Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump görüştü. Beyaz Saray görüşmesinden ne çıktı? Bahçeli Türkiye-Rusya-Çin çağrısında ısrarlı mı? CHP cephesinde neler oluyor? Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beyaz Saray’da ABD Başkanı Donald Trump ile bir araya geldi. Görüşme öncesinde zirvenin basına kapalı olacağı duyurulmuştu fakat basın mensupları Oval Ofis’e alındı ve soru sormalarına izin verildi.
Görüşmede Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, Enerji Bakanı Alpaslan Bayraktar, Genelkurmay Başkanı Selçuk Bayraktaroğlu ve Milli İstihbarat Başkanı (MİT) İbrahim Kalın da yer aldı.
Donald Trump ve Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki görüşmesinin ardından THY, Boeing’den 150’si kesin 75’i opsiyonlu uçak satın alacağını duyurdu.
THY’den KAP’a yapılan açıklamada, Boeing’den 50’si kesin sipariş, 25’i opsiyonlu olmak üzere toplam 75 adet B787-9 and B787-10 uçağı alındığı; 100’ü kesin 50’si opsiyonlu olmak üzere de 737-8/10 MAX modelleri satın alınacağı bildirildi.
“Suriye’yi eski liderinden kurtaran Erdoğan”
Suriye’deki son durum hakkında da soruları yanıtlayan Trump, “Erdoğan Suriye’deki sorunu çözdü. Suriye’deki zaferin sorumlusu Erdoğan’dı. Suriye’yi eski liderinden kurtaran kişi de o. Bu Türkiye için bir zaferdi bunu üstlenmesini istedim” dedi.
Rusya ve Ukrayna ile ilişkiler hakkında da soru soran gazeteciler, Trump’tan, Erdoğan’a hitaben “Rusya’dan petrol almayı bırakmasını isterim” yanıtını aldı.
Bahçeli’nin Türkiye-Rusya-Çin çağrısı
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Dünyaya meydan okuyan ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek ‘TRÇ’ ittifakının inşa ve ihya edilmesidir. TRÇ ittifakının da Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir. Çaresizlik, ümitsizlik ve çözümsüzlük kuraklıktır, durgunluktur, eylem ve düşünce boyutuyla içe kapanmaktır. Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti yeni yüzyılda çaresizliği reddetmiş, çözümsüzlüğü dışlamış, ümitsizliği elinin tersiyle itmiştir” dedi.
CHP’de ihraçlar
CHP Yüksek Disiplin Kurulu (YDK) 22 dosyayı ele almak üzere toplandı. Merkez Yönetim Kurulu’nun (MYK) kesin ihraç talebiyle YDK’ya sevk ettiği altı kişi hakkında karar verildi.
CHP İstanbul İl Yönetimi’nin görevden uzaklaştırılmasının ardından kayyum atanan Gürsel Tekin ile görevi kabul eden heyette yer alan Zeki Şen, Erkan Narsap, eski Milletvekili Barış Yarkadaş, kongreler hakkında davacı olan Savaş Aras ve Levent Çelik partiden ihraç edildi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba, Ruşen.
Ruşen Çakır: Açılışta iyi bir haber verelim. Leman olayında tutuklu olan beş kişiden dördü serbest bırakıldı. Bir tek karikatürist Doğan Pehlivan’ın tutukluluğu devam ediyor. Onun dışında, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Zafer Aknar, Yazı İşleri Müdürü Aslan Özdemir, Grafiker Cebrail Okçu ve Müessese Müdürü Ali Yavuz’u itiraz üzerine bıraktılar. Ama Doğan Pehlivan’ın tutukluluğu sürüyor. Bir de, biraz önce gelen habere göre, CHP Yüksek Disiplin Kurulu bugün bir karar vererek, üç kayyumu, ayrıca şikâyetçi olan iki ismi ve gazeteci Barış Yarkadaş’ı partiden ihraç etti. Bu süreç bekleniyordu zaten. Ayrıca, Berhan Şimşek’in de aralarında olduğu bir grup, haklarında daha sonra karar verilmek üzere tedbirli olarak bekliyorlar. Bir sonraki toplantıda da onlarla ilgili karar verilecek. Ama şu anda altı kişi ihraç edildi. Tabii bu altı kişinin en önemlileri, en bilinen isimleri Gürsel Tekin ve Barış Yarkadaş. Aynı zamanda iki kayyum, Erkan Narsap ve Zeki Şen de var. Onların dışında, Savaş Aras ve Levent Çelik de partiyi şikâyet edenlermiş. Şaşırmadık, ama yine de bu önemli bir hamle oldu.
