Transatlantik: İsrail’in yeni Gazze saldırısı | Kirk cinayeti sonrası ABD | NATO’nun Polonya sınavı

Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar İsrail’in yeni Gazze saldırısı | Kirk cinayeti sonrası ABD | NATO’nun Polonya sınavı başlıklı videoda gündemi değerlendirdi. Çakır ve Taşpınar videoda ABD’nin gündemi ve İsrail’in saldırılarını yorumladı.

Kirk cinayeti sonrası ABD

ABD’nin tanınmış muhafazakâr aktivisti Charlie Kirk, Utah Valley Üniversitesi’nde düzenlenen etkinlikte suikast sonucu hayatını kaybetti. 31 yaşındaki Turning Point USA kurucusu, öğrencilerin sorularını yanıtlarken çatıdan açılan ateşle vuruldu.

ABD Başkanı Donald Trump, Kirk suikastıyla ilgili olarak bir şüphelinin yakalandığını duyurdu. Fox News’e konuşan Trump, “Sanırım onu ​​yakaladık” dedi ve yakalamanın ihbar sonucu gerçekleştiğini söyledi. Trump, bir din adamının şüpheliyi tanıyarak babasına haber verdiğini, babasının da oğlunu polis merkezine götürdüğünü ifade etti.

Saldırganın 22 yaşındaki Tyler Robinson olduğu açıklandı.

Emekli FBI ajanı Dennis Franks, şüphelinin muhtemelen avcı olduğunu belirtti. Franks “Bu atışı yapabilmek için çok fazla güven gerekiyor” dedi. Eski ajan “Davranışsal açıdan tek başına hareket ettiğini düşünüyorum” diye konuştu.

Siyasi şiddet mi artıyor?

Kirk’ün ölümü, ABD’de yükselen siyasi şiddet dalgasının son örneği oldu.

Bu yılın ilk altı ayında 150 politik amaçlı saldırı gerçekleşti. Bu rakam geçen yılın aynı döneminin neredeyse iki katı. Uzmanlar, ülkenin “çok tehlikeli bir döneme” girdiğini ve bu olayın yeni saldırılara ilham verebileceğini söylüyor.

İsrail’in yeni Gazze saldırısı

İsrail Başbakanı Binyamin Netenyahu bugün (16 Eylül) sabah saatlerinde yaptığı açıklamada İsrail güçlerinin “Gazze şehrinde önemli bir operasyon başlattığını” duyurdu. Hafta boyunca süren hava saldırıları dün 15 Eylül’de devam etti. Ardından bu sabah İsrail ordusu, kara harekâtına başladı.

Gazze şehrine yönelik hava saldırılarındaki artış ve sonrasında başlayan harekât, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun hafta başında Kudüs’e yaptığı ziyarette ABD hükümetinin İsrail’e “sarsılmaz desteğini” açıklanmasının akabinde geldi

NATO’nun Polonya sınavı

Polonya, bu sabah Rusya’nın Ukrayna’ya düzenlediği geniş çaplı saldırı sırasında hava sahasına giren İHA’ları vurarak düşürdüğünü duyurdu. Polonya ordusu, Rus İHA’larının ülke güvenliği için “gerçek bir tehdit” oluşturduğunu belirtti.

Polonya’daki NATO operasyonları ABD ordusunun yönetiminde yürütülüyor. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun bilgilendirildiği aktarıldı. Washington’dan henüz resmi açıklama yapılmazken, Amerikan Kongresi’nden bazı isimler Rusya’nın eylemini “NATO’ya saldırı” olarak nitelendirdi.

Transatlantik: İsrail'in yeni Gazze saldırısı | Kirk cinayeti sonrası ABD | NATO'nun Polonya sınavı
Transatlantik: İsrail’in yeni Gazze saldırısı | Kirk cinayeti sonrası ABD | NATO’nun Polonya sınavı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Transatlantik’le karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok, Ömer Taşpınar’la dünyayı konuşacağız. Ömer merhaba.  

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.  

