Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (182): Gezi davası kararı & Altın Portakal’da sansür & Boğaziçi direnişinin 999. günü

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Gezi Parkı davasına ilişkin kararını açıkladı. İş insanı Osman Kavala, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay, yönetmen Çiğdem Mater, şehir plancısı Tayfun Kahraman ve Mine Özerden’in cezası onandı. Mücella Yapıcı ve Ali Hakan Altınay’ın adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına hükmedildi. Yapıcı ve Altınay kaldıkları cezaevinden tahliye edildi.

Yönetmen Nejla Demirci’nin “Kanun Hükmü” isimli belgeseli 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali seçkisinden ikinci kez çıkarıldı. Festivalin jüri başkanı Demet Akbağ istifa etti. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan sonra Gençlik ve Spor Bakanlığı da festivale desteğini çektiğini açıkladı.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul İl Başkanlığı’na adaylığını açıklayan Cemal Canpolat, partinin il binasındaki konuşmasında değişimcileri eleştirerek, “Atatürk’ün koltuğunda oturan genel başkanımıza saldırarak, itibarsızlaştırarak CHP’ye yeni bir şey yapamazsınız, buna müsaade etmeyiz” dedi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, haftanın öne çıkan başlıklarını Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Öncelikle, Yargıtay’ın Gezi Dâvâsı’na ilişkin kararını konuşalım. Yargıtay 3. Cezâ Dâiresi, Gezi Dâvâsı’nda 3 kişinin cezâsını bozdu, 5 kişinin cezâsını da onadı. Bozma kararına sevindik, ama onama karârı çok acı. Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis ve diğer 4 kişinin; Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden’in 18’er yıl hapis ile cezâlandırılmalarına ve tutuklanmalarına hükmetti. Tabiî bu çok acımasız bir karar. Daha önce Mücella Yapıcı hakkında beraat ya da bozma isteneceği söylenmişti. Buna Hakan Altınay ve Yiğit Ali Ekmekçi de eklenmiş. Bu iyi bir şey. Ama sanki, “Biz dosyayı inceledik. Bu 3 kişi suçsuz, ama diğerleri suçlu” havası yaratılmış. Halbuki ortada suç diye bir şey yok, delil yok. Bozma karârı neden çıktıysa, diğerlerinde de aynı şekilde bozulması gerekirken, böyle bir karar çıktı. Bu karar çok acı oldu gerçekten. 

Bir de şöyle ilginç bir durum var. Bugün Akın Atalay da ona dikkat çeken bir yazı yazmış. Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru görüşmesinden önce apar topar verilmiş bir karar. Anayasa Mahkemesi, Can Atalay’ın haksız ve hukuksuz tutukluluğu nedeniyle serbest bırakılma başvurusunu 5 Ekim 2023 târihinde görüşme karârı almıştı. Bu başvuru görüşülmeden bir hafta önce, Yargıtay 3. Ceza Dâiresi’nin aldığı bu kararla, Can Atalay artık tutuklu değil “hükümlü” oldu. Böylece Yargıtay, Atalay’ın mahkûmiyetini onamış oldu. Şimdi iki yüksek yargı organı, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasında böyle bir çekişme ve rol çalma görüntüsü var sanki. Tabiî Can Atalay’ın milletvekili olması ve cezâevinden tahliye edilmemesi ayrıca önemli. Çoktan çıkması gerekiyordu. 

Biliyorsun ben Hakan Altınay’ı ziyârete gittiğimde Can’la da konuşuyordum. İlk başlarda, yani Can Atalay TİP’den Hatay milletvekili seçildikten hemen sonra, en kısa zamanda cezâevinden çıkacağını düşünüyorduk. Kendisi de bir hukukçu olduğu için konulara hâkim tabiî. Ama Türkiye’de hukuk diye bir şey olmadığı için böyle acı bir durumla karşı karşıyayız. Bundan sonra, bir üst dâireye, büyük dâireye gitme durumu söz konusu galiba. Sonra Anayasa Mahkemesi, daha sonra da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidecek. Ama bu çok önemli bir eşikti ve kötü oldu. Ne diyorsun?

