İsmail Fatih Ceylan yazdı: Kamyon şoförlüğünden yönetmenliğe Ahmet Uluçay

Doğup büyüdüğüm Tavşanlı ile Kütahya arasında çok kamyon gelir giderdi. İşimiz düştüğü zaman tanıdık birinin kamyonuna bedava yolculuk yapmak için binerdik. Lise yıllarında bir iş için gittiğim Kütahya’dan Tavşanlı’ya gelmek için araba beklerken el ettiğim bir kamyon durdu. Şoförü tanımıyordum ama bindim. Kamyon şoförü biner binmez, “kimsin, nerelisin, ne yapıyorsun” sorularıyla konuşmaya başlamıştı. Ağzında sigarası, az sakallı, gözlüklü, bir genç adamdı.

O Tavşanlı’ya birkaç kilometre bitişikteki Tepecik köyündenmiş, şoförlük, yumurtacılık, çiftçilik yapıyormuş. Konuşmalar Tavşanlı’dan, Tepecik köyünden bahisle devam etti, neler yaptığımıza, ileride ne olacağımıza geldi. Yazar olmak istediğini söyledi adının Ahmet Uluçay olduğunu söyleyen kamyon şoförü. İnanamamış, hayli şaşırmıştım. Üstelik benim gibi Dostoyevski hayranıydı, ileride onun gibi bir yazar olmak hedefiydi. Şimdi aşk hikâyeleri yazıyordu. Hikâyeleri ara sıra Hürriyet’in Kelebek ekinde çıkıyordu.

Tabii muhabbet sardı. Ben de yazıyordum hikâyeler. Benim de yayınlanıyordu dergilerde, gazetelerde. Roman çalışmalarım da vardı. Yazacağı, birazını yazdığı bir romandan bahsetti. Bizim yörelerde çok konusu edilen büyüler, cinler filan olacaktı. Kemikler ve Küller gibi bir şeydi kitabına düşündüğü isim.

Aşk hikâyeleri yazan sinemaya meraklı kamyon şoförü

Delidoluydu, heyecanlıydı, arada kahkahalar atıyordu. Onun bütün dünyası Tepecik Köy’dü konuşmalarından anladığım. Kâh eleştiriyor, kâh yüceltiyor, bizim insanlarımız sevecenliği taşıyordu.

Ahmet Uluçay

Yolculuk boyunca Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Victor Hugo konuşmuştuk. Kitap manyağıydı. Kamyonun bir yerinden gazete küpürleri çıkardı. Kelebek’te yayınlanan birkaç hikâyesini gösterdi. Resimlendirilmiş aşk hikâyeleriydi. Kısa hikâyeler olduğu için orada bir kaçını okudum.

Sonra sinemadan bahsetmeye başladı. Meğer asıl tutkusu sinemaymış. İlkokul sıralarındayken, köyüne gelen seyyar bir sinemacı sayesinde sinemaya merak sarmış. Filmleri, sanatçıları, karakterleri iyi biliyordu. Tavşanlı’daki Hülya sinemasına çok gidiyormuş. Köyde kümes hayvancılığı ile uğraşan arkadaşı İsmail Mutlu ve maden işçisi arkadaşı Şerif Akarsu ile “Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu”nu kurmuşlar. Adına Gımıldak verdiği film şeritlerini hızlı hızlı döndürecek bir şeyler yaptığından ya da yapacağından söz ediyordu. Üç arkadaş o gımıldakla köyde film oynatmayı çok istiyormuş.

Yolculuğumuz Tavşanlı askerlik şubesinin önünde bitti. Beni bırakırken, “tekrar görüşelim” sözleriyle ayrıldık. İşte Ahmet Uluçay ile ilk tanışmamız böyle oldu.

Sonra zaman zaman görüşmeye başladık. “Cumhuriyet meydanında şu vakitte buluşalım,” diyorduk, orada görüşüyorduk. Daha sonra hükümet konağı, şimdi ise park olan yerde büyük bir kahvehane, çay bahçesi vardı, oraya takılırdık.