Ruşen Çakır: Gazze ile başlayalım. İsrail’in Katar’a saldırısının ardından, Katar’da Arap ve İslam ülkelerinin olağanüstü zirvesi toplandı ama zirveden kınama dışında pek bir şey çıkmadı. Zirvenin akşamında, İsrail’in tekrar Gazze’ye karşı saldırıya geçtiğini gördük ve sonra da büyük bir kara harekâtı başladı. Bu, İsrail’in artık Gazze planlarının sonuna gelmekte olduğunun işareti mi? 

Ömer Taşpınar: Tam değil Ruşen. Çünkü Netanyahu için savaşın bitmesi, iktidardan bir şekilde ayrılması, seçimlerin yapılması, kendi özgürlüğünün de bitmesi anlamına gelebilir. Çünkü İsrail şu anda olağanüstü halde, seçimlerden bahsedilmiyor. Netanyahu için bu durumun ilelebet devam etmesi, kendi kariyeri ve özgür kalabilmesi açısından önemli. Çünkü Netanyahu’nun üzerinde dolaşan bir sürü yolsuzluk davası var ki bunlar, İsrail’de en azından Yahudiler için hâlâ işleyen bir demokrasi olduğunu da gösteriyor. İsrail’de bağımsız bir yargı var ve Netanyahu üzerinde Demokles’in kılıcı gibi bir yargı baskısı var, dolayısıyla yargıyı kontrol etmek istiyor Netanyahu. Sol, her ne kadar zemin kaybetmiş olsa da ülkede ciddi bir sağ-sol ayrımı var. Ama kısa cevap, Gazze’de savaş bittiği anda bu sefer Batı Şeria’da işgal başlayabilir. Netanyahu açısından, bu savaşı sürekli devam ettirmek, Hamas’ı yok etme sloganı arkasında aslında iki devletli çözümün artık olmayacağı, Filistin topraklarının bütünüyle İsrail tarafından işgali ve Gazze’deki Gazzelilerin Mısır’a, Batı Şeria’dakilerin de mümkün olduğu kadar Ürdün’e yollanması, -ki Ürdün nüfusunun yüzde yetmişi Filistin kökenli- buralarda etnik temizlik yapılması, nihai amaç. Farkındayım, karamsar bir tablo çiziyorum ama maalesef İsrail’in bugün geldiği nokta bu. Gazze şehrinde son bir haftadır İsrail saldırıları yoğunlaştı; bütün yüksek binaları vurdular. Çünkü bunlara Hamas gözetleme kuleleri olarak bakıyorlar. Bunlar yapılırken, Netanyahu halka seslenerek önemli bir konuşma yaptı be dedi ki: “Şu anda savaşın yeni bir aşamasına geçiyoruz. Avrupa’da, dünyada bize karşı tepkinin ne kadar yüksek olduğunun farkındayız. Ama bizim için önemli olan bir tek mesele vardır, o da ülkemizin emniyeti. Yani bir daha böyle saldırılara maruz kalmayacak olması ve gerekirse, kendi başına dünyadan hiçbir ekonomik ve askeri yardım almadan kendi ayakları üzerinde durabilen bir İsrail hedefliyoruz, vizyonumuz bu” dedi.  Ertesi gün İsrail borsası allak bullak oldu. Çünkü bekledikleri bir açıklama değildi bu. İsrail’in dünyadan neredeyse kopuşu gibi algılandı bu. Netanyahu’nun kurmayları yumuşatıcı mesajlar vermeye başladılar. 