Kemal Can: Bu dâvâ ile ilgili seninle birçok kez konuştuk, yazdık, defalarca çeşitli biçimlerde gündeme geldi. Dâvâlar sırasında da hep konuştuk. Bu dâvâ, en başından îtibâren hukukî bir çerçevede konuşulabilir bir mesele değildi. Dâvânın kurgulanması, sanıkların bileşimi, dâvânın seyri, dâvânın siyâsî olarak edindiği pozisyon, hukuksal bir değerlendirmeyle açıklanabilir hiçbir tarafı olmayan, her tarafıyla hukuk dışı bir dâvâ olarak önümüzde. Her şey gözümüzün önünde yaşandı. Aslında bu dâvâ, biraz gözümüze sokarak bir şeyi göstermek için açılmıştı ve o bir şeyi göstermek için, bugün gelinen noktadaki tâlîmatlı karar ortaya çıkmış oldu.

Yıllardır yaşadığımız, çeşitli vesîlelerle tekrar tekrar konuştuğumuz, hukuksuz, ağır bir otoriter baskı altında yaşanan bir ülke olması ve bunun açık bir siyâsî tasarruf olarak, bir tür, yargının tâlîmatlı bir cezâlandırma aracı olarak işlemesini görüyoruz; bu vakada da bu çok net biçimde ortada. Senin söylediğin gibi, bu tür kararların hepsinde, sanki işin hukukî bir tarafı varmış gibi, bir tâne karârı bozmak ya da 3 üyeden birinin îtiraz etmesi gibi şeyler hep görünüyor. Şimdi hakkını yemek istemem; bâzen birtakım hukukçular da kendi vicdânıyla bu tür kararlara imza atıp muhâlefet şerhleri yazıyor olabilirler; ama bunu, bir tür tâlîmatlandırılmış kararların hepsinde görüyoruz. Bunu nereden anlıyoruz? Siyâsî aktörler bu konu önlerine getirildiğinde, herhangi bir zeminde sorulduğunda, “İşte bakın, suçsuz olanlar çıktı, suçlu olanlar yatıyor. Bizde de mahkemeler var” diyor. 

Erdoğan en son, New York’ta, ABD’li bir televizyon kanalının sunucusunun sorularını yanıtlarken, “Amerika yargısı yargı da Türkiye’nin yargısı yargı değil mi?” diye cevap verdi. Peki, aynı soruyu şöyle soralım: “Tâlîmatla karar veren buradaki mahkemeler mahkeme de, bunların uymak zorunda oldukları Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mahkeme değil mi?” Ya da şöyle bir liste çıkartsınlar: Hangi mahkemeler mahkeme kabul edilebilir, hangi mahkemelerin kararları kabul edilemez? Bunu açıklasınlar, o zaman bir hukukî çerçeve kurmuş olabilirler. Ama bütün kararlar, tamâmen keyfî olarak, tâlîmatla oluşturdukları bir şey. 

Sen de başta bahsettin, üç arkadaşımız tahliye oldu. Ama bu tahliyelere sevinemedik bile. Mücella Yapıcı dün akşam tahliye olurken, kendisi de tahliyesine sevinemedi. Onların yakınlarının, bizzat kendisinin de hapishâneden çıkmasına sevinemeyeceği kadar kötü bir kararla yaşanıyor bu. Elbette onlara çok sevindik; âilelerine, yakınlarına kavuştular o üç kişi. Ama sonuçta hukukî bir süreçle ya da bir siyâsî mücadeleyle değil, öyle uygun görüldüğü için, o tâlîmatın parçası öyle geliştiği için serbest bırakıldılar. Buna sevinebiliriz, ama sonuçta çok açık bir biçimde, başlangıcı ve süreciyle her tarafı hukuksuz olan ve hukuksuz olması istenerek ve gösterilerek yapılan bir sürecin yeni bir aşamasındayız. Bundan sonraki süreç diğer aşamalarında nasıl sonuçlar verecek bilmiyoruz; ama bu mesele, siyâsî olarak böyle bir yere oturuyor.