Bir de malum, bu hafta İstanbul Olağanüstü İl Kongresi yapıldı. Ben sabah oraya gittim, biliyorsun ve birden, 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin o kararı geldi. Mahkeme, Valiliğe çağrı yapıyor, kararı Valiliğe yollamışlar. Yani “Dağıtın bunu” diyor mahkeme. Ben Kongreden biraz erken çıktım. Ondan sonra malum, kapının önündeki o hikâyeler, tartışmalar vesaire oldu ve YSK bir kere daha karar aldı. YSK, bu Olağanüstü Kongrenin yapılabileceğine dair kararı zaten daha önce almıştı, ama bir kere daha karar aldı. Biliyorsun, bugün 45. Asliye Hukuk Mahkemesi bir kez daha Gürsel Tekin ve arkadaşlarının kayyumluğunun devam ettiğini söyledi. Şimdi şöyle de bir şey var: Özgür Çelik pazartesi günü mazbatasını alacak. O zaman ne olacak? Bu, böyle bitmeyen bir hikâye gibi süregidiyor. Ama artık iktidar yanlılarının büyük bir kısmı bile bundan yorulmuş durumda. Yani, buradan CHP’ye karşı bir şey elde edilemeyeceğini, İstanbul İl Örgütü’nün başında Özgür Çelik’in, partinin başında da Özgür Özel’in olduğunu ve artık bunun kabul edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ama CHP içerisinden birileri hâlâ inat ediyordu, şimdi bu kişilerin bir kısmı ihraç edildi, diğer bir kısmının da yakında ihracı söz konusu. Bu defter kapanıyor mu yoksa? Bir de biliyorsun, CHP’nin hâlâ bitmemiş olan mutlak butlan davası var. Ve çok ilginçtir ki, çok alâkasız, CHP’li olmayan bir siyasetçiden, hâlâ Kemal Kılıçdaroğlu çevresinin mutlak butlan kararı için hazırlık yaptığı yolunda bir şeyler dinledim. Hâlâ mı bunu bekliyorlar? Bir kere, CHP Olağanüstü Kurultayı da yaptı. Biz, “Ondan sonra mutlak butlan olur mu, olsa ne olur?” derken, birileri hâlâ bunun üzerine hesap yapmaya devam ediyor.
Kemal Can: Şimdi senin sıranla gideyim. Önce şu Leman dergisi hikâyesinden birkaç cümle söyleyip geçeyim. Aslında öncesi de var. Sezen Aksu hikâyesini hatırlıyorsundur; örgütlenerek, bir kalabalık gönderilmiş ve evinin önünde bir nümayiş yapılmıştı. Arkasından da bir sosyal medya linçi organize etmeye çalışmışlardı. Sonra Leman hadisesi oldu. Son olarak da, bu yöntem kullanılarak Mabel Matiz hadisesi yaşandı. Aslında, sahiden bir reaksiyon oluşmayan, sahiden büyük tepkiler ortaya çıkmadan, üç beş kişinin yarattığı bir küçük çalkalanmayla, birilerine gözdağı verme işleri bir yol olmaya başladı. Buna dikkat etmek lazım. Çünkü bu normalleştirilip reaksiyonsuz bırakıldığı takdirde, çok sayıda benzer örneğin önümüze gelebileceğini düşünüyorum. Yargının, iktidarın kontrolünde bu tür hamleler yaptığını biliyoruz. Yani hemen halkı düşmanlığa sevk etmek ya da ayrımcılık gibi bir gerekçeyle, bilmem kaç yıl önceki şarkı sözünden soruşturma, hatta gözaltı kararı çıkartabiliyorlar.
Ama bu durumlarda, özellikle o meslek çevrelerinin içerisinden de destek bulan, bunların saçma olduğunu söylemekten daha kuvvetli olan bir karşı reaksiyonun da gelişmesi lazım. Bunun yeterince olmadığı kanaatindeyim. Bu, artık biraz toplumsal muhalefet meselesi oldu. 19 Mart’tan sonra, “CHP, toplumsal muhalefetin itmesini arkasına aldı, ona uydu ve onunla uyumlu davranmaya başladı. Toplumsal muhalefeti yatıştırmak yerine, onun cesaretlendirmesiyle harekete geçti” diye çok konuşuyorduk. Ama şimdi iş biraz tersine dönüyor. Herkes, işi CHP’nin ya da Özgür Özel’in performansına bırakmış, kendi tepkisini gösterme konusunda biraz kenara çekilmiş gibi görünüyor. Leman hadisesi vesilesiyle buna da bir işaret etmek istedim.