Fakat bütün bunlar gösteriyor ki, İsrail, ne kadar yalnızlaştığının farkında. Amerika’dan gelecek desteğin şu anda kalıcı olduğunu görüyorlar ama uzun dönemde, Netanyahu Amerika’nın bile kendilerine karşı dönebileceğini de düşünüyor olmalı. Bu bana şunu hatırlatıyor hep: 90’lı yıllarda, ben üniversite çağımdayken, Türkiye de PKK ile mücadele nedeniyle çok izole olmuştu ve Türkiye’nin PKK ile mücadele yöntemleri bütün dünyada kınanıyordu. 90’lı yıllarda insan haklarının yerlerde süründüğü bir Türkiye vardı. Bugün de durum iyi değil tabii, ama 90’lı yıllarda özellikle Kürt meselesine odaklı olarak yaşanan bir savaş vardı ve orada Türkiye, Avrupa Birliği ve Amerika ile yaşadığı sorunlar nedeniyle “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganını çok kullanıyordu. Zaten bu “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” kavramı, toplumsal olarak psikolojimize işlemiştir. Ama Türkiye’nin dış politikasına baktığında, aslında Türkiye, her zaman için belirli ittifakları olduğu Batı dünyasının içinde gördü kendini. Türki Cumhuriyetler ve Azerbaycan oldu. İsrail için baktığımızda aslında gerçekten “İsrail’in İsrail’den başka dostu yoktur” sözü, çok daha ciddiye alınması gereken bir şey. Burada da laf dönüp dolaşıp “Ama Amerika İsrail’i destekliyor. Amerika’nın desteği var. Dünyada da bir lobi var, özellikle de Amerika’da destekleyen bir lobi var, dolayısıyla çok güçlüler’’ aşamasına geliyor. Bence, İsrail orada yavaş yavaş yalnızlaştığını da hissediyor. Her ne kadar şu anda Amerika’nın desteği devam etse de Amerika’nın başında bir Trump hükümeti var. Trump hükümetinin dünyayla fazla bir alışverişi yok, kendi içinde yaşayan bir hükümet. Gerek Ukrayna olsun gerek Gazze olsun, gerek İran olsun, bunlar Amerika’nın dış politika gündemine giriyor ve o gündem 48 saat sürüyor. Kırk sekiz saat sonra Amerika kendi içine dönmeye başlıyor. Ülkenin başında da zaten dikkat eksikliği bozukluğu olan bir lider var. Bu dikkat eksikliği bozukluğu nedeniyle odaklanmak istemiyor, Trump’ın bütün odaklandığı şey, tıpkı Netanyahu gibi, kendi iktidarını korumak ve kendi çıkarlarını gözetmek.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Katar’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Zirvesi’nin Amerika’ya verdiği bir mesaj da Washington tarafından ciddiye alınmıyor. Israil’in söyledikleri de çok ciddiye alınmıyor. Sonuçta Amerika kendi içine dönüyor. Amerika’nın anlayabileceği dil şu: Bugün artık Arap dünyasının liderliğine oturmuş Suudi Arabistan’ın, -zira artık Mısır Arap dünyasının lideri değil, Mısır’ın ekonomik ve askeri gücü çok azalmış durumda- ekonomik ve siyasi stratejik gücünün olduğu bir Arap dünyasındayız. Geçmişte de olduğu gibi bugün elinde bir petrol gücü var. Ülkenin başındaki lider Muhammed bin Salman’ın da petrol kozunu kullanıp kullanmayacağı merak ediliyordu. Katar’da Arap ve İslam ülkelerinin toplandığı zirvede, Katar’la bir dayanışma, -biliyorsun, Katar’la Körfez ülkelerinin, Suudi Arabistan’ın ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin yakın zamana kadar arası bozuktu- ‘’arkanızdayız, sizinleyiz’’ gibi bir sembolik destek dışında asıl atılması gereken adım, belki de ‘’İsrail ile ilişkilerimizi gözden geçiriyoruz’’ mesajı olmalıydı. Mesela Birleşik Arap Emirlikleri’nin ‘’ben büyükelçimi çekiyorum’’ demesi olacaktı. Ama büyükelçisini çekmiyor bile, diplomatik ilişkilerini sona erdirmiyor. Mısır büyükelçisini çekti. Suudi Arabistan petrol kozunu kullanmıyor. 1973’te Arap-İsrail Savaşı olduğunda nasıl kullanmıştı? Petrol fiyatları dört misli artmıştı. Suudi Arabistan bugün bunu yapabiliyor mu? “Ben petrol fiyatlarını iki misli artırmaya çalışacağım, üretimi kısıyorum” diyor mu? Demiyor. Dolayısıyla, Amerika’yı, Trump’ı sarsacak dil, enflasyon, ekonomi, Amerikan ekonomisine etkileri. 