Ben bu Gezi Dâvâsı meselesinde, bu tutukluluklar, hapiste yatan insanlar, iktidârın bu konudaki tavrı, yargının, artık bırak hukukî mülâhazaları, basit ahlâkî referanslarla bile kabul edilemez bir tâlîmatlanmayla davranıyor olmasını… Yani, yarın bu insanlar emekli hâkim olarak dolaşacaklar; “Ben şu mahkemelerde çalıştım. Şöyle kararlar verdim. Bu kadar sene burada çalıştım” diyerek böyle açık bir hukuksuzluğa imzâ atmış insanlar olarak yaşayacaklar. Bu, devletin ve yargının, çürümüş, yozlaşmış, bozulmuş ve senelerdir gördüğümüz yüzü. İşin bir tarafı bu. 

İkinci bir tarafı da şu: Gezi meselesinin bize gösterdiği, aynada görünen başka bir şey var: Toplumun çürümüşlüğü. Çünkü bu hâdise, bu insanların bir kısmının müebbet, bir kısmının 18 yıl hapse mahkûm edildiği, sonuçta yedi kişinin ödediği bir kefârete dönüşen bu hâdise, “Hepimiz oradaydık” diye, milyonlarca insanın dâhil olduğunu iddia ettiği bir şeydi. Bunu hepimiz çok net hatırlıyoruz; çünkü bu, târihin çok eski bir zamânında değildi. Bugün bu kararlar verilirken, bu kararların verilmesi öncesindeki bütün mahkeme süreçlerinde, bunlarla ilgili en üst siyâsî aktörlerin demeçleri, tavırları, söyledikleri ortadayken, bir avuç insanın dışında kimsenin, “Hepimiz oradaydık” diyenlerin çok büyük bir çoğunluğunun, yere ya da havaya bakıp ıslık çalarak uzaklaştığı bir süreç yaşadık. Devletin kendi raporlarında belirtildiği gibi, 79 ya da 80 ilde milyonlarca insanın katıldığı ve uzunca bir döneme yayılan bir protesto ve eylem serisinde, bu kadar sâhipsiz, bu kadar “Günah Keçisi” diyeceğim, ama o insanlara kötülük, çünkü bu etiketi hak eden…

Ruşen Çakır: Fatura onlara kesildi. 

Kemal Can: Ama faturanın birilerine kesilmesini bu kadar kolay kendine sindirebilmek… Sâdece burada siyâsî aktörleri değil bütün insanları koyarak, herkesin baktığı aynada ne gördüğünü çok merak ediyorum.

Ruşen Çakır: Evet. Gezi dönemi, o târihte Fethullahçılarla Erdoğan’ın ittifakının son dönemiydi. Zâten arkadaşlarımız yargılanırken, sözüm ona delil diye sunulan şeylerin çoğunu da Fethullahçı polisler ya da yargı mensupları toplamıştı. Onları kullanarak, Gezi Dâvâsı avukatı Akçay Taşçı’nın söylediği gibi, “yeniden kıymetlendirme” diye bir hukuk terimi üreterek yaptılar. 

Şimdi, büyük ölçüde Fethullahçıları ilgilendiren hukukî bir olay daha var önümüzde: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ByLock kullandığı ve Bank Asya’da hesap bulundurduğu suçlamaları yöneltilerek gizli bir tanığın ifâdesiyle mahkûm olan öğretmen Yüksel Yalçınkaya’nın açtığı bireysel davada, Türkiye aleyhine ihlal karar verdi. Sadece bu konuda Türkiye aleyhine 8 bin 500 şikâyet başvurusu yapılmış. Karar çok net. AİHM Büyük Dâiresi, üç ayrı maddenin ihlâl edildiğine oybirliğiyle karar verdi. Bu karârın hiç tartışması yok ve AİHM son merci. Biraz önce, “Herkes ıslık çalarak havaya baktı” dedin ya? Bu olayda da öyle oldu. Türkiye’de o kadar az insan bu olayı konuştu ki. Fethullahçılar yurtdışından bir şeyler yapıyor olabilir, ama muhâlefet partilerinden, muhâlefet partisi liderlerinden hiç ses çıkmadı. Yeşil Sol Parti milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu dışında kimse konuşmadı. Bu çok hayâtî bir karar. Adalet Bakanı zâten, “Karârı tanımıyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı karar vermiştir” dedi. Bu çok acayip bir lâf. 

Hukuken bu karârın hemen, sonuçlanmış ve süren dâvâlara uyarlanması gerekiyor. Ama bir şey olmayacak.

