Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (180): Özgür Özel’in adaylığı, mafya operasyonları, Sezgin Tanrıkulu olayı

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Grup Başkanı Özgür Özel, partinin genel başkanlığına aday olduğunu resmen ilan etti. Özel, kasım ayında yapılması planlanan CHP 38. Olağan Kurultayı’nda Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı yarışacak.

Türkiye birkaç gündür devlet, siyaset mafya üçgenini konuşuyor. Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yakın olduğu iddiasıyla gündeme gelen suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan tutuklandı. Yunanistan’dan da Barış Boyun çetesine mensup 6 Türk öldürüldü. Bu mafya hesaplaşmaları bize ne gösteriyor?

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, TSK’yla ilgili sözleri sebebiyle CHP’li Sezgin Tanrıkulu hakkındaki soruşturma talebine izin verildiğini söyledi. CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, TV100 canlı yayınında “Bu Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi, 12 Eylül’de faşist darbeyi yapan? Bu ordu değil mi, 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan… Onlarca faili meçhul cinayet. Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi, AİHM kararıyla sabit hale gelen” demişti.

Kemal Can ve Ruşen Çakır, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: İyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Herhalde bu haftanın en önemli olaylarından birisi, önce CHP Grup Başkanı Özgür Özel’in, yaptığı bir basın toplantısıyla CHP genel başkanlığına adaylığını açıklaması oldu; onun ardından Örsan Öymen de başkan adaylığını açıkladı. Yanılmıyorsam saat 14.00’te Özgür Özel, 16.00’da da Örsan Öymen açıklama yaptılar. Şu anda iki aday açıklandı, tabiî başka adaylar da çıkabilir. Kemal Kılıçdaroğlu da, kendisi değil ama delegeler tarafından aday gösterileceğe benziyor. Özgür Özel’e, çok sayıda milletvekili, eski milletvekili ve Parti Meclisi üyeleri de destek verdi. Bayağı bir ekibi var anlaşılan. Ardından da Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel’in konuşması biter bitmez sosyal medyada yaptığı paylaşımla Özgür Özel’e açıkça destek verdi. 

Özgür Özel’in konuşması biraz donuk gibiydi; ama önemli birtakım eleştirileri vardı: CHP yönetimine, milletvekili pazarlıklarına dâir eleştirisi; bir de seçim sonrası yapılanlar, daha doğrusu yapılmayanlar üzerine eleştirisi bayağı öne çıktı. Aslında seçim yenilgisi konusunda birinci dereceden sorumlu Kemal Kılıçdaroğlu olmasına rağmen, bütün bu eleştirilerini gayet kibar bir şekilde dile getirdi. Kemal Kılıçdaroğlu’nu suçlayan, doğrudan ona cephe alan bir konuşma yapmadı. Daha önce de bir “Tutum Belgesi” hazırladığını açıklamıştı Özgür Özel. “Değişimin Yüzyılı, Yüzyılın Değişimi” başlıklı 25-26 sayfalık bu Tutum Belgesi, içinde birçok şeyin olduğu bir metin; ama hani, eşi dostu arayıp, “Özgür Özel şunu demiş, şöyle yapacakmış” diyeceğimiz çok fazla bir şey yok açıkçası. Yani tam da beklenen, olması gerektiği gibi bir çıkış yapmış. Partinin değişmesi konusunda söyledikleri de, ancak CHP’nin içerisinde siyâset yapanları ilgilendirecek hususlar. Yani CHP seçmenini çok fazla ilgilendirecek hususlar değil. Orada, parti içi kurumların, karar ve yönetim organlarının mekanizmaları ve delegelerle ilgili çok detay var. Ama sonuçta beklenen oldu, zâten bunu biliyorduk, aslında daha önce yapabilirdi, niye böyle bir zamanlama yaptığını kestirmek mümkün değil. Şimdi Kılıçdaroğlu’nun karşısındaki en güçlü aday olarak çıktı. Artık kimlerin nasıl destek vereceğini, kimlerin nasıl karşısında duracağını göreceğiz. Safların iyice netleşeceği bir süreç olacak.