1970’li yıllarda bu ekonomik etkiler nedeniyle, Amerika’nın ciddi bir şekilde el atıp 1978’de Camp David’e doğru giden bir barış süreci olmuştu. Bugün bir barış süreci yok. İki devletli çözüm Amerika’nın umurunda değil, ciddiye almıyor. Fransa ve Suudi Arabistan Birleşmiş Milletlere iki devletli çözüm için bir önerge getiriyorlar. Ama bu, Güvenlik Konseyi’nde Amerika tarafından veto edilecek. Her ne kadar İngiltere ve Fransa iki devletli çözümden bahsediyor olsa da, Amerika’nın içinde olmadığı iki devletli çözümün anlamı olmayacak. İsrail’in şu anki politikalarına devam ettiği bir ortamda da zaten iki devletli çözüm mümkün değil. Maalesef gerek İsrail gerek Amerika dinamikleri gerekse Ortadoğu’daki çaresizlik dinamikleri açısından çok karanlık bir dönemden geçiyoruz. Bunun bedelini Arap halkı değil, Filistin halkı, özellikle Gazzeliler ödüyor. Altmış bin ölüden bahsediliyor, asıl rakam muhtemelen 100 binlere yakın. Amerika ve İsrail hariç, dünyadaki bütün ülkeler bunu neredeyse soykırım olarak görüyor. Soykırım uzmanları, soykırım akademisyenleri soykırım olarak görüyorlar.  Ama İsrail, II. Dünya Savaşı’ndaki kendi yaşadığı soykırımı ve onun yarattığı travmayı ve 7 Ekim’deki 1,000 İsrail’in öldüğü Hamas saldırısını soykırım olarak tanımlıyor. Aslında bu, soykırımdan çok, Yahudilerin tarihlerinde maalesef çok alışık oldukları, özellikle Doğu Avrupa’da ve Rusya’da olanlara benzer bir pogromdu. Bunun adı pogrom. Tabii ki bin kişinin ölmesi İsrail açısından bir trajedi. Ama onlar bunu yeni bir soykırım olarak gördüler. Travmatik İsrail geçmişi, psikolojisi, şu anda İsrail’i dünyadan kopmaya doğru götürüyor. Bu geminin başında da amiral olarak kendi sorunları nedeniyle savaşı devam ettirmek isteyen Netanyahu var, İsrail böyle bir sarmalın içinde. 

Amerika’da ise dikkat eksikliği bozukluğu bulunan Trump var. Dünyayla ilgili hiçbir şey Amerika’nın umurunda değil, Çin bile umurunda değil. Kendi içinde yaşıyor Amerika. Burası 350 milyonluk bir ülke, bir kıta. Kuzey Amerika’ya hâkim olarak görüyor kendini. Amerika’nın dünya ile ticareti tahmin ettiğimiz kadar yüksek değil. Bir Almanya ya da Japonya gibi ihracatla yaşayan bir ülke değil. Amerika kendi yağı ile kavrulabilen bir ülke. Zaten izolasyonist ve kendine odaklı yaşayan bir ülke. Böyle bir hükümet, şu anda ne Ukrayna’yı ne Gazze’yi, Ortadoğu’yu hatta Çin’i bile umursuyor. Her ne kadar Çin büyüyen bir dev olsa da, Çin’le ilgili konularda bile dikkat eksikliği olan, odaklanamayan, tam olarak ciddi bir strateji izleyemeyen bir Amerika ile karşı karşıyayız. Bu nedenle, Amerika, İsrail ve dünya açısından, maalesef Katar’da olan son gelişmelerin ve oradan gelen bildirinin hiçbir anlamı, kıymeti harbiyesi yok.

Ruşen Çakır: Ömer, NATO’ya bir bakalım. Polonya’nın Rusya ile bir sıkıntısı oldu ve orada NATO devreye girdi, girmedi. Trump’ın geçen dönemde de hep bir NATO takıntısı vardı. Sonra bu mesele hallolmuş gibiydi ama sanki bir şekilde yine bir NATO sorunu var, değil mi?  

