32. Adana Altın Koza Film Festivali’nde bu yıl kadın sinemacılar ön plandaydı. Yapılıp yapılmayacağı bile son 3 haftada belli olan, zor koşullarda büyük bir emek ve yürek verilerek organize edilen festivalde salonların sınırları zorlandı. Özellikle Ulusal Yarışma filmlerine büyük ilgi vardı. Dolu dolu sinemayla geçen bir haftada umutlar tazelendi.
Cinema Jazireh: Afganistan’ın izleri
Benim için festivalin en çarpıcı noktalarından biri, Ulusal Yarışma’daki kadın yönetmen ve oyuncuların ön planda olduğu bir festival olmasıydı. Diğer nokta ise Gözde Kural’ın ikinci uzun metrajı Cinema Jazireh üzerine dönen hararetli tartışmalar oldu. Dört yılını Afganistan’da geçiren yönetmen, bu kez kişisel tanıklıklarını ve orada kalan izleri perdeye taşıyor. “Afganistan bana sevmeyi öğretti. Daha az keskin, daha az yargılayıcı biri oldum. Çünkü yaralı bir yer ama yaraları sevmeden de insanı sevmek mümkün değil,” diyordu Kural. İlk filmini orada çekmiş ama içinde “bitmemiş” bir şeyin hep kıpırdadığını, tekrar dönmeden tamamlanamayacağını hissetmiş.
İlk uzun metrajı Toz’un (2016) ardından bu kez Türkiye’de Afgan oyuncularla çektiği filmin merkezinde Taliban saldırısında eşini kaybeden Leyla (Fereshteh Hosseini) var. Leyla, burkasını çıkarıp yüzüne yapıştırma sakal takarak erkek kılığına giriyor ve tek başına oğlu Omid’i (Ümit) bulmak için tehlikeli bir yolculuğa çıkıyor. Paralel olarak küçük Azad’ın hikâyesi açılıyor: Çocuk kendisini “baçabaze” evinde buluyor. Burada erkek çocuklar kadın kıyafetleri giyip zilli halhallarla dans ettirilirken, mekânın gölgesinde şiddet ve istismar hüküm sürüyor. Çocuğun karşısına çıkan Zabur (Mazlum Sümer), bir yandan rehber, bir yandan da bu karanlık düzenin içinde sıkışmış bir figür. Sümer’in konuşmadığı bir dildeki performansı izleyicide güçlü bir etki bırakıyor ve “Umut Vadeden Erkek Oyuncu” ödülüyle karşılığını buluyor.
Cinema Jazireh’in ardında yalnızca bir hikâye değil, yönetmenin kişisel bir dönüşümü de var. Gözde Kural Afganistan’ı anlatırken, “Burası bana sevmeyi öğretti. Daha az keskin, daha az yargılayıcı oldum. Çünkü yaralı bir yer ve orada yaşam bana yaraları sevmeyi öğretti,” diyordu. İlk filmini yine orada, Türk bir ekiple çekmiş; ama bu kez içinde “bitmemiş” bir şeyin kıpırdadığını, oraya dönmeden tamamlanamayacağını hissetmiş. Dil üzerinden kurdukları ilişkiyi ise çok özel buluyordu: “Dil kültürdür. O dilin havuzlarında yüzmek benim için de enteresandı.” En çok da Zabur’u canlandıran Mazlum Sümer’le ilgilenilmiş. Çünkü diğer Afgan oyuncular zaten kendi dillerinde oynamışlardı. Mazlum içinse Dari yepyeni bir dil olmuş. Kural, “Onun için çok büyük bir cesaretti. İlk filmde neye tekabül ettiğini bilmiyordu ama yolda öğrenmeye başladı. Kürtçeden gelen gırtlak benzerliği işini kolaylaştırdı ama yine de çok büyük bir başarı. Ben yapmasaydım, izleyici olarak da çok takdir ederdim,” diye anlatıyordu. Sümer’in aldığı “Umut Vadeden Erkek Oyuncu” ödülü de bu emeğin karşılığıydı.
Mekân ve estetik
Kural’ın anlattığına göre bu ev, birebir kendi tanıklıklarından yola çıkarak tasarlanmış. Perdelerle ayrılan odalar, gölgeler hâlinde görülen bedenler… Hiçbir şeyi doğrudan göstermeden seyirciye hayal gücüyle hissettirmek için inşa edilmiş. Odalardan biri “sonsuzluğa” bakıyor; kaçmaya çalışan çocuğun önünde yalnızca dağ var. O çıkışsızlık duygusu mekânın ruhunu belirliyor. Filmin en çarpıcı katmanlarından biri de bu yasaklı evin içindeki çelişkiler. Bir yanda fuhuş ve çocukların dans ettirildiği karanlık atmosfer, diğer yanda VHS kasetlerden izlenen Titanic, Game Boy’la oynanan oyunlar… Bir tür yasaklı nesneler müzesi gibi. Hepsi, toplumda görünmez kılınan arzuların, özlemlerin ve yasakların aynı mekânda buluşmasına işaret ediyor. Sinemanın, video kasetlerin ve oyunların cazibesiyle çocuk bedenlerinin istismarı aynı çatı altında yan yana geliyor. Yönetmenin devam eden gelenekteki bu karşıtlıkları iç içe kurgulaması, filmin hem sertliğini hem de eleştirel gücünü artırıyor.
