İsmail Fatih Ceylan yazdı: Erdoğan Fethullahçıları affeder mi?

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin beklenmedik biçimde ortaya attığı çözüm süreci çağrısı, umulmadık gelişmelere yol açtı. İlk başta “Öcalan gerekirse Meclis kürsüsünden konuşsun, PKK’nın silah bıraktığını açıklasın” sözleri herkesi şok eden sözlerdi. Öyle ki, insanlar kulaklarının duyduğuna inanamadılar. Ardından DEM’in bu çağrıya olumlu yaklaşması, Öcalan’ın çağrı yapması ve sonrasında PKK’nın kendini feshi beklenmedik gelişmeydi.

Devlet Bahçeli’nin çabasıyla gelişen bu süreç, başka bir kesimi daha umutlandırdı: Daha önce Cemaat, sonra Paralel Yapı, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra devletin FETÖ ilan ettiği Fethullahçılar.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye’de hapse düşenler, KHK ile işinden atılanlar, gerçekte pek mümkün görmeseler de bir umuda kapıldılar. Fethullahçılığın içinde sayısal olarak büyük bir kitle olan bu grup, birkaç yıldır Erdoğan’ın deyimiyle “FETÖ’nün en alt grubu İbadet” bölümünde yer aldıklarını, kendilerinin de kandırıldıklarını, darbe girişiminden habersiz olduklarını dile getirmeye başladılar. Son dönemlerde ise, yurt dışındaki yönetici heyeti, mahrem yapıyı, birimleri ve ağabeyleri kıyasıya eleştiriyorlar.

Bundan üç beş yıl öncesine kadar, “Bahar gelecek, herkes yakında dışarıya çıkacak, rüyalar sürecin bitişini müjdeliyor” gibi sözlerle umutlananlar, yıllar geçmesine rağmen bir şey değişmediğini anlayınca, artık rüyalara, müjdelere inanmamaya, “keyifleri yerinde” gördükleri yurtdışındakilere, firari gazetecilere öfke duyar oldular. Yaşadıklarının sebebini daha çok cemaatin üst yönetimine bağlayanlar, “Başımızı onlar yaktı, Devletle mücadeleye girmeyeceklerdi, hükümeti devirmeye kalkmayacaklardı” görüşlerini sert ifadelerle dile getiriyorlar. Bazıları, “Erdoğan’ın tek adamlığı bizim sayemizde” diyor.

Yine bazıları, “Devlet, binlerce insan öldürmüş silahlı örgüt PKK ile barış yapabiliyorsa, biz silahsız cemaatle de barış yapmalıdır” derken, kimileri “On senedir devam eden süreç artık bitmeli, çoğumuz cezamızı zaten çektik, Devlet artık bize yönelik bu süreci sona erdirmeli” anlayışında. Yine pek çok kişi, “Suçu olanlar cezalandırılsın ama suçsuz olan, hiçbir şeyden haberi olmayan pek çok mağdur var, artık af bekliyoruz” diyor.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un grup liderlerini bir komisyon için davet ettiği haberi bile, sanki kendileriyle ilgiliymiş gibi bazılarını umutlandırmış durumda. Toplumsal barış ve demokratikleştirme, özellikle Kürt meselesiyle ilgili oysa. Buna rağmen, “Önce af ve adli sicil affı bekliyoruz, İnşaallah 15 Temmuz’a kadar güzel şeyler olacak diye lâf dolaşıyor cezaevlerinde umarız umutlar boşa çıkmaz, Meclis tatile girmeden çözüme kavuşsun dayanacak gücümüz kalmadı, Affet Türkiye, affet Erdoğan, Tatilden önce bekliyoruz sonra değil,” gibi paylaşımlar sosyal medyada son günlerde yaygınlaştı.

Aslında yakın tarihe kadar bunları yazanların neredeyse hiç sesi çıkmıyordu, son birkaç yıl içinde Ahmet Dönmez’in yazıları ve videoları, Ebu Seleme Gülen’in Kamp’a yönelik küfür dolu ağır eleştirileri, Gülen’in en yakınlarından bilinen Osman Şimşek’in Cevdet Türkyolu tarafından dövülmesi, kamptan kovulması, daha sonra yaptığı açıklamalar, Gökhan Bacık’ın “Cemaat kendini feshetsin” önerisi, Mal varlığı ve vasiyetname hakkında yapılan tartışmalar, bu sessiz kitleyi cesaretlendirmiş gibi görünüyor.