Ömer Taşpınar: NATO sorunu çok boyutlu bir sorun Ruşen. Amerika, biraz önce bahsettiğim gibi, ‘’biz niye dünyayla bu kadar ilgileniyoruz ki? NATO olmasa ne olur? Rusya Doğu Avrupa’yı, Ukrayna’yı ele geçirse ne olur, bu çok fazla umurumuzda mı?’’ gibi düşünebiliyor. NATO konusunda da her ne kadar Amerika’da hâlâ Soğuk Savaş döneminden gelen reflekslerle, ‘’Avrupa’yı Rusya’ya karşı korumalıyız’’ gibi bir strateji varsa da, temelde sorulan soru: “Neden, Avrupa ülkeleri refah içinde yaşayan, ciddi askerî gelenekleri olan ülkeler, kendi ordularını kurmuyorlar? Neden kendileri ciddi bir şekilde yatırımlar yapıp, NATO’yu kendi örgütleri olarak kullanmıyorlar ve görmüyorlar? İşler hep Amerika’ya bağlı olarak gidiyor?’’ Zaten Trump’ın refleksi bu. “Hep bizden beklemeyin kardeşim, siz de elinizi taşın altına koyun, bütçenizden %5-6-7 harcayın ve adam gibi bir ordu kurun. Biz niye sizi koruyalım ki?  Siz zengin ülkelersiniz” mesajı çıkıyor. Olayın bir boyutu bu. Bu sadece Trump’la kalan bir şey değil, Clinton ve Obama döneminde de NATO’ya daha kibar bir şekilde verilen mesaj buydu.  

Tabii burada şöyle bir sorun var: Amerika’daki bazı görüşler “Böyle şey olur mu? Eğer biz dünyanın hegemonyasını kuran ülkeysek, bir hegemonya kurduysak, bu dünyada en önemli ülkeysek, bunun bir bedeli olmalı. Tamam, bunlar belki bizden yararlanıyorlar ama biz de bu sayede NATO’yu, Avrupa’yı kontrol ediyoruz” diyor. Ama bu söylem çok etkili değil. Böyle bir durum olunca her şey karışıyor. NATO’nun anlamı nedir?  NATO’ya girmek nedir? Mesela Ukrayna için NATO’ya girmenin anlamı nedir? Ukrayna NATO’ya çok girmek istiyor. Çünkü NATO’yu hâlâ caydırıcılığı olan ciddi bir askeri örgüt olarak görüyor. Polonya, “NATO caydırıcılığı olan askeri bir örgüt, evet. O zaman caydırsın Rusya’yı.  Geçen hafta benim topraklarıma 7 saat boyunca Rus droneları geldi, bu drone’lar ülkemize girdiler. Bu, bir bakıma Rusya’nın NATO’yu test etmesiydi. Buna bir cevap verilmesi gerekiyor” diyor. Bunu Polonya liderleri ve NATO içindeki liderler de dile getiriyorlar. Trump’ın verdiği cevap, ‘’Belki de hataydı. Belki de Rusya Ukrayna’yla savaşı sırasında gerçekten böyle bir savaş ilanı olarak görmedi, ama o droneların bir kısmı yanlışlıkla Ukrayna’ya girmiş olabilir.’’ Polonya ise ‘’Öyle şey olur mu?  Yedi saat boyunca bilmem kaç tane drone topraklarımıza giriyor, bunların bir kısmını düşürüyoruz’’ diyor. Buna karşı Beyaz Saray, “Tamam da ne kadar zayiat verdi bu drone’lar? Bu Rus droneları Polonya topraklarında gerçekten saldırıda bulundular mı?  Polonya hava sahasına girmiş olmaları mı mesele?’’ diyor. 

