Senelerdir dünyada ve Türkiye’de en çok kullanılan kavramlardan biri kutuplaştırma. Özellikle toplumsal-siyasal iklimi ve bu iklimden doğan sonuçları tartışırken -bazen fazla medet umularak- en açıklayıcı tespit haline getiriliyor. Son yıllarda daha sınırlı bir kullanımla, “aşırılık” veya ağırlıkla Batı demokrasilerini tehdit ettiği için “sağdaki radikalleşme”, yani “uçlara savrulma” temasına da sık müracaat ediliyor. Bu konudaki yaklaşımların teorik arka planı ve bu kavramların akademik (teknik) anlamları yanında, popüler kullanımdaki karşılıkları fazlasıyla değişti, genişledi. (Aslında sosyal medya çağında pek çok kavram, kaynağı, gerekçesi, tanımlamaya niyet ettiği asıl mesele ve bağlamından sıyrılarak tuhaf şekillerde popüler kullanıma açılıyor. Bu yüzden çok ciddi bağlam yükü olan kavramların çoğu, sadece tek bir amaca hizmet eden basit etiket veya slogan olarak işlem görüyor) Böyle olunca her düşüncenin, her iddianın hatta her mücadelenin “anormalleri” ve örtülü ajanda sahipleri bayraktarlığı ele geçiriyor. Anti-siyaset, “aşırı politizasyonu” kutuplaşmayla eşleştiriyor.
Kutuplaştırma ve uçlaşma konusundaki en yaygın eğilim, bunların toplumsal-siyasal birer komplikasyon hatta popülizmin yan etkisi olduğu şeklinde. Popülist otoriter dalganın kaba demagojiyle köpürttüğü enfeksiyon veya belirsizlik-çaresizlik karşısındaki kalabalıkların sürüklendiği tepki kapanı gibi görülüyor. Bu eğilim, neden-sonuç ilişkisini ciddi bir gecikmeyle başlattığı için, kutuplaştırmaya ve uçlaşmaya dolaylı bir meşruiyet, en azından “bahane” sağlıyor. Oysa kutuplaştırma ve uçlaşmanın bir sonuç (çıktı-ifrazat) olmaktan öte, kendi başına bazı sonuçlar yaratabildiğini, bu yüzden “başlatıcı” yönünü de görmek gerek. Bu “başlatıcı etki”, kendimiz, ilişki halinde olduğumuz dünya ve bu dünyanın alabileceği şekil hakkındaki düşüncelerimizi, kanaatlerimizi besleyen akıl yürütme biçimimizin işgaliyle ilgili. Dolayısıyla, olup bitenin doğrudan parçasıyız ya da -en azından bir aşamada- parçası haline geliyoruz. Bağlamı bozarak gerilimi istenen alana sevketmek “tabana” yayılan bir lükse dönüşüyor. Politik olan, çoğu zaman adaleti de imha eden bir tepkisellik haline geliyor.
Germeye tam gaz devam
Geçtiğimiz iki hafta siyasi gerilimin bilerek ve isteyerek tırmandırıldığı hamlelerle geçti. İçeriği, arka planı tartışmalı “gizemli” operasyonlar geldi, yine bir takım şirketlere el kondu, medya el değiştirdi. İstanbul İl Başkanlığı’na kayyum atanması, ardından binanın etrafındaki abluka gibi, “normal şartlarda” siyasi fayda sağlaması neredeyse imkansız skandal görüntüler yaşandı, söyleyenden ziyade söyleyeni de utandıracak açıklamalar işitildi. Bu operasyonlarda kullanılan aktörler -eğer vardıysa- bütün siyasi geleceklerini imha edecekleri gösterilere girdi veya itildi. CHP’li belediyelere dönük hamlelere transferlerle devam edildi, Bayrampaşa operasyon listesine eklendi. Önümüzdeki hafta da CHP Kurultay Davası ile başlayacak. Haftalardır hatta aylardır kulisler, spekülasyonlar ve iddialarla devam eden bu kritik gündem başlığının nasıl devam edeceği veya nasıl sonuçlanacağı anlaşılacak. Ancak bu dava Pazartesi günü çıkacak karardan bağımsız olarak aylardır bazı sonuçlar üretiyor zaten.
Gerilim sadece iktidar (CHP) çevresinde devam etmedi. Can Holding operasyonu vesilesiyle, iktidar içindeki güç mücadeleleriyle ilgili iddialar tekrar gündeme taşındı. Bir süredir bazı avukatlara dönük tutuklamaların bu kapışmanın yansıması olduğu ve bu olayın da bağlantılı olabileceği söylendi. Bahçeli’nin Ahmet Türk ve Ahmet Özer’le ilgili açıklamalarının ve “kent uzlaşısı” tahliyeleri talebinin hemen ardından, “kent uzlaşısı soruşturmasından” tutuklu Resul Emrah Şahan için, -İBB soruşturmasına dahil edilerek- başka bir tutukluluk kararı verildi. Böyle bir örtüşmenin, aylardır sahnelenen oyundaki “rol bölüşümün” gereği olduğunu iddia edenler yine olacaktır ama böylesi çıkış-cevap hamlelerinin bu rol paylaşımında tam olarak ne işe yaradığını anlamak zor. Üstelik Bahçeli, “barışı uçurmak için gerekli ve hala hareketlenmeyen ikinci kanat” diye bir bahis açmışken. Yani taraflar gerilim yarıştırarak etkinlik kurma çabalarından vazgeçmiş görünmüyor.