Fethullahçı yapının üst düzey isimlerinin yaptığı her paylaşımın altına, arı kovanı gibi üşüşüp onları ağır eleştiren, “biz hapislerde çürürken siz yurt dışında sefa sürüyorsunuz” ithamında bulunan yüzlerce yorumlar yazıyorlar.

Kim demiş yurtdışındakiler sefa sürüyor diye

Cevdet Türkyolu, Ekrem Dumanlı gibi isimler, onların sözcüsü gibi gördükleri “iki lafından biri Erdoğan” olan Cevheri Güven, Tuncay Opçin, Said Sefa, Adem Yavuz Aslan, Emre Uslu, Tarık Toros, Aslı R. Topuz gibi isimler adeta nefret objesine dönüşmüşler. Her birinin kötülük yapmak için Mahremden, Birim’den zarfla para aldıklarına inanıyorlar. “Dinle imanla cemaatle alâkaları olmayan” diye niteledikleri bu isimlerin cemaati temsilen Türkiye, Erdoğan ve hükümete ağır yazılar yazmasını, bazılarının yıllarca “Erdoğan çok hasta, birkaç yıllık ömrü kaldı, yakında ölecek” gibi paylaşımlar yapmasını akıllarına sığdıramıyorlar. Hem Türkiye’deki insanların nefretini artıran, mağdurların daha da mağdur olmasını sağlayan bu isimlerin, sahabe hayatını yaşamayı öğütleyen bir cemaatin medya yüzü olmasına tepkililer.

Çığ gibi yaygınlaşan bu yorumlar, iddialar, sorgulamalar isyana dönüşünce, bu zamana kadar pek konuşmayan kimi ağabeyleri konuşmaya zorladı. Geçenlerde biri, katıldığı bir programda “Kim demiş yurt dışındakiler rahat, sefa içinde yaşıyorlar?” dedi. “Biz de burada sıkıntılar çekiyoruz, kimimiz pizza sattık, kimimiz şoförlük yaptık, halı yıkadık, pazar tezgâhında çalıştık, kuryelik yaptık ama biz bunları dile getirmekten hicap duyuyoruz. Tabii ki, ülkemizde hapislerde olan kardeşlerimize üzülüyoruz, üzülmemek mümkün mü?”

Fakat bu sözler eleştirenleri tatmin eden açıklamalar değil. Eleştirenlerin kast ettiği, bir zamanlar “Fethullah Gülen’in Zübeyir Gündüzalp’i” gibi düşündükleri Cevdet Türkyolu’nun artık herkesin diline düşen mal varlıkları, oğlunun en lüks arabalara binmesi, Mahmut Akpınar’ın kızının instagram fenomeni olması, cemaat mensuplarının yakından bildiği ve gördüğü diğer varlıklı kişiler.

Bu öfkeye, eleştirilere mukabil eleştiriye uğrayanlar, hataları olsa da sahabe hayatı yaşamaya çalışan cemaat mensubu olduklarını, o eleştirilerin iftiradan başka bir şey olmadığını, bu tarz yorumların zalimlerin ekmeğine yağ sürdüğünü, elbet bir gün Türkiye’de hukukun geri geleceğini, cemaatin kendisini feshetmesi gibi bir şey olmayacağını, Erdoğan’dan af beklemenin boşuna olduğunu, Erdoğan’ın asla affetmeyeceğini, zaten suç işlemediklerini, asıl Ak Parti’nin kendisini feshetmesi gerektiğini söylüyorlar.

Çoğu Türkiye’de olan sorgulayıcı kesim, bu söylenenlerden etkilenmedikleri gibi, neredeyse daha da bileniyorlar. Özellikle yurt dışındakilerin kampanya gibi yaygınlaştırmaya çalıştığı “Biz suç işlemedik ki, af beklemek zalime boyun eğmektir” gibi sözlere çok kızıyorlar.