Aslında mesele, Rus drone’larının Polonya hava sahasına girmiş olmaları. Çünkü Rusya bir şekilde test ediyor. Çünkü girdiği yer Ukrayna’ya değil, Beyaz Rusya’ya daha yakın. Muhtemelen Putin’in kafasında, bir şekilde Trump’ın nereye kadar kendisini tolere edebileceğini test etme durumu olabilir. Ki bu bana göre çok mantıklı bir strateji değil ama Putin de güveniyor kendine. Trump’ın kendisine gerçek savaş değil, ekonomik savaş bile açmadığını görüyor. Amerika istese, Rusya ekonomisini çok daha ciddi şekilde abluka altına alabilir. Nasıl alır? Rusya’dan petrol ve enerji alan ülkelere, şu anda yaptığından daha büyük, çok daha ciddi ekonomik yaptırımlar getirebilir, ki bunların başında Çin ve Hindistan var. Hindistan’a getirmeye başladı. Zaten Çin’le yaşanan bir ekonomik savaş var. Ama Çin’le böyle bir yaptırım savaşına girmek istemiyor. Trump Hindistan’ı gözüne kestirdi. Şu anda Amerika-Hindistan ilişkileri tarihinin en zor döneminden geçiyor. Aslında ilişkileri çok iyiydi, şimdi ise birdenbire çok kötü bir yere geldi. Mesela Trump Türkiye’ye “Sizin Rusya’yla iş yapan şirketlerinizi, Rusya’yla iş yapan bütün kurumlarınızı yaptırımlara karşı abluka altına alıyorum. İkincil yaptırımları getireceğim” dese, Türk ekonomisini de çok etkiler. Bunları henüz yapmıyor. Yapmadığı için de Putin güçleniyor ve cesaretleniyor ve bu tür şeyleri nereye kadar götürebileceğini test ediyor. 

Şöyle bitireyim: Burada inandırıcılığı kaybolan örgüt NATO oluyor. NATO’nun caydırıcılığı, askerî inandırıcılığı, askerî gücü test ediliyor. Fakat NATO, Amerika istemediği için bir cevap veremiyor. Burada da başta Fransa, sonra da tabii ki Almanya ve İngiltere’nin, ‘’biz nasıl Netanyahu’nun yaptığı gibi Amerika’dan bağımsız bir gelecek düşünebiliriz?’’ diye oturup düşünmeleri gerekiyor. Netanyahu nasıl ‘’kendi ayakları üzerinde duran bir İsrail’’ diyorsa, Avrupa’nın da, -bizim çok sevdiğimiz ve seninle konuştuğumuz ta De Gaulle’e kadar giden bakış açısıyla- ‘’bizim kendi ekonomik, askerî, stratejik nükleer gücümüz olmalı, Amerika’ya bağımlı olmamalıyız’’ diyen bir vizyon ortaya koyması gerekiyor.  

Ruşen Çakır: Ömer, yine De Gaulle’u araya karıştırma imkânını buldun. Şimdi sizin taraflara doğru bir gidelim. Charlie Kirk’in öldürülmesi olayı. Bu suikast çok olağanüstü, değişik bir olay, ama Amerika Birleşik Devletleri’nde hep böyle garip olaylar olur. İlk başta, aşırı sol, hatta transseksüel olduğuna dair iddialar dolaşırken, sonra katil bir Cumhuriyetçi, bir Mormon ailenin çocuğu çıktı ve işler biraz karıştı. Bu suikastın neden olduğu ve suikaste karşı nasıl tepkiler geliştirmek gerekir konusu ABD’nin gündeminde epey bir yer aldı. Bir de tabii şunu da unutmamak lazım: Senin söylediğin odaklanamayan Trump, bu olayla ilgili kendisine soru sorulduğunda, Beyaz Saray’ın yeni balo salonunu mu anlatmış, öyle bir şeyler gördüm. Yani bir iki gün içerisinde gündeminden çıkartmış. Ama bu olay Türkiye’de bile bayağı bir konuşulduğuna göre, orada herhalde çok gündemde. Olayın gerçekleşmesine bakınca, insan çok profesyonel, filmlerdeki gibi bir suikastçı bekliyor. Ama sonuçta böyle bir şey çıkmadı. Ne oluyor?  Ana tartışma eksenleri nedir? Bir de tabii, siyasi şiddetin değişik alanlarda yaygınlaşması endişesi de giderek artıyor sanki.

