ve tümleşik bir dış politika oluşturabileceksiniz?

İşte orada da burulma, gerilim var. Kendi şizofren “Araplaşmak” takıntınızı, zoraki topluma ve devlete dayatmak, yerleştirmek isteyeceksiniz. Aklınızca muhayyel bir “direniş ekseninin” parçası olacaksınız. Taliban’ın Pakistan’ı gibi, Suriye ve Irak’taki cihatçılığın cephe gerisi olacaksınız. Arapla bir olup Kürdün tepesine binmeyi önceleyeceksiniz. Yine Pakistan gibi silahlı kuvvetlerinizi “islâmileştirmeye” kalkışacaksınız. Üyesi olduğunuz uluslararası örgütlere sürekli ve beyhude yapay alternatifler arayacaksınız. Sorun ve sıkıntı çıkararak, kendinizi kaçınılmaz muhatap kıldırmayı amaçlayacaksınız. Muasır medeniyet seviyesine erişmek değil, muasır medeniyeti yıkmak hayaliniz; “dar-ül İslâm” ile “dar-ül harp” manikeist ikiliği dünyaya baktığınız prizma ama “takiyye” de fabrika ayarınız olacak.          

NASA’nın yaklaşık 25 yılda ve çeşitli uluslardan yaklaşık onbin insanın katılımıyla üreterek, 2021 sonunda fırlatıp, 2022 başında yörüngesine yerleştirmeyi başardığı James Webb uzay teleskopu tepemizden 13.5 MİLYAR YIL geçmişe bakıyor. Anadolu’nun her köşesinde karşımıza çıkan Yunan, Roma, Urartu, Hitit, Frig vb. uygarlıkları da binlerce yıl geriye gidiyor. Göbeklitepe ve Karahantepe apayrı. İslâm dininin ise 1400 yıllık bir tarihi var. İslâmcının kafasının sıkıştığı yerlerden biri burası. Diğeri Arap olamadığı için bir türlü kutsal kitapla o arzuladığı doğrudan, aracısız, has ilişkiyi kuramaması. Sonuncusu da, hele laik bir cumhuriyette, önüne kutsal kitapla anayasa ve uluslararası anlaşmalar yan yana konulduğunda, bunları bağdaştıramaması: Zira “üçüncü halin olmazlığı” durumu var orada, ya biri olacak, ya öteki.   

Öyleyse, islâmcının ne yurtsever, ne laik demokratik cumhuriyetin eşit anayasal yurttaşı olmasına olanak var. Çünkü öyle yaparsa “dinden çıkmak” sandığı ve elindeki tüm tedhiş unsurlarını kullanarak zorla dayattığı islâmcılıktan vazgeçmesi gerekecek. İşin doğrusu Erdoğan da beş vakit namazında olduğu için 20 yıldır kazanmadı. “En iyi idare edeceğin kendi olduğuna” seçmeni ikna edebildiği için kazandı. Buna karşılık, tek adam rejimi, II. Abdülhamit devrini çağrıştıran biçimde (Melhameler, Arap İzzetler vb.), “vasatın tasallutu” sonucunu doğurdu. Ve, 5% veya en fazla 10% oranında bir sözde “radikal” grup, aynı 20 yılda devlet üzerinde politik ve bürokratik mutlak hâkimiyet kurdu.

Savın sağlaması kolay: Süleyman Soylu yok oldu da ne oldu? Dünün “en popüler” ismi çok konuşan Soylu’ydu, bugün de hiç konuşmayan Fidan’mış öyle mi? Demirtaş’ı, Kavala’yı, kayyumları, Gezi ve Kobane davalarını, Hatay milletvekili Can Atalay’ı, TBMM Başkan Yardımcısı Sırrı Süreyya Önder’e yurt dışı yasağını, doğal kaynakların yağmalanmasını vb. toplumun umursamadığı belli oldu. Aynı toplum sanki yarın siyaset sahnesinden silindiklerinde Kalın’ı, Akar’ı, Çavuşoğlu’nu, Ali Erbaş’ı vb. mi umursayacak da arayacak?  

Otobüste “benim ülkemi lezbiyenleştiremeyeceksiniz” diye histeri nöbeti geçirenle, örnek olarak Bin Ladin’in düşünce yapısı arasında fark yok. Esasen ortada düşünce yok: Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün ifade ettiği** gibi “İslâm’ın olduğu yerde felsefe, felsefe varsa İslâm yok.” Tartışma siyaset değil, ilahiyat/teoloji alanına giriyor. Ama islâmcı o alanın kendini de toptan reddediyor. Eğer okuyacak, okumaya değer tek kitap varsa, müçtehitliğe veya müceddidliğe nasıl yer olsun? Görüş alışverişi olası değil, laf ebeliği yarıştırılıyor: Fransa’da ilköğretimde abayanın yasaklanması islamofobi mi? Üniformayı geri getirmek neo-faşizm mi? Yoksa laik cumhuriyetin kansere karşı, ama doğru ama yanlış, antikor üretme denemesi mi?

Sonuç olarak, giderek maya tutmadığı için gevşeyerek bataklıklaşan, gevşedikçe şeditleşip, cüretini artıran islâmcılığa karşı düşünsel düzlemde utanmadan, çekinmeden, duraksamadan, özcesi oyunu karşı sahaya yıkmaya cüret etmeden bu maçtan demokratların, cumhuriyetçilerin galip çıkma olasılığı yok. Kendilerini demokratik muhalefet bütünü içinde görenlerin akılları bir an önce başlara devşirip toplumun önüne bir eşit laik anayasal yurttaşlık, etkin yerinden yönetim, çoğulculuk, hukuk devleti, kalkınma, huzur, sınırları sınır ötesinde değil sınırboylarında savunma projesi ve organik yönelimle kavgalı olmayan bir dış politika koymalarında yarar var. Bunun da solculukla, yüreği solda atmakla, hayata tek gözünü kapatıp soldan bakmakla ilgisi yok. Örnek olacaksa, ben solcu değilim. Bunun yurtseverlikle, cumhuriyetçilikle, özgürlükçülükle, akılla, rasyonaliteye dönüşle, düşünceye cüret etmekle ilgisi var.

*Selanikli Sabetayistlere, Yahudilere ve hatta Masonlara da ayrı bir parantez açmak gerekir herhalde ama benim boyumu da, yazının boyunu da aşar.

**Prof. Dr. Öztürk’le Ruşen Çakır’ın bu son söyleşisini de, öncekileri de mutlaka izlemenizi öneririm.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.