Kemal Can: Zâten ortada biraz önce konuştuğumuz Gezi Dâvâsı var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Osman Kavala için verdiği karar var. Onu da uygulamıyorlar. 

Ruşen Çakır: AİHM Büyük Dâiresi’nin verdiği karârı da uygulamayacaklar. Tabiî burada şöyle bir husus var: İnsanların, “Hepimiz oradaydık” deyip, şimdi Gezi Dâvâsı’na sâhip çıkmaması ayrı bir olay; ama bu olayda, ByLock uygulamasını kullananlar ve Bank Asya’da hesâbı olanlar “Fethullahçılar” diye suçlandı Türkiye’de. Toplumun büyük kısmı, Fethullahçılarla yan yana görünmek istemediği için çok da umursamadı. Dolayısıyla bu meseleyle ilgili yaşanan hukuk ihlâlleri konusunda da ciddî bir kamuoyu oluşmadı. Meselâ ben iki gündür bu konuyu konuşuyorum. En çok karşıma çıkan sorun: Yurtdışındaki Fethullahçılar. Çünkü o suçlanan insanların büyük bir kısmı Fethullahçıların alt tabanı. Yani daha sempatizan, bir şekilde o cemaate yakınlık hissetmiş ya da az alâkalı insanlar. Darbe girişiminde ya da o kumpaslarda doğrudan aktif rol oynamış insanlar değil. Tabiî bütün Fethullahçı hareketin, o şebekenin hepsinin, tamâmen sütten çıkmış ak kaşık olmadığı muhakkak. Burada bir şeylerin ayrımının yapılması lâzım. Bunu söylediğim zaman Fethullahçılar çok ciddî şekilde tepki gösteriyorlar; iki gündür onlara cevap yetiştirmekle meşgulüm. Ama olay gerçekten çok acı. Bu olayda binlerce kişi söz konusu. Bu suçlamalar nedeniyle kimisi hapis yattı, kimisi işinden oldu, şu bu. Büyük bir ihtimalle, AİHM’nin bu karârı, yurtdışındaki Fethullahçı lobinin faaliyetlerinin dışında, ülke içerisinde çok fazla destek bulamayacak bir olay. Yani “Niye bu karârı uygulamıyorsunuz?” diyecek çok fazla kişi çıkmayacak. CHP de yapmayacak, İYİ Parti de.  “FETÖ’cü” olarak anılmak korkusuyla bir şey yapmayacaklar gibi gözüküyor. 

Kemal Can: Son cümlenden yola çıkarak söyleyeyim. Sıradan insanları geçtim, siyâsî aktörler de “Bize şu etiket yapışır, bu bulaşır ya da iktidar bunu kullanır” diyerek bir şeylerden uzak durmasının en çarpıcı örneklerinden biri, son seçim yenilgisinin gerekçeleri arasında, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılacağı iddiasının bulunması da, bir siyâsî hatâ olarak telaffuz ediliyor sağda solda. Bunu sâdece siyâsî aktörlerden değil bağımsız yorumculardan da duyduğum oldu. Kim olursa olsun, hukuksuz biçimde bir zulüm gören, hapiste olan, özgürlüğünden uzak tutulan her kim için hak savunusundan bahsedilmiyorsa, neyin ittifâkını yapıyorsunuz? “Politik iddia olarak hukuksuzluğa karşıyız” iddiasının zemininde bir müttefik değilseniz, neyin ittifâkını yapıyorsunuz? Böyle bir ittifak mîmârîsinin her tarafını doğru yapsanız ne olur? Birtakım hak ve hukuk meseleleri, onun o anda gündemde olmasına neden olan aktörlerin vasıflarıyla değil, o hakkın ya da o hukuksal düzenlemenin kendi ilkesel gerekçesiyle açıklanabilir. Bir şeyin haksızlık olması, onun hak edilmesiyle ilgili bir mesele değildir. Dolayısıyla, çok kötü bir insanın hiçbir haktan yararlanmamasını talep edemezsiniz. Bu, hukuku imhâ eden bir şeydir. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu karârında çok temel bir şey var aslında. Şimdi, “AİHM, ‘terör örgütü vardır yoktur’ dedi demedi” tartışması yapılıyor; ama AİHM’nin bu karârı tartışmaya açık olmayan bir şey söylüyor: “Böyle torba işler yaratarak, ‘bölücülük’, ‘FETÖ’ ya da ’Gezi Kalkışması’ diye bir torba üretip, delilsiz ve ciddî bir soruşturma içermeyen, sâdece iddialara dayalı o torbayı doldurarak dâvâlar üretip insanların haklarını alamazsınız.” AİHM karârının temel özeti bu. Gezi hâdisesinde de, Fethullahçıların hazırladığı kes-yapıştır fezlekelerden başlayarak, bütün gerekçelerde, delillerle ilgilenmiyorlar. Kendi vehimlerini, yani olayı nasıl gördüklerini anlatıp, bu olayla ilişkili olan insanları da istedikleri gibi etiketleyebileceklerini iddia ediyorlar. Yoksa birine “terörist” diyorsan, birine “bölücü” diyorsan, birini “darbeci”, birini “isyancı” diye işâretliyorsan, bunun delilini koyman gerektiği yükümlülüğünü ortadan kaldıran süreçler. 