Bu tür olaylarda genellikle şöyle bir hesap vardır: Kılıçdaroğlu’na angaje olanlar ya da Özgür Özel’e angaje olanlar bir yana, bir de rüzgârın nereden yana estiğine bakıp ona göre tavır alacak olan kişiler var. Seçimlerde “kararsız seçmen” dediğimiz, aslında kararsızlıktan ziyâde hesap yapan seçmen ya da delege diyelim, kimin kazanma ihtimâlinin yüksek olduğunu ya da kime yatırım yapmanın kendisi için daha gerçekçi olduğunu hesaplayarak son anda karar verecek kişiler.

Kemal Can: Ya da kiminle pazarlık yapmanın daha kârlı olduğunu… 

Ruşen Çakır: Evet. Tabiî bu arada, bu süreç içerisinde ekipleri netleşecek; yeni birtakım şeyler söyleyecekler, bunların da etkisi olacaktır Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, her iki taraf da ne kadar delegeyi kontrol edebileceği üzerine birtakım hesaplar yapıyordur. İlk aşamada, “Kılıçdaroğlu kazanır” diyenler daha fazla, ama ben o konuda çok emin değilim. Açıkçası, değişirse ne olacak bilemiyorum. Tabiî ki Özgür Özel’in gelme ihtimâliyle bir şeylerin değişeceği, Ekrem İmamoğlu’nun da dâhil olacağı muhakkak. Ama şu haliyle yaşanan, Özgür Özel’in konuşmasında ve metninde bahsettiği muhâlefet saflarındaki ölgünlüğü giderecek bir çıkış henüz yapabilmiş değil bana göre. Zâten bir umutsuzluğa kapılmış insanların, genel olarak muhâlefet seçmeninin, ama özellikle CHP seçmeninin, “Şimdi bir şeyler oluyor” diye heyecanlanacağı bir çıkış olmadı. Bundan sonra olur mu çok kestiremiyorum. O hareketliliği sağlayacak, bir dinamizm getirecek, “Bir beyaz sayfa açılacak, sil baştan yapılıyor, düştüğümüz yerden kalkıyoruz” duygusunu vermekten şimdilik uzak gibi geliyor bana. Ne dersin?

Kemal Can: Söylediklerinin önemli bir kısmına katılıyorum. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi ve belki en önemli nedenlerinden biri, özellikle CHP’deki değişim tartışmaları meselesinin ve Özgür Özel’in konuşmasının ağırlığının da, partinin nasıl yönetileceğiyle ilgili olması, tabiî ki genel kamuoyu ve seçmen açısından çok da bir anlam ifâde etmiyor. Profesyonel siyâsetçiler ya da parti içinde siyâset yapanlar, partinin aktif üyeleri bunlardan çeşitli anlamlar çıkartabilirler elbette. Partinin iyi yönetilmesi, liderlik, siyâsî etkinlik açısından önemli ve dikkate alınması gereken faktörler. Ama siyâsî etkinlik ya da iktidar alternatifi olabilecek bir genel heyecan yaratma iddiası, parti yönetiminin ya da uygulanan iletişim stratejisinin veya siyâsî mühendisliğin işi olmaktan çok, o iddianın genel kamuoyundaki karşılığıyla ilgili. Özgür Özel, partinin nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgili, meselâ ön seçim, hesap verilebilirlik gibi bazı somut şeyler ileri sürüyor; problemleri işâret ederken bir netlik var. Meselâ Altılı Masa’da verilen 38-39 milletvekilliğine atıf, sağcı bir partiymiş gibi davranma hâli, hattâ Sezgin Tanrıkulu ile ilgili soruya verdiği cevapta, parti kurumsal kimliğinin önemli hatâları ya da sorumsuzluk meselesi gibi noktalara işâret ediyor. Ama kendisinin sorun olarak işâret ettiği, siyâseti yeniden târif eden, siyâsetsizleşmenin aşılmasının yöntemi ve yeni tür bir siyâset yapma meselesini bir türlü açamıyorlar. İdeolojik netliği, dönüp Altı Ok’u yeniden, başka cümlelerle, biraz daha vurgulu târif ederek kurmaya çalışıyor. En fazla söylediği, bir zamanlar Kılıçdaroğlu’nun birkaç kez röportajlarında dile getirdiği, “Sağ-sol bitti, bunlar eski yüzyıla ait kavramlar, bunlar bir şeyi açıklamıyor” lâflarına karşı çıkmak, emek meselesine biraz vurgulu biçimde değinmek ve sosyal demokrat özelliğinin biraz altını çizmek gibi tarafları var. Ama siyâseti nasıl değiştirmek gerektiği konusunda çok fazla bir şey yok. Meselâ kavram olarak doğru olmakla birlikte, “Seçmeni asıl siyâsî özne hâline getirmek”… Slogan olarak böyle bir şey söylediğinizde buna kimsenin bir îtirâzı olmaz. Ama bunun ne olup da olmadığını ve ne olunca bunun olacağını anlatma konusunda fazla bir şey söylemiyor. 