Dünyada da aynı trend
Geçtiğimiz haftalarda dünyanın gerilim performansı da hiç hafif değildi. İsrail’in ABD’nin görüşmeye çağırdığı heyeti Katar’da vurması, Gazze saldırılarını yoğunlaştırması, barış ve yardım filosuna saldırı yapmaktan geri durmaması gibi seri gelişmeler yaşandı. Trump, “savaş bakanlığı” kuracağını açıkladı. Kolombiya’dan Polonya’ya bir sürü noktada tansiyon yükseldi. Fransa’da, Hindistan’da ve Nepal’de çeşitli ebatlarda isyanlar çıktı. Nepal’deki Z kuşağı, sokak linçleri ve sosyal medya seçimleri gibi -erkenden- hayırlı olup olmayacağının anlaşılması biraz zor yeni deneyimler yaşattı. Trump destekçisi, silah sevdalısı bir ajitatör, konuşma yaptığı sırada tek kurşunla vuruldu. Bu suikast vesilesiyle, fazlasıyla uçlaşmış reaksiyonlar yeniden sahne aldı hatta yeni ve daha kuvvetli gerilimlere çağrı çıkartıldı. Bu konuda Cihan Tuğal’ın Evrensel Gazetesi’ndeki yazısı bu önemli tartışmaya davet ediyor.
Biz memleketin yüksek tansiyonuna gömülmüşken, aslında konunun küresel ve hiç de yeni olmayan bir durum olduğunu sık sık gözden kaçırıyoruz. Kutuplaştırma, uçlaşma, gerilim yükselterek kanaat yönetme dalgalarının nasıl herkesi içine çeken girdaplar olduğunu unutuyoruz. Bugünün dünyasında ikna veya rıza yerine kışkırtma ve düşmanlaştırma çok daha elverişli araçlar. Her türden öfke kalabalıklarının gezdiği sokaklarda, akıl ve şüphe filtresinden kaçabilecek evlere işaret koymak daha kolay oluyor. Sosyal medyanın yönetim aklı, algoritmalar, otoriter liderlerin fütursuz güç gösterileri, akıl almaz baskılar ve ahlakın, özgür iradenin, aklın kovulduğu düşünce havzaları çok daha önde. Günümüzün bilgi ve iletişim araçları, yüzeyselliğin, tepkiselliğin taşıyıcısı olmaya çok daha uygun. Ancak bütün bunlardan çok daha tehlikeli olan, herkesin bu iklimin içinde ve bu atmosferin etkisinde olması ama daha önemlisi bunun yapılanlara ve düşünülenlere dair tahakkümüne yeterince şüpheyle yaklaşmaması. Aklın ve ahlakın süzgeci çalışmayınca, karşı olunan şeyi bilmek, bunu bilen başkaları tarafından kolay kullanılabilir zaafa dönüşüveriyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Gel denen her yere gitmemek
Kutuplaştırma tartışmalarının vazgeçilmez parçası “konsolidasyon” hadisesi, “siyaseti tamamen aritmetiğe indirgeyen atmosferin etkisiyle hep sayısal sonuçları dolayısıyla gündeme geliyor. Ancak kutuplaştırma, gerilim ve uçlaşmanın ürettiği asıl konsolidasyon, çok derin bir zihni tembellik ve verimsiz motivasyon olarak karşımıza çıkıyor. Gerilim üreten ve gerilimi yönetebilenler, karşısındakini de bu sınırların içindeki -belki güçlü ama- verimsiz reaksiyonlara sıkıştırıyor. 2024 yerel seçiminde ucu görünen değişim talebinin (enerjisininin), son altı aydır ağır bir savunma refleksine doğru itilmesi, mecbur bırakılması, 19 Martta ortaya çıkan “itiraz” kararlığının hala “direnme” sınırını geçememesi, geçmesine izin verilmemesi böyle bir mühendislik. Bu hamlelerin bu kadar kolay sonuç almasının beklenmesinin, istenen sonuç tam olarak alınamasa bile hala işe yarayacağının düşünülmesinin sebebi, el birliğiyle üretilen atmosferin etki genişliği.
Özgür Özel’in birkaç haftadır, “15 Eylül’den bir sonuç beklemiyorum” yolundaki açıklamaları, Erdoğan’ın -CHP içindeki imkanlarla- kullandığı gerilim araçlarının etkisini kırma arzusundan olabilir. Bazılarının, “aymazlık” veya “rehavet çağrısı” diye yorumladıkları bu tutum, belki de “itiraz enerjisini” iktidarın ürettiği gerilime teslim etmeme gayretidir. Zaman zaman Bahçeli’nin terslemelerine rağmen, iktidar içindeki çatlak ihtimaline değinme ısrarını da, gerilimi karşı cepheye gönderme (tutma) çabası diye okumak mümkün. Erdoğan’ın gerilimle yönetme hamlesini, “gerilimi yöneterek karşılamak da diyebiliriz. Bütün enerjiyi “iç düşmanlara”, “hainlere”, “utanmazlara” yöneltip, “temizlik”, yepyeni bir yapı kurmak gibi gündemlere hamle yapmak, muhalefet tribünlerinde ve medyasında çok ilgi görüyor belki. Ancak böyle bir odak kayması da, kayyum eliyle etkisizleştirme kadar risk içeriyor. Erdoğan’ın yaptığını konuşmaktan çok daha fazla -kendini iyice önemsizleştirmiş- Gürsel Tekin’in yaptığını konuşmak gibi. Bazen kavgayı (savunmayı) çağrılan yerde yapmamak daha iyidir.