Ömer Taşpınar: Doğru, Amerika’da ‘’Acaba bir anarşi dönemine mi giriyoruz?’’ diye giderek artan bir korku var. Amerika herkesin silah alabildiği bir yer. Bu kadar silah olan bir yerde siyasi cinayetleri veya okullarda yaşanan trajedileri biliyoruz. Bundan yaklaşık iki üç hafta önce, çocukların olduğu okula bağlı bir kilisede, 10 çocuğun öldürüldüğü bir toplu kıyım oldu. Bunu yapan kişinin transseksüel olduğu söylendi, ki ben de yayına çıkmadan önce biraz bakmaya çalıştım ve evet, transseksüelmiş. Mesela Charlie Kirk’ü öldüren kişi, Utah Üniversitesi’nde öğrenci ve yurtta kalıyor. Yurttaki oda arkadaşı da transseksüel ve onunla romantik bir ilişki içinde. Mesela bu kişi bu olayla ilgili ne düşünüyor? Charlie Kirk, Hristiyan ve muhafazakâr değerlerin bir nevi ikonu haline geldi. Siyasi doğruculuk, LGBT, solun çok kültürlülüğe inanışı, dinle kavgalı bir sol konularında kültürel bir savaş ilan eden, üniversite kampüslerine girip binlerce öğrenciye “Hadi gelin tartışalım” diyen, gerektiğinde siyahlara, gerektiğinde Yahudilere, Araplara, LGBT’lere karşı son derece provokatif ve sert şeyler söyleyen, ama aynı zamanda milyonlarca takipçisi olan, Trump’ın büyük bir destekçisi, J.D. Vance’ın da “O olmasaydı ben siyasete katılmazdım” dediği bir kişi. Charlie Kirk çok genç biri aslında, ama böyle bir etkisi var. Evangelistler dışında, Evangelistlerden farklı olarak, daha sol liberal üniversite kampüslerine girip oralarda konuşmalar yapan biri. Nitekim öyle bir ortamda, binlerce öğrencinin geldiği ve kendisine sorular sorduğu, bazılarının destek verip, bazılarının kendisini sevmediği bir toplantıda vuruldu. Vuran kişi, dediğin gibi her ne kadar Mormon bir aileden geliyorsa da gönül ilişkisi kurduğu kişi transseksüel ve kendisi sola kaymış, daha sol düşüncelere hâkim birisi. Şimdi böyle bir ortamda, Amerika’da birdenbire ‘’sol şiddet’’ kavramı ortaya çıktı. Hep sağ şiddet, faşizanlar konuşulurken, Trump’ın cinayet girişimlerinden başlayarak bugüne kadar, kiliselerdeki kıyım, Trump’a karşı düzenlenen suikastların veya Charlie Kirk’e olduğu gibi ‘’büyük cinayetlerin arkasında sol düşünce var diyen, başta Trump ve Trump yönetimi var. 