Bu yönüyle cemaatin her şeye rağmen hasbi olduğunu, samimi ve ihlaslı insanlardan müteşekkil güzide topluluğun şevkle iman mücadelesi vererek hizmet ettiğini savunanlarla, artık onlara şüpheyle bakan, sorgulayanlar olmak üzere, cemaat ikiye ayrılmış durumda.

“Elli yılda ördüğümüz kazağı Erdoğan’a mı giydireceğiz”

Mahrem yapıya, ağabeylere, Birimlere, yönetim kadrosuna düşman gözüyle bakan sorgulayıcı kesim aslında tam organize bir kitle değil. Fakat bugünlerde CHP’lilerin eski liderleri Kemal Kılıçdaroğlu’na duydukları öfke gibi bir kızgınlıkta birleşiyorlar.

1. Bazıları üst yapının değişmesiyle cemaatin “eski saf” haline döneceğini düşünüyor, artık yaşları 70’ini aşmış ağabeylerin yerini gençlere bırakması gerektiğini, şeffaf olunursa ancak güvenin yeninden kazanılacağını savunuyor. Hava Kuvvetleri İmamı, Kara Kuvvetleri İmamı gibi şeylerin artık olmaması gerektiğini dile getirenler de var.

2. Bu grup “Gülen iyi, çevresi kötü” anlayışına sahip. Cevdet Türkyolu, Mustafa Özcan, Adil Öksüz, Mustafa Yeşil vs. gibi isimlerin Gülen’i etkileyerek hatalar yapmasına sebep olduğuna, Mehmet Değerli vasıtasıyla aldatılıp 15 Temmuz darbe girişiminde cemaatin bazı unsurlarının tuzağa düşürüldüğüne inanıyorlar. Aslında bu gruptakilerden bazıları Gülen’in tek sorumlu olduğunu düşünüyorlar ama açıkça dile getirmekten çekiniyorlar.

3. Bu grup Gülen’in eleştirilerden soyutlanamayacağını, çok iyi tanıdığı halde ‘Adil Öksüz kim tanımıyorum’ gibi yalanlarıyla sorumlu olduğunu, asıl onun herkesi kandırdığını, cemaati 15 Temmuz gibi bir maceraya bilerek sürüklediğini söylüyor. “Elli yılda ördüğümüz kazağı Erdoğan’a mı giydireceğiz” diyerek en zirve noktadayken cemaati gereksiz bir savaşa sürüklediğini, yüzbinlerce insanın hayatının mahvolmasına sebep olduğunu açıkça dile getirmekten çekinmiyorlar.

4. Bir de cemaatten artık tamamen kopmuş olan bir kitle var. “Her şey bir yana mağdur bir KHK’lı olarak diyorum ki Allah bizi ve gelecek nesilleri bu cemaatten kurtardığı için ne kadar şükür etsek azdır” diye paylaşım yapıyorlar. “Gülen Cemaati baştan beri sadece bir dini cemaat değildi, hatta bu hiç değildi. Din sadece bir maşaydı. Asıl görev ve hedef siyaset, istihbarat ve iktidar idi” gibi düşüncelere sahip bazıları. “Beş yılım cezaevinde geçti, benim için cemaat bitmiştir. Sahtekâr ve yalancı birileri tarafından kandırılmışım” noktasında olanlar da az değil. Bu grubun içinde deist ya da ateist olanlar bile var.

Erdoğan bir zamanlar cemaate çok güvenmişti

Bir başka kızgınları ise, kimi firari gazetecilerin adeta bu süreç devam etsin ister gibi sürekli Erdoğan, Ak Parti ve Türkiye’nin aleyhinde yayın yapmaları. Onların yüzünden sadece Cumhur ittifakının değil, bütün Türkiye’nin cemaati iflah olmaz bir yapı görerek düşman gördükleri görüşündeler. Bazılarının “Affet bizi Türkiye, affet bizi Erdoğan” demesi bu yüzden. Hepsinin ortak noktası bitmek bilmeyen sürecin sona ermesi ve affın gelmesi.

