Özgür Özel, Ruşen Çakır’a verdiği röportajda “bu CHP’nin kendi iç kavgası değil, AK Parti iktidarının planlı bir operasyonu” diyor. Bir diğer ifadeyle iktidarın CHP’yi karıştırmaya çalıştığını, parti içine yargı sopasını kullanarak çomak soktuğunu söylüyor. Bu tespitlerin yersiz olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak Özel’in sözleri gerçeğin yalnız bir bölümü. Madalyonun diğer yüzünde CHP hizipleri arasında yaşanan kıyasıya rekabet var. Özel bunu reddetse de iktidar aslında zaten açılmış bir yaraya tuz basıyor, içten içe yanan bir ateşi körüklüyor. Fizikteki “boşluğa iş yapılmaz” ilkesi politikada da geçerli. İktidarın hamleleri bir boşluğa yapılmıyor ve CHP içerisindeki bir mücadeleye denk düşüyor. Bu mücadelenin, iktidarın politikalarının da etkisiyle son aylarda rutin siyasi rekabetin ötesine geçerek, iyiden iyiye bir iç savaş görüntüsü vermeye başladığını söylersek abartmış olmayız.
Kimi zaman tarihsel ve siyasal çelişkiler uzlaşmaz niteliğe kavuşur. Aradaki anlaşmazlıklar olağan hukuk yollarıyla ve pazarlıkla çözülemeyecek kadar derinleşir. Savaşın kaçınılmaz hale geldiği böylesi ortamlarda gücün ve hakkın eşanlamlı hale geldiği bir doğa durumuna dönülmüş olur. Kim güçlüyse ve rakibine boyun eğdirirse, haklı olan da odur artık. İşte CHP’nin mevcut yönetimi ile Kılıçdaroğlu hizbi arasındaki rekabet de böylesi bir doğa durumu seviyesine inmiş durumda. Tarafların birbirlerine mesaj verirken kullandıkları “baba ocağı” ya da “kardeşlik hukuku” gibi metaforların sıcaklığı sizi yanıltmasın. Aksine bu metaforlar, aile içi birlik ve bağlılık imaları ile, aslında süregiden mücadelenin kamusal açıklık karşıtı, kapalı ve otoriter doğasını yansıtmakta. CHP bir hane ve tüm partililer kardeş. Her iki taraf da hane içerisindeki bir aile reisinin, pater familias’ın otoritesine itaat edilmesi gerektiği konusunda hem fikir. Sorun bu hanenin reisinin kim olduğu, kim olması gerektiği konusunda düğümleniyor. Bu anlaşmazlık sürdüğü müddetçe taraflar birbirlerinin kurdu olarak kalmaya devam edecek. Hayatta kalmak için gerekli gördükleri her şeyi yapmayı mubah sayacaklar. Çünkü siz ayakta kalırsanız rakibiniz yok olur. Siz yerdeyseniz düşmanınızın dişleri boğazınızı kanatıyor demektir. Dolayısıyla bugün karşımızda duran, yargının ve kolluk gücünün devreye sokulduğu, iktidarın imkanlarının zımni desteğinin arzulandığı, ihanet suçlamalarının ve hırsızlık imalarının yüksek sesle dillendirildiği bir iç savaş.
Hukuk siyaseti şekillendirebilir mi?
Bu iç savaş hatırlatması aynı zamanda meselenin hukuki yollarla çözülemeyeceğine işaret etmesi bakımından da önemli. Zira siyasi sorunlar hukuki yollarla çözülemez. Fazilet Partisi içindeki Yenilikçiler-Gelenekçiler çekişmesini ya da MHP’nin Bahçeli ile karşıtları arasındaki bölünmüşlük halini hatırlayalım. Her iki örnekte de türbülans bölünme ve tasfiye seçenekleriyle aşılmıştı. İşte CHP de bu kıvama geldi. Tüm taraflar bakımından artık geri dönüşün olmadığı bir safhadayız. Yargı ne karar alırsa alsın ya CHP bölünecek ya da çatışan taraflardan biri diğerini siyaseten yok edecek.
Buna karşın hukuki sürecin kendisi, Özel ve İmamoğlu üzerinde CHP içi muhalefet lehine bir baskı unsuru olması bakımından parti içerisindeki mücadelede bir role sahip. Dolayısıyla bu sürece dair de birkaç noktaya işaret etmek gerekiyor. Öncelikle 2 Eylül’de İstanbul Asliye Hukuk’un aldığı karardan ve YSK’nın bu kararı kısmen düzelten müdahalesinden başlayalım. CHP’nin İstanbul Kongresi için açılan iptal davası aslında başladığı gün bitti. Çünkü ilgili mahkeme çok ağır bir ara karar verdi. Mahkeme kongreyi iptal etse atılacak tüm adımlar zaten en başta atılmış oldu. Ancak ara kararın bir maddesi, yani İstanbul’da kongre yapılmasını engelleyen hüküm YSK’den döndü. Yeri gelmişken hatırlatalım: Bir mahkemenin anayasanın vatandaşlar için öngördüğü seçme seçilme hakkını süresiz bir şekilde askıya alması zaten anayasayı ihlal bakımından ciddi sonuçları beraberinde taşıyordu. Neyse ki YSK, CHP’nin kongre sürecini devam ettirerek bu sakıncayı kısmen ortadan kaldırdı. Ancak YSK tavrını ortaya koyarken “siyasi parti” ile “seçim” arasında bir ayrım yaparak kendi yetki alanını da kısmen daraltan bir pozisyon belirledi. Bu kararıyla YSK, dava konusu olmuş siyasi parti uyuşmazlıkları bakımından mahkemelere karışmayacağını ancak partilerin iç işleyişlerindeki seçimlerle ilgili olarak da son ve tek karar merciinin kendisi olduğunu ilan etmiş oldu. Mahkemelerin bu alanı ihlal etmesi seçim yargısının en üst kurulu tarafından böylece engellendi.