Neredeyse Martin Luther King’in, Robert F. Kennedy’nin kardeşinin öldürüldüğü 1960, 1970’lerdeki gibi yarı anarşi, yarı siyasi erozyon, polarizasyon döneminden geçen, siyasi kutuplaşmanın çok yoğun olduğu bir Amerika’da, normalde Başkan’ın çıkıp birleştirici mesajlar vermesi gerekir. Bir başkanın “Şiddete karşı herkes beraber olmalıdır. Toplum olarak biz bu toplum değiliz. Amerika fikir özgürlüğü üzerine kurulmuştur.  Herkes istediği fikri söyleyebilir. Bu cinayeti kınıyoruz” deyip, ama bir yandan da solu hedef olarak göstermemesi gerek. Ama Trump solu hedef gösteriyor. O hedef olarak gösterince ve başkanın yardımcısı J.D. Vance de bunu Trump’tan daha da akıllıca, daha da etkili bir şekilde, sosyal medya, podcastler üzerinden “Solun yarattığı bir şiddet ortamındayız” mesajıyla yola çıkarak, ifade özgürlüğüne balta vurmaya çalışıyorlar. Bugün sosyal medyada “Charlie Kirk ırkçı bir adamdı ve söyledikleri şeyler nedeniyle bugün başına gelen bir karma olayıdır” dediğin zaman, Amerika’da FBI kapına gelebilecek durumda. FBI, ülkedeki polis, kapına gelip, böyle bir tweet attığın için Charlie Kirk’ün ölümünün belki de hak edilmiş olduğunu söylüyorsan, bu kesinlikle ifade özgürlüğü değildir, bu şiddete destek vermektir ve cezası vardır. Dolayısıyla, solun kurmuş olduğu bu kültürel hegemonyada LGBT’ler, siyasi doğruculuk, critical race theory dediğimiz, Amerika’nın sürekli olarak kölelik dönemine giderek kendini suçlu bulması, solun eğitim sistemindeki, solun üniversitelerdeki hegemonyasını vurmaya çalışan bir sağ, ajitatör, güçlü, ama arkasında hükümet, Trump ve Fox TV gibi bir medya olan bir döneme giriyoruz. Yani çok kırılgan, çok kutuplaşmış bir Amerika ile karşı karşıyayız. Normalde bu kutuplaşmayı azaltması gereken hükümetin başında da asıl kutuplaşmadan nemalanan, kutuplaşmayı arttıran bir Trump var. Amerika gerçekten 1970’lere benzer bir sağ-sol çatışmasına doğru gidiyor gibi. Solun kendini çaresiz hissettiği, öfkelendiği, bazen şiddete başvurduğu, sağın ise gitgide kendine iktidarın, biraz da şimdi medyanın getirdiği güçle, solun kültürel, akademik ve düşünsel hegemonyasına karşı savaş açtığı bir Amerika’ya doğru gidiyoruz. Siyasi cinayetler geliyor. Düşün, Trump’a iki kez suikast düzenlendi. Bu öldürülen kişi bir siyasi suikaste uğradı. ‘’Bunların arkasında sol militanlar veya transseksüel sempatizanları var’’ gibi bir söylem üzerinden giden bir kırılma var.  

Amerika’nın içinde olduğu kendi dertleriyle mücadele etme durumu bütün dünyayı ilgilendiriyor. Çünkü bazen dünya çözüm bulmak için Amerika’ya dönüyor. Ukrayna da çözüm için Amerika’ya dönüyor. Gazze de çözüm için Amerika’ya dönüyor. Amerika’nın derdi ise kendine yetiyor gibi şu anda. Kendi içinde kültürel, ideolojik, siyasi kutuplaşma ve kırılma içinde giden bir Amerika var. Belki de önümüzdeki haftalarda bütçe konuşmaları nedeniyle hükümetin çalışamayacağı, bütçe krizinin olacağı bir Amerika var. Ekonomisinin hassaslaştığı, enflasyonun olduğu, işsizliğin arttığı, her ne kadar borsa tavanlar yapsa da ekonomisinin de zayıfladığı bir Amerika’yla karşı karşıyayız. Bu Amerika’nın, dünyaya çözüm üretmek bir yana, kendine çözüm üretme konusundaki kapasitesi azalmış durumda. Amerika 1970’lerde siyasi cinayetler dönemine doğru gitmez umarım. Ama o dönem o tartışmalar gene bir siyasi ortam içinde dolaşıyordu. Bugün ise sosyal medya nedeniyle bunların daha toplumsal boyutu var. Çünkü bu sosyal medya dediğimiz olay bunları birer eko odasına çeviriyor. Her yerde yankılanıyor, toplum genelinde yankılanıyor. Birbiriyle konuşmayan, birbiriyle diyaloğa girmeyen kesimler, neredeyse paralel toplumlar var. Amerika açısından bu iyi bir gidişat değil. Bugün hem dünya hem de Amerika açısından kötümser bir tablo çizdim. Neyse ki araya De Gaulle’ü sıkıştırarak biraz gülümsedik.

Ruşen Çakır: Evet, ben izlerken, Türkiye’de yaşayan birisi olarak biraz mutlu oldum. “Şeytan azapta gerek, biz halimize şükredelim” dedim. Ömer, noktayı koyalım ve Gönül’e buradan selam yollayalım. ‘Transatlantik’i burada noktalıyoruz. Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.