Dolayısıyla doğru dürüst bir hukukî muamele gördüğünde, AİHM, Gezi Dâvâsı karârında da, bu kararda da, “Tamam, bir şey iddia ediyorsunuz da, bu insanın bunu yaptığına ilişkin delil yok. Dolayısıyla böyle ciddiyetsiz bir soruşturmayla hüküm kuramazsınız” diyor. Her ikisinde de benzer bir durum var. Dolayısıyla bu, başından beri konuştuğumuz gibi meselenin hukukî olarak tartışılamayacağını gösteren bir şey, çünkü hukukî bir mesele değil. Ama asıl problem, iktidârın ve onun tâlîmatlandırdığı yargının bununla ilgili bir meselesi yok. Tam da diyor ki: “Ben bununla bağlı değilim. Ben yaparım. Ben öyle dediğim için süreç böyledir. Bunun herhangi bir kurala, dayanağa ve delile bağlanması gerekmiyor.” 

Benzer bir hikâye, Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki belgesel hikâyesinde yaşandı. AİHM’nin bu insanlarla ilgili verdiği karârın bir başka veçhesi de, KHK’larla, hiçbir hukukî dayanağı olmayan, soruşturma bile açılmayan, yargı kararları olmayan binlerce insan işlerinden oldu. İşlerinden olmakla kalmayıp, yine iktidârın sözcülerinin tarifiyle, “medenî ceset” hâline çevrildi. Bütün imkânları ellerinden alındı, neredeyse vatandaşlık haklarının hiçbirini kullanamaz hâle geldiler. Başka yerlerde çalışmaları engellendi. Bu konuyla ilgili yapılan belgeselin üzerinden çıkan tartışmada şunu görüyoruz: Buradaki hukukîlik meselesini değil, bunu tartışmayı bile yasaklayan bir tutum içerisinde iktidar.

Ruşen Çakır: Orada olayı başlatan Festival Komitesi. Belli ki Festival Komitesi’ne bir yerlerden, “Bunu nasıl gösteriyorsunuz?” diye bir tâlîmat gelmiş. Festival yönetimi önce, Kanun Hükmü belgeselinde yer alan kişilerle ilgili yargı sürecinin devam ettiği gerekçesiyle filmin seçkiden çıkarıldığını duyurdu. Bu karâra jüri üyeleri, yapımcı ve yönetmenlerden protesto gelince, festival yönetimi, yargı sürecinin olmadığı gerekçesiyle belgeselin yeniden yarışma seçkisine alındığını duyurdu. Kültür ve Turizm Bakanlığı, belgeselde FETÖ terör örgütü propagandası yapıldığı gerekçesiyle festivalden desteğini çektiğini açıkladı. Festival yönetimi, “Biz herhangi bir terör örgütünün destekçisi değiliz” açıklamasını yaparak belgeselin festival seçkisinden çıkarıldığını duyurdu. 