Daha önce İmamoğlu’nun birkaç makalesinde de olduğu gibi –o konuyu konuşurken de aynı şeyleri söylemiştim– Özgür Özel’in bu çıkışıyla ilgili de aynı şeyi düşünüyorum. Bu tür konuşmalar, bu tür metinler, bu tür açıklamalar, aslında hep şöyle bir derdin ürünü: Kendisinin bu açıklamayı yapana kadarki sürecinde, eleştirilen konulara cevaplar vermek, oradaki gedikleri kapatmak, oralara bir îzah getirmek ve kimsenin “Niye şu yok?” demeyeceği, her şeyden biraz bahseden, asıl meselesini, asıl rotasını ya da asıl farkını anlatmaktan biraz uzak konuşmalar, metinler ya da açıklamalar oluyor. Daha önce, İmamoğlu’nun Cumhuriyet gazetesindeki iki yazısı ve Gazete Oksijen’deki yazısı da benzer bir şeydi. Şimdi Özgür Özel’in konuşması ve Tutum Belgesi de, aslında her şeye değinmek, eleştirilebilecek şeylere baştan cevap vermek istiyor. Ama asıl olarak siyâsî iddianın karşılığı veya fark göstermenin asıl noktası, size dönebilecek eleştiriler ya da sorulabilecek sorulara, her soruya cevap vermek değil, asıl meselenizi ve farkınızı ortaya koymak olmalı.

Siyâsetin, siyâsî danışmanlar ve siyâsî iletişimciler elinde, hattâ giderek reklamcıların elinde ve siyâset esnafının bir faaliyet alanı hâlinde daralmasından dolayı sözün kendi ağırlığı bitmiş durumda. “Şu aralar ne söylemek lâzım? Şu aralar ne gidiyor? Ne söylersek şuraya mesaj gider, neye değinirsek buraya mesaj gider?” hesaplarıyla bu tür şeyler kurgulanıyor. Bu yüzden de beklenen etki bir türlü oluşmuyor. Çünkü hep ortalama metinlere varıyor iş. Burada da benzer bir durum var. Ama birtakım noktalarda birtakım farkları gösterme gayreti biraz daha belirginleşmiş. Sen biraz önce bu açıklamanın zamanlamasına değindin; zamanlamayla ilgili mesele sanıyorum kongre süreçleriyle de ilgili. Şimdi CHP’nin il kongreleri başlayacak. İl kongrelerinde oluşacak tabloda, artık adayların ortaya çıkması ve kazanma ihtimalleri, güç gösterileri ya da fark gösterileriyle birlikte ağırlık koymaları lâzım. Henüz aday olmamış birinin ekibinin kongrelerde etkinlik kazanması kolay değil. O yüzden de biraz mecbûriyetten biraz hızlandırılmış bir açıklama bence. Yani senin dediğin gibi, daha önce de yapılabilirdi. Daha önce yapılmayıp beklendi; ama şimdi biraz da hızlandırılarak bu açıklama yapıldı. Çünkü il kongreleri başlamadan önce bu iddianın ortaya konulması gerekiyordu.  Senin söylediğin gibi, şimdi bu, delegelerde nasıl bir efekt yaratacak? “Tamam, Özgür Özel adaylığını da koydu. Şimdi biz duruma bir bakalım ve nasıl pozisyon alacağımıza karar verelim” mi diyecekler? Yoksa bu çıkışın genel kamuoyundaki etkisini gözetip ona göre bir tavır mı takınacaklar? Bunu süreç içerisinde göreceğiz. 