O yıllar her yerde televizyon olmadığı için, insanların çoğu o çay bahçesine hafta sonları genellikle maç izlemeye gelirdi. Kimisi siyah beyaz televizyonu izler, kimisi çay içip sohbet eder, oyun oynarken biz Ahmet Uluçay ile romanlardan, yazarlardan, sinemadan bahsederdik çay eşliğinde. O günlerde gece gündüz edebiyat muhabbeti yaptığımız Soner Can arkadaşımın hediye ettiği Guy de Maupassant’ın Bir Hayat romanı çok etkilemişti, Ahmet Abi’ye bu romanı mutlaka okumasını tavsiye ediyordum. Gerçi o da, ben de, Soner de Balzac’cıydık; Honoré de Balzac külliyatını adeta hatmediyor, kitaplar üzerine yorumlar yapıyorduk ama Maupassant’ın Bir Hayat kitabı da bizi büyülemişti. Ardından Jack London’un Ateş Yakmak ve Martin Eden kitapları, Selim İleri’nin Dostlukların Son Günü öykü kitabı sıkça sohbet konumuz oluyordu. Sonra asıl konu sinemaya geliyordu.

Maupassant’ın Bir Hayat romanı

Zamanla hikâye, roman, edebiyat eskisi kadar çok konumuz olmamaya başlamıştı. Kafayı sinemaya fena takmıştı. “Bana lan depciköylü Ahmet, sen ne anlarsın sinemadan, kafayı üşütcen diyorlar ama bak göreceksin bir gün gelecek şu İstasyon caddesinde bir film çekeceğim.” sözünü çok işittim. Bazen çok iddialı sözler eder, sinemada Yılmaz Güney gibi biri olacağını söylerdi.

Deliyiz oğlum biz!

İstasyon caddesini nedense çok seviyordu, her görüşmemizde mutlaka o caddede yürüyorduk. “Şu tarafta sinema afişleri olurdu, gelir gelir afişlere bakardım.” diye eski günlerden bahsederdi. Ailelerin çoluk çocuk sinemaya gittikleri zamanları anlatırdı.

Arada gece birlere ikilere kadar Tavşanlı sokaklarını gezerdik. Anlattığı şeyler sinema, sanatçılar, ileride yapmak istediği hayallerdi. Kafasında yapmayı hayal ettiği beş-altı film konusu vardı.

Bazı ahşap evleri gösterir, tam filmlik der anlatmaya başlardı. “Şöyle tepeden önce kiremitler görünür, ardından avluya inilir. Kadın kuyu başında su doldurur, yanında küçük kız güğümü tutar. Sokağa bakan kapının çıngırağı çalınca, evin büyük kızı kapıyı açar. Karpuzcunun çırağı gelmiştir.”

Çok coşkulu, çok heyecanlı, bazen kendinden geçercesine anlatırdı hayallerini. Ulucamii avlusunda, müftülük lokalinin masalarında oturan Deli Hüsnü onun çok ilgisini çekerdi. Şapkalı ve sakallı Hüsnü, sürekli gökyüzüne bakar, yıldızlara konuşurdu bir şeyler. Zararsız biriydi, İnsanlarla değil yıldızlarla dosttu. Ahmet Uluçay onu ileride yapacağı bir filmde göstermek isterdi. Sonra, “Biz de deliyiz aslında!” derdi.

“Belki bunları hiç yapamayacağım, depciköylü kamyoncu Ahmet olarak kalacağım. Ama böyle hayaller de kurmak güzel değil mi? Hayal hayat demektir, hayal gerçekleşmenin ilk adımıdır. Belli mi olur İsmail, belki o günleri görürüz. Ben o sinemacılardan çok daha iyi film yaparım, o yönetmenlerden daha iyi kamera açım var benim. Sen senaryo yazarsın, ben çekerim. Olmaz diye bir şey, belki olur.”

Bazen yılgın olurdu, umutsuzluğa kapılır, sinemadan bıkardı. “Bizden bi halt olmaz,” derdi. “Git işini yap, kamyonla çalış, yumurtacılık yap, inşaatta tuğla taşı, ne işin var sinemayla filmle. Bize kim fırsat verecek, kim elimizden tutacak. Yapsam bile, bu insanların umurunda mı sanki. Biz şu ilçenin ayrık otlarıyız, insanlar normal bir hayat sürerken, biz kalkıyoruz edebiyattan sinemadan bahsediyoruz. Biz neyiz ya, Allah aşkına! Deliyiz oğlum biz!”

Depçiköylü kamyoncu Ahmet değil, yönetmen olacağım

Sonra yılgınlık, çok geçmeden yerini yine ümide bırakırdı. Ne olursa olsun yapacaktı. Vazgeçmeyecekti, yılmayacaktı. İstiklal Caddesi, Yeşilçam sokağı bir gün Ahmet Uluçay’ı tanıyacaktı. Tepecik köyüne genelde Depçi köy denirdi. Depciköylü kamyoncu Ahmet değil, yönetmen Ahmet Uluçay olacaktı.

