Osman Ulagay yazdığı Bir Ömrün Aynasında Türkiye’de 82 Yıl kitabını Ruşen Çakır’a anlattı. Ulagay, yazdığı anı kitabında 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 2001 Krizi’ne ve AKP iktidarının yükselişine kadar uzanan süreçte bir gazeteci olarak gözlemlediklerini yazdı.
Kırk yılı aşkın gazetecilik hayatı boyunca Türkiye’yi ve dünyayı yakından takip eden Osman Ulagay, bu süreçte tuttuğu notlarla, yazdığı kitabını Ruşen Çakır’a anlattı. Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü’nün COVID-19 salgınını pandemi ilan etmesiyle birlikte yüksek risk grubunda bir gazeteci olarak eve kapanan Ulagay, bu dönemde geçmişe dönüp yaşadıklarını yazdı.
“Çocukluğumdan beri dünyayı anlamaya ve anlatmaya adadım kendimi. İstanbul sokaklarında başlayan yolculuğum, beni gazeteciliğe ve ekonomiye sürükledi. Türkiye’nin çalkantılı dönemlerinde gerçeği aramak tutkum oldu. Üniversitede filizlenen merakım, gazeteciliğe yönelmemi sağladı. Ekonomi ve siyaset alanındaki birikimimi paylaşmak en büyük mutluluğumdu. Şimdi, bu yolculuğu siz değerli okurlarımla paylaşma zamanı.”
Bu kitap, Osman Ulagay’ın çocukluk yıllarından itibaren şekillenen düşünce dünyasını, eğitim hayatını, gazetecilik serüvenini ve Türkiye’nin kritik kırılma anlarına dair yorumlarını içeriyor. 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 2001 Krizi’ne ve AKP iktidarının yükselişine kadar uzanan süreçte bir gazeteci olarak gözlemlediklerini, karar alıcılarla kurduğu ilişkileri, Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasi değişimleri kendine özgü bir üslupla aktarıyor.
Türkiye’nin ve dünyanın dönüşümüne dair titizlikle kaleme alınmış bu biyografi, Osman Ulagay’ın eleştirel bakış açısını, zamanın ötesine geçen tespitlerini ve ardında bıraktığı entelektüel birikimini bizlerle
(Kitap tanıtım bülteninden)
Osman Ulagay kimdir?
Osman Ulagay, İstanbul’da sanayici bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Robert Kolej’i ve daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşen Robert Kolej Yüksek Okulu’nun ekonomi bölümünü bitirdi. İngiltere’de, Manchester Üniversitesi’nde “Kemalizm ve Ulusal Kalkınma” konulu tez çalışmasıyla ekonomi dalında master derecesini aldı. 1981’den itibaren Cumhuriyet, Sabah ve Milliyet gazetelerinde ekonomi sayfası editörü ve köşe yazarı olarak çalıştı. Milliyet’teki köşesini 2010 yılında kendi isteğiyle bıraktı. Dünya gazetesi, T24 ve çeşitli yayınlarda yıllarca köşe yazarlığı yaptı. Ulagay’ın yayımlanmış 17 kitabı bulunuyor.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye’de basının, ekonomi basınının önde gelen isimlerinden Osman Ulagay stüdyoda konuğumuz. Anılarını yazdı, “Bir Ömrün Aynasında Türkiye’de 82 Yıl” Bunu konuşacağız ama tabii ki Türkiye’yi ve gazeteciliği konuşacağız. Abi hoş geldin.
Osman Ulagay: Hoş bulduk.
Ruşen Çakır: Seninle değişik dönemlerde, değişik yerlerde birlikte çalıştık.
Osman Ulagay: Doğru.
Ruşen Çakır: Ve Türkiye’de ekonomi gazeteciliği denince akla gelen birkaç isimden birisisin. Necati abi de doğrudan geliyor aklıma, sen de geliyorsun, başkaları da oldu tabii ki.
Osman Ulagay: Oldu tabii. Daha sonra çoğaldı yani.
Ruşen Çakır: Evet, çoğaldı ama ilk ekonomi sayfalarını yapan ekiplerdensiniz. Şimdi 82 yıl, maşallah o kadar olmuş. Öncelikle niye yazdın?
Osman Ulagay: Niye yazdım?
Ruşen Çakır: Niye yazdın? Yani herkes yazmıyor.