Şimdi gelelim CHP meselesine. İhraçlar iki tane önemli sonuç doğuracak. Bir tanesi, zaten CHP kamuoyunun, hatta daha genel olarak muhalefet kamuoyunun, iktidar medyasını da kullanarak, iktidar yargısının eliyle yapılan bu operasyonlara katkı veren birtakım insanların hâlâ muhalif, hatta CHP’li sayılmasına büyük bir itirazı olması ve bunlara karşı bir şey yapılması arzusu çok yüksek. Tabii ki bu, bu anlamda, tabir yerindeyse yüreğe su serpecek bir hamle. Ama bunun daha önemli bir sonucu var. Bu, Erdoğan’ın ve AKP’lilerin sık sık gündeme getirdikleri, “Bizim bir alakamız yok. Şikâyet eden de CHP’li, itiraz eden de CHP’li. Bunlar kendi aralarındaki mesele” iddiasını boşa düşürmeye de yarayacak. Çünkü senin söylediğin gibi, hem kayyumları, hem şikâyetçileri ve bunun medyadaki sözcülerini CHP üyeliğinden çıkarttığınız zaman, bu, “Bunlar kendi aralarındaki meseleler. Şikâyet eden de CHP’li, davayı açan da CHP’li. Tartışmayı yürüten de CHP’li” iddiasını zayıflatacak bir şey. Bu önemli. Buna çok takıldıkları yok açıkçası. Biraz önce sen de söyledin; İstanbul’daki dava, kurultaya gönderilen icra heyeti gibi şeylere baktığımızda, meşruiyet ya da makul hukuki sebepler bir yana, normal yasa ve prosedürler bile uygulanmıyor. Olağanüstü mahkeme gibi birtakım mahkemeler peş peşe zorlama kararlar alarak sonuç almaya çalışıyor ya da bir şey yaratmaya, zorlamayı sürüklemeye çalışıyor. O yüzden çok önemli olmayabilir iktidar tarafında. Zaten bu işlerin çok mantıklı olması ile ilgili bir dertleri yok. Ama bence yine de bunun CHP’nin iç tartışmasıymış gibi lanse edilmesi bunun önünü kesen bir şey. Zaten Ne CHP’de ne de kamuoyunda böyle bir yankı buldu.
Ama bence daha önemli bir şey var; buna daha önce de birkaç kere değindim. Özgür Özel ve CHP yönetiminin, bunu, bir iç temizleme, parti içindeki ekiplerin birbirine karşı bir güç mücadelesi gibi algılanmasına neden olabilecek, tabir yerindeyse bir temizleme operasyonu gibi yapmaması. Gerçekten çok somut olarak bu operasyonu doğrudan ilişkili insanlarla sınırlı tutması ve kayyum olmayı kabul etmiş, şikâyette bulunmuş, medyada bunun savunuculuğunu yapmış insanları ihraç etmesi ve bunu ‘’partiyi temizliyoruz’’ havası vermeden yapması bence gayet isabetli oldu. Bazıları belki bunun böyle yapılmasını, hatta kapsamının genişletilmesini arzu ediyordur. Ama bu, ‘’CHP içinde bir şey oluyor’’ intibaı yaratması açısından bence kaçınılması doğru olan bir risk ve Özgür Özel de, galiba Genel Merkez de böyle davrandı.
Şimdi diğer tarafına, bu zorlamaya dönersek: Bugün verilen bu son kararla da anlıyoruz ki birileri bu zorlamayı devam ettirecek. İktidar çevresinde bazı isimler, “Bu artık biraz kabak tadı verdi” demiş olmasına rağmen, bu zorlamayı devam ettirme niyetinde olan bir çevrenin olduğunu anlıyoruz. Fakat senin söylediğin gibi, mutlak butlanla CHP’nin yönetimini değiştirmek ve mümkünse, CHP yönetimini değiştirdikten sonra onun bölünmeyle zayıflamasını sağlamak ya da onun kontrolünü ele almak gibi bir strateji yürütülüyorsa, böyle bir siyasi mühendislik varsa, yapılan bu yargı hamlelerinin hemen hepsi, bu stratejinin tam aleyhine işledi. Geçen haftaki yayında da söylemiştim. Bir grubun, bu yargı operasyonlarıyla birlikte CHP yönetimine gelmesi gibi bir hesabı var idiyse ve onların şu ya da bu kadar bir destekleri var idiyse, bu yapılan zorlamayla artık bunun kalmadığı kanaatindeyim. Dolayısıyla, senin aldığın kulis bilgisine dayalı olarak söylüyorum; eğer hâlâ böyle hesap yapan birileri varsa, bu gerçekten CHP’yi ele geçirme ya da CHP’yi tanzim etme değil, bir tür imha operasyonu olarak işleyebilir. Çünkü herhangi bir ekibin yargı marifetiyle CHP’nin başına getirilmesinin siyasi bir sonuç doğurması zaten çok mümkün değildi, ama artık hiç mümkün değil. Bu kadar zorlandıktan sonra ve kamuoyu, hatta senin söylediğin gibi iktidar kamuoyu bile bu işten yorulmuşken, bundan siyasi bir fayda temin etmeleri çok zor.
Ama bunlar siyasi operasyonlar gibi görünse de, aslında anti siyaset yöntemleri ve iktidar bunun siyasi sonuçlarıyla ilgilenmiyor olabilir iktidar. Dolayısıyla, bu zorlamadan başka bir şey umuyor ve bu baskıyı devam ettirmek istiyor olabilir. Bunu hep tekrar ediyorum. Büyük ihtimalle, bu yolla olmasa bile başka yöntemlerle CHP ve genel olarak muhalefetin üzerindeki baskı devam ettirilecek. Bu, yargı yoluyla mı olur, yine o meşhur mutlak butlan arayışıyla mı olur, başka yöntemlerle mi olur, yoksa Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne de uzanan biçimde, tekrar yerel yönetimler üzerine yürütülen bir şey mi olur? Çünkü muhtemelen önümüzdeki ay birtakım iddianameler de çıkacak, oraya mı yoğunlaşırlar, bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama ben bir geri adım beklemiyorum. Ama bu, CHP davası üzerinden yürütülecek olan işte de çok böyle sonuç almaya dönük bir olgunlaşma görmüyorum açıkçası.