Ben İstanbul’a taşınınca tabii ki görüşemez olduk. Bazen tatil için Tavşanlı’ya gittiğimde görüşebiliyorduk. Seviniyorduk birbirimizi görünce, çünkü herkesle konuşulmayacak şeylerdi ortak yanımız. Kısa filmler yaptığını duyuyor, seviniyordum. Her gördüğümde yeni projelerden bahsediyordu. Heyecanı aynen devam ediyordu. “Mücadeleye devam!” diyordu. Her ne kadar bazen sinema sektörüne karşı kendisini Donkişot gibi görse de, bir gün Yeşilçam’da yer alacağı, Beyoğlu sinemalarında filmlerinin oynayacağı inancını kaybetmemişti. Açıkcası bu hayali gerçekleştirebileceği düşüncesi ben de pek yoktu. Fakat sinemaya meraklı kamyon şoförü bir köylü olarak bu inancına ve bu yoldaki çabasına saygı duyuyordum.

Kendisinden son haber alışımda, uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Bir gün telefonla aradı beni.

“İsmail benim yarın Tavşanlı’yı anlatan filmin gösterisi olacak Beyoğlu’nda. Mutlaka gelmeni istiyorum. Tavşanlı’yı, Tavşanlı’nın ve Tepecik köyünün evlerini göreceksin. Kesin gel.”

Yarın dediği, bizim işlerin çok yoğun olduğu bir gündü. Toplantılar filan vardı. “Ahmet ağabeyciğim çok zor ama gelmeye çalışacağım,” dedim. “İnşaallah gelir, görüşürüz.”

“Kesin gelmelisin, mutlaka gel, ben seni çok özledim,” dedi.

Bu ısrarına rağmen pek gidecek halim yoktu. Anladığım kadarıyla, Ahmet abi Tavşanlı ve evleriyle ilgili bir kısa film yapmıştı. Onun adına sevinmiştim ama gitmem gerçekten zordu.

Yine de, “Onca ısrar etti. Ahmet abiyi bir göreyim, çoktandır görüşmüyoruz hasret gideririz” diyerek Taksim’e gittim, İstiklal Caddesi’ne geldim, söylediği sinemaya girdim. “Kapıda benim adımı ver, seni yanıma getirsinler” dediği için dediğini yaptım ve içeri aldılar beni.

İçeriye girdim ki, salon tıklım tıklım dolu. Üstelik filmlerde dizilerde gördüğüm bazı tanınmış oyuncular gözüme ilişince şaşırdım. O ünlü isimler Ahmet Uluçay’ın Tavşanlı evlerini gösterdiği bir belgesel film için mi gelmişlerdi? Ben bakınırken ışıklar söndürüldü, perde de film başladı. Çok kalabalık olduğu için ve ışıklar söndüğü için Ahmet abiyi aramadım, boş bir yer bulup oturdum. Bakalım Ahmet abinin kısa filmi nasılmış ve neden bunca insan toplanmış diye merakla seyretmeye başladım.

Karpuz kabuğundan gemiler yapmak Ahmet Uluçay

Fakat “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” zannettiğim gibi kısa film filan değilmiş. Oldukça ilgi çekici, konusu enteresan, iki köylü arkadaşın sinema tutkusunu anlatan bir sinema filmiydi. Şaşkınlıkla, hayretle, gururla “Depciköylü kamyoncu Ahmet abi’nin” muhteşem filmini izledim. Salondaki herkes hayranlıkla izliyordu benim gibi. Tavşanlı şivesi konuşmalar, karpuzcunun diyalogları, sinema sevdalısı iki gencin film yapma gayretleri herkesi yerinde mıhlamıştı. Salonda bulunan kimi ünlüler, medya mensupları takdirle alkışlarla seyrediyordu. “Vay canına!” diyordum izledikçe.

Filmin başrolünü oynayan gençlerden biri, arkadaşının sevdiği kıza mektup verirken, “Sen de onu sevvesen ya..” deyince, kız da ona tokat atınca herkes gülüyordu. Kızdan tokat yediğini söyleyememişti arkadaşına. Bunlar Ahmet Uluçay’ın yaşadığı şeylerdi, bana anlatmıştı yıllar önce. O yüzden filmin içindeydim, sanki Tepecik Köy’de, Tavşanlı’da yaşıyordum. Başrolde oynayan iki çocuk, karpuzcu ve diğer oyuncular Tavşanlı’dan insanlardı ama muhteşem oyun çıkarmışlardı. Bir yandan hayalim Ahmet abiyle ilk tanışmamızda, kamyon yolculuğumuzda, istasyon caddesinde, Cumhuriyet meydanındaki çay bahçesinde, gece gezmelerindeydi.

