Fethullah Gülen’in ölüm haberinin altında yapılan yorumları okuyorum: Onbeş sene öncenin azılı Fethullahçıları, her sözünde hikmet, her bakışında keramet arayanlar, ona “çağının en güzeli” sıfatını yakıştıranlar, ölüm haberinin altında lanetler okuyor, ilençler savuruyor.
O günlerde itidali temsil eden bizlere etmedikleri hakaretleri bırakmazlar, bu eşsiz insanın vizyonunu anlamadığımız için Allah’ın bize “kahhar” adıyla muamele etmesini isteyenlere teveccüh gösterirlerdi.
Ahmet Şık’ın yayımlanmamış kitabı için yayınevi polislerle basıldığında “oh olsun!” diyenler, sınav sorularının çalınmasını mazur görenler, “dava” adı altında her türlü ahlaksızlığı meşrulaştıranlar, gözünün üstünde kaşı var, dendiğinde Gülen’in fedaisi rolüne bürünenler, boy boy fotoğraf çektirenler, ballı ihaleleri alanlar, görüşebilmek için araya binbir adam sokanlar, etkinliklerinin paraya basılması için canhıraş uğraşanlar, hepsi orada, küfrün bini bir para.
Onların hakaretleri karşısında biz gene makul kaldık; eh, ne demişler, mühtedi daha mutaassıp olur, demişler.
Sosyalbilimlerin şaşmaz kuralıdır.
Fethullah Gülen, Soğuk Savaş’ın bir ürünüydü, Komünizmle Mücadele Dernekleri’yle yola çıkmıştı.
Muhtemelen gençliğinde hayal dahi edemeyeceği başarılara ulaştı, birkaç on yıl içinde Cemaat’ini dünyanın dört bir yanına götürdü, sonra yine muhtemelen hayal dahi edemeyeceği bir iflasa sürüklendi.
Yetişmiş insan kaynağını siyasetle paylaşmaktan imtina etmedi, devlet içinde sürekli kadrolaştı.
Bu simbiyotik ilişki süresince ne istedilerse aldılar; ardı ardına dershaneler, yurtlar, okullar, holdingler, gazeteler, televizyon kanalları açıldı.
Gülen, 2010 Referandumu’nda ölülerin bile mezarlarından çıkıp oy kullanmasını salık verecek kadar siyasetin içine girmişti.
2011 seçimlerinde 100 milletvekili istemesi bardağı taşıran son damla oldu.
Siyasete yanaştıkça tabanını kaybettiğini fark edemedi.
Hiçbir zaman itiraf etmese de 2012’deki 7 Şubat krizinin arkasında o vardı.
Dönemin MİT Başkanı’nı ifade vermeye getirebilselerdi, belki de tutuklayacaklardı.
İktidar, “paralel devlet yapılanması” adını taktığı Cemaat’e karşı TÜRGEV ile TİKA’yı sahaya sürerek oyunu bozacağını ilan etti.
Gerek yurtiçinde gerek yurtdışında eskisi gibi at koşturamıyor, Anadolu’nun fakir ama zeki gençlerini rahatlıkla devşiremiyorlardı.
Bir köydeki zeki oğlanın önündeki yegâne alternatif Cemaat okulu, dershanesi ya da yurdu değildi artık; devlet de TÜRGEV ile aynı imkânları sunuyor, dahası iktidar olma avantajını da kullanıyordu.
17-25 Aralık’ta en büyük kozunu oynadı.
Görüntüler herkesin nutkunun tutulmasına yol açmıştı; para sayma makineleri, ayakkabı kutusundaki balya balya para, şoka girenlerin tuhaf açıklamaları.
Ama Cemaat’in nihai amacının temizlik olmadığını herkes biliyordu, görünenle hedeflenen birbirinden farklıydı, nepotizm ya da yolsuzluk gibi bir sorunu yoktu Cemaat’in; sorun, bunları yapmaya muktedir olanların artık başkaları olmasıydı.
Hem mahalli seçimler hem de Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı hüsranla sonuçlandı.
Bağımsız gösterdiği adayların hiçbirinin seçilememesi, tabanın çoktan elinden gittiğini gösteriyordu aslında.
Meğer Cemaat bu yenilgilere rağmen vazgeçmemiş ve daha büyük, ölümcül bir oyun oynamaya karar vermiş.
