Mümtaz’er Türköne yazdı: CHP’li seçkinler

“Ulusalcı” olarak biliniyorlar, ama asıl ortak paydaları kendilerini seçkin ayrıcalığını hissedecekleri yerde durmaları, kimlik ve tavırlarını ayırıcı bir vasıf olarak seçkin niteliklere göre belirlemeleri. Hem sınıfsal hem de kültürel bir alaşım; her şey değişirken bu seçkin nitelikler kendilerini yenileyerek, yeni antagonizmalar oluşturarak sağlam bir gelenek halinde varlığını sürdürüyor.

Laikliği, din karşıtı bir ideoloji olarak benimseyip bütün dinî sembollere ve en sade dindarlığa savaş açanlar bu seçkinlerdi. Aynı seçkinler, iktidardaki din bağının gevşemesine, dindarlığın bir siyasî ortak payda olmaktan çıkmasına rağmen muhalefetlerini ve itirazlarını çok iyi tanımadıkları Siyasal İslâm’a ve avamî tarikat formlarına yöneltiyor. Asıl konumuza geliyorum. Aynı seçkinler, içgüdüsel bir ortak payda üzerinden çözüm sürecine anti-Kürt bir tavır ve tutumla koyu-karanlık gözlüklerle bakıyorlar. Orada da bulabildikleri tek dayanak üniter ulus devlet ilkesini ön safa süren Atatürkçülük oluyor. Hem din karşıtı laik hassasiyetlerinde hem de ulusalcı tepkilerde kendilerini basit, kaba, sıradan, niteliksiz buldukları bir nefret objesinin tam karşısında ayrıcalıklı ve üstün bir yere yerleştirmiş oluyorlar.

Seçkinler ne işe yarar?

Siyaseti, seçkinlerin rekabetine indirgeyerek açıklayan çok güçlü elit teorileri var. Bu teorilerin ortak paydası, demokrasiyi en basit haliyle halkın değil, birbirine zıt çıkarların temsilcisi olan seçkinler arasında iktidarın değiştiği bir sistem olarak açıklamaları. Bu açıklama biçimi, siyasetteki değişimi nispeten sınırlı bir grup olan seçkinlere odaklayarak daha basit ve anlaşılır hale getiriyor.

Pareto’dan Mosca’ya, oradan Schumpeter’e birbirinden farklı teoriler arasında boğulmamak için sadece mekanizmaya odaklanalım. Hırslı, yırtıcı, atak yeni bir seçkinler grubu toplum içinde yükselişe geçiyor. Mevcut iktidar seçkinleri onlara yetenekleriyle müsavi alan bırakmadıkları için onlar da temsil edilmeyen çıkarlar üzerinden halkı peşlerine takıp iktidarı ele geçirmeye girişiyorlar. Bu değişim baskıcı yöntemlerle engellenirse basınç birikiyor ve toplumsal patlamalara, hatta devrimlere yol açıyor.

Belediye başkanlarını hedef alan 19 Mart operasyonlarını, kurulu iktidar seçkinlerinin CHP’nin iktidar namzeti seçkinlerine yönelik bir sindirme hamlesi olarak görebilirsiniz. Tabii böylece seçkinler üzerinden, çoğalan muhalif halk kesimi hizaya çekilmiş oluyor.

Din ve seçkinler

Abdullah Cevdet’e ait bir sözdür: “Avamın ilmi din, havassın dini ilimdir.” Yani sıradan insanların dine, kendilerine rehberlik eden bilim gibi başvurduğunu ve yaşadığını; seçkinlerin ise bilimi din gibi tek rehber edindiğini söylemiş oluyor. Bu söz, laikliğin din karşıtı bir din gibi görülmesini açıklıyor.

Dinler, aşkın bir hakikat iddiasına ve kutsalın hayata dahil edilmesine dayanır. En süfli hırsların, hesapların ve acımasız rekabetin konu edildiği siyasal alanda din, politikacıya güç veren basit ama çok işe yarayan bir araçtan ibarettir. AK Parti’nin çelik çekirdeği ile CHP’nin seçkinleri arasında dini araçsallaştırma açısından en küçük bir fark bile yok. İktidar, halkın rızasını temin etmek için bu aracı sonuna kadar ve fütursuzca sömürüyor; CHP ise geleneksel laikliği dindarlıktan gelen darbeleri yumuşatan bir minder gibi araya koyup kendini korumaya alıyor. Birinin elinde sopa, diğerinin önünde duran kum torbası gibi düşünün. Fazladan, laiklik seçkin ayrıcalığının da basit bir felsefi duruş olarak haklılığını temin etmiş oluyor.