Osman Ulagay: Tabii tabii. Ben de zaten şimdi gazete yazarı olarak orada yazdıklarımı, birçok şeyi uzun süre yaşadım. Fakat o süreç boyunca da yani en önce Cumhuriyet‘e de part-time katkıda bulunuyordum, sonra Hasan Cemal beni ekonomi sayfası yapmak üzere full-time Cumhuriyet‘e alınca artık o zaman — yani hep gazetecilik önde heves ettiğim şeydi ama kesin karar vermemiştim — Hasan Cemal’in önerisi üzerine Cumhuriyet‘e başladık ve ekonomi servisini kurduk. Orada henüz ekonomi servisi yoktu ve bir örnek vereyim, o ekonomik hayat neredeydi, nerede değildi, iyi anlatması bakımından. O zamanlar gazetelerin günlük ekonomi sayfalarında tek bir gösterge kutucuğu bulunurdu; altın, gümüş, sikke fiyatları. Bütün Türkiye ekonomisini düşünün, önde gelen bir gazete ekonomi sayfasında birisi ekonomide yahut dünyada yahut işte ne oluyor diye bulabileceği tek şey devletin yönettiği üç tane fiyat, yani altın, döviz, bilmem bir şey daha. Bu noktadan başladık ve bu benim orada göreve başladığım nokta tabii ülke yönetiminde de Demirel’in zaten başbakanlığı altında ama bu ekonomik atılım programını hazırlayan ve başlatan kişi Turgut Özal’dı tabii ki ve ben de oradan Turgut Özal’ın dönemine girmiş oldum. Turgut Özal ekonomiden sorumlu bakanken ben de Cumhuriyet‘in işte sayfa yönetmeni haline gelmiştim. Ama ondan sonra, kitapta da anlatıyorum, ben o sırada yine Hasan’ın önerisiyle pazar günleri de pazar söyleşileri yapmaya başlamıştım, “Ekonomide Diyalog” diye. Hatta sonradan Deniz Gökçe falan üç kişi bir canlı programa o başlığı kullandılar, yani daha sonra.
Ruşen Çakır: Evet, NTV’de.
Osman Ulagay: NTV‘de kullandılar. Ama Turgut Bey ile tanışmam biraz gecikti çünkü gazete ile Turgut Bey arasında hafif bir karşıtlık vardı diyeyim.
Ruşen Çakır: Tabii o dönemlerde Cumhuriyet Özal’a karşıydı.
Osman Ulagay: Evet evet. Yani gazetenin sözü geçen kalemleri genellikle karşıydı, hep onu dinci yönüyle ve fazla batıcı, fazla piyasacı, bütün onlar için günah sayılabilecek özelliklere sahipti. O bakımdan da o sayfayı yapmama rağmen uzun süre, belki de bir yılı falan bulur Turgut Bey’e randevu alıp bir söyleşi yapmaya cesaret edemedim. Neyse uzatmayayım, sonunda kitapta anlattığım şekilde, yine bir yabancı heyetle yaptığı bir toplantı sonrasında eski Sheraton Oteli’nde ben artık şeyi göze aldım, ne olursa olsun diye. Tam heyetiyle o çıktı, hatta yanında da Adnan Kahveci vardı, rahmetli Adnan Kahveci. Asansörün önüne geldiler, ben orada kendimi ortaya attım, dedim, ‘‘Ben Cumhuriyet Gazetesi’nden Osman Ulagay.’’ Şöyle bir kafasını kaldırdı, baktı, “Ha o sen misin?” dedi. Ben bir kere ilk şoku yaşadım, beni yani adamın tanıdığını, bir şekilde farkında olduğunu fark ettim. Onun üzerine yine lafı uzatarak işte, ‘‘Boş vaktiniz olduğunda sizinle bir söyleşi yapmak isterim’’ falan… ‘‘Uzatma, teyp yanında mı?’’ dedi. ‘‘Evet yanımda’’ dedim. ‘‘Gel çıkalım’’ dedi. Yukarıda tuttuğu daireye beni çağırdı ve bir saatlik bir söyleşi yaptık. Sonra da yayınlandı. Ve benim hem Özal’ı değerlendirmem hem Türkiye’nin ve dünyanın koşullarını değerlendirmem açısından önemli bir başlangıca sebep oldu. Ben ona şeyi sordum doğrudan doğruya, “Siz piyasa ekonomisine neden bu kadar güveniyorsunuz ve onun üzerine kurmak istiyorsunuz sisteminizi?” diye. O da o her zamanki çelebi haliyle, “Bakın Osman Bey” dedi, “Göreceksiniz” ve bu dediğim şey herhalde 80’li yılların, yani Sovyetlerde sistem değişiminin gerçekleşmesinden en az 8 yıl falan önce bir şey. “Bakın göreceksiniz” dedi, “6-7 