Ruşen Çakır: Trump’a geçelim. Şimdi Gönül Tol birtakım bilgileri, güvendiği kaynaklarından aldığı bilgileri aktarıyor. Bir yandan ona bakıyorum. “En somut sonuç, Halkbank meselesi. Türkiye 100 milyon dolara yakın ceza ödeyecek, ama kendisine isnat edilen suçları kabul etmeyecek. Gönül Tol, ‘’Trump, Rusya’dan petrol alınmamasını istedi” diyor. Evet, onu biliyoruz. “F35’ler imkânsız gibi bir şeyde. Suriye konusunda taraflar arasında görüş birliği var” diyor. Bence en önemli şey bu. Bir de şu çok önemli: Erdoğan Fox News‘ta bir röportaj verdi. Orada, Trump’ın, Gazze ve Ukrayna’daki savaşları bitiremediğini söyledi. Trump Erdoğan’ın bu sözüne çok kızmış ve kızgınlığını iletmiş. Öyle diyor Gönül. Bunun üzerine İletişim Başkanlığı, “Öyle demedi. Yanlış çevirdiniz” diye açıklama yaptı, biliyorsun. Ama Fox News da çevirilerinin doğru olduğunda ısrar etti. Böyle ilginç bir şey var. Ayrıca, Erdoğan’ın uçakta yaptığı açıklamayı gördün mü? Faruk Bildirici buldu, biliyorsun. Sorular Faruk’a önceden gitmiş.
Kemal Can: Evet, gördüm.
Ruşen Çakır: Faruk Bildirici’ye gittiyse Erdoğan’a da gitmiştir diye tahmin ediyorum. Ne dersin?
Kemal Can: Evet.
Ruşen Çakır: Yarın bu konuda daha geniş bir yayın yapacağım, ama özetle şunu söyleyeyim: Açıkçası çok düşük profilli bir soru cevaptı. Yani sorular da önceden verilmiş. Uçakta yaptığı açıklamalardan, Erdoğan’ın ayağını frende gördüm ben. Büyük bir başarıyla dönüyormuş gibi, “Onu da aldık, bunu da aldık, şunu da hallediyoruz” diyen bir Erdoğan görmedim. Hep ölçülü şeyler söyledi. Gazze konusunda mesela. Gazze konusunda Trump’tan zaten bir şey alabilmesi mümkün de gözükmüyor. Ama orada da böyle çok yumuşak değilmiş. Tabii ki elde ettiği en önemli şey meşruiyet, malum.
Kemal Can: Evet.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Ruşen Çakır: Beyaz Saray’da kabul edildi. Bakanlar, Trump’ın Erdoğan’ın koltuğunu çekmesi fotoğrafını, Erdoğan’ın Trump’la beraber fotoğrafını, ‘’İşte dünya lideri Erdoğan” diye paylaştılar.
Kemal Can: O koltuğunu çekme fotoğrafını, ‘’sandalye benim elimde, çekebilirim’’ şeklinde de yorumlamak mümkün.
Ruşen Çakır: Bir diğer husus da hileli seçim konusunu biliyor olması. Orada da değişik yorumlar var. Şimdi üç tane somut olay var. Bir tanesi Boeing’ler ki Özgür Özel zaten Boeing meselesini söylemişti. Ama sayıyı tam tutturamamış Özgür Özel, biraz fazla söylemiş. Bir de, sıvı gaz meselesi ve nükleer işbirliği var. Ben bugün Sinan Ülgen’le kayıt yaptım. Akşam yayınlanacak. O anlattı; çok yeni bir teknoloji gelişiyormuş. Bunun anlaşması yapılmış, ama F-35’ler, Gönül’ün de dediği gibi, galiba imkânsız gözüküyor. Suriye’de tam bir görüş birliği var mı? O görüş birliği ne üzerine kuruldu, onu herhalde bekleyip göreceğiz. Öyle demek lazım. Ama ben sonuçta böyle çok büyük, gürültülü bir şey görmedim. Zaten belki de çok fazla bir şey yoktu. Bir de, yapılan anlaşmaların hepsinde şöyle bir şey var; biz parasını verip bir şey alıyoruz. Amerika bize para verip bizden bir şey almıyor, biz verip alıyoruz. Yani paramızla almayı kabul ettiriyoruz. Anladığım kadarıyla, aslında Amerika Birleşik Devletleri, yani Trump bunları almamızı istiyor ve onu kabul ediyoruz. Türkiye’nin orada aldığı ne var? Gönül’ün dediği gibi, Halkbank ve Suriye hikâyeleri olursa, oradan belki bir şey çıkar. Tabii bu arada ilginç olan husus, Trump’ın Türkiye’ye Rusya konusunda baskı yapmaya başlaması. En yeni husus o. Hatta F-35’ler için onu bir tür şart gibi koştu. Fark ettin mi?