“Vay canına!” diyordum. İşte sonunda hayali gerçekleşmişti. “Bu film mutlaka ödül alır,” diyordum içimden. “Ahmet Uluçay bu filmle birlikte en iyi yönetmenlerden olur Türkiye’de..”

Geç de olsa işte başarı gelmişti, sonunda başarmıştı. Hayal ettiği gibi Beyoğlu’ndaki bir filmin şu an için öngösterimi yapılıyordu ve sinema-dizi sektöründen pek çok ünlü isimleri sürekli alkışlıyordu. Bir rüya gerçekleşmişti Ahmet Uluçay için. Bence artık bundan sonra Ahmet Uluçay bir markaydı ve sinema sektörü peşini bırakmayacaktı. Film bitti ama ben hala rüyada hissediyordum, inanamıyordum, çok mutluydum.

Karpuz kabuğundan gemi yapan adam

Film bitti herkes ayağa kalktı, Ahmet Uluçay’ı alkışladı. Kısa bir konuşma yaptı sahnede. Çok eziyetini, kahrını çeken eşi Ayşe Hanım’dan bahsetti. Filmi ona adadı. Sonra sahneden inerek, peşinde medya ordusuyla birlikte kapıya doğru yöneldi. Ona görünmeyi düşünmüyordum ama yanımdan geçince, göz göze gelince mecburen seslendim. Sarıldık, kucaklaştık. Elinden tutup, peşinden sürükledi.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Biz elele yürürken, peşimizdeki gazeteciler bir şeyler soruyordu.

“Ben İsmail’imi buldum, onunla hasret gidereceğim. Sizinle konuşmayacağım..” dedi onlara.

Dışarıda, sinemanın giriş kısmında oturduk. Herkes etrafını sarmıştı ama o benimle konuşuyordu. Omuzumdan sarıp sıktırıyordu beni. Yapımcısı Ezel Akay, “Ahmetciğim bu film çok ödüller alacak..” diyor, bazı ünlüler sırayla tebrik ediyor, o ise herkese beni anlatıyordu.

“İsmail benim yakın arkadaşım. Yıllar önce sabahlara kadar gezer konuşurduk bu film işlerini. Kendisi yazar. Tavşanlılı.. O hayalleri birlikte kuruyorduk, o günlerin yakın şahitlerinden.”

Ben utanıyor, müdahale ediyordum.

“Ahmet abi sen şimdi beni boş ver, gazeteciler seni bekliyor. Biz yine konuşuruz. Bugün sahne senin, gün senin günün.”

“Olmaz, seni bırakmam..” diyordu.

Biraz daha sohbet, biraz daha eski günler. Millet etrafımızda.

“Boğaz gezisine gideceğiz, acele edelim..” dediler.

“Ben gelmeyeceğim, İsmail’imle konuşacağım..” dedi.

İtiraz ettim, kabul etmedim.

“Biz sonra görüşürüz nasılsa,” dedim. Zor bela ikna oldu.

O günden sonra Ahmet Uluçay, çok ödül aldı. Her gün gazetelerde, televizyonlarda ismi anılır oldu. Arada telefonlaştık.

İstiklal Caddesi’nde bir apartta kalıyordu. Bir görüşmemizde filmin cd’sini verdi. Film daha sinemalara girmemişti ama o cd’den evde defalarca izledik.

Bir süre sonra Tavşanlı’ya gitti. Köyünden ayrılmadığı için gazeteciler, sinemacılar onun köyüne, evine gidiyorlardı. Neredeyse her gazetede onunla köydeki evinde yapılan röportajlar, filmle ilgili haberler yapılıyordu. Ahmet Uluçay, sinemanın Salvador Dali’si muamelesi görüyordu. Tavşanlı şivesi konuşması, İstanbul’a gelmemesi, Tavşanlı’da değil köyünde kalması, ünlü isimlerin gazetecilerin köye ayağına gitmesi, filmin sürekli içeride dışarıda ödül alması, neredeyse bütün ünlü oyuncuların övgüyle bahsetmesi, onu sinemanın dâhisi görmesi, bir filminde olsun oynamak istemesi, Ahmet Uluçay’ı bir anda ilgi odağı yapmıştı. Geçmişi hatırlıyor hey gidi günler hey diyordum. Bir mucize gerçekleşmiş gibiydi. Çok seviniyordum Ahmet Uluçay adına. Ahmet Uluçay asıl bundan sonra Ahmet Uluçay olacak, yeni filmler yapacaktı.