Peki, cemaat bu alanda neredeyse ikiye bölünmüşken Erdoğan bu vesileyle onları affeder mi?

“Asla affetmez, affetmeyecektir” görüşü hâkim olsa da, “Artık liderleri öldü, pek güçleri kalmadı, zaten dağıldılar” diyerek bu konuda bir çözüm süreci gerçekleşebilir gibi minik bir ihtimalin var olabileceğini düşünüyorlar. Böyle bir ihtimal mümkün mü anlayabilmek için hepimizin tanık olduğu Erdoğan ve cemaatin hikâyesine bir göz atmak lâzım.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Ak Parti içinde cemaate geçmişte en çok güvenen, onları kollayan kişi Erdoğan’dı. Özellikle Milli Görüş geleneğinden gelenlerin bir kısmı “Onlara çok fazla güvenmemek lâzım, ajandaları farklı, devlet içinde devlet olmaya çalışıyorlar, geçmişte bize neler yapmamışlardı” diyenlere pek itibar etmemişti.

Geçmişte yaşananları, hele 28 Şubat döneminde aldıkları tavrı Erdoğan unutmamıştı. Ama “geçmiş geçmişte kaldı” diye düşünüyordu.

Zira nasıl halk doğal bir refleksle 2002 yılında Ak Parti’ye yöneldiyse, Refah Partisi dönemine kadar mesafeli duran Nurcular Ak Parti’ye oy vermeye başladıysa, Fetullahçıların tabanı da Ak Parti’ye yönelmişti. Bu yeni dönemde bu birlik beraberlik önemliydi ve geçmişe değil bugüne, yarına bakmak gerekir anlayışına sahipti.

Ayrıca 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi krizinde, 27 Nisan muhtırası, 367 meselesinin olduğu dönemde, Fethullahçılar istihbarat bilgileriyle önemli destek vermişti. O her şeyi alt üst edebilecek kritik dönem, onların desteği sayesinde aşılmış, MHP’nin de meclise girmesiyle Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilmişti.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Erdoğan Fatih, Gülen Akşemseddin dönemi

Geçmişte Başbakan Erbakan’a “Ulan pezevenk” diyen Osman Özbek gibi, 28 Şubat’ta Başbakan Erbakan’ın davetinde rakı krizi yaşatan Oramiral Güven Erkaya gibi, ilk Askeri Şura toplantısını yapan Başbakan Abdullah Gül’e:“Yerinde olsam karının örtüsünü çıkarırım,” diyen MGK sekreteri Tuncer Kılıç gibi generallerin dönemi bu destek sayesinde sona ermiş, cemaatin ön ayak olduğu Ergenekon/Balyoz operasyonlarıyla askeri vesayet geriletilmişti. Askeriyede, bürokraside, Emniyette, Milli Eğitimde abdestli namazlı insanların olması ise muhafazakâr devrim olarak görülüyordu.

Erdoğan’ı Fatih Sultan Mehmet, Gülen’i Akşemseddin gibi görenler vardı. Elli yılı aşkın bir mücadele meyvesini vermiş, ikinci seçimde yüksek oy kazanılmış, yakın zamana kadar hayali bile kurulamayan eşi başörtülü, dindar biri Cumhurbaşkanı olmuştu.

Ancak 2010’da İsrail’in Türkiye’den yola çıkan Mavi Marmara gemisine baskın olayında, Fethullah Gülen’in Wall Street Journal’a verdiği röportajda, “Organizatörlerin İsrail’in onayı olmadan hareket etmesi otoriteye başkaldırıdır, izin alınmalıydı” demesi Erdoğan’da ilk şüphe tohumlarını attı. Gülen’in sözlerine Ak Partililer şaşırdı, kızdı ama en çok cemaat mensupları şaşırdı ve tedirgin oldu. Tam her şey yoluna girmişken, hükümette el üstünde tutulurken söylenen bu sözler, İsrail konusunda hassas olan Ak Parti tabanını kızdırabilir, kazanımların bir anda kaybedilebilmesine yol açabilirdi.