Kemal Can: Evet.
Ruşen Çakır: “Ben istiyorum” dedi.
Kemal Can: “Ben bir şey yapmasını istiyorum. Onu yaparsa bakarız,” anlamına getiren bir şey söyledi. Ama onun ne olduğu konusunu da böyle biraz boşlukta bırakıp, ‘İstersem yapar, henüz istemedim” gibi açtı, ama orayı işaret etti. Şimdi, bu hileli seçim meselesinden başlayalım. Hileli seçim meselesini, çok rastlantısal bir gaf ya da Erdoğan’ı zora sokmak için özellikle söylenmiş bir söz gibi okumak mümkün. Böyle okuyanlar var. Ama ben bunu biraz, bu toplantı vesilesiyle muhalefete verilmiş bir oyuncak gibi de gördüm. Bunun üzerine çok fazla spekülasyon yapılıyor. Hatta neredeyse bütün eleştiriyi bunun üzerine kurmaya kalkanlar var. Bu, işin aslıyla ilgili meseleyi biraz gölgede bırakıyor bence. Çünkü orada farklı yorumlanabilecek ya da farklı çevirilerle farklı anlamlara gelebilecek bir şey var. Bunu bir kenara koyalım. Orada kendi seçiminden mi bahsediyor, Türkiye seçiminden mi bahsediyor? Orada eleştirel bir şeyi mi ifade ediyor? ‘’Senin bir açığını biliyorum’’ mu diyor, yoksa bir benzer düşünceyi mi ifade ediyor? Tartışma götürür.
Ama daha önemli birkaç şey var. Bu toplantıyı, bu toplantıdan çıkacak sonuçları ve bu toplantının olmasını sağlayan asıl insanın, bu toplantının öncesinde, sırasında ve sonrasında söyledikleri var. O kişi de Büyükelçi Tom Barrack. Çok bariz biçimde, meşruiyet meselesi de zaten onun lafı, oradan çıktı. Aslında bence, bu toplantının başlıklarını, bu toplantıdan çıkan sonuçları, bu toplantının olma nedenini, buradan çıkan sonuçları okuma biçimini bir araya getirdiğimizde, bu paketin büyük ölçüde Barrack tarafından çerçevelendiği, ayrıntılarının onun tarafından kurgulandığı bir iş olduğu intibaını veriyor. Ve onun özetinde, Barrack’ın, bu toplantının asıl meselesi olarak koyduğu ve herkesin tartıştığı, senin de işaret ettiğin meşruiyet meselesi de şöyle bir şey: “Bu toplantıdan kim ne aldı?” sorusuna cevaben, “Türkiye ne kazandı? Türkiye buradan ne aldı da, dönüyor?” sorusu bambaşka bir cevap içeriyor, “Erdoğan ne aldı ve neyle dönüyor?” sorusu bambaşka bir cevap içeriyor. Aslında Barrack’ın söylediği meşruiyet, Erdoğan’ın alıp cebine koyarak buraya getirdiği şeyi işaret ediyor. O da ister Barrack’ın sonradan biraz daha açıklamaya çalıştığı gibi saygı diye anlaşılsın, ister siyasi bir sonuç iması içersin, Barrack’ın meşruiyet dediği şey aslında, Erdoğan senelerdir, Başkanla şu görüşmeyi, şu resmi ve kendisinin, “İşte, bu bizim adamımız” diye içeride, dışarıda birilerine, “Hâlâ biz bu adamla çalışıyoruz, bu adamla çalışma niyetindeyiz” resmini vermesiydi. Meşruiyetin sağladığı şey bu. Bir şeye benzetmek istersek, birtakım iş insanları ya da başka insanlar birileriyle fotoğraflarını göstererek birtakım işlerini hallediyorlar ya, bu, kendi başına son derece sorunlu bir şey, ama aynı zamanda da bir hakikat. Çünkü ‘‘Bu bizim adamımız’’ iması içerecek bir resmin, diplomaside de, iş dünyasında da, dış politikada da bir karşılığı var.