Buradaki mesele bize şunu gösteriyor: Gezi Dâvâsı’nı konuşurken, orada sâdece siyâsî iktidar ve yargı ayağı değil, sâhip çıkmayan insanlar olduğundan da bahsettik. Bu olayda da, CHP’li belediyenin düzenlediği bir etkinlikte, her şeyden önce kültür ve sanatı öncelemesi gereken bir organizasyonun, tamâmen siyâsî mülâhazalarla, açıkçası korkarak sansür yapmaları. Meselâ AKP’li belediyelerin engellediği festivallere, konserlere alıştık. Ama Antalya Belediyesi CHP’li bir belediye. Üstelik Antalya Altın Portakal Film Festivali, 60 yıldır süren, “Film Festivali” deyince Türkiye’de ilk akla gelenlerden birisi. Altın Portakal’da her zaman bir sorun çıktı. Ama bu kadar sakil, bu kadar yüzüne gözüne bulaştıran bir durum olmamıştı. Her an bir değişiklik yaşanıyor. En son, Gençlik ve Spor Bakanlığı da festivalden desteğini çekmiş ve festivale tahsis ettiği salonun tahsisini iptal etmiş. Onlara da yaranamadılar, filmi tekrar kaldırdılar. 

Antalya Film Festivali bir kurum, bir gelenek. O da tam anlamıyla berbat edildi. Tamam, devlet KHK’lılara haksızlık etti, şunu yaptı, bunu yaptı ve bunun gündeme gelmesini istemiyor. Olağan şüpheli olarak devlet var, tamam. Peki, belediyeye ne oluyor?

Kemal Can: Ama işte bu tâlîmatlandırma zinciri, yargıyla iktidârın kontrol ettiği kendi güç merkezleriyle… Meselâ Anayasa Mahkemesi’nin karârına rağmen, polis haftalardır Cumartesi Anneleri’ni gözaltına alıyor. Mahkeme bu ülkenin mahkemesi. Karar, bu ülkenin Anayasa Mahkemesi’nin karârı. Uygulamayan da bu ülkenin polisi. Tâlîmâtı veren siyâsî iktidar. Bu üç vakada da konuştuğumuz gibi, tâlîmat serisi sâdece iktidârın emir-komutası içerisinde olanlarla sınırlı değil. Basın öyle tâlîmat alıyor. “Alo Fatih” hâdisesini hatırlıyoruz. Tâlîmatla araştırma rakamlarını değiştiren bir ülkeden bahsediyoruz. Basın tâlîmat alıyor, bunu geçelim, muhâlefet belediyesi tâlîmat alıyor. 

Benzer bir şeyi İstanbul’da da yaşamadık mı? İnsanlar, İçişleri Bakanı öyle dediği için görevlerinden alındı, sonra yargı karârıyla tekrar döndüler. Aslında bir yargı karârıyla görevden alınmaları gerekirken, tâlîmatla görevden alındılar.  Bu olayda da Bakanlık, CHP’li belediyeye, CHP’li belediyenin festival organizasyonuna tâlîmat veriyor ve asıl öfkesi –hani “Bir türlü yaranamadılar” dedik ya– bir daha, bir daha, daha da vurmak istiyorlar. Salonu da aldılar, tamam, filmi çıkarttılar, gene iknâ olamadılar. Çünkü tâlîmata uymadılar. Aynı şekilde, Gezi hâdisesinde de, o aynaya bakan toplum da o tâlîmata uyuyor.  

Bugün Devlet Tiyatrolarının başına getirilen Tamer Karadağlı’nın, Gezi günlerinde, birkaç arkadaşıyla Gezi Parkı’na gelip Gezi’yi desteklediğini hatırlıyorum. Devlet Bahçeli’nin, Gezi eylemlerini destekleyen benzer açıklamasını hatırlıyorum. Abdullah Gül’ün, “Bu, gurur duyulacak bir hâdisedir” dediğini hatırlıyorum. Ama sonra ne oldu? İktidar tâlîmatını verdi ve hiç kimse bunu tekrar etmedi artık. Şimdi bu tâlîmata herkes uyuyor ve o tâlîmatlandırma süreci yargıyla, polisle kalmıyor; devam ediyor.

Ruşen Çakır: En son Sezgin Tanrıkulu olayı.

Kemal Can: Evet, CHP’nin sözcüsü Faik Öztrak çıkıp…

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu da destek verdi sözcüye. 