Sapla samanı birbirinden ayırmanızı sağlayacak en sağlam ölçü: Dindarlığın veya laikliğin bir siyasî araç olarak rekabete sokulması tayin edici bir rekabet alanı değildir. Çünkü her ikisi de siyasî tavırların sebebi değil sonucudur.

CHP, sonuç üzerinden sebebe ulaşmaya çalışarak dindarlıkla arasını düzeltmeye kalktı. “Laik teyzeler” ile CHP’nin klasik seçkinleri hemen devreye girdiler. Ancak iktidar değişimi talebi, bu rekabet alanını sular altında bıraktığı için söylenenlerin de yapılanların da pek anlamı kalmadı. Din iktidar için bir çimento olmaktan, muhalefet için bir engel olmaktan çıktı. İki taraf için sadece seçkinler arası ağız dalaşının konularından biri olmakla sınırlandı.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Çözüm süreci

Kürt karşıtlığı veya Kürtleri ötekileştirme zorlaması Türkiye’de hiçbir zaman etnik takıntılardan kaynaklanmadı. Sebep etnik değil öncelikle kültürel aidiyet ısrarı oldu. Kürtleri basmakalıp tiplemelerle en fazla ötekileştirenler Türkler değil, Batılı-şehirli seçkinler oldu. Bu kısır gelenek, en saf haliyle CHP’li seçkinlerde “ulusalcılık” adıyla devam ediyor. İkincisi ekonomikti. Batı şehirlerine “amele” olarak gelip yerleşen Kürtlerin ikinci kuşağı yerlilerin tasarrufundaki işlerde de ilerleme kaydedince, kolaylıkla etnik bir renge bürünen çıkar çatışmaları yaşandı. Bu çatışmalar da hemen seçkinlerin yerleştiği çemberin içine dahil edildi.

MHP’nin çözüm sürecinin önünü, radikal bir çıkışla açması, diğer Ülkücü partilerin sadece “terör” üzerinden düşük dozlu itirazlara devam etmesi tek başına Kürt sorununun Türkiye’de hiçbir zaman etnik bir mesele olarak algılanmadığını gösteriyor. Üniter Ulus Devlet denilen formun ne işe yaradığını, hangi vazgeçilmez parçalardan meydana geldiğini çok az kimse bilir. Sadece toplumdaki kültürel olarak inşa edilmiş ve CHP’li seçkinlerin sürdürdüğü plastik Kürt algısı, siyasî gelişmelerden ve gerçeklerden bağımsız varlığını sürdürüyor. Çözüm Kürt sorunu içinde değil, seçkin kültürü içindeki taşların yer değiştirmesine bağlı.

Siyasî rekabet seçkinler marifetiyle sürdüğü için bu seçkin zümrelerin Kürt algısına dayanan tutumları çözüm süreci üzerinde sanıldığından fazla etkili oluyor. CHP’nin içinden Meclis Komisyonu’na itiraz edenler, Çözüm adına çok isteksiz davrananlar, anayasa maddelerine bir cephane gibi bakanlar işte bunlar. İşin en ilginç tarafı bu takım “yönetici” sınıfa dahil değiller, dışardan peşreve dahil olan seçkinler. En çok da gazeteciler.

Siyasette tekelleşmenin, iktidarda otokratik eğilimlerin baskın hale gelmesinin rekabette dezavantaja dönüşmesi kaçınılmaz. Tek kişi egemen olunca, talimatla hareket eden neferlerden ibaret yönetici sınıf seçkin özelliklerini ve yeteneklerini kaybediyor. İktidar adayı rakip seçkinler ise bilenmiş ve donanmış şekilde cephede yerlerini alıyorlar.

İktidar değişimi demokrasilerde seçkinlerin değişiminden ibaret ise, kimin önünün açık olduğu belli. Müesses yani kurumlaşmış dinin, (yani Diyanet’in ve tarikatların temsil ettiği Müslümanlığın) gözden düşmesi ve kutsalın hayat bulduğu alana bireysel din algısının bütün ihtişamı ile yerleşmesi, iktidarın teoloji politikası olarak din ve dindarlığı siyasî olarak etkisiz bir araca dönüştürdü. Geriye, piramidin tepesine yerleşen seçkinlerin Kürt algısını ters-yüz etmek kalıyor. CHP şu anda zorlu bir şekilde bu değirmende öğütülüp yeni bir kalıba dökülüyor.