50 yaşında gelen şöhret

Yine bir zaman geçti, Ahmet abi beni arayarak Çapa Hastanesi’nde olduğunu söyledi. Meğer hastaymış. Evimize yakın hastaneye, yanına gittim. Çapa’nın bahçesine indik, konuştuk yeni yapacağı şeylerle ilgili. İyileşince neler neler yapacaktı, dünyayı sallayacağım diyordu. “Çabuk iyileş,” dedim. “Allah sana tez şifa versin, çabuk iyileş.”

Fakat hastalığı ciddiydi, bunu biliyor, dua ediyordu:

“Allah’ım bana yardım et! Her sağlıklı insanı kıskanıyorum. Yuvasını kaybeden bir karınca görmedim hiç. Konduğu daldan düşen serçe de görmedim. Dünyanın en mutlu insanı olmam için ne çok sebebim var oysa.”

Tedavi sürecinde bir ara taburcu oldu. Birkaç kez bizim eve geldiler. Sonra Tavşanlı’ya gittiler. Bir süre sonra yine İstanbul’a geldiler.

Beyoğlu’ndaki o apartta kalıyordu yine. Bir akşam gittik. Eşi Ayşe Hanım eşimle bizi görünce pek sevindi. Beyoğlu’nda gece başlayan gürültüler, müzikler çok bunaltmış. Bizim hanımı görünce çok memnun oldu. “Kendimi Tavşanlı’da hissettim,” dedi.

Ahmet abi, benim o günlerde verdiğim Unutulmuş Günler romanımı okumuştu. Romanın konusu Tavşanlı’da geçtiği için, çok mutluydu. “Biz ne kadar vefalıyız memleketimize,” diyordu. Romandaki zaman dilimi, bizim onunla sokakları gezdiğimiz, çay bahçelerinde oturduğumuz zamanlardı. Fakat bana sitemi çok ağır oldu. “Bu romanda ben niye yokum,” diyordu. Doğrusu haklıydı, romanın büyük bölümü Tavşanlı’da geçiyordu, pek çok insandan bahsediyordu ama ben onu atlamıştım. “Haklısın yeni baskısında eklerim” dedim, sevindi. (Unutulmuş Günler’in 42. baskısında birlikte yaptığımız geziler, konuşmalar, gözlemlerle roman kahramanı Cihat’ın dostu olarak detaylı bir şekilde yer aldı.) O sitemden sonra hemen yumuşadı, yine istasyon caddesi muhabbetine döndük. “O caddede film yapmak istiyorum,” diyordu. “Sen senaryo yazarsın, bu Unutulmuş Günler’den de bölümler alırız. Çok güzel film olur.”

Ama önce bir kamyon şoförünün hayatını yapmak istiyordu. Aklı fikri sinemada olan kamyon şoförünü Deli Yürek, Ezel veKaradayı dizilerinden tanıdığımız Kenan İmirzalıoğlu oynayacaktı. Ziyaretine gelen İmirzalıoğlu seve seve oynarım demiş. Çok sevinmiştim. Tam 50 yaşında iken, 2004’te yakalamıştı hak ettiği şöhreti ama tam yakalamıştı. Gelip geçici değil, her zaman var olacak, unutulmayacak bir şöhretti.

Ahmet abi ve eşi arada bize geliyor, biz onlara yani İstiklal Caddesi’nin başındaki aparta uğruyorduk. Sonra tekrar Tavşanlı’ya gittiler. Birkaç kez köydeki evine gittim. Her gördüğümde yerde upuzun uzanıyor, yanında iki kül tablası eşiğinde sigara tüttürüyor, Ayşe Hanım onu bana şikâyet ederken, o yeni projesi film çalışmalarından bahsediyordu. Birkaç görüşmemizde yanında İstanbul’dan gelen birileri vardı, ya film ekibinden, ya medyadandı.

Görüşmelerimizde evde sohbet ettikten sonra, birlikte köyü dolaşır, meydanda bulunan bir kahvede konuşurduk. “Bir zamanlar kızdığın, bana deli diyorlar dediğin insanlar şimdi seninle gurur duyuyorlar” diye takılıyordum.

Bir iki yaz tatilinde daha görüşmemiz oldu. Sonra bir süre haber alamadık.

Ama 30 Kasım 2009’da son haberi geldi. Ahmet Uluçay, hastalığını yenememiş, vefat etmişti. Oysa o dahi yönetmenin yapmak istediği pek çok projesi vardı. Kısmet değilmiş, ömrü vefa etmedi.