yıla kalmaz piyasa ekonomisi her tarafa yayılacak ve Sovyetler Birliği dahil, yani onlar da bu sistemlerini devam ettiremeyecekler” dedi. Neyse, bu beni afallattı. Fakat daha sonra, yani kitabı yazdıktan sonra ve ondan sonra da bir diyalog gelişti aramızda, yani o ekonomiden sorumlu bakan, ben de gazeteci olarak ne zaman bir şey sormak istesem genellikle karşıma çıktı, fikirler verdi. Ve ben ilk defa Türkiye’de karşılaştım ki o zamana kadar da birçok ekonomistle özellikle akademik ekonomistlerle falan çoğuyla tanışmıştım. Mesela meşhur 24 Ocak kararları vardı çok fırtına yaratan, çünkü ilk defa ekonomiyi hem dış dünyaya açan hem serbest piyasaya açan birçok zorlukları olan ama yeni bir sürece girilmişti.
Ruşen Çakır: Burada ama şöyle bir sorun var galiba, şimdi o günleri tabii genç kuşaklar bilmez. Ben de ya yeni gazeteciliğe başlamıştım ya da çok yakından takip ediyordum, Cumhuriyet Gazetesi solun bir gazetesiydi.
Osman Ulagay: Tabii tabii.
Ruşen Çakır: 24 Ocak kararları, Turgut Özal da Türkiye’yi sağ küresel kapitalizme açmak isteyen bir şeyiydi ve ondan dolayı da çok ciddi Turgut Özal’a yönelik bir antipati ve gıcıklık vardı.
Osman Ulagay: Vardı tabii.
Ruşen Çakır: Şimdi bunları Cumhuriyet‘te yapabilmek zordu.
Osman Ulagay: Evet, çok zordu. Ve yani onu itiraf edeyim ki o pozisyonda, yani Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal olmasaydı da yapamazdık yani kesinlikle.
Ruşen Çakır: Ama yine de bayağı bir dayak yediniz değil mi?
Osman Ulagay: Tabii tabii. Daha sonra çıktı onun acısı, yani bir yıl sonra falan bu seçim, erken seçim yapıldı.
Ruşen Çakır: 91 seçimi.
Osman Ulagay: 91 seçimi. Ve Turgut Bey artık partiden ayrılmıştı zaten, Mesut Yılmaz parti başkanıydı. Ve onlar hemen iktidarı devralır almaz, yanında da bayağı saysam tanıyacağınız önemli iktisatçılar var Mesut Bey’in ekibinde. Onlar hepsi dediler ki, ‘‘Ekonominin ciddi sorunları var, bu sorunları aşmak için toplumdan, seçmenden güçlü bir destek alırsak ancak yapabiliriz. Ama bunu eğer geciktirirsek de çünkü iktidar, onlar yani isteseler seçim yapmayabilirlerdi aslında ama yaparsak bizim lehimize olur diye Mesut Bey’i ikna ettiler ve o seçime öyle gidildi, yani kazanmak umuduyla gidildi ama bildiğiniz gibi Demirel birinci parti çıktı, Anavatan ikinci parti bile olamadı, Erdal İnönü’nün SHP’si ikinci parti oldu. Ve dolayısıyla otomatikman da ilk akla gelen koalisyon şey oldu, Doğru Yol-SHP, alışılmış, hani milletvekili sayısına falan bakarsan. Fakat ben orada, hani aslında solcu bilinenler tarafından bazen bana alerji duyulsa da aslında solun daha iyi bir yere gelmesini yürekten isteyen birisiydim ve şeyi gayet net gördüm, yani bu ekonomiyi Demirel’le birlikte SHP devralırsa bu sonuçta SHP’nin lehine olmaz, yani hem Demirel onlara istedikleri kadar serbestiyet tanımaz hem de gerçekten ciddi sorunlar var. Onun için ben bunu seçim günü yayınlanan bir yazı olarak yazıp Hasan Cemal’e gösterdim, o da ‘‘koyalım’’ dedi. Hani, ‘‘Ben senin fikrinde değilim’’ dedi, ‘‘Ben de Demirel-İnönü koalisyonunu tercih ediyorum ve unutma ki bu da ilk defa oluyor’’ dedi. Yani iki zıt kutuptaki partinin…
Ruşen Çakır: Evet, tarihsel uzlaşma…
Osman Ulagay: Tarihsel uzlaşma falan. ‘‘Ama madem sen böyle düşünüyorsun, yaz’’ dedi. Ben de onun üzerine o olaya yol açan yazıyı yazdım. Ama bir de şanssızlığım oldu galiba, ertesi gün, yani yazının yayınlandığı gün benim yazımın ana fikrini ihtiva eden ikinci bir yazı daha çıktı. Kim olabilir, kim yazmış olabilir?