Kemal Can: Ama bu tâlîmat serisinin yaygınlığıyla ilgili bir şey düşünmek lâzım. Tamam, siyâsî aktörler, hedefe koyulması gereken birinci sorumlular; ama toplumun bütünüyle ilgili de bir mesele var.

Ruşen Çakır: Sen bir konuyu daha konuşalım demiştin.

Kemal Can: Boğaziçi Üniversitesi direnişini: 1000. gündeler.

Ruşen Çakır: Evet. Yarın iki Boğaziçili hocayla bu konuyu konuşacağım. Yarı Boğaziçili birisi olarak…

Kemal Can: Yine aynı şeyi söyleyeceğim: Şimdi 1000. gününü selâmladığımız direnen hocalara karşı, koca bir akademi, onlarca üniversite, binlerce öğretim üyesi, bir üniversitede yapılan hukuksuzluğa ses çıkarmadan yıllarını geçirdiler. 1000 gün… 3. yılına girdi.

Ruşen Çakır: Evet. Helâl olsun. Kendilerine de söyleyeceğim: Sivil direniş anlamında bir gurur kaynağı; ama çok zor bir şey yapıyorlar. Bir de tabiî birçoğumuz gibi onlar da seçimleri beklediler. Tıpkı Gezi tutuklularının yaşadığı gibi, onlar da çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. “Tamam, biz iktidâra gelince her şey olacak; biraz dişinizi sıkın” dendi. Ama sıkacak diş kalmadı. Böyle acı bir durum var. Ama buna rağmen bu direnişin sürüyor olması… Bugün akademisyen Murat Gülsoy’u okula almamışlar. Murat Gülsoy Boğaziçi Üniversitesi’nde 30 yıllık bir hoca; artık emekli. Kendisi, sosyal medya hesâbından, “Murat Gülsoy ile Bilim, Sanat & Edebiyat”adlı etkinliğin gerekçesiz bir şekilde iptal edildiğini belirtti. Orada da rektör (M. Naci İnci) –ona “kayyum” diyorlar biliyorsun– sürekli birilerini atıyor, birilerini görevden alıyor. O, rektör Melih Bulu gibi değil biliyorsun; Boğaziçi Üniversitesi’nden gelme bir isim; ama belli ki bir şeylerin hesâbını görüyor kendince. Ama akademisyenlere helâl olsun. Yarın direnişin 1000. günü olacak. Bugün 999. gün.  

Kemal Can: Bu “Seçimi bekleyin, seçimde her şey düzelecek” iddiası, hattâ “Seçimi bir şey yapmadan bekleyin” tâlîmatı olacak bir şey değil. Bunu burada da yüzlerce kez konuştuk. Eğer seçimlerde bir şey değişecekse, zâten bir şeylerin değişmesiyle ilgili bir çabanın olması lâzım. Ancak o çabalar ittiği için seçimle bir şey değişir. “Seçimi bekleyin” denmesi, üstelik de “Bir şey yapmadan bekleyin” tâlîmâtına çevirip, aksinin seçime halel getireceği iddiası, bütün o direnişleri söndürdüğü, orada oluşabilecek dinamiği yok ettiği gibi, sonuçta seçim başarısızlığının bedelini yine oradaki mağdurların ödediği ama sorumluluğunu kimsenin almadığı bir zemine de yol açtı.

Ruşen Çakır: Son olarak Kılıçdaroğlu’nun ittifâkını konuşalım diyordum; ama çok uzun sürmeyecek bir konuşma olacak. Cemal Canpolat’ın İstanbul İl Başkanlığı önünde yaptığı konuşmada, “Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğunda oturan Kemal Kılıçdaroğlu’nu îtibarsızlaştırarak, saldırarak bu partiyi değiştiremezsiniz” lâfı için ne diyeceğimi bilemiyorum. CHP bir kongreye gidecek, kurultay İstanbul’da olacak; bu bayağı önemli bir kurultay. Kılıçdaroğlu kazanacak gibi görünüyor. Ama Kılıçdaroğlu kazandıktan sonra ne diyecek yerel seçim süreci için? Bunu hâlâ anlamış değilim. Ne diyebilir? 