Kongre süreci, genel kamuoyunun eğilimlerinden çok, –sanki genel kamuoyundan gelen bir değişim talebinin sonucuymuş gibi işliyor olsa bile– aslında iç dengelerdeki risksiz bir zeminde sürdürülmeye çalışılıyor. Yani biraz fazla ihtiyatlı, hatta birbirine aşırı saygılı gibi takınılan tavrın nedeni de bu olabilir. Çünkü şu anda, kongre sürecinde, Özgür Özel’in genel siyâset için iddia ettiği yüksek bir meydan okumanın işâretlerini henüz kimsede görmüyoruz; birazcık daha düşük seviyede bir rekabet tablosu oluşacak. Buna karşılık hem Özgür Özel’in Tutum Belgesi’nden, hem galiba şimdi Kılıçdaroğlu çevresinde hazırlanan tüzük ve birtakım başka belgeler îtibâriyle, bu “ideolojik netlik” meselesinin kongreye damgasını vurması ihtimâli var. Ama bu tartışmaların kamuoyuna ne kadar yansıyacağı, kamuoyunda ne kadar etki yaratacağı belirsiz. Çünkü tartışma öncelikli olarak şahıslara indirgenmiş biçimde başladı. Şimdi onu tekrar kavramlara, iddialara, tercihlere ve hedeflere taşımak o kadar da kolay olmayabilir. 

Ruşen Çakır: Parti içerisindeki tartışmaların kamuoyuna yansımadığı, parti içerisinde kaldığı çok bâriz bir şekilde ortada. Sezgin Tanrıkulu olayı meselâ. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Benzer bir olay 3-4 sene önce olsaydı, çok yoğun bir tartışma ve saflaşma olurdu. Şimdi durup dururken hedef gösterilmiş, yıllardır söylediği, herkesin, hattâ zamânında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’lilerin de söylediği bir şeyleri, sanki yeni bir şey söylüyormuş gibi söylediği için hedef gösterilen birisi var. Burada CHP yönetiminin –Kılıçdaroğlu da destek verdi– Faik Öztrak üzerinden, Sezgin Tanrıkulu’nu ânında satması var. Kusura bakmasınlar ama öyle. Garip olan da şu: Kılıçdaroğlu’nun, parti içerisinden ve parti çevresinden gelen îtirazlara rağmen Sezgin Tanrıkulu’nu neredeyse 10 yılı aşkın süredir sâhiplenmesi, Genel Başkan Yardımcısı yapması, İstanbul’dan milletvekili yapmasının ardından yaşanıyor. Bu gerçekten çok abes bir durum ve hak ettiği kadar da tartışılmadı. 

CHP’nin içerisinden Tanrıkulu’na destek verenler oldu. Meselâ Özgür Özel de sâhip çıktı, Yüksel Taşkın da sâhip çıktı; ama çok büyük bir olay yaşanmadı. Erdoğan, bundan aldığı cesâretle, her vesîleyle –uçaklarda, şurada burada, sürekli–, Sezgin Tanrıkulu olayı üzerinden kendine yeni bir malzeme bulmuş gibi, onunla oynayıp duruyor. Sezgin Tanrıkulu’nun konuşmasına, televizyonda ne söylediğine bakıyorsun: Aslında hiçbir şey söylememiş. Söylediği şeyler son derece ölçülü, gayet normal şeyler. Ama bir linç faaliyeti var. Tamam, linç faaliyeti oluyor; ama CHP’nin buna dâhil olması, linç edenlerin yanında olması ve bunun da CHP’de çok önemli bir etki yaratmaması gibi garip bir olay var. Normalde, böyle bir olay oldu ve CHP Genel Merkezi sâhip çıkmadı diyelim: Ya birileri çok güçlü bir şekilde, “Öztrak haklıdır. Gözbebeğimiz Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne dokundurtmayız” diye Genel Merkez’e destek verip tavır alacak, ya da birileri, “Ne var bunda?” diye tavır alacak. Beni şaşırttı bu durum. Bir yerlerde oldu da ben mi kaçırdım? Sen bu konunun CHP’de ciddî bir mesele hâline geldiğini gördün mü? Her iki açıdan da, yani Sezgin Tanrıkulu’na îtiraz ya da destek anlamında? “Olur mu böyle şey?” diyen CHP’li de çok görmedim. CHP’nin bu tutumuna bakarak, iktidar çevreleri oyunu âdeta tek başlarına oynuyorlar gibi. 