15 Temmuz’a böyle sürüklendiler.
Ve, 15 Temmuz gecesi, Türkiye’yle olan bağlarını tümden kesip attılar.
Bana sorarsanız, Gülen’in esas bitişi 15 Temmuz’dan sonraki zavallı tavrıdır.
Kendisine samimiyetle gönül vermiş, inanmış, hayranlık duymuş binlerce insan hapse atılırken bir gün bile kalkıp buraya gelme cesaretini gösteremedi.
Bir şövalye gibi ölebilirdi; ama ne onun içinde bir şövalye yatıyordu ne de öyle bir ahlakla kuşanmıştı.
Birçok şeyi açıklayamadı.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Hiçbir zaman şeffaf değildi, hep bir karanlık tarafı vardı ve Cemaat’e daha çok güç temerküz etmek için yapmayacağı şey yoktu.
Boğazına kadar suça batmıştı.
Gazetesinde bir dönem çalışmış bir muhabirin elindeki küçücük imkânlarla yüzleşmeye çalışması, bütün nomenklaturanın haysiyetini yerlere çalarken, Cemaat’in ipliğini de pazara çıkardı.
Belki İzmir’deki günlerinde samimiydi, başlarda belki gerçekten diyalog için uğraşan bir İslam lideri olmayı arzu ediyordu.
Sonu, geri dönüşü olmayan büyük bir fiyaskoyla geldi.
Bir süre sonra çıkış amaçlarından tamamen farklı yönelere savrulan Köy Enstitüleri ve İmam-Hatip okullarının akıbetini Cemaat de yaşadı.
Gülen’in ölümüyle birlikte Cemaat de kendi sonunu hazırlamaya başlamıştır herhalde.
Bir süre taht kavgalarıyla oyalanırlar, daha sonra fraksiyonlar çıkar, misal Almanya’dakiler Amerika’dakilerden bağımsızlıklarını ilan ederler.
Zaten pek bir insan kaynağının kalmadığı ortada ve Cemaat’i bir arada tutabilecek bir lider çıkaramayacakları için günden güne erimeleri kaçınılmaz.
Dahası, içlerinde bizimle yeniden konuşabilecek bir tek kişinin olmaması bile geldikleri halin ne kadar trajik olduğunu göstermeye yeter.
Cemaat, içinden bir Selahattin Demirtaş çıkaramadı.
Demirtaş, Kürt kimliğiyle Türklere bir şey söyleyebildi ve karşılık buldu; oysa Cemaat’te böyle bir insan yok, dinlemeye değer bir fikir adamı da yok.
Ama umarım Gülen’in ölümü bir barış fırsatı yaratır.
Sadece bir bankada hesabı olduğu ya da Cemaat’in okuluna gittiği için hapse atılan, işini kaybeden yüzlerce insan için devletin müşfik elini uzatması gerekir.
Darbeye karışanlar ayrı, onların cezasını hukuk sistemi içinde verilsin ama toplumsal bir barışa ihtiyacımız var.
Yurtdışına çıkmış insanların büyük bir bölümü hakkında hiçbir suç yok, neden affetmeyelim, neden el uzatmayalım, onların çocukları neden anavatanlarına gelemesinler?
Büyüklük affedebilmektir.
Bir diğer konu da Gülen’in cenazesinin nereye gömüleceği.
Benim anladığım şekliyle, din, kim olursa olsun, o kişiye merhamet ile yaklaşmayı söyler.
Dünyanın en aşağılık insanı dahi olsa, hesap bu dünyada sorulur.
Ölen ölmüştür, ölenin bedeni et ve kemik yığınından başka bir şey değildir.
Gülen’in yaşarken gösteremediği cesareti devletin göstermesi ve vasiyeti öyleyse şayet, naaşı getirip buraya gömmesi bana göre iyidir.
Zira, Türkiye, mezarlara saldıranların, ölülerle uğraşanların ülkesi değildir.
Üstelik, böylesi bir yaklaşımın, o mezarın bir zaman sonra sahte evliya türbesine dönüşmesinin de önüne geçeceğini düşünüyorum.
Şayet sorulsa, benim gibi herhalde milyonlarca insanın “hakkımı helal etmiyorum” diyeceği ibretlik bir hayat hikâyesiydi Gülen’inki.