Kemal Can: Muhtemelen, biraz önce konuştuğumuz meselelerle çok bağlantılı bir biçimde, bir tür mecbûriyetin ya da seçeneksizliğin sağladığı imkânlar üzerine kurulmuş bir siyâsî alan var. Bunu iktidar da böyle kuruyor. İnsanların çâresizlikleri, seçeneksizlikleri üzerine kurgulanmış ve onun imkânlarını kullanan bir siyâsî alan tanzim ediyor ve elinde daha fazla araç olduğu için, bunu daha kolay yapıyor. Ama bunun aynısını muhâlefet de kopyalıyor ve yapıyor. O da, bundan rahatsız olan insanların seçeneksizliği üzerine kurgulanmış ve onun imkânları üzerinden, ittifakları da, iktidar perspektifini de böyle kurguluyor, alternatif iddiasını da böyle çerçeveliyor. 

Demin de söylediğim gibi, ister ekonomik krizle ilgili olsun, ister hukuk kriziyle ilgili olsun, ister dış politikada olsun, en temel meselelerde hakîkaten değiştirme enerjisini, kendi alternatifini ortaya koymayan, sâdece seçeneksizlikler içerisinde bir alan yaratarak, o fırsatları kullanarak siyâset yapmanın yeteceğine inanıyorlar. Ama buradaki problem şu: Burada, aktörlerin îtibârı ya da aktörlere güven üzerine kurulabilecek her türlü zemin onların lehine, ama kalabalıkların aleyhine. Buna iknâ olmuş her adım da hayal kırıklığı riskiyle daha fazla yüz yüze. O yüzden kendine inanması ve kendine güvenmesi gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Ama artık kırılacak bir hayal kalmadı Kemal. Daha önce vardı, ama artık yok. Muhâlefet cenâhında herhangi bir hayâli olan insan görmedim.

Kemal Can: Ama hayâli başkalarının başarabilecekleri bir şey üzerine kurarsak, hakîkaten öyle. Ama niye hayâli öyle kuruyoruz ki? Meselâ, benim bu dünyanın daha iyi bir yer olabileceğine ilişkin yüzyıllardır devam eden bir fikrim, bir hayâlim de var.

Ruşen Çakır: Hâlâ var mı?

Kemal Can: Ama bunu yapacak birinin olmaması beni bu hayalden vazgeçirmiyor; geçirmemeli zâten. 

Ruşen Çakır: Ama benim söylediğim şu: Seçim öncesinde, “Bu seçimi kazanacağız ve şunlar şunlar olacak diye hayaller kuruyorlardı insanlar. O kadar büyük bir şok yaşadılar ki, artık herhangi bir beklenti, hayal kalmadı. Meselâ, arada, “Aldığımız belediyeleri koruyup, üzerine de Balıkesir, Manisa’yı ekleyeceğiz” diyorlar ya? Gerçek hayatta böyle bir derdi olan kimseyi gördün mü?

Kemal Can: Gerçek hayatta, en azından seçme motivasyonu anlamında tekrar öyle bir hatta dönmüş kimse yok. Zaten şu anda siyâsî partilerin birbirleriyle yaptıkları polemiklerin de karşılığı yok. Sürekli bir îzâhat içerisindeler. “Ya, bak ne oldu, ben sana anlatayım, bir de benden dinle” îzâhatı yapıyorlar hepsi. Halbuki bütün olup biten her şey, o kadar da kapalı cereyan etmedi. Ama sürekli sürekli bir îzâhat hâli var. Fakat o anlattıkları şey, şu anda kimsenin dinlemek istediği bir şey değil zâten.

Ruşen Çakır: Ne işe yarayacağı da belli değil.

Kemal Can: Tekrar o motivasyonun yerel seçim için üretilmesi, belki son düzlükte adaylar biraz daha netleşince bir hareketlenmeye sebep olabilir. Ama açıkçası, şu anda siyâsî tartışmanın oluştuğu başlıklar, hiçbir seçmeni, aktif seçmeni, vazgeçmemiş seçmeni, partili seçmeni bile çok harekete geçirmiyor. 

Ruşen Çakır: Ankara’da CHP kongresini gördün mü? Kimse yoktu. Evet Kemal, noktayı koyalım. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.