Kemal Can: Bunun başka örnekleri de oldu, ama keşke senin dediğin sınırda kalmış olsaydı. Yani CHP’li biri hedefe konmuş, iktidar tarafından hırpalanıyor ve “Muhâlefet veya CHP çevreleri buna yeterince destek vermiyor” sınırında olsaydı keşke. Ama Faik Öztrak’ın açıklaması bu sınırın ötesine geçiyor: Bu linci mâkul bulan, meşrû bulan, hattâ bunun gereğini yapmaktan bahseden bir tutum almak bu. Bu daha da fena. Aslında, senin olmamasına şaşırdığın şeye, evet, şaşırmalıyız; o çok saçma bir şey. Bir partinin milletvekili iktidar tarafından, iktidarın örgütlü trolleri tarafından linç edilmeye çalışılıyor ve ona yeterince destek vermiyorsunuz — bu çok problemli bir şey. Ama bunu da aşan bir durum var ortada. Faik Öztrak çıkıp, “Gözbebeğimiz Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne nasıl böyle bir lâf edilir? Bu, Parti’nin organlarında soruşturulacak bir konudur” diyor. 

Meselâ bundan 3 gün önce, 12 Eylül’ün yıldönümüydü. 12 Eylül ile ilgili CHP’nin resmî açıklamaları da, iktidârın pek çok sözcüsü de, inanarak ya da inanmayarak, ama lânetli bir târih olarak yargılayarak bir sürü şeyler paylaştılar. Peki, 12 Eylül’ü gözbebeğiniz Silâhlı Kuvvetler yapmamış mıydı? Gözbebeğiniz sorgulanamazsa 12 Eylül’ü nasıl sorgulayacaksınız? Bu ülkenin Genelkurmay Başkanı ve 5 Kuvvet Komutanı çıkıp bir darbe yaptılar. Sonrasında netîceye vardırılmayan bir yargılama konusu oldu ve Erdoğan, bu yargılama konusunu referandumun parçası hâline getirerek, üstelik de “12 Eylül’ü yargılıyoruz” diye, gözbebeği Silâhlı Kuvvetler’in yaptığı şeyleri –ki 15 Temmuz darbe girişimi, Silâhlı Kuvvetler’in içinden bir kısmının yaptığı bir şeydi– önemli bir siyâsî mesaja dönüştürdü. Yine Sezgin Tanrıkulu’nun işâret ettiği gibi, bâzıları uluslararası mahkeme kararlarına girmiş, Türkiye’deki yargı kararlarına, onlarca, yüzlerce dâvâya konu olmuş, çeşitli mensupları yargılanmış, kimi cezâ almış ya da almamış, ama herhangi bir devlet kurumunun, gözbebeği ya da göz nuru ya da ne olup olmadığına bakılarak, bütün faaliyetlerinden, üstelik suç oluşturan bütün faaliyetlerinden sorumsuz kabul edilmesi ve bunun, bir muhâlefet partisi milletvekili, değil milletvekili sözcüsü tarafından, kendi mensubu bir partiliyi de hedefe koyarak ifâde edilmesi nasıl mümkün olabiliyor? Bence şaşırtıcı olan, saçma olan, tepkisizlik değil; tam tersine, bu verilen acele tepki. Çünkü seçim sonuçlarından sonra, “Bu sağcılar kazanıyorlar. Sağcı refleksleri aşamıyoruz. Onlar bize suçlama yaptıklarında bu hemen çalışıyor ve netîce alıyorlar. Bize ‘Bölücülerle ittifak yaptınız’ dediklerinde, seçmen buna inanıyor. Bize dinle ilgili problemlerde yüklendiklerinde biz kendimizi anlatamıyoruz. O zaman, bu tür suçlamalar gelebilecek her yerde, onların bu saldırılarına önceden baraj koyabilecek yüksek reaksiyonlar verelim. Olmadık adamların ölüm yıldönümlerinde, doğum yıldönümlerinde onları analım, onlara saygımızda kusur etmeyelim, onların hassasiyetlerine çok büyük önem atfedelim” gibi bir hava oluştu. 