Fakat bu durum görünürde bir krize yol açmadı, Erdoğan bunu not alsa da açıktan eleştiri getirmedi. 2010’da Eylül ayında yapılacak olan Türkiye anayasa değişikliği referandumu daha önemliydi, bir başka kritik dönemeçti. Üstelik bu referanduma Ak Partililerden çok Gülen taraftarları asılıyor, Gülen mezardakilerin bile kalkıp oy kullanılması gerektiğini söylüyor, her cemaat mensubu kapı kapı dolaşarak, tanıdıklarına telefonlar açarak Evet oyu verilmesi faaliyetinde bulunuyorlardı. Onların bu olağanüstü gayreti bazılarını hayrete düşürüyor ama genelde memnuniyetle karşılanıyordu. Nitekim bu gayretler sonucu %57,88 Evet oyu çıkmış, büyük bir sevince yol açmıştı.

2007’den beri parti ve cemaat her anlamda iç içeydi artık. Ak Partililer ile cemaat birbirlerine gelin veriyorlar, damat alıyorlardı. Cemaatin faaliyetlerine özellikle Ak Partili kadınlar ve genç kızlar destek veriyordu. 2010 referandumunda bu birliktelik en zirve noktaya ulaşmıştı. Ardından 2011’de yapılan seçimde Ak Parti oyunu % 49,83 oya çıkardı.

2011’de başlayan serin rüzgârlar

Aynı yıl, kimse farkında değildi ama tabanda bu birliktelik sürerken, tepelerde serin rüzgârlar esmeye başlamıştı. Erdoğan sondaj için Hakan Fidan’ı Pensilvanya’ya göndermiş, Fidan MİT’teki cemaat mensuplarının ismini isteyerek, o kardeşlerle birlikte çalışmak istediklerini bildirmiş ancak Gülen isim vermemiş, Fidan ayrıldıktan sonra da Gülen’in, “Amaçlarının ne olduğunu bilmiyoruz sanki” dediğinin bilgisini almışlardı. Bunun üzerine cemaatin 2011 seçimlerinde söylenenlere göre 80-100 civarı milletvekili talebini daha önce kabul etmiş görünen Erdoğan, ancak 12 milletvekili kontenjanı vermişti.

Bu durum cemaatin Erdoğan’a yönelik tavır almasına neden oldu. Fakat cemaat ve parti tabanları o kadar iç içe ve akraba olmuştu ki, bu tavrı tabana açık bir şekilde yansıtamıyorlardı. Ali Ünal’ın Erdoğan’ın kibirli olduğuna dair Zaman gazetesinde yazdığı yazı, ağabeylerin kimilerine anlattığı “Erdoğan aslında cemaati sevmiyor, son derece kendini beğenmiş biri” gibi sözleri şaşkınlık uyandırıyor, ama pek de inandırıcı gelmiyordu.

Cemaat bir yandan savcılar ve hakimler aracılığıyla adeta güç gösterisi yapmaya başlamıştı. Daha önce medyaya konuştuğunda hükümetleri titreten paşalar yargılanır, tutuklanırken, cemaat hedefi daha da büyüterek, 3 Temmuz 2011’de ülkenin en güçlü futbol takımlarından Fenerbahçe’ye Şike davası açınca işin rengi değişmeye başladı. Bu dava nedeniyle Aziz Yıldırım’ın hapse atılması, Fenerbahçelilerin tepkisine ve toplumsal itiraza yol açtı. Hatta Ergenekon/Balyoz gibi davalardan genellikle memnun olan Ak Partililer bile bu davaya ve cemaate kuşkuyla bakmaya başladılar.

Genelkurmay Başkanlığı yapmış İlker Başbuğ’un 6 Ocak 2002’de terör suçlamasıyla tutuklanması, cemaatin bir başka güç gösterisiydi. Kamuoyunun büyük tepkisini çeken bu dava, Erdoğan’ı da rahatsız etmeye başladı. Başbuğ ile 2 yıl beraber mesai arkadaşı olduğunu dile getirerek, “burada tutuklama yoluyla değil de tutuksuz yargılama yolu ki her zaman söylediğim tezimdir bizim her zamanki arzumuzdur” dedi.