Şu anda Trump hem ikili görüşmede, hem öncesinde, hem sonrasında çeşitli mizansenlerinin içerisine yerleştirilmiş olarak Erdoğan’a defalarca tekrar ettiği “Biz bu adamla anlaşıyoruz, bu adamla iyi iş yapıyoruz,” hatta bunu oldukça da rencide edici örneklerle anlatıp, “Biz bununla devam etme niyetindeyiz” dedi. Yani bu Suriye için de geçerli, diğer başlıklar için de geçerli. Bunu söylemiş olmasına ihtiyacı vardı. Barrack’ın söylediği şey, “İhtiyacı olan şey meşruiyet. Biz de ona bunu vereceğiz.” Erdoğan’ın bunu cebine koyduğunu söyleyebiliriz. Ama senin söylediğin gibi, bunun üzerine çok fazla, büyük sevinç gösterileri yapmasının ve çok köpürten bir tutum almasının da önünde bazı engeller var. Bunu da biliyoruz. Bunun bir tanesi, zaten bu görüşmenin birtakım al-ver pazarlıkları içerisinde yapıldığının daha önceden ortaya çıkması. Barrack’ın söylediği sözler gibi, pek çok başlıkta problemli noktalar var. Dolayısıyla bunu, “Evet, bir şey oldu. Biz Trump’ın desteğini aldık, dönüyoruz” diye büyük bir zafer havasına çevirmeyi engelleyen birtakım taraflar var. Çünkü senin söylediğin gibi, bu, satın alınmış bir sonuç. Dolayısıyla, bunu da herkes biliyor. Başından itibaren de biliyordu. Bu, Türkiye’de de muhalefetin bile baştan sözünü ettiği bir şeydi. Bunu karşı taraf açıkça beyan etti. Dolayısıyla, artık burada saklanacak, gizlenecek bir şey yok.
Ama asıl bundan sonra olacaklar ve özellikle senin de işaret ettiğin gibi, Suriye’de olacaklar açısından ne olup bittiğini henüz bilmiyoruz. Birkaç başlık verirsem, Gazze dolayısıyla İsrail’in bölgedeki durumu ve Suriye denklemi, bu pakette nasıl neticeye bağlandı, bağlandı mı ve o nasıl sonuçlar üretecek? O kısmını henüz bilmiyoruz, ama oradan göreceğiz. Orada alınmış şeyin ya da alışverişin sonuçlarını hemen hemen hiç görmedik. Başka başlıklarda bir sürü şey biliyoruz, ama, “Buralarda aynı düşünüyoruz, aynı noktadayız,” gibi şeyler görmedik. Yine, Trump’ın daha önce de yaptığı gibi, Suriye’de olanları, yani eş-Şara’nın Şam’ı almasının arkasındaki güç olarak tekrar Erdoğan’ı işaret etmesi gibi şeyler dışında, bundan sonrasına dair çok az şey biliyoruz. Onları bilahare göreceğiz.
Şimdi tekrar başa, yani “Türkiye ne kazandı? sorusuna dönersek: burada çok başka sonuçlar çıkıyor. Ama Erdoğan, Barrack’ın dediği gibi meşruiyet almak için gittiyse, onu cebine koymuş olarak dönüyor. Fakat burada, bunun eleştirilmesi gereken politik bir tarafı var tabii. Muhalefet de çok haklı olarak zaten bugünden itibaren bu eleştirilere başladı. Şu anda da yoğun biçimde tartışılan şey ‘’Meşruiyetin kaynağı Trump olabilir mi? Ya da Amerika’nın desteği olabilir mi?’’ Bu elbette ki politik olarak çok doğru bir sorudur. Ve bunun kabul edilmesi, normalleştirilmesi, ‘’Evet, desteği aldı, tamam, artık meşruiyeti de sağladı’’ denilerek kabulü, siyaseten son derece sorunlu. Ama bir de işin reel tarafı var. Tutarlılık ya da meşruiyete yüklenen anlamlar, sizin için başka, onu talep edip cebine koyarak gelen için başkaysa, realitede farklı sonuçlar doğuruyor. Erdoğan için çok net şöyle bir tablo vardı: Niye bu meşruiyete ihtiyaç duyuyordu? Yine Barrack’ın söylediğinden biliyoruz ki, artık kurduğu rejimin ya da iktidar biçiminin meşruiyetini toplumsal destekten ya da siyasal destekten sağlaması ve iç dinamiklerin bunu destekliyor olması mümkün değil. Hatta bu son zorlama operasyonlarla, ahlâken bile sorunlu bir hâle gelmiş durumda. Dolayısıyla, buna başka bir kaynakla destek sağlaması gerekiyor. Yani meşruiyetini oradan alarak iktidarını sürdürmek belki her sorununu çözmeyecek. Çünkü, ‘Tamam, Trump destekledi,’ diye Türkiye’de kamuoyu da birdenbire tavrını değiştirip, artık iktidarı destekler hâle gelmeyecek elbette. Ya da giderek büyüyen ve kararlı biçimde davranan bu itiraz gerilemeyecek. Ama Erdoğan, başka önemsediği çevrelerde bu meşruiyeti kullanabilir olacak. Bu da iş çevreleridir, müesses nizamın bütün aktörleridir, devlettir, devlet bürokrasisidir, dış ekonomik güçlerdir, başka ülkelerdir, bölge dengeleridir. Bütün bunlar da, kullanabileceği bir malzemeye dönüşecek. Dolayısıyla meşruiyetin, bizim bildiğimiz anlamda siyasi meşruiyet olarak okunması açısından kabulü imkânsız bir şey elbette. Ama buradan sağlanan meşruiyetin başka alanlarda da kullanılabilir bir kart olduğu realitesini de görmek ve buna göre tartışmayı iki boyutlu sürdürmek gerekir. Ben açıkçası, ilk reaksiyon olarak muhalefetin, ekonomi ve daha önceki meselelerde olduğu gibi, bu diplomasi ve dış politika meselelerinde de biraz eski usul bir akıl yürütmeyle reaksiyon verdiğini ve daha yüzeysel değerlendirmelerle yetinmeye çalıştığını, daha yapısal bir tartışmayı açmaktan biraz uzak durduğunu düşünüyorum.