Aslında tam da böyle düşünmeyen, senin söylediğin gibi, 3 yıl önce Sezgin Tanrıkulu’nun söylediklerinden daha fazlasını söyleyecek ya da destekleyecek insanların sessiz kalmasında, böyle saçma sapan bir okuma var. Özgür Özel bugünkü konuşmasında, “Sağcı taklidi yapmak” meselesinden bahsetti ya? Tamam, taklidi yapmanın yanlışlığını belki bir kısım insan öğrendi. Ama onların saldırılarına cevap verme biçimi açısından henüz bir şey öğrenilmiş, ders çıkartılmış değil. Yani seçim mağlûbiyetinin içerisinde hâlâ bu saçmalık algılanmış değil; bu çok anlaşılıyor. Üstelik Sezgin Tanrıkulu’nu yalnız bırakmak ya da onu yeterince desteklememek, hattâ hedefe konmasına katkı vermek, aslında bir kişiyi harcamak değil, bir duruşu harcamak. Dolayısıyla, ben bu konuda senin gibi sessizlikten değil, çıkan sesten daha çok rahatsız olunması gerektiğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Eh Kemal, başta söyledim ya? “Satışa getirdiler” diye. Daha ne diyeyim?

Kemal Can: Biliyorum, sen eksik söyledin diye söylemiyorum zâten. 

Ruşen Çakır: Açıkçası beni rahatsız eden şu: Genel Merkez’in böyle bir satış yapmasına, “Şaşırtıcı”, ama bir noktadan sonra “Eyvallah” dersin. Ama partide birileri çıkıp, “Bu kadar da olmaz kardeşim, biz ne yapıyoruz?” diyemiyor. Zamânında yaşanan o dokunulmazlık olayının izleri, onun kara lekesi var hâlâ. 

Kemal Can: İşte orada hâlâ o yanlış okuma, o kompleksli tutum, “Biz bu alanlarda zayıfız, bu alanlar bizim zayıf karnımız. Buradan saldırıldığında ‘biz gayet doğruyuz ve haklıyız’ demek yerine, ‘Evet, çok kötü bir şey, gözbebeğimize bu söylenmemeli’ deyip, hamâsette onları geçmeye çalışalım” gibi saçma bir tutum içerisinde. Çünkü hatırlarsan, Merdan Yanardağ hâdisesinde de gördük bunu. Orada da muhâlefetin başka bir kanadından bir şey geldi:  İYİ Parti’liler AKP’lileri aşan bir hamle yaptılar onun üstüne. 

Ruşen Çakır: Ama orada 3 Mart-6 Mart sürecinde, Merdan Yanardağ ve TELE1’in, İYİ Parti karşıtı yayınları nedeniyle, bir tür intikam alma boyutu vardı.  

Kemal Can: Tabiî tabiî. Ama o suskunlukta şunun etkisi olduğunu sanıyorum: Bunun yanlış olduğunu düşünse bile, buna reaksiyon vermenin zararlı olduğunu ya da bunun yanlış olduğunu düşünmekle ilgili dersi hâlâ çıkartmış değiller. 