YSK’nın bu kararı 15 Eylül ve 21 Eylül konjonktürü açısından önemli. Şöyle ki, Ankara’daki mahkeme 15 Eylül’de mutlak butlan kararı verirse belli ki YSK bu karara müdahale etmeyecek. Ancak mahkemenin 21 Eylül tarihli olağanüstü kurultaya yönelik yasaklayıcı bir kararı olursa, burada son sözü yine YSK söyleyecek. Bu durum Özel yönetiminin hukuki mücadele bakımından en önemli dayanağı. Çünkü mevcut CHP liderliği 15 Eylül’de mutlak butlan çıkacağını düşünüyor. Ama 21 Eylül’de olağanüstü kurultay yapılacağı için Kılıçdaroğlu’nun olası dönüşünün kısa süreli olacağını hesaplıyor. Bu hesabın tutup tutmayacağını hep beraber göreceğiz.
Siyasetten arda kalan: Öfke performansı
CHP Genel Merkezi tarafından organize edilen Gürsel Tekin karşıtı tepkinin aşırılığı ise izaha muhtaç. Şüphesiz ki CHP’de hem tabanın hem de parti elitlerinin ezici bir çoğunluğu İstanbul mahkemelerinin kararlarını partiye yönelik müdahale olarak görüyor. İktidar yargı eliyle parti içi muhalefeti daha etkin kılmaya çalışmakta. Dahası karar hukuk tekniği açısından da sorunlu, ve tek amaç Ankara’daki büyük kurultay davasından mutlak butlan kararı çıkmasını sağlamak. CHP liderliğinin bu düşüncelerden hareketle hem karara ve hem de İstanbul’da işleyen süreçle işbirliği yaptığı ve neticesinde kayyım olarak atandığı anlaşılan Gürsel Tekin’e karşı olması son derece doğal. Ancak bu karşıtlığın ölçüsüyle ilgili bir sorun var. Daha ilk gün Özel, Tekin’i partiden ihraç ettiklerini söyledi. Oysa parti üyeleri savunmaları alınmadan apar topar partiden atılamaz. Nitekim daha sonra bu beyanat düzeltildi. Yine de “Tekin’i partiye sokmayacağız” ve “bu kararı tanımıyoruz” söylemi ağırlaşarak devam etti. Halbuki 24 Eylül’de olağanüstü İstanbul il kongresi, 21 Eylül’de ise olağanüstü kurultay var. YSK bu kongre ve kurultayların önünü şimdilik açmış görünüyor. CHP seçim yoluyla kendisine yönelmiş bu müdahaleyi bertaraf edebilir, ardından parti içerisinde diyalog iklimi yeniden yeşertilebilir. Ayrıca İstanbul’daki olağan kongre süreci de kaldığı yerden devam ediyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Neticede mahkeme kararını uygulatmamak dışında, hukuki bakımdan daha meşru ve demokratik olanakları var CHP yönetiminin. Buna rağmen tercihleri, parti içi muhalefetin yargı kararlarıyla artan baskısına karşı tansiyonu yükseltmek ve kitlesel bir direnci örgütlemek oldu. Bu aslında CHP yönetiminin yerleşik kurumlara dönük beklentilerinin son derece azaldığını ve bu kurumların meşruiyeti ile ilgili genel bir tartışmayı başlatmayı da seçenekleri arasında tuttuğunu göstermekte. Özel’in daha önce yaptığı “dağılmamak üzere toplanırız” uyarısını da bu bağlamda algılamak gerekir. Belli ki çareyi, kurumsal mücadeleden çok kitlesel bir hareketin yaratacağı etkide görüyorlar. Bu stratejiyi, güç ile hakkın eş anlamlı hale geldiği parti içi atmosferin ulusal siyasete yansıması olarak da okuyabiliriz. Bu bakımdan Gürsel Tekin’in partiye polis zoruyla girmesi sadece Tekin ve devlet aygıtının değil, CHP liderliğinin de istediği bir şey ihtimal ki.
Ancak son gelinen noktada, Tekin’in kolluk gücü desteğiyle İstanbul’daki İl Başkanlığı koltuğuna oturmayı başarması, işi çıplak güç mücadelesine döken CHP aktörlerinin, en azından kısa vadede süreç yönetimi konusunda çok da başarılı olmadığını gösteriyor. Zira İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne el konulması olasılığı belirdiğinde yaratılan hareketlilik ölçüsünde bir tepki, Tekin’in kayyım atanması sonrasında ortaya çıkmadı. Tabanın eylemselliği nispeten sınırlı kalınca, gözler CHP yönetiminin sonraki siyasi hamlelerine kaldı. Oysaki onlar da İstanbul kayyımı krizinin çözümü için eylemin kendisinden başka bir siyasi yol öngörmemişti.
Halbuki eylem ve siyaset aynı şey değildir. Siyasetin, eylemi de kapsayan ancak onu aşan bir içeriği vardır. Bir diğer ifadeyle, sadece kızıp bağırmakla siyaset yapılmaz. Her siyasi aktör kendisi gibi düşünmeyen diğer insanlarla konuşmanın, sağlıklı bir şekilde meseleleri müzakere etmenin bir yolunu bulmak, diyalog kapısını her zaman açık tutmak zorundadır. Aksi taktirde ülkenin yarınına dair tartışmalar bir bilek güreşine, öfke performansına indirgenir. Böylesi bir yönelimin ise demokratik olgunluk ve ciddiyete hiçbir katkısı olmaz.