Tarık Çelenk yazdı: Türkiye’nin ihyası mümkün mü? – II

Bundan birkaç ay önce “Türkiye’nin ihyası mümkün mü?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazı Osmanlı Rum entelektüeli Demetrius Georgiades‘in 1908 Meşrutiyet devrimi sonrası hayal kırıklıklarını yansıtıyordu. Georgiades, 1908 devriminden umutlanmıştı. Osmanlı’nın ihyası için tezlerini geliştirdi. Bu amaçla 1909’da “Türkiye’nin ihyası mümkün mü?” adı altında çalışmasını kitap olarak yayınladı. Tezi, imparatorluğun toparlanmasını Asyatik-teokratik bir kurumsal mimariden liberal bir meşruti yönetimin dönüşümü üzerineydi. Ben de bu yazımın başlığını Georgiades‘in kitabının başlığından bugünlere ironi yaparcasına tekrar kullanmak istedim.

Geçenlerde yazan çizen bir dostum benden ülkenin bugün geldiği durumdan çıkışı için gerekli ilk 10 projeyi WhatsApp üzerinden özetlememi istedi. Tabii ki bu konular sadece WhatsApp’ta değil, belki de Bayezid Kütüphanesi’ne sığmayabilirdi. Ben de iğne deliği pencere misali bu konuya ilişkin görüşlerimi iddialı olmayan bir yazı ile ifade etmek istedim. Yazımda temel yapısal sorunları ele aldım. Sorunları doğru belirlemeden proje üreterek anlamsızlık çöplüğüne düşmek istemedim.

Aklıma ilk gelen soru, Demetrius Georgiades 1909’dan bugüne gelse ne olurdu? Muhtemelen Demetrius Georgiades ismi ve kültürüyle bugün çıksa, tavsiyelerinden çok Sorosçuluğu ile mahalleli tarafından anılacaktı. Bu nedenle onun yerine yerli ve milli, ehli sünnet, ancak vicdanlı ve entelektüel penceresiyle fark yaratan bir Türk aydınını sembolik koydum. Şimdi de böylece 2024 Türkiye’sine bu gözle baktım.

Bu pencereden ilk gözüken bu ülkenin bugüne intikal eden başının en büyük belası veya sorunu dönüştüremediği köylülüğüdür. Bunun mirası da Osmanlı ordusunun ve tarımının ciddi yükünü hep taşıyan Anadolu üzerinden gelmektedir. Osmanlı’da zanaat ve sanat Ermenilerin, diplomasi-eğitim Rumların ve ticaret de Yahudi cemaatlerinin işiydi. İzmir’in boyozundan son dönem Osmanlı camilerine hep doğrudan veya dolaylı gayrimüslim tebaanın imzası vardı. Osmanlı’da reformların başlangıcını ise Macar, Fransız veya Alman asıllı bürokratlar tarafından gerçekleştirilen çabalar teşkil etmiştir. Gelişmemiş bir tarım toplumunun dünyaya ufki bakması beklenemezdi. Gayrimüslim komşularımızın Anadolu’dan acı tasfiyesi belki bazı güvenlik endişelerini giderse de kültür, sanat, ticaret ve ötekine hoşgörü anlayışında büyük boşluklar doğurdu. Kasaba sağcılığının gerekçesini de bu durum teşkil etti. Dönüşemeyen köylülük bu mirası yağma ve talan dışında pek değerlendiremedi.

Osmanlı eğitim ve bürokrasi reformları Tanzimat, Abdülhamit ve Meşrutiyet dönemlerinde özgün bir Aristokrat yönetici sınıf yaratabildi. Atatürk ve arkadaşları bunun en son örnekleriydi. 1970’lere kadar cumhuriyetin kalabilen belki de görgülü aristokratları bunlardı. Balkan ve Kafkas savaşları ve bugüne yönelik de hiç duramayan iç ve dış göç farklı bir taşra ve yağma kültürü oluşturdu. Siyaset bunun üzerinden yürüdü. Buna ilişkin Kâzım Karabekir’in, 29 Ekim 1938’de günlüğüne düştüğü “Akşam ailece Kadıköy ve Üsküdar’a gittik. Seviye günden güne düşüyor. Hele Üsküdar Sahili’nde oturacak insanca bir yer yok. Halk köyden veya muhaceretten gelmiş gibi…” notu güzel bir örnektir. 

Söz konusu taşralı zihniyetin hep var olması toplumsal ve siyasal hayatta “görgüsüzlük sorununu” hep yanında taşımıştır. Görgüsüzlük sorunu ülkenin sermaye birikiminin kültür, eleştirel düşünce ve sanat alanına yansımasını engellemiştir. Siyaseten ve ekonomi de genelde kamu yağmasıyla güçlenen görgüsüz aktörler vasatın altında bir zihniyeti ve toplumsal dönüşümü tetiklemişlerdir.

Görgüsüzlüğün ısrarının örgütlediği bir diğer sorun ise öğretim ve eğitim sorunumuzdur. Akıl ve zeka özde çok farklı şeylerdir. Öğretim sistemimiz istikrarsızlığı-performansı bir yana tamamen zeka ve ezber odaklıdır. Akıl ve eleştirel bakış tamamen dışlanmıştır. Zeki-cin gibi esnaf, siyasetçi veya devlet diyebiliyoruz da akıllı esnaf, siyasetçi veya sağduyulu devlet diyememekteyiz. 