Ancak savcılar asıl bombayı bir ay sonra patlatacaklardı.

“Pişmiş aşa su katan, Erdoğan’ın aklını karıştıran” Fidan’a operasyon

Cemaat yöneticilerinin asıl hedefi “pişmiş aşa su katan, Erdoğan’ın aklını karıştıran” gördükleri Hakan Fidan’dı. Onun İran ajanı ve pakraduni olduğuna dair söylentiler yayıyorlar, bu konuda Erdoğan’a da raporlar veriyorlar ama son davalardan hoşnut olmayan Erdoğan aldırış etmiyordu. Cemaat ise 7 Şubat 2012’de Fethullahçı savcı Sadrettin Sarıkaya vasıtasıyla çözüm sürecinde yürüttüğü politikalardan dolayı MİT’i PKK ile ilişki içindeymiş gibi gösterme bahanesiyle MİT başkanı Hakan Fidan ile bazı görevlilerini alma operasyonuna girişti. Tam da hastaneye yatmak üzere yola çıkmışken, ani bir kararla uğradığı bir evde haberi alan Erdoğan, Fidan’ın tutuklanmasını engelledi.

Bu hükümete yapılan ilk operasyondu, büyük bir olaydı ama Erdoğan Fettuhlahçıları açıktan eleştirmedi. Hatta 15 Haziran’da katıldığı İstanbul’daki Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış töreninde, isim vermeden Gülen’e seslenerek “Gurbet hasrettir. Hasretin bedeli çok ağırdır. Biz gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içerisinde olanları aramızda görmek istiyoruz” dedi. Bu sözler bir şeyler olacağı, birlikteliğin bozulacağı endişesini taşıyan tabanlarda bir rahatlamaya yol açtı.

Ancak Pensilvanya’dakiler böyle düşünmüyorlardı. Bu sözler onlara göre bir tuzaktı. Ama bu sözlerle aynı zamanda Erdoğan’ın kendilerine bir şey yapamayacağı, buna cesaret edemeyeceği, gücünün yetmeyeceği kanaatine sahip oldular. Emniyet, yargı, bakanlıklar, belediyeler, her yerde hâkimdiler. Türkiye’nin her yerinde dershaneleri, okulları, üniversiteleri, yurtları vardı. Banka sahibiydiler. Ülkenin önde gelen işadamları bile kendilerinden yanaydı. Dünyanın her yerinde okulları, sivil toplum kuruluşları vardı. En çok satan Zaman gazetesi, en çok okunan Sızıntı dergisiydi. Kitap sektörü bile NT ve Gökkuşağı aracılığıyla kendi ellerindeydi. Erdoğan bir şey yapabilecek olsaydı, 7 Şubat krizinde yapardı.

Oysa Erdoğan gözle görülür olmasa bile bir şeyler yapıyordu. Daha önce bürokrasiye, emniyete, belediyelere, her yere cemaatten gelen listeler, sorgusuz değerlendirilirken, artık o listeler engelleniyor, bürokraside ve kimi kurumlarda bazı temizlikler yapılıyordu. Zaten istihbarat dahil her şeye hâkim olduğunu düşünen cemaat, bu hamleye karşı, el altından karşılık vermeye başladı. Ellerinde yolsuzluk dosyaları olduğunu, isterlerse hükümeti zor duruma düşürebileceklerini ima eden haberler Erdoğan’a kadar ulaştırıldı.

Nurcular, Fethullahçıların değil Erdoğan’ın yanında

Erdoğan bunun üzerine Dershanelerin kapatılacağını söyleyerek 2013’te açıktan savaş ilan etti. Dershaneler cemaatin en büyük insan kaynağıydı. Küçümsedikleri, bize bir şey yapamaz dedikleri Erdoğan’dan hiç beklemedikleri bu hamle büyük şaşkınlığa ve paniğe yol açtı. Zamanla Erdoğan’ın, “Haşhaşiler, sülükler, âlim bozuntusu, paralel yapı, teröristler” gibi sert ve acımasız sözleri onları dehşete düşürüyordu. Erdoğan’ın iki savcıyla bir hakimle kendilerini terörist ilan edebileceğini anlamışlardı. Üstelik cemaatin her faaliyetine destek veren, Ak Parti kökenli çoğu kadın büyük bir kesim cemaati terk etmişti ki, neredeyse yüzde %50’yi aşan bir kitleydi. Ayrıca halkın çoğunun kendilerinden nefret ettiğini görmüşlerdi.