Şimdi bu meşruiyet meselesinin, yani Erdoğan’ın Batı’dan ya da Amerika’dan meşruiyet temin etmesinin problemi, aslında biraz tersinden, muhalefet eliyle de üretilmiş bir şey. Bununla şunu kastediyorum: Bundan bir süre önce, 10 yıl önce başlayan, son 5 yıl önce de iyice zirveye çıkan şöyle bir anlatı vardı: ‘’Batı Erdoğan’la ipleri kopardı, onun üstünü çizdi. Artık bu eksen kayması yüzünden, S-400’ler yüzünden Batı’yla ve Amerika’yla bağı koptuğu için Erdoğan iktidarı sallantıda.’’ Yani bir zamanlar muhalefet dili, Batı dünyasındaki meşruiyeti önemli bir unsur olarak gündeme getirdiği için, şimdi buradan sağlanan meşruiyeti eleştirmekte biraz zorlanıyor açıkçası. Böyle bir taraf da var. Ben, çoğunu da sevdiğim, bazı açılardan da görüşlerine katıldığım pek çok dış politika yorumcusunun, zamanında Erdoğan’ın Batı’da ya da Amerika’da kaybettiği meşruiyet üzerine analizler yaptığını hatırlıyorum. Şimdi çıkıp, ‘‘Oradan meşruiyet mi getirilir?’’ eleştirisi yapmakla onlar da biraz tutarsızlığa düşüyorlar tabii ki.
Ruşen Çakır: Şimdi bir dostum bana, “Devlet Bahçeli’nin, tam Erdoğan giderken, ‘’Türkiye, Rusya, Çin (TRÇ) dediğini hatırlattı. Biliyorsun, bugün Türkgün gazetesinde var verdiği röportaj. Sonra da, Erdoğan tam dönerken, “NATO Türkiye’yi görmezden geliyorsa, her iki yöne bakma zamanı gelmiştir” başlıklı bir röportaj da verdi. Yine burada, TRÇ meselesiyle Avrasya’ya gönderme yapıyor. Ve o dostum bana, “Trump’la görüşürken Erdoğan’ın elini güçlendirmesi için yapmıştır” dedi.
Kemal Can: Peki, şimdi niye devam ediyor? Görüşmeyi yaptı, eli de güçlendi, alacağını aldı. Şimdi niye devam ediyor?
Ruşen Çakır: Tamam, elini güçlendirmek için yapmadığı kesin de, ben hâlâ niye yaptığına anlam vermekte zorlanıyorum. Bir kere, söylediği TRÇ denilen olay… Ya da ‘Türkiye’nin NATO’dan çıkması’ da demiyor, ‘’her iki yöne bakma zamanı’’ diyor. Yani İsrail ağırlıklı bir analiz yapıyor, biliyorsun. İsrail’in herkese saldırıyor olması ve Türkiye’yi de bir şekilde hedef alabileceği ihtimali üzerinden bir şey kurguluyor. Ama, ‘Böyle bir yerde, Rusya ve Çin mi yardıma gelecek? Ya da İsrail NATO’ya rağmen Türkiye’ye mi saldıracak?’ gibi çok şey var. Türkiye’nin yıllardır izlediği Batı’ya yönelik politikadan çıkmasını, tamam, bir yerde bunu önerebilir insan. Ama Rusya ve Çin’le ne yapacağız? Okuduğunda, ekonominin Asya’ya, Avrasya bölgesine doğru kaydığını görüyorsun. Avrasya’da Türkî Cumhuriyetler var. Onlar da çok değerli, ama bunların hepsi lafta, Kemal. Türkiye’ye böyle bir gelecek inşa etmek söz konusu olursa, anında var olanı da kaybederiz. Bu nasıl bir perspektif? Bir kere, perspektif olarak anlamlı gelmiyor. Ama diğer yandan, tam da Erdoğan’ın ABD ile bir şeyler yapmak istediği zamanda bunu söylemesi acayip. Bilmiyorum, ne diyeceğimi şaşırdım. Bahçeli uzmanı sensin, sen konuş.
Kemal Can: Herhangi bir şey uzmanlığım yok. Ama şöyle bir şey var: Bir kere, neyi neden yaptığı bütünüyle…
Ruşen Çakır: Pardon, arkadaşıma onu da söyledim. Bir yerden sonra belli bir amaçla yapmamış da olabilir. Erdoğan’ı zor durumda bırakmak için ya da Erdoğan’ın elini güçlendirmek için de olmamış olabilir yani. Bilmiyorum artık, ben hakikaten ipin ucunu kaçırdım orada.