Ruşen Çakır: İlhan Selçuk.
Osman Ulagay: Ertuğrul Özkök.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Ruşen Çakır: Ha, sana destek…
Osman Ulagay: Evet evet, düşünebiliyor musun, Ertuğrul Özkök bana destek. Tabii bu da çıkınca artık benim suçum daha da ağırlaşmış oldu ve yani müthiş bir tepki doğmuş ve yazı da bir kere yayınlanmış oldu falan. Ama o bir şey tartışmasına dönüştü sonra, bir iç mücadele, benim hiç tarafı olmadığım bir iç mücadele ve ben de hani dedim, ‘‘Senin geleceğini de belki olumsuz etkiliyor olabilirim, ben ayrılayım’’ dedim. Hasan, ‘‘Olmaz’’ dedi falan. Her neyse, uzatmayayım. Sonunda da işte üç ay sonra falan ayrıldık, Sabah‘tan bir teklif geldi, Sabah‘a geçtik falan. Ama yani o Özal’a karşı tutumu anlatmak açısından…
Ruşen Çakır: Şimdi hayatına baktığımda hep solun içinde, kenarında durup ama tam solcu olmamış bir Osman Ulagay var, yanılıyor muyum?
Osman Ulagay: Hayır yanılmıyorsun, doğru bir teşhis, çünkü ben kendim sol fikirlerle ne zaman ilgilenmeye başladım, az da olsa kitapta herhalde bahsetmişimdir. Bu 27 Mayıs askeri darbesinden sonra, ki o zaman da ben lise öğrencisiydim yani askeri darbe olduğunda, birdenbire daha önceki dönemlerde sol yayınlar, solcu yazarlar falan hep iktidar tarafından dışlandığı ya da cezalandırıldığı için askerler de şeyin önünü açtılar yani bu sol yayınların yayılması için bir olanak yarattılar. Askeri rejimin ilk haftalardaki icraatları sol yayınlara serbestlik getirmek oldu, yani biraz paradoksal bir şey tabii o cephedeki bir iktidarın bunu şey etmesi. Ama bu tuttu, müthiş tuttu ve o zamanlar işte Cağaloğlu’nda çalıştığımız için o üniversite civarında, yani o bütün kitapçıların sahafların falan olduğu büyük çarşı vardı ya orada, Beyazıt’ta, oralardan itibaren şeyleri görmeye başladık yani Lenin, Stalin işte onların kitapları, meşhur sol yayınların çevirileri falan. Hatta birkaç tane yayınevi, sen de hatırlayacaksın, burada çok başı çekti bazı sol yayınlar. Böyle bir döneme girilmiş oldu. Ama orada ben de o kitapları, çünkü günün geçer raconu oydu, ki o dönemde Türk Solu falan gibi birkaç tane dergiden de ben yazı teklifi almıştım ve birkaç kere yazılarım da yayınlanmıştı orada. Hatta o çok meşhur bir üniversite öğrencisinin öldürülmesi, neydi, polis tarafından öldürülen…
Ruşen Çakır: Taylan Özgür.