Daha da önemlisi her zaman kendilerinden yana olacağını düşündükleri Nurcu gruplar, hükümetten yana tavır almışlardı. Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram gibi ağabeyler, basında ve televizyon ekranlarında, hükümetinin yanında olduklarını söylüyorlar, Fetullahçıların Said Nursi’nin Risale-i Nurları sadeleştirme yoluna gitmekle tahrip ettiklerini, Nurculukla alâka kurulamayacağını dile getiriyorlardı. Nurcuların bu karşı tutumu, Fethullahçıların en büyük hayal kırıklığıydı.

17/25 Aralık’ta yaşanan dört bakana yönelik başarısız yolsuzluk operasyonu ipleri daha da gerdi. Gülen’in “Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin” konuşması yapması, son ana kadar “hata yapmıştır, o bir din âlimidir, arayı bozmaya çalışanlara itibar etmemek lâzım” düşüncesinde olanları bile savunamaz hale getirdi.

Yaşananlar cemaat açısından şok edici gelişmelerdi. Daha düne kadar her şeye hâkimlerken, bir anda her şey alt üst olmuş, komşuları akrabaları tarafından dışlanan, devleti ele geçirmeye çalışan hainler yaftasıyla mücrim bir topluluğa dönüşmüştü. Oğlunu, kızını, damadını, gelinini Fetöcü diye ihbar edenler bile vardı.

Umutları 2014 yerel seçimindeydi. Yüzde 10 kadar oy sahibi olduklarına, Ak Parti’yi on puan eksilteceklerine inanıyorlardı. Fakat Ak Parti %43.40 oy almayı başardı. Aynı yıl yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan %51,79 oy alarak kazanınca umutları tükendi. Bu dönemde önemli adamlarını yurt dışına çıkarmaya başladılar, bazıları firar etti. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi de başarısız olunca devletin FETÖ adıyla terör örgütü ilan ettiği yüzbinlerce Fethullahçı KHK kararlarıyla memuriyetten atıldı, onbinlercesi hapsedildi.

Dershanelerin kapatılması hamlesi ile bir dönem en yakın müttefiki olan cemaate karşı riskli bir savaş başlatan Erdoğan, bu savaştan oldukça kazançlı çıktı. Cumhurbaşkanı seçildi, Başkanlık sistemini getirdi, bir zamanlar kendisiyle çok mücadele eden Sabah-Hürriyet medya gruplarını hükümet yanlısı işadamlarına satılmasında ön ayak oldu. 2014’ten itibaren devam eden Cumhurbaşkanlığıyla ülke yönetiminde tek söz sahibi.

Hepimizin tanık olduğu bu Erdoğan-Fethullahçılar hikâyesine bakınca, “Tek başıma da kalsam FETÖ ile mücadele ederim” diyen Erdoğan’ın tavrı belli aslında. İlk çözüm sürecinde Hakan Fidan’a operasyon yapanlar, şimdi yıllar sonra yeni çözüm sürecinde af bekliyorlar. Oysa Erdoğan’ın zamanında en çok kızdığı onlardı. Çünkü daha başta Bank Asya’dan paralarınızı çekin diye miting meydanlarında bağırdığı halde, evini arabasını satarak, hatta başka bankalardan kredi çekerek elde ettiği paraları “Erdoğan görsün” diye sallayarak inadına Bank Asya’ya yatırmışlardı.

Sözün kısası, şimdi ne kadar pişman olurlarsa olsun, ne kadar Pensilvanya yöneticilerinden nefret ederlerse etsin, her iki tarafın birinde kuyruk acısı, diğerinde evlât acısı metaforu var.

Yine de, hiçbir ihtimal sıfır değildir. Belki Bahçeli eliyle bir sürpriz olabilir.