Kemal Can: Dediğim gibi, ben, her şeyi anlıyorum ve sonuçta büyük resmi görüyorum gibi bir iddiayla değil de, şöyle bir bağlantıyla bakmaya çalışıyorum. Yani Bahçeli’nin bir süredir söylediklerini, bir yıl önce başlattığı süreç bağlamıyla ilişkili okumaya çalışıyorum. Çünkü o kendi içinde bir perspektif içeriyor. “O perspektifin içinde bir yere oturuyor mu bu hadise? Bu son çıkış orada nereye oturuyor olabilir?” diye bakıyorum. Öyle bakmanın daha anlaşılır olduğunu düşünüyorum. Dediğin gibi, geçmişten baktığımızda, Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinde denge arayışı meselesi hep gündeme gelmiş meselelerden biri. Çok daha yakın tarihli bir örnek, yaşanan S-400 hadisesi. Onu da Bahçeli değil, Erdoğan yaptı. Daha önce de Türkiye’de, Menderes’ten başlayarak, özellikle sağ popülist yöneticilerin son derece Batı merkezli dış politika yaklaşımlarına iç politikaya dönük kılıflar ekleyerek bambaşka şeyler yaptığı çok sayıda örnekler var. Dolayısıyla, Türkiye’nin hem iktisaden hem savunma öncelikleri açısından birdenbire, “Biz artık başka bir hatta geçiyoruz” deme lüksü olmadığını, bunun gerçeklikle örtüşmediğini söylemek mümkün. Ayrıca böyle bir niyetin olduğu kanaatinde de değilim. Zaten ideolojik olarak da açıkçası, MHP’nin temsil ettiği resmi milliyetçilik, yüzü Batı’ya dönük bir milliyetçilik. Hatta daha önce de değinmiştim; Bahçeli, bu Avrasyacılık meselelerine de hayli mesafeli değerlendirmeleri ve açıklamaları olan bir lider. Ama bu bağlamın içerisinde, “Şimdi neden böyle bir şey söylendi?” denildiği zaman, İsrail kadar önemli bir faktör olarak, bu süreç ve sürecin Suriye ayağı bana önemli unsurlar olarak görünüyor.
Biraz önce söylediğimiz gibi, Erdoğan gitti ve daha çok da kendisi için, neredeyse şahsi bir meşruiyet temin ederek döndü. Çünkü Trump’ın vurgularında Türkiye’nin önemine dair göndermelerden çok, Erdoğan’ın şahsi rolüne dair vurgular çok daha belirgin. Doğrudan ona temas ediyor. Hatta “O” diye konuşarak temas ediyor. ‘Türkiye bizim için çok önemli. Onun için biz Türkiye ile çok önemli işler yapacağız’ demiyor. Erdoğan’ı merkeze koyarak konuşuyor. Zaten Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu meşruiyet de, iktidarından bile daha çok kendisi için bir meşruiyet. Ve bu, Erdoğan’ın bir süredir bu süreç meselesinde biraz ayak direyen tavrı, Suriye’deki gelişmelerin biraz kontrolden çıkıyor gibi görünmesi, İsrail’in oradaki pozisyonunun hâlâ netleşmemiş olması gibi meseleler yüzünden bayağı tartışmalıydı. Evet, Gazze’ye bağlasa da, ben Bahçeli’nin çıkışının, asıl olarak Suriye denklemiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Tabii bu, Erdoğan’ın elini rahatlatmak için de olabilir ya da belki sadece o görüşme sırasında kozu olsun diye gündeme getirilmiş de olabilir. Ama devamında da, bunu gündemde tutmayı tercih etmesini başka türlü okumak lazım. ‘’İşte amaç hâsıl oldu. Eğer ihtiyaç bu idiyse, Erdoğan’ın elini güçlendirmek ya da Trump’ı bu görüşmeye razı etmek için bu yapıldıysa, ‘’amaç hâsıl oldu. O zaman niye bunu hâlâ zorluyor? Niye tekrar tekrar gündemde tutmaya çalışıyor?” sorusunun cevabı boşta kalıyor.
Bu konuda hâlâ ısrarını sürdürüyor olması ve galiba birkaç gün sürecek olan ve Türkgün’de ilk bölümü yayınlanan bu konuya tekrar değiniyor olması, hâlâ Suriye’deki meselenin tam neticelenmediği konusunu düşündürüyor bana. Dolayısıyla, ben hâlâ biraz buradan okumaya çalışıyorum. ‘Niye dedi bu lafı?’ konusunu buradan açıklamaya ya da anlamaya çalışıyorum. Ama orada bilmediğimiz, henüz ucunu görmediğimiz birkaç gelişmeyle, bu daha net biçimde ortaya çıkar diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Evet, Kemal. Noktayı koyalım.
Kemal Can: Koyalım.
Ruşen Çakır: ‘Haftaya Bakış’ı sonlandıralım. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. İyi günler.
Kemal Can: İyi günler, iyi haftalar.