Osman Ulagay: Taylan Özgür’ün öldürülmesi üzerine ben de galiba Türk Solu‘na yazı veriyordum arada bir, zehir zemberek bir yazı yazdım, yani ‘‘polis devleti’’ falan diye, yani bugün olsa kullanılabilecek bir yazı adeta. Yani o havaya girmiştim. Fakat daha sonra hem bir yandan ekonomiyle ilgilenip olan biteni takip ederken ve ekonomi hangi yolda daha iyi gelişiri falan tartmaya başlarken böyle ideolojik şeylere kapılmanın bir yarar sağlamayacağını ve hep böyle biraz eğreti kalacağını düşünmeye başlamıştım. Ki bir örnek olarak şunu verebilirim; mesela benim o zaman böyle şey gibi, adeta bir Kur’an ya da İncil’e benzer bir şey okuyormuşum gibi Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabını okudum. Şimdi kitabın içinde belki 200 tane isim geçiyor, ‘‘bilmem ne bilmem ne, o şunu yaptı bu bunu yaptı’’ ve benim gözümde onlar kahramanlaştı falan. Ama ben bir noktadan sonra ‘‘Ya saçmalıyoruz’’ noktasına sıçradım, ‘‘Ya bunları biz bu kadar okuyoruz ama Lenin’in bilmem üçüncü sınıf bir adamını niye ezberleyeyim ben, yani ne alakası var?’’ falan diye. Fakat bu espri maalesef Türk soluna çok yaygın damga vurdu. Sonraki dönemlerde de hatırlayacaksın, Latin Amerika’daki devrim modellerini şiar edinen partiler kuruldu Türkiye’de. Fokocular bilmem neciler falan filan ve değişik fraksiyonlar oluştu ama hepsi bizim uzağımızda. Hani Türkiye’nin koşullarına uyar mı uymaz mı tartması yapılmamış, yapılmadan alınmış, böyle biraz duygusal, ayrıca da herhalde aynı anda revaçta olduğu için para kazandırdı. Mesela o sırada ben yedek subaylığımı yapmak için askere gittim. Orada da şeyin kitapçısı var tam merkezde, sonra İstanbul’da bir patlamada öldü hani.
Ruşen Çakır: Onat Kutlar.
Osman Ulagay: Onat Kutlar, bravo. Onun yayınevleri vardı. Daha sonra da tabii işte dediğim gibi bu şeyler, fiilen alanda mücadele veren taraflar ortaya çıktığında onların da çoğunun modelleri hep dışarıdan alınmaydı. Yani Türkiye’nin dokusunun ürettiği şeyler değilmiş gibi görünüyordu bana. O yüzden de ben o havaya giremedim, uzak kaldım. Belki de tabii şunu da itiraf etmek lazım, bu konuya baş koyan çocuklar, özellikle bunlar arasında öne çıkanlar, işte Deniz Gezmişleri falan da belki en sonunda koyabiliriz, onlar yaptıkları şeye çok inanmışlardı ve oradan bir yere varılacağına ben inanmamıştım. Belki farkımız ondandı. Ama o yüzden ben hiçbir zaman o klasik solcu tanımına girmedim.
Ruşen Çakır: Burada şimdi İngiltere’de bir yüksek lisans var ama doktora olmuyor sonra, devam ediyorsun.
Osman Ulagay: Evet.
Ruşen Çakır: Yüksek lisans tezin de Atatürk dönemi ve ekonomi ilişkisi üzerine değil mi?
Osman Ulagay: Evet.
Ruşen Çakır: Ve kitapta, özellikle son bölümünde Atatürk Türkiye’sine yönelik biraz da üzgün yorumlar var.
Osman Ulagay: Evet evet.
Ruşen Çakır: Anladığım kadarıyla Atatürk senin için bu 82 yılın içerisinde bayağı bir kılavuz desem, çok mu abartılı olur?
Osman Ulagay: Yok, hiç abartılı olmaz. Ve ben tabii bütün bu süreci yaşarken birkaç arkadaşım daha vardı, bir tanesi de şimdi Atina’da yaşayan Herkül Millas, belki tanıyor da olabilirsin.
Ruşen Çakır: Evet, biliyorum canım.