Ruşen Çakır: Geçenlerde Sezgin Tanrıkulu konusunda bir yayın yaptım. Zâten duruşum belli. Ne söyleyeceğim üç aşağı beş yukarı belli. Zâten onları söyledim. Çünkü sosyal medyadan, özellikle YouTube’dan tek tük kızanlar oldu. Ama genellikle takdir edenler vardı. Ama bu takdir de, “Bu konuyu konuşuyorsunuz” minvâlinde. Orada fark ettim ki sâdece CHP’liler değil, gazeteci, yorumcu, birçok insan Sezgin Tanrıkulu olayına girmek istememiş. “Adamın söyledikleri doğru, ama her doğru da her zaman söylenmez” tavrının çok daha yaygın olduğunu gördüm. Neyse.

İYİ Parti’ye gelince. Biliyorsun İYİ Parti yerel seçimle ilgili 81 ilde aday belirleme karârını aldı. Ama onun üzerine çok fazla konuşacak bir şey yok, istersen onu pas geçelim. Çünkü daha önce Akşener’in söylediğinin bir başka versiyonu olarak kabul edildi. Bu sürecin yönetiminde Başkanlık Divanı yetkili olacakmış. İstanbul ve Ankara umûdunu kesmiş değil, onu görüyoruz. 

Şu mafya meselesini, garip isimli Ayhan Bora Kaplan konusunu konuşalım biraz Kemal. Ona yönelik operasyon günlerdir sürüyor. Bu arada, Yunanistan’da da garip bir infaz oldu. Onunla ilgili değişik spekülasyonlar var. Ama esas olarak Ayhan Bora Kaplan olayı bayağı ciddî ve konuyla ilgili de epeyce haber çıktı. Bir Yargıtay üyesinin adı geçti, kendisine sorular soruldu. Bu konu üzerine “Süleyman Soylu ekibinin tasfiyesi” lâfları ediliyor; ama bunu söylemek için biraz erken sanki. Kimileri bu işin bayağı üzerine gidileceğini söylüyor; bunun bir hesaplaşma, bir mıntıka temizliği olduğunu söyleyenler de var. Temennî mi ediyorlar, yoksa yorum mu yapıyorlar tam çıkaramadım. Çok hâkim olmadığım konular. Ama bu olay beklenmedik bir şey ve yeni İçişleri Bakanı ile birlikte olması da önemli. Bu işin siyâsî bir yönü kesin var. Ama tabiî ki her şeyde olduğu gibi burada da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a rağmen yapılabilecek bir şey değil. Bu mesele nereye kadar gider, nasıl gider, nasıl bir temizlik olur? Açıkçası kestirmek çok mümkün değil. Ama her halükârda önemli bir şey olduğu kesin ve bunların görüntülerinin servis edilmiş olması, ifâdenin verilmiş olması, isimlerin dolaşıyor olması… Bunlar çok görmediğimiz, alışık olmadığımız türden şeyler. Sonuçta bu kişi, düne kadar iktidârın dalga boyunda olan, 15 Temmuz darbe girişiminde TRT‘nin önüne gitmiş, “vatan kahramanı” olarak lanse edilmiş bir isim. Ne diyorsun bu konuya? Bunun devamı gelir mi, yoksa anlık bir olayla mı karşı karşıyayız.

Kemal Can: Ben de bu konularda çok yetkin biri değilim, çok fazla detayına da hâkim değilim. Senin demin söylediğin, “Bu konuda erken birtakım sonuçlar çıkartılıyor” tespitine katılarak, şunu söyleyeyim: Bu işlerde fazla aceleci davranmamak gerektiğini biliyorum. Meselâ bir örnek, Sinan Ateş cinâyeti hadisesiydi. Hatırlarsan, Sinan Ateş cinâyetinin hemen sonrasında çok sayıda bilginin akıyor olması, birdenbire siyâsî bağlantılarının çok hızlı ifşâ olması, olayın üstüne gidileceği, hattâ bu yüzden ittifâkın dağılacağı, Erdoğan’ın bu konuya vaziyet ettiği yorumları yapılmıştı. Ama gördüğüm kadarıyla Sinan Ateş Dâvâsı o zamanki hızıyla ve o zamanki dalganın devâmı biçiminde ilerlemedi ve beklenen hızda bir şeye yol açmadı; hattâ MHP ile AKP arasında da özel bir gerilim meselesine dönüşmedi.