Çocuk oyuncunun gözünden
Çocuk oyuncu seçimi de filme etki etmiş. 100’e yakın çocuk izlendikten sonra Ali’de karar kılınmış. İranlı-Azeri bir aileden gelen Ali’nin rahatlığı, gözlerindeki derinlik onu farklı kılmış. Çekimlerde pedagojik koçlar devreye girmiş, önce güven ilişkisi kurulmuş, her şey bir oyun gibi yaşatılmış. Kural, onu bilerek “nötr” oynatmış: “Çocuklara duygu yüklendiğinde sahne fazla dramatikleşiyor. Ali kameranın önünde soğuk kamera gibiydi, sadece kaydediyordu. Sonradan kötü bir yerde olduğunu anlamaya başlayan bir çocuk olarak daha da sarsıcı oldu.”
Politik ve etik tartışmalar
Yönetmen “umudumuzu kaybetmemeliyiz” diyor ama filmdeki çıkışsızlık, yasaklı mekânlar ve karakterlerin çaresizliği seyircide başka bir duygu da uyandırıyor: Dışarıdan bir müdahale olmazsa bu hayatlar kurtulamaz gibi bir his. Bu da izleyicide bir “kurtarıcı kompleksi”ne hizmet eden, Afgan toplumunu kendi öznesinden kopararak geleceksiz ve çaresiz gösteren bir bakış açısına dönüşebiliyor. Yönetmen aslında insanları ve bölgeyi sahiplenerek “Burayı, bu insanları unutmamalıyız” mesajı vererek bir sorumluluk alıyor ve doğrudan bir mesaj veriyor. Cinema Jazireh’in en tartışmalı tarafı belki de bu: Güçlü bir görsel ve duygusal anlatı kurarken, aynı zamanda tek boyutlu ve dışarıdan bakan bir perspektife kayması. Festivalde dönen tartışmalar bu minvaldeydi; bir yandan queer hareketlerin kazanımlarına ters düşen bir yerde görenler de vardı. Cinsiyet ve yönelime dair bakış açısını, yönetmenin niyeti bu olmasa da, Taliban rejiminin baskısı altında ortaya çıkan patolojik durumlar, absürtlükler olarak almak mümkün. Bu, bir yandan baskının çarpıttığı halleri görünür kılarken, diğer yandan özneyi yalnızca zorunluluk, çaresizlik ve travmanın içinde konumlandırdığı için tartışmaya açık kalıyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Festivalin Diğer Öne Çıkan Filmleri
Ödül törenine damga vuran Pelin Esmer’in O da Bir Şey mi filmini daha önce İstanbul’da izlemiş, içindeki hikâyelerden kafamda bambaşka filmler üretmiştim. Film İstanbul Film Festivali’nde senaryo ödülünü almıştı; Adana’da ise sekiz ödülle taçlandı. Rezan Yeşilbaş’ın Uçan Köfteci’si naifliğiyle ilgimi çekti ama kıskançlık üzerinden yaratılan gerilim beni son bölümde filmde tutmakta zorladı. Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu yönetmen ikilisinin Algoritmaya Biat Eti, sosyal medya ve yayıncılık dünyasıyla ilgili çok şey öğreten, gösteren tekno-gerilim türünde bir işti; gerilim kısmı bana çok fazla geçmese de böyle bir filmi Ulusal Yarışma’da görmek kıymetliydi. Özkan Çelik’in Perde filmi hakkında çok olumlu yorumlar duydum, Gündüz Apollon Gece Athena ise İstanbul’da bugünlerde gösterime girdi. İlk fırsatta izlemeyi planlıyorum.
Ödül gecesine kuşkusuz Pelin Esmer’in başarısı damga vurdu. 20 yıl önce ilk filmiyle aynı sahneye çıkan yönetmen, bu kez sekiz ödülle sinema tarihinde izini bıraktı. Kadın yönetmenlerin ve dayanışmanın sesinin yükseldiği bu yıl, sinemanın kolektif gücünü hissettirdi.
Ve bütün bu ödüllerin, tartışmaların, karşılaşmaların ötesinde şu gerçek hep akıldaydı: Belediye başkanının hapiste olduğu, festivalin yapılıp yapılamayacağının bile belirsiz olduğu bir dönemde, ücretsiz biletlerle ve yoğun katılımla bu festival yine de gerçekleşti. Sinema, tüm zorluklara rağmen devam ediyor.