Osman Ulagay: O şeydeki en yakın arkadaşlarımdan birisi, sınıf arkadaşlarımdan biriydi, Robert Kolejli yani öğrenci olarak. Sonra birlikte askere gittik ve orada yine işte Türkiye’nin, Türkiye’nin kurumlarının, bu arada askerlik kurumunun niteliği konusunda çok şey öğrendim ben. O kitabın alt başlığı, yani ‘‘Bir ömrün aynasında’’ derken hep o aynadan yansıyan şeyleri kitaba aktarmaya çalıştım. Ama oradaki çarpıcı olay da şu oldu; biz Tuzla Piyade Okulu’nda işte 6 ay bütün eğitimleri gördük falan, en son artık kuralar çekilecek ve hepimiz hangi kurayı çekmişsek o yönde gideceğiz. İlk günü önce şeyler açıklanıyordu, değişik sahip oldukları özellikler nedeniyle atanma suretiyle görevlendirilecek olanlar ve bizim hayret dolu bakışlarımız arasında o liste okunurken Herkül Millas’ın adı geçti. Herkül Millas, çünkü adam milli atlet, iki üç kere milli olmuş 100-200 metrede. Kendinin bile böyle bir ümidi yoktu. Ankara’daki kara kuvvetleri, bilmem ne alayıysa, yani bu yedek subayların olduğu, oraya tayin oldu ki istendiği anda milli takıma çağrılsın, koşabilsin yahut spor yapabilsin diye. Ama aynı bu sürecin yaşandığı günün akşamı birden fark ettik ki Herkül yok meydanda. Bir de benim bir adaşım var, o da bizim sınıf arkadaşımızdı, Herkül’ü arıyoruz, Herkül yok olmuş falan. Araştırdık, soruşturduk, sonunda anlaşıldı ki Herkül Millas Rum asıllı olduğu için ve TİP üyesi ve solcu olduğu için, bir de işte bazı yerlerde yazılar yazdığı için falan yedek subay olmaya uygun görülmemiş. Ve ama şimdi bazı şeyleri de o kadar böyle parmağı gözüne sokma şeklinde yapıyorlar ki, ona yedek subaylık verilmemesinin sebebi olarak gösterilen şeyde diyor ki; ‘‘jimnastik hareketlerini eksik yapmıştır.’’
Ruşen Çakır: Halbuki atlet.
Osman Ulagay: Atlet, yani milli takımda. Onu atıyorsun, aynı gün adamı Rum ve işte solcu diye… Demirözlü de onların bir tanesiydi bu arada, rahmetli. Böyle tuhaf şeyler. Bütün bu anlattığım bölümü sen sorduğun için uzattım belki biraz ama… Yani birçok şeyi biz belli bir kalıba oturursa hemen ‘‘tamam, bulduk’’ anlayışına… Halbuki öyle değil yani, bazen de bir şeyi ‘‘a’’ yapmaya çalışırken tam tersini yapıyoruz, ‘‘x’’ yapıyoruz belki, farkına varmıyoruz.
Ruşen Çakır: Peki, Atatürk’e tekrar gelecek olursak, yani şu anda Türkiye’nin Atatürk’ün çizdiği perspektiflerin çok uzağında olduğunu söylüyorsun. Yani bir 82 yılın muhasebesine bugün bakıldığında, kitabın son bölümünde özellikle var, nasıl diyeyim, bir üzüntü var.
Osman Ulagay: Evet, ciddi bir üzüntü var. Hani bir yaşa gelmiş her Türk çocuğu ister istemez Atatürk imajından etkilenmiştir, bu çok yaşatılan bir şey oldu yani, arada zedelenmeler de olsa bu benim için de böyleydi. Ama Atatürk’ün asıl önemini çok sonra öğrendim. Yani yine askerdeyken başladı. O dönemde de benim yazdığım kitaplar arasında daha az bilinen bir kitap vardır, onu da yine böyle galiba 12 Mart döneminde yazmıştım. Yani başka hiçbir şey yapılamıyordu, ne gazetelere ne dergilere yazı yazma imkanı falan yoktu. O zaman o kitabı derlemiştim. Robert Kolej mezunuyum ben ayrıca biliyorsun. Robert Kolej’in arşivinde New York Times gazetesinin ve 2-3 tane Amerikan gazetesinin falan şeyleri vardı, fotofilm mi ne deniyor, film kopyaları yani ve biraz zahmetli bir işti. Adlarını o kitapta da verdiğim 3-4 arkadaş da bana yardımcı oldu, onların Türkiye ile ilgili ve Atatürk’le ilgili olan kısımlarını ayıkladık ve onlardan bir kitap ürettik. Ama adı sanı bilinmeyen kişi olarak benim adım görünüyor. Ama o zaman bir matbaacı arkadaş vardı, onun sayesinde o kitap yayınlandı. Bilmiyorum, kitap belki de 1000 tane satmamıştır herhalde. Ama Kemal Karatekin vardı Tekin Yayınları‘nın sahibi, Babıali’de biliyorsunuz o bir noktada sahip çıktı, hani ‘‘Bir bakayım, bir getir göreyim’’ falan dedi. Aynı günlerde de Cumhuriyet‘in köşe yazarlarından Oktay Akbal kitabı alıp okumuş, ben kendisine vermedim, belki de vermişimdir gazete içinde olduğuna göre. Kitap şeyi anlatıyor, yani Atatürk’ün yaptıklarının ne kadar önemli olduğunu falan anlatıyor. O yüzden de ilk defa benim bu konuya bu şekilde giriş hikayem böyle oldu. Sonra ama bu kitabı yazma noktasına geldiğim zaman Atatürk’ün önemi zaten aşikar ve bunu kimsenin reddedemeyeceği şekilde toplum da ortaya koyuyor. Yani bütün o Cumhuriyet bayramlarında yahut Atatürk’ün ölüm yıldönümünde kimsenin zorlamadığı kitleler ve milyonlar halinde, onların sayıları da zaman zaman yayınlanıyor, Atatürk’e bir borçları olduğunu adeta ifade edercesine sokaklara dökülüyor, bu yaşanıyor. Sonra dediğin gibi İngiltere’ye gittiğimde de tez konusu seçmem gerekti ve orada da ‘‘Kemalizm döneminde Türkiye’de ekonomik kalkınma’’ diye bir tez çalışması yaptım ben. Bayağı böyle 400 sayfalık falan bir şey galiba ama o çevrilmedi Türkçeye, hala da çevrilmedi. Ve o içinde şeyi de anlatıyor yani Atatürk dönemi nasıl yaşandı ve ekonomi nereden nereye geldi falan filan, bütün bunları içeren bir şey. Ama daha da sonra, yani artık meslek olarak gazeteciliği seçmişim, kitaplarım yayınlanmaya başlanmış falan ve İngiltere’deki o tez de elimde, hani bundan nasıl yararlanabilirim diye bakıyordum ama çevrilmedi. Fakat ben aynı zamanda o dönemde, yani işte benim henüz Cumhuriyet Gazetesi‘nde olduğum dönemde bu kitabı araştırırken Anglosakson medyası bunu nasıl değerlendirilmiş diye de baktım. Bir kere o dönemde Türkiye’de ne olup bitiyor diye Kurtuluş Savaşı sırasında bayağı ciddi adamları Amerikan medyası Türkiye’ye yollamış yani ve bunlar arasında en ünlüsü meşhur tarihçi Toynbee de var, Arnold Toynbee İngiltere’nin en meşhur tarihçilerinden biridir. O geliyor ve Atatürk hakkındaki fikirlerini yazıyor. Oradan ilk dikkatimi çekti ki ne kadar önemsiyor Atatürk’ü. Sonradan artık bu kitabı yazma aşamasındayken tekrar bu sefer şeye bakayım dedim, Wikipedia var ya meşhur İngilizce ansiklopedi, orada Atatürk’e nasıl bir yer verilmiş diye ve orada çarpıcı bir sonuç çıktı karşıma. Değişik alanlar, değişik başlıklar altında muazzam bir çalışma yapmışlar o ansiklopediyi yayınlayanlar ve ansiklopedinin formatını falan bilen birisi için zaten bir sayfa ve çok önemli birisi ise 15-20 sayfa ayrılabilir falan, Atatürk’e 52 sayfa ayırmışlar ve bu dediğim çok eski bir olay değil, yani ben 5 sene önce yaptım bu araştırmayı. 52 sayfa. Bir karşılaştırma yapma imkanı versin diye, İngilizlerin yere göğe koyamadıkları siyasetçilerinden biri Winston Churchill’dir mesela, Winston Churchill’e kaç sayfa koymuşlar diye baktım, 13 sayfa. Yani Atatürk’ün nasıl önemsendiğini çok çarpıcı biçimde gösteriyor Batı dünyasında. Çünkü ilk defa Batı dünyasından olmadığı halde Batı dünyasının bazı özelliklerinin aslında taklit değil ama benimsenmesi gerektiğini ortaya koyan bir Atatürk ve bunu açıkça ortaya koyan da birçok şeyleri var. Neyse yani, oralara baktığın zaman da ve bu şimdi çok yeni bir yayın, yani yine belki oradan almış olabilirim. Daha doğrusu Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilan edildiği gün Türkiye’de bulunan Le Monde gazetesinin muhabirine yaptığı açıklama. Bunu izin verirsen okuyayım, ben çok önemsiyorum çünkü bu açıklamayı.
Ruşen Çakır: Tabii tabii.
Osman Ulagay: Le Monde yazarına yaptığı açıklamada şunları söylüyor Atatürk: ‘‘Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sükutu Garp’a (Garp, Batı demek tabii zaten) karşı ilan ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak çıkınca kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır.’’ Yani o rabıtaları kestikten sonra Osmanlı’nın inişi başlıyor. Devam ediyor: ‘‘Bu bir hata idi. Biz bunu tekrar etmeyeceğiz. Biz memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de asri binaenaleyh garbi yani batılı bir hükümet vücuda getirmektir.’’ Bu kadar net ortaya koymuş ve yani Atatürk’ün orada 52 sayfa yer bulmasının sebeplerinden bir tanesi de bu, yani Batı tarihinin içerisinde.
Ruşen Çakır: Ama anladığım kadarıyla an itibarıyla Türkiye’nin Batı’dan bayağı bir uzaklaştığını düşünüyorsun.
Osman Ulagay: Tabii tabii, maalesef o gerçekle karşı karşıyayız. Ve hatta o sürecin belki de ilerlemiş bir safhasındayız aslında.
Ruşen Çakır: O kadar…
Osman Ulagay: Yani ben biraz öyle görüyorum. Ama tabii ki bu başarılı olur olmaz o ayrı bir konu. Ben hala Türkiye’nin içinde de karşı güçlerin yahut Atatürk’ün ne demek istediğini daha iyi kavrayanların bulunabildiğini düşünüyorum. Ama şu anki durum tabii ki tam onun koyduğu teşhise uygun bir konu.
Ruşen Çakır: Peki şöyle sorayım. 82 yıl Türkiye’de ama Batı’yla iç içe, daha ilk yıllardan itibaren yabancı diller vesaire ve yurt dışında bayağı bir bulundun, çok kişiyle de karşılaştın, tanıştın. Mesela Davos’un müdavimisin.
Osman Ulagay: Doğru, evet.
Ruşen Çakır: Sonuçta nasıl bir hayat oldu?
Osman Ulagay: Sonuçta ben memnunum doğrusu ve alternatif olarak yapabileceğim şeyleri tahayyül ettiğim zaman birinci sırada mesela babamın ve amcalarımın büyük sayılabilecek bir aile şirketi vardı, yani aile şirketine girip çalışmak. Ki bir iki denemem oldu ama ‘‘Bana göre değil’’ dedim. Onun dışında değişik işlere girdim, bira endüstrisinden başka alanlara kadar. Hatta bir kez çok kıl payı farkla İstanbul Üniversitesi’ne akademisyen olarak girmek üzereyken, yani tam asistan olarak kabul edilmek üzereyken son dakikada ‘‘Bu galiba bana göre değil’’ diye onu bırakıp askere gittim vesaire. Yani bu alanda yaşamış olmaktan doğrusu memnunum ve tabii buna dediğiniz gibi o Davos perspektifi ve dış dünya, ki Davos’la dış dünyayı birlikte söylüyorum çünkü dış dünyanın sadece Türkiye’de değil yani unutmayalım ki küreselleşme denen olay çok geç bir tarihte başladı, yani 1970’lerde başladı diyebiliriz. Ve belli bir yere gelmek isteyen yahut dünyadaki olanaklardan yararlanmak isteyen herkesin imkanı çok arttı. Yani tabii bunun içinde şeye de çok önemli bir yer vermek lazım; iletişim devrimi. Yani iletişim devrimi, iletişimin bu kadar yaygınlaşması, cep telefonlarının çıkması insanları motive etti. Ve bugünün dünyası benim hayata atıldığım dünyadan çok farklı bir dünya. Ama ben kendimi, belki de bu işlere girmiş olduğum için, buna daha çok hazırladım. O yüzden de diğer hayatı değil de bu hayatı yaşadığım için doğrusu memnunum.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Osman Ulagay. Evet, “Bir Ömrün Aynasında Türkiye’de 82 Yıl” Türkiye’de ekonomi gazeteciliğinin önde gelen isimlerinden Osman Ulagay’ı konuk ettik. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.