Zeka yarıştırmalı. Eğitim sistemimizi 2024 YKS sınav istatistikleri oldukça anlatıyor: 12 felsefe sorusundan ortalama doğru cevap oranı 1,9 ve 6 din sorusundan doğru cevap oranı 1,2… Daha fazla söze gerek var mı? Bilmiyorum. Batı’daki ciddi okulların öncelik hedefi esasta sanat ve spor derken öğrenciye görgüyü yüklemektir. İkinci hedefi ise nasıl düşüneceğini öğretebilmektir. Kemalist devrimlerin görgü yönü başarılıydı. Ancak nasıl düşünmeliyiz veya eleştireceğiz zihniyet farkı sorusuna verdiği cevabın taşra sağcılığından pek farkı yoktu. Buna güzel örnek, Şevket Süreyya Aydemir “Suyu Arayan Adam” kitabında, hapishane hatıralarındaki, şapka devriminden önce hasır şapka giyen tutukluyu şapka giydiği için tartaklayan hâkimin, devrimden sonraki ilk duruşmada bu sefer de niçin şapka giymediği için tartaklama sahnesidir. 

Osmanlı reformları ve cumhuriyet devrimleri -özellikle sanayi nefise mektepleri, harp okulları, öğretmen okulları, Köy Enstitüleri ve askeri liselerde- Anadolu’nun çocuklarının ihtiyacı olan görgüyü öğretebildi. Bugün seküler burjuvazi ve kısmi gelenekli aristokraside görgü sorunu yoktur. Ancak güç ve iktidara ulaşan mahallelide her kesimiyle bir görgü sorunu mevcuttur. Görgü sorunu bu kesimde kültürel iktidar ve otoriterlik sorununu da üretmektedir.

Osmanlı’nın endüstri devrimini kaçırdığı gibi ne yazık ki cumhuriyetimiz de ikinci yüzyılına girerken yapay zeka-dijital devrimi, kamu hazine yağması hedefli uydurma ideolojiler ve popülist beka tartışmaları ile kaçırmak üzeredir. Hiç merak etmeyen, eleştirel düşünceye tolerans göstermeyen, müphemliğin siyah-beyaz dünyasında yeri olmayan filozof ve entelektüel çıkartamayan bir toplumun endüstri ve dijital bilimsel devrimlerinin ne olduğunu idrak etmesi beklenmemeli. Din ve bilim ikilemine esnafça al-sat yaklaşımı, göçebelik ve taşralılıktan kaynaklanan bilişsel çelişkiye-cognitive dissonanace veya kendi kendimize kurduğumuz bir epistemik tuzağa bizleri çekmiştir.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Ülkenin bir diğer temel sorunu tabii ki adalettir. Ülkemizde yazılı olmayan bir sözlü kültürün varlığı, “sen bana güvenmiyor musun abi” mantığı, hesap sorulmasının-verilmesinin bir utanç olarak algılanması, güçlerin karşılıklı sınırlanamaması adalet ve refah sorununun özünü teşkil etmekte. Batı’da hâkim ve savcılar bir hayat mekanizması deneyiminden sonra öğretime alınırken bizde ise doğrudan devam zorunluluğu olmayan fakültelerde sosyalleşemeden mekanizmanın içinde deneyimsiz aktörlere büyük sorumlulukların verilmektedir.

Ortak bir aidiyetin siyasilerce kişisel ikbal hırslarıyla tarihe ve ülkeye karşı sorumsuzca tahrip edilmesi, sürekli ötekileştirilenlerin arttırılması da kaygılandıran temel sorunlarımızdan biridir. Post emperyal travmayı hâlâ atlatamamış bürokrasimiz ve kaygılı kurucu unsurlarımız sorunlara karşı yok et ve ertele dışında sağduyu ve akla dayanan çözümler üretememektedirler. Denetlenebilir bir sağduyulu derin devlet aklının inşasına acil ihtiyaç vardır. Bu emekli ve suça bulaşmış unsurlarla değil ancak milletin vicdanı ve sağduyusuyla inşa edilebilecek bir şeydir. Eşiğinde bulunduğumuz üçlü kriz yani devlet-kurumlar, değerler ve vasatlık krizi acil siyasi çözüm beklemektedir.

Kurumların, değerlerin işlemediği ve vasat altılığın hâkim olduğu bir sistem, Dr. Selçuk Şirin’in dediği gibi ne depreme ne orman yangınlarına ve ne de sığınmacı sorununa bir çözüm üretebilecektir. 

Adeta bu durum bana istifasını Instagram’dan açıklayan bakan beyin şu sözlerini çağrıştırmakta: “Allah hepimizin sonunu hayretsin.” Ama yine de bu kadar karamsar olmayıp -toprağı bol olsun-, yazıyı Çetin Altan’ın şu sözleriyle kapatalım:

“Enseyi karartmayın, göreceğimiz daha güzel günler var.”

Türkiye’nin ihyası mümkün müdür? Evet mümkündür ancak yürürlükteki mevzuat ve aktörler buna ikna edilmiş seçmen desteği ile müsaade etmemektedirler.