Senin de söylediğin gibi, siyâsî tarafları olması kaçınılmaz bir hâdise; bu olayda da üst üste geldi: Yani Süleyman Soylu’nun görevden alınması, Emniyet’te yapılan değişiklikler, birtakım ekiplerin tasfiyeye varacak biçimde değiştiriliyor olması, bâzı suç örgütü ya da mafya gruplarının da bu tasfiyeden doğrudan ya da dolaylı etkileniyor olması, birbiriyle bağlantılı olması ihtimâlini düşündürüyor. Ama bu, “Mutlaka öyle olacak ve devâmı da öyle gelecek” anlamına gelmeyebilir. Önemli olan tarafı şu: Hem tasfiyeler sürecinde hem Emniyet’teki değişiklikler sürecinde, hem de bu olayda, adı sık sık gündeme gelmiş olmasına rağmen, çok uzun bir süredir Süleyman Soylu’nun sessizliğine tanık oluyoruz. Normalde kendisiyle ilgili bu tür iddialar ortaya atıldığında, çıkıp hemen, hattâ biraz yüksek perdeden, kimi zaman birilerine de mesaj gönderdiği îmâsını oluşturacak açıklamalar yaptığına daha önce tanık olduk. Sedat Peker hâdisesinin devâmında bunun çok örneğini görmüştük. Ama şimdi derin bir sessizlik ve suskunluk var. Bunun bu olayla bağlantısını ya da bu olayın seyrini nasıl etkileyeceğini kestirmek için biraz daha beklemek gerektiğini düşünüyorum. Şimdiden çok sayıda bağlantının ifşâ olması, bunun böyle bir tür tuğla çekilmesiyle çöken bir duvar ya da ipin ucunun tutulmasıyla bütün ipin bir yumak hâlinde sonuna kadar çözüleceği anlamına gelip gelmeyeceğini kestirmek için bence biraz daha beklemek lâzım. Çünkü Sedat Peker olayında ve daha önce başka olaylarda da gördüğümüz gibi, doğrudan devlet ya da devletin derin güçleriyle bu tür suç örgütleri arasındaki ilişkiler, zaman zaman ilginç ittifak değişimleri, ekip değişimleri, tasfiyeler, yeni gözdeler, gözden düşenler şeklinde dalgalanmalarla karşımıza gelebiliyor ve orada, görünenden başka bir hesaplaşmanın izlerini de görebiliyoruz. Dolayısıyla bu işin siyâsî sonuçları ve kriminal sonuçları açısından biraz daha ihtiyatlı bir izlemeye ihtiyaç var. Daha önceki vakalardan bu kadarını kestirebiliyorum. 

Ruşen Çakır: Soylu’nun sessizliği konusunda aynı şeyi düşünmüşüz. En son Twitter hesâbından –artık X diyoruz tabiî–, X hesâbından Libya’daki sel felâketi üzerine 12 Eylül’de bir paylaşım yapmış. Ondan bir iki gün önce de Fas’taki depremle ilgili bir paylaşım yapmış. Ama bu konularla ilgili hiç topa girmemiş. Bugün bakmadım, ama yayından çıkınca bakacağım. Büyük bir ihtimalle bu konuda bir şey söylememiştir; söyleseydi haberimiz olurdu. Ama süngüsünün düşmüş olduğu muhakkak. Tabiî bu, gücünün tam anlamıyla bittiği anlamına gelmiyor. Bu olayların bir yerinde onun olduğu muhakkak, ama bakalım. Senin de dediğin gibi henüz bir şeyler söylemek için erken. Erdoğan pekâlâ daha geniş bir temizliğe de karar verebilir; ama belli bir yerde de tutabilirler. Sonuçta bunun karârını verecek olan Erdoğan. Erdoğan’dan bağımsız bir şekilde, İçişleri Bakanı, Emniyet Müdürü, Emniyet Genel Müdürü, hatta organize suçlarla ilgili emniyet müdürünün bir şey yapması çok gerçekçi değil. 

Evet Kemal, burada noktayı koyalım, bu haftayı da böyle tamamlayalım